Kur'an ve Sünnet
   
 
  3.1. Allah Hem İsbat Hem de Tenzih Yoluyla Tavsif Olunabilir

بســـم الله الرحمن الرحيم

 

3.1. Allah Hem İsbat Hem de Tenzih Yoluyla Tavsif Olunabilir

Birinci Kural: Allah'ın Sıfatlarının Kabulü ve İnkârı

 

Birinci esas:

Allah Te'âlâ hem isbat (kabul) hem de nefiy (red) yoluyla tavsif olunabilir.

İsbat (kabul) yolu: O'nun; "her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, işiten ve gören vs." olduğunu bildirmesi gibi hususlardır.

Nefiy (red) yoluna ise: "Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama" (Bakara 2/255) sözü örnek teşkil eder.

Bilinmesi gerekir ki, bir isbat (kabul) içermedikçe nefiyde (red) medih (övgü) veya kemal ifadesi söz konusu değildir. Tek başına nefiy (red), mutlak yokluktan ibarettir; mutlak yokluk da bir şey değildir. Bir şey olmayan ise, ifade edildiği gibi; "medih veya kemal olmak bir yana "hiçbir şey" dir".

Nitekim mutlak nefiy (red) ile "var olmayan" ve "imkânsız olan" (mümtenî) şeyler tavsif edilir. Yok ve imkânsız (olmayan ve mümtenî) olan şey de medih veya kemal (övgü ve üstünlükle) ile vasıflanamaz.

İşte bu nedenle, Allah'ın nefiy yoluyla kendisini tavsif ettiği şeyler genellikle bir methin (övgünün, isbatın) varlığını da içinde barındırır.

Meselâ:

"Allah, O'ndan başka ibadete layık ilah yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama ... onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez" sözü gibi.

Uyuklama ve uyumanın nefyedilmesi (reddi) hayat ve kıyam (diri ve ayakta tutma) sıfatlarının kemalini de zımnen ifade eder. Bu O'nun Hayy ve Kayyûm olma kemalini beyan etmektedir.

Aynı şekilde "Onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez", yani O'na güç ve ağır gelmez sözü de kudretinin kemali ve tam oluşunu gerektirir. Aksine güç sahibi olan yaratılmışın, bir tür zorluk (külfet) ve meşakkatle bir şeye güç yetirmesi onun kudretinin kusuru ve eksikliğindendir.

Aynı şekilde:

"Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey bile O'ndan gizli kalmaz" (Sebe' 34/3) sözünde "gizli kalma" nın nefyi, Allah'ın göklerde ve yerdeki her zerreyi bilmesini gerektirir. (her zerreye ilminin ulaştığını göstermektedir.)

"Andolsun biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize hiçbir bitkinlik çökmedi (hiçbir yorgunluk dokunmadı)" (Kâf 50/38) sözünde -yorgunluk ve halsiz düşme anlamına gelen- bitkinlik çökmesinin reddi (nefyedilmesi), kudretin tam ve kuvvetin had safhada oluşuna (kudretinin kemâline ve kuvvetinin sonsuzluğuna) delâlet eder. Yaratılmışa ise bunun aksine bir yorgunluk ve bitkinlik arız olur. (dâima yorgunlukla karşı karşıyadır.)

"Gözler O'nu idrâk edemez" (En'âm 6/103) sözü de bu kabildendir.

Burada Allah Te'âlâ yalnızca görmeyi (mücerret rü'yet) değil, âlimlerin çoğunluğunun kanaatine göre "ihata etme" anlamına gelen "idrâk"i reddetmiştir. (nefyedilmiştir). Zira yok olan da görülmez; onun görülmemesinde ise bir medih (övgü) söz konusu değildir. Şayet öyle olsaydı, yok olan (ma'dûm), övülen bir şey olurdu. Medih (övgü), O'nun görülse bile idrâk edilememesi hususundadır.

Aynı şekilde O bilinse bile ihata edilemez. Nasıl ki bilinmesine rağmen ilmen ihata edilemiyorsa, görülse bile görüş O'nu ihata edemez.

Şu halde idrâkin nefyinde O'nun için bir medih (övgü) ve kemal sıfatı olan azametinin isbatı söz konusudur. Bu ise O'nu görmenin (rü'yetin) nefyi değil, isbatı konusunda bir delil teşkil eder. Şu kadarı var ki, ihata olmaksızın görmenin (rü'yetin) isbatı noktasında delildir. Ümmetin selefi ve önde gelenlerinin üzerinde ittifak ettiği hakikat de bizatihi budur.

(Bu anlattıklarımızı) İyice düşünürsen görürsün ki:

Bir isbatı gerektirmeyen her nefiy, Allah'ın kendisini tavsif etmediği bir şeydir. Dolayısıyla Allah'ı ancak selbî sıfatlarla (redlerle) tavsif edenler, aslında övülen ve hattâ var olan mevcud bir ilâhı isbat etmiş olmamaktadır.

Bazı noktalarda bunlara iştirak ederek meselâ "Allah konuşmaz, görmez" veya:

"O, âlemin üstünde değildir; Arş'a istiva etmemiştir; âlemin içinde de dışında da değildir; âlemden ayn veya onun yanında değildir" diyenler de bunlara benzer.

Zira yok olanın (ma'dûm'un) da bu sıfatlarla vasıflanması mümkündür ve bunlar sübûtı bir sıfatı da zorunlu kılan sıfatlar değildir.

İşte bu nedenle Mahmud b. Sebük Tegin Yaratıcı hakkında (yukarıdaki) sıfatları ileri süren bir kimseye:

"İsbat ettiğin bu Rab'le yok olanı (ma'dûmu) birbirinden ayır (farkını bize anlat) bakalım" demiştir.

(Mahmud b. Sebük Tegin; Ebü'l-Kâsım Yemînü'd-devle ve emînü'l-mille Kehfü'l-İslâm Nizâmüddîn Gâzî Mahmûd b. Sebük Tegin (v. 421/1030). 998-1030 yılları arasında hüküm süren Gazneli hükümdarıdır. Alimlerle oturup tartışmayı severdi. Hatta döneminin fakîhlerinden sayılır.)

Aynı şekilde "konuşmaz" veya "inmez" oluşunda da bir medih (övgü) veya kemal sıfatı söz konusu değildir; bilâkis bu sıfatlarda O'nun eksik ve yok olanlara (ma'dûm şeylere) benzetilmesi vardır. Bu sıfatlardan bazılarıyla yalnız yok (ma'dûm) olanlar, bazılarıyla da sadece cansızlar (cemadât) ve eksik olanlar vasıflanır.

(Allah için) "O ne âlemden ayrı ne de âlemin içindedir" diyenler:

"O ne kendi başına ne de başka bir şeyle kaimdir; ne kadîm ne de sonradan var olmuştur; ne âlemden önce ne de onunla birliktedir" diyenler gibidir.

"O diri, işitici, görücü ya da konuşucu değildir" diyen kimseye göre O'nun (hâşâ) ölü, sağır, kör ve dilsiz olması gerekir. Eğer:

"körlük, görme sıfatını taşımaya elverişli olan şeyde bu sıfatın bulunmamasıdır; duvar gibi görme sıfatını taşımaya elverişli olmayan şeylere kör veya görücü denmez" derse:

"Bu sizin kullanım tarzınızdır (yakıştırdığınız terimlerdir), yoksa hayat, işitme, görme ve konuşmanın yokluğuyla vasıflanan şey, ölüm, körlük ve dilsizlikle tavsif edilebilir. Aynı şekilde her varlık da bu sıfatlar ve bunların zıtları ile vasıflanmaya elverişlidir. Zira Allah Te'âlâ, Musa'nın asasını iplerle değnekleri yutan bir yılana çevirdiği gibi cansız varlıkları canlandırmaya kadirdir" denir.

Ayrıca, bu sıfatları taşımaya elverişli olmayan şey, bunların tersi sıfatlarla vasıflanmakla birlikte bu sıfatları taşımaya elverişli olan şeyden daha eksiktir.

Dolayısıyla, ne görme ne körlük, ne konuşma ne de dilsizlikle vasıflanabilen cansız varlık (cemadât), kör ve dilsiz olan canlıdan daha eksiktir.

Bari Te'âlâ'nın bunlarla vasıflanması imkânsızdır demekte, O'nun dilsizlik, körlük ve sağırlıkla tavsif edilmesinden daha büyük bir eksiklik söz konusudur. Bununla birlikte, O'nun bu sıfatların hiçbirini taşımaya elverişli olmamakla tavsif edilmesi, O'nu bu sıfatları taşıyamayan cansız varlıklara (cemadâta) benzetmek olur. Bu canlılara değil, cansızlara benzetmektir. O'nu canlıya benzetme iddiasıyla başkalarına yukarıdaki ithamı yönelten kimsenin durumu nasıldır?!

İşte bu sıfatları isbat etmek kemal olduğu gibi reddetmek (nefyetmek) de doğrudan doğruya eksikliktir. Sıfat olarak verildiği şey bir yana hayatın kendisi bizatihi bir kemal sıfatıdır. İlim, kudret, sem', basar, kelâm ve diğerleri de böyledir. (tıpkı hayat gibi, bizzat kendileri kemâl sıfatlarıdır.) Allah Te'âlâ da kemal sıfatı olan şeylerle vasıflanmaya yaratılmışlardan daha lâyıktır. Şayet yaratılmış varlık bu sıfatlara sahip olup Allah bunlarla vasıflanmasaydı, yaratılan O'ndan daha kâmil olurdu. (Bunlar kemâl sıfatları oldukları ve yaratılmışın onlarla vasıflandığı halde Allah'ın onlarla vasıflanmaması, yaratılmışın, Allah'tan daha mükemmel olduğu sonucunu doğurur.)

Bilinmelidir ki, saf Cehmiyye -Karmatîler ve benzerleri gibi- Allah'ın birbirinin zıddı olan hususların her biriyle vasıflanmasını (sıfatlanmasını) reddeder ve "O var olan (mevcut) değildir, var olmayan da  (mevcut) değildir; diri olan değildir, diri olmayan da değildir" derler. Ancak iki zıddın bir arada bulunması gibi, birbirine zıt olan iki hususu da taşımamanın imkânsız olduğu aklen apaçık biçimde bilinmektedir.

(Cehmiyye, Ebû Muhriz Cehm b. Safvân es-Semerkandî et-Tirmizi'nin (v. 128/745-46) itikadı görüşlerinden oluşan mezhebe ve bu mezhebi benimseyenlere verilen addır. Cehm b. Safvân dışında önemli bir sîmâsı tanınmamakla birlikte, Bişr b. Gıyâs el-Merisi'nin (v. 218/833) Cehmiyye'nin görüşlerini savunanlardan birisi olduğu bilinmektedir. Bununla birlikte Cehmiyye, kökleşmiş bir itikadı mezhep olmaktan çok hür bir akılcılıkla iman esaslarını yorumlama çığırını açan ve çeşitli ekollere tesir eden bir akımdır. Cehm b. Safvân, Allah'ın yaratıklara nisbet edilen alîm, hayy, semî', basîr gibi sıfatlarla nitelenemeyeceğini -zira O'nu bu sıfatlarla tavsif etmenin teşbih ve temsile yol açacağını-, yaratıklar için kullanılmayan kadir, mûcid, fail, hâlık, muhyî ve mümît gibi isimlerin Allah'a verilebileceğini savunmuştur.)

(Karmatîler (Kanhnita) ise, aşırı Şiî İsmâiliyye mezhebine mensup, Kûfe'deki İsmâilî dâîsi Hamdan b. Eş'as b. Karmat'a (v. 293/906) nispetle ismini alan bir zümredir. Bunların dinî doktrini, genellikle Fatımî İsmâilîliği'nin ortaya çıkışından önceki Bâtıniyye'nin dinî anlayışıyla paralellik arz eder. Bunlara göre Allah'ın zâtı ulvî bir nurdur. Allah'a hiçbir sıfat nispet edilemez. Görüldüğü gibi Cehmiyye ile Karmatîler birbirinden farklı İki akımdır ve bunlar arasında bir devamlılık ilişkisinden söz etmek mümkün değildir, İbn Teymiyye, -yukarıda bu ikisini ayrı gruplar olarak zikretmekle beraber- burada, Cehmiyye'nin kısmî ta'tîl görüşünü Karmatîler'in Allah tasavvurlarıyla benzer görmesi nedeniyle toptancı bir yaklaşım sergileyerek Karmatîler'in saf Cehmiyye'nin bir kolu veya devamı olduğu izlenimini verecek bir ifade tarzı kullanmış görünmektedir.)

Bir başka grup da Allah'ı yalnızca nefiy ile tavsif etmiş ve "O diri, işiten veya gören değildir" demişlerdir. Bunlar bir yönüyle diğerlerinden daha büyük bir küfür içindedir. Bunlara "Bu (dediğiniz) Allah'ın bu sıfatların ölüm, sağırlık, dilsizlik gibi zıtlarıyla vasıflanmasını gerektirir" denildiğinde, "Eğer bunları taşımaya elverişli olsaydı bu gerekirdi" derler ki bu özür beyanı onların görüşlerini daha da hatalı hale getirir. (Oysa ileri sürdükleri bu mazeret onları daha da tutarsızlığa sürüklemektedir.)

Bunlara benzeyenler de aynı şekildedir. Onlar:

"O, âlemin içinde de dışında da değildir" diyenlerdir. Bunlara:

"O kadîm de sonradan var olmuş da değildir; vâcib de mümkün de değildir; ne kendi kendine ne de başkasıyla kaimdir denmesi gibi bu dediğiniz de aklen zorunlu olarak imkânsızdır" denildiğinde,

"Şayet bunları taşımaya elverişli olsaydı dediğiniz gibi olurdu; bunları taşımak ancak yer kaplayan şey (mütehayyiz) için mümkündür; yer kaplama (tehayyüz) söz konusu olmayınca bu birbirine zıt iki hususu kabul de söz konusu olmaz" cevabını verirler.

(Kelâmcılara göre hayyiz, ya cisim gibi boyutlara sahip bir şeyin ya da cevher-i ferd (atom) gibi boyutları olmayan bir şeyin doldurduğu, itibari (varsayılan) boşluktur. Felsefecilere göre ise, kapsayan şeyin, kapsananın dış yüzeyine temas eden iç yüzeyidir. Bâkıllânî, hayyiz için "kendisinde bir şey bulunan mekân veya mekân takdirinde olan" ifadesini kullanır.)

İnsanların, birbirine zıt bu iki husustan da hâli olma hakkındaki bilgisi, mutlak bir bilgidir; hiçbir varlık bundan müstesna değildir. Eğer söz konusu "yer kaplama" ile mevcut mekânların O'nu ihata etmesi kastediliyorsa, bu âlemin içinde demektir. Şayet yaratılmışlardan uzak, onlardan ayrı ve farklı olduğu kastediliyorsa bu da dışarıda olmak demektir.

"Yer kaplayan" ile bazen âlemin içinde olan bazen de dışında olan şey kastedilir, imdi "yer kaplayan değildir" denince bu "âlemin ne içinde ne de dışındadır" anlamına gelir.

Onlar, sözlerinin aslını (asıl manâsını) anlamayanlara bunun başka bir anlam olduğunu vehmettirmek için ibareyi değiştirmektedirler ki bu, yanlışlığı aklen zorunlu olarak bilinen bir manâdır. Onlar "O, ölü de diri de değildir; ne vardır ne yoktur; ne âlim ne de câhildir" sözleriyle de bunu yapmaktadırlar.


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol