Kur'an ve Sünnet
   
 
  2.1. Birinci Kaide: Sıfatların Tamamı Hakkında Aynı Hükümler Geçerlidir

بســـم الله الرحمن الرحيم

 

2.1. Birinci Kaide: Sıfatların Tamamı Hakkında Aynı Hükümler Geçerlidir

 

İki ana kaideden birisi şöyle ifade edilir:

Sıfatların bir kısmı hakkında ileri sürülen görüş, diğerleri için de geçerli olmalıdır.

Eğer muhatap, Allah'ın hayat ile hayy (diri), ilim ile alîm, kudret ile kadir, sem' (işitme sıfatı) ile semî', basar (görme sıfatı) ile basîr, kelâm (konuşma sıfatı) ile mütekellim, irade ile mürîd olduğunu söylüyor ve bunların tamamının (mecaz değil) hakikat olduğunu kabul ediyorsa, fakat buna mukabil mahabbet, rıza, gazap ve kerahet (istememe, hoşlanmama) gibi sıfatlarına itiraz edip bunları mecaz olarak kabul ediyorsa ve ya irade ile ya da nimetler veya cezalar gibi bir takım yaratılmış şeylerle bunları tefsir etme yoluna gidiyorsa, ona isbat ve inkâr ettiğin hususlar arasında bir fark yoktur; bilâkis, birisi için ileri sürülen görüş diğeri için de geçerlidir, denir.

Şayet:

"Allah'ın iradesi yaratılmışların iradesi gibidir; mahabbeti, rızası ve gazabı için de aynı durum söz konusudur" dersen, bu bizatihi teşbih ve temsil (Allah'ı yaratılmışlara benzetmek) olur.

"Allah'ın kendisine uygun bir iradesi vardır; yaratılmışın da kendisine göre bir iradesi vardır" dersen:

"Aynı şekilde O'nun kendisine uygun mahabbeti, rızası ve gazabı, yaratılmışın da kendisine göre mahabbeti, rızası ve gazabı söz konusudur," denir.

Eğer:

"gazap intikam arzusuyla/hırsıyla kalpteki kanın galeyana gelmesidir" dersen:

"irade de nefsin bir menfaati celb (elde) etmeye veya bir zararı defetmeye, uzaklaştırmaya yönelmesi/meyletmesidir", denir.

"Bu (söyledikleriniz) yaratılmışın iradesidir (yaratılmışların iradesiyle ilgili bir şeydir.)" dersen:

"Öteki de (Senin anlattığın gazab da) yaratılmışın gazabıdır (yaratıkların gazabıyla ilgili bir şeydir)", denir.

O'nun kelâm (konuşması), sem' (duyması,işitmesi), basar (görmesi), ilim ve kudret sıfatları için de aynı görüş bağlayıcı olur.

Eğer Allah hakkında gazap, mahabbet, rıza ve yaratılmışlara ait buna benzer sıfatlar inkâr edilirse, sem', basar, kelâm ve diğer bütün sıfatlar da O'ndan nefyedilmiş olur.

Şayet bu sıfatların yaratılmışlara ait olanları dışındakiler hakikî değildir, dolayısıyla Allah'tan nefyedilmesi gerekir derse, aynı şey sem', basar, kelâm, ilim ve kudret için de söz konusudur, denir.

İşte sıfatların bir kısmını diğerlerinden ayıran bu kimseye, nefyettiği hususlarda söylenecek söz, onun karşısındaki kimseye isbat ettiği hususlarda söylediği sözdür.

Mu'tezile'den birisi:

"O'nun kendisiyle kaim ne iradesi, ne kelâmı vardır, çünkü bu sıfatlar ancak yaratılmışlarda bulunur" derse, kendisine şu açıklama yapılır:

Kadîm (varlık) da bu sıfatlarla muttasıf olur ve bu sıfatlar sonradan var olanların sıfatlarına benzemez. Mahabbet, rıza vb. diğer sıfatları isbat edenler de ona aynı şeyi söylerler.

Eğer:

"Ben bu sıfatları akılla isbat ettim. Çünkü meydana gelen fiil / iş kudrete delâlet eder; tahsis (seçenekler arasında tercihte bulunma) iradeyi, hükümler de ilmi gösterir. Bu sıfatlar da hayatı gerektirir. Diri olanda sem', basar ve kelâm sıfatlarının veya bunların zıtlarının bulunmaması söz konusu değildir" derse, diğer isbat taraftarları (Allah'ın bütün sıfatlarını kabul edenler) ona şöyle derler:

Sana verilecek iki cevap vardır.

Birincisi: Belirli bir delilin yokluğu, medlulün (bu delilin işaret ettiği şeyin) de var olmamasını gerektirmez. Farzet ki takip ettiğin aklî delil bunu (n varlığını) isbat etmiyor olsun, fakat aynı zamanda nefiy de etmez.

Bir şeyi reddedenin tıpkı isbat eden gibi -eşit derecede- bir delil getirmesi gerekir. Delil olmadan reddetmen mümkün değildir. Zira isbat eden için olduğu gibi reddedenin de delilinin olması gerekir. Sem' (naklî delil) buna işaret etmiş ve ne aklî ne de sem'î herhangi bir delil buna karşı itiraz sergilemiştir. Şu halde güçlü bir karşı delilden salim olan (kurtulmuş bulunan) delil ile isbat edilen hususun varlığını kabul etmek gerekli / kaçınılmazdır.

İkincisi: Bu sıfatları da diğerlerini isbat ettiğin aklî delillerin benzerleriyle isbat etmek mümkündür. Nitekim denir ki:

Kullara ihsanda bulunarak onları menfaatlendirmek rahmete delâlet eder. Aynı şekilde tahsis, meşîeti, itaatkârlara ikramda bulunmak da onlara duyulan mahabbeti/sevgiyi gösterir; kâfirleri cezalandırmak ise onlara duyulan buğza işarettir. Nitekim müşahede ve haber yoluyla Allah'ın sevdiklerine ikramı, düşmanlarını ise cezalandırması sabit olmuştur.

Fiil ve emirlerindeki güzel amaçlar / hedefler -ki bunlar O'nun fiil ve emirlerinin vâsıl olduğu güzel neticelerdir- O'nun sonsuz hikmetine delâlet eder. Bu delâlet, tahsisin meşîete delâleti gibi, hattâ -illet-i gâiyyenin kuvveti sebebiyle- ondan daha açık bir delâlettir, işte bu nedenle, Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ın kullarına olan nimet ve hikmetlerini beyan eden âyetler, salt meşîete delâlet eden âyetlerden daha çoktur.

Şayet muhatap "Allah hayydır, alîmdir, kadirdir" deyip de O'nun hayat, ilim ve kudretle muttasıf olduğunu inkâr eden Mu'tezilîler gibi sıfatları inkâr edip isimleri kabul eden kimselerden olursa, ona "isimleri isbat etmekle sıfatları isbat etmek arasında bir fark yoktur" denir.

Eğer:

"Hayat, ilim ve kudreti isbat etmek teşbih veya tescîmi (cisimleştirmeyi) gerektirir, zira görünürler âleminde cisim olan şeyler dışında bu sıfatları taşıyan bir şey görmüyoruz" dersen:

"Görünürler âleminde cisim olan şeyler dışında hayy, alîm, kadîr isimlerini alan bir şey de görmüyoruz; reddettiğin şeyleri görünürler âleminde ancak cisimlerde gördüğün için reddediyorsan, o zaman isimleri, hattâ her şeyi inkâr et" denir. Çünkü bunları da görünürler âleminde yalnızca cisimlerde bulabilirsin.

Binaenaleyh, sıfatları reddeden kimsenin ileri sürdüğü her delili, esmâ-i hüsnâyı reddeden kimse de ileri sürebilir. Buna cevap olan her şey, sıfatları (n varlığını) kabul eden kimsenin de vereceği cevap olur.

Muhatap isim ve sıfatları inkâr edip:

"Ne O mevcuttur, ne de hayydır, alimdir, kadîrdir diyorum. Bilâkis bu isimler O'nun yarattıklarına aittir, dolayısıyla mecazîdir; çünkü bunları isbat etmek diri ve alim olan (yaratılmış) varlığa benzetmeyi gerektirir" diyen aşırılardan (gulattan) ise:

"Aynı şekilde, 'O ne mevcut, ne de hayy, alîm ve kadirdir' dediğinde, bu da var olmayanlara (ma'dûmlar) benzetmek olur. Bu ise varlıklara benzetmekten daha kötüdür/çirkindir." denir.

"Nefyi (reddetmeyi) de isbatı (kabul etmeyi) da reddediyorum" derse:

"Birbirine zıt olan iki hususun bir araya geldiği imkânsızlara benzetmiş olursun. Zira bir şeyin "hem var hem yok" veya "ne var ne de yok" olması imkânsız olduğu gibi, bu şeyi, varlık ve yokluğun, hayat ve ölümün, ilim ve cehaletin bir arada bulunması ile veya kendisinde ne varlık ne yokluk, ne hayat ne ölüm ve ne ilim ne de cehalet bulunması ile tavsif etmek de mümkün değildir" denir.

Eğer:

"Birbirine zıt olan hususlar, ancak bunları taşıması mümkün olan şeylerden nefyedilebilir; bu ikisi selb ve îcâb (olumlama ve olumsuzlama, varlığını kabul etme veya etmeme) karşıtlığıyla değil, adem ve meleke (yok olma veya var olma [sahip olma]) karşıtlığıyla birbirine mukabildir.

Nitekim duvar için "ne kör ne de görücü" veya "ne diri ne de ölü" denemez, zira duvarın bu iki (sıfatı da) taşıması mümkün değildir" dersen, sana şunlar söylenir:

1 - Varlık (var olma) ve yokluk (yok olma) hususunda bu doğru değildir. Akıl sahiplerinin ittifak ettiği üzere bu ikisi selb ve îcâb (olumlama ve olumsuzlama, varlığını kabul etme veya etmeme) karşıtlığıyla birbirine mukabildir; dolayısıyla birisi kaldırıldığında diğerinin var olması gerekir.

Hayat ve ölüm, ilim ve cehalet nev'inden söylediklerine gelince: bunlar Meşşâî filozof müsveddelerinin kullandığı (terimleştirdiği) ıstılahlardan ibarettir. Lâfzî ıstılahlar ise, aklî hakikatler (in reddi) için delil teşkil etmez.

Nitekim Allah Te'âlâ:

"Allah'ı bırakıp da taptıkları (putlar), hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onlar kendileri yaratılmışlardır. Onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler." (Nahl 16/20-21) buyurarak, cansız varlıkları "ölü" olarak isimlendirmiştir ki bu gerek Arap dilinde gerekse diğer dillerde meşhur bir kullanımdır.

(Meşşâî filozoflar: Aristocu filozoflara verilen bir isim olup Şark-İslâm dünyasında el-Kindî, Farâbî, İbn Sînâ gibi filozoflarla, Endülüs'te İbn Bâcce ve İbn Rüşd tarafından temsil edilmiştir Metod olarak Aristoculuğu seçtikleri için bazı mes'elelerin yorum ve tefsirinde Ehl-i Sünnet itikadına aykırı görüşler ileri sürmüşlerdir. (S. Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, S. 182-183)

2 - Hayat ve ölüm, körlük ve görme vb. gibi birbirinin mukabili olan sıfatları taşımaya elverişli olan şey, bunları taşımaya elverişli olmayandan daha kâmildir. "Görme" ile vasıflanmaya elverişli olan kör, bunların her ikisini de kabul edemeyecek olan cansız varlıktan daha kâmildir.

İmdi, sen Allah'ı kemal sıfatlarını taşımaya elverişli canlılara benzetmekten kaçtın fakat bu sıfatları taşıyamayacak olan cansız varlıkların vasıflarıyla tavsif ettin.

Aynı şekilde, varlık ve yokluğu kabul etmeyen şey, bu ikisini kabul eden şeyden daha büyük bir imkânsızlık ifade eder. Hattâ varlık ve yokluğun bir arada bulunması ve aynı anda ikisinin de söz konusu olmamasından bile daha imkânsızdır. Varlık ve yokluğu kabul etmesini inkâr ettiğin şey de kendisi hakkında bizzat varlık ve yokluğu reddettiğin şeyden daha ziyade imkânsızdır. Bu, aklın sarahati ile imkânsız (mümtenî) olduğundan, daha büyük bir imkânsızlık arz eder. Sen ise yokluğu (ademi) kabul etmesi söz konusu olmayan vâcib (zorunlu) varlığı imkânsızların (mümtenilerin) en büyüğü yaptın. Bu çelişki ve çarpık düşünüşün son haddidir.

(Bâtınîlere gelince: Onlardan kimi her iki karşıtın da, yâni var olmanın da, yok olmanın da bulunmadığını söylerler. Oysa ki karşıtın bulunmadığını iddia etmek, bir anda her ikisinin mevcut olduğunu iddia etmek gibidir. Kimileri de, onlardan hiçbirini isbat etmiyorum der. Oysa birini isbat etmekten kaçınması, aslında ikisinden birinin gerçekleşmesine engel değildir. Gerçekte bu kimsenin tavrı, cahilin bilgisizliği ve hakkı söylemekten kaçıp susanın sükûtu gibi bir tavırdır. Hem varlığı, hem de yokluğu kabul edemeyen - varlık da, yokluk da kendisi hakkında nefyedilmekle birlikte- ikisini de kabul eden şeyden daha imkân dışı olunca, hayatı da sağırlığı da; kudreti de aczi de; konuşmayı da dilsizliği de; körlüğü de görmeyi de kabul edemediği varsayılan şey, mümtenî ma'dûma, -kendisi hakkında nefyedilmiş olsalar bile- onların her ikisini kabul edenden daha yakındır. O halde, her ikisine elverişli olmakla birlikte onları nefyetmek, vücûd ve imkâna daha yakındır. Ayrıca varlığı zorunlu (vacibü'l-vücûd) bir varlığın kabullenmeye elverişli bulunduğu şey, onun hakkında vâcib olur. Çünkü onun sıfatları başkasına verilemez. Netice olarak bir şeyi kabullenmesi caiz oldu mu, artık o şey onun hakkında vâcib olur. Bu konuyu başka bir yerde etraflıca anlattık ve hiçbir şekilde eksikliği bulunmayan kemâl sıfatlarıyla Allah'ın muttasıf bulunduğunun vücûbiyetini orada açıkladık.)

Yine ona denir ki:

İki müsemmânın bazı isim ve sıfatlarının müşterek olması, aklî ve naklî delillerin reddettiği teşbih ve temsil değildir. Bu delillerin reddettiği, vâcib, caiz veya muhal olarak Yaratıcı'ya mahsus olan bir hususta başkasının O'na ortak olmasıdır. Bu hususta hiçbir yaratılmışın O'na ortak olması caiz değildir ve hiçbir yaratılmış da Allah'a mahsus olan sıfatlarda O'na ortak değildir.

Senin reddettiğin ise din ve akıl ile (hem naklen, hem de aklen) sabittir. Bunu teşbih ve tecsîm diye isimlendirmen, bu ismin kendisine takıldığı her manânın nefyedilmesi (reddetmek) gerektiğini zanneden câhilleri aldatan bir söz oyunudur.

Eğer bu mümkün olsaydı, her bâtıl meslek sahibi; insanların akıl ve nakille bilinen hakk'ı, hakikati kabul etmemeleri için ona onların nefret edeceği isimler takıverirdi. (Allah'ı kimi insanların sevmediği isimlerle isimlendirirdi.) Zaten bu yolla mülhidler bir çok kimsenin akıl ve dinini ifsad etmiş, onları küfür ve cehaletin en büyüğüne, sapıklık ve yanılmanın en son haddine itmişler (sürüklemişler) dir.

Eğer sıfatları inkâr edenler:

"İlim, kudret ve iradeyi isbat (kabul) etmek, sıfatların birden fazla olmasını gerektirir; bu ise (Allah için) imkânsız olan bir terkiptir" derlerse, siz:

"Allah zorunlu varlıktır (varlığı kaçınılmaz mevcuddur), o akıldır, âkildir (akleden) ve ma'küldür (akledilen), dediğinizde, bundan anlaşılan diğerinden anlaşılan şey gibi değil midir? Bunlar zihinde birden fazla ve birbirinden ayrı manâlar değil midir? Size göre bu bir terkiptir; bunu isbat ediyorsunuz ve buna tevhîd diyorsunuz" denir.

"Bu hakikî tevhîddir ve imkânsız bir terkip değildir" derlerse:

"Zâtın kendisi için zorunlu olan sıfatlarla tavsif edilmesi (Allah'ın zâtının lâzimî sıfatlarla muttasıf bulunması) hakikî tevhîddir ve imkânsız bir terkip değildir. Bu yaklaşım, aynı minval üzere devam eden, tutarlı bir bakış açısıdır.

(Ayrıca aklın apaçık kurallarıyla bilinen bir gerçektir ki, bir şeyin âlim oluşunun anlamı, kudretli olması demek olmadığı gibi, zâtının kendisi âlim ve kudretli olmasının kendisi demek değildir. Bu sıfatın mevsufun kendisi olduğunu öngören, insanların en safsatacısıdır. Ayrıca o, çelişki içerisindedir de. Çünkü bunu caiz görüyorsa, sıfatın varlığı mevsufun varlığının kendisi demek olur. Böylece varlık, tür olarak değil, bizzat kendisi olarak tek olur. O zaman mümkünün varlığı zorunlunun varlığının kendisi olursa, her yaratılmışın varlığı, varlığının yok olmasıyla yok olur ve yok olduktan sonra da, yokluğu kabul etmeyen ezelî ve ebedî olan Allah'ın varlığının kendisi olarak var olurdu. Bu durum kabul edilseydi, o zaman Allah, her teşbih, tecsim ile, her eksiklik ve kusurla muttasıf olurdu.

Nitekim bu bozuk düşünceyi kendilerine temel ilke seçen Vahdet-i Vücûdçular açık açık bunu söylemişlerdir. Artık sıfatları reddedenlerin görüşleri her halükârda yanlış oluyor.)

 Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın bildirdiği sıfatları reddedenlerin her biri, kendilerince bir mahzurdan kaçmak için hangi sıfatı inkâr etseler, kaçtıklarının eşi olması lâzım gelen bir sıfatı isbat etmek zorunda kalırlar. Sonuç itibariyle de, zorunlu ve kadîm, kendisini diğerlerinden temyîz eden sıfatlarla muttasıf ve bu sıfatların hiçbirinde yarattıklarına benzemeyen bir varlığı isbata mecbur olurlar" denir.

Ve yine denir ki:

Tüm sıfatlar için söylenecek söz budur, isbat ettiğiniz her bir isim ve sıfatta, kaçınılmaz biçimde birkaç müsemmânın müşterek olduğu bir manâ bulunacaktır. Zaten böyle olmasaydı anlaşma mümkün olmazdı. (Böyle olmasaydı, hitab (Allah'ın isim ve sıfatlarıyla ilgili nasslar) da anlaşılmazdı.)

Maamâfih (şunu da kesin olarak) biliyoruz ki: Allah'a mahsus olan ve yarattıklarından ayrıldığı (sıfatlar), akla gelen veya tahayyül edilebilenlerden çok daha yücedir. Bu da ikinci temel kaide ile anlaşılacaktır ki o da şu şekildedir:


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol