Kur'an ve Sünnet
   
 
  Allah'ın sıfatlarıyla ilgili görüşlerin özeti:

Allah'ın sıfatlarıyla ilgili görüşlerin özeti:

Özet olarak, Allah'ın sıfatlarıyla ilgili âyet ve hadîsler hakkında söylenmesi mümkün görüşler altı bölümdür ve Ehl-i Kıble'den bu altı bölümden herbirine inananlar vardır.
Bu bölümlerden ikisine göre: Âyet ve hadîsler, zahirleri üzere icra edilirler. İkisine göre: Zahirlerinin hilâfınadırlar. İkisine göre ise: Bu konuda susup birşey söylememek gerekir.
İlk iki kısımdan biri, bu âyet ve hadîsleri zahirleri üzere icra eder. Onlara göre zahirleri, yaratılmışların sıfatları cinsindendir. Bunlar Müşebbihe olup görüşleri batıldır. Selef, bu görüşü reddetmiştir. Hakk'a dayanarak bunların görüşlerini reddetmek gerekir.
İkincisi ise, Allah'ın yüceliğine uygun bir şekilde onları zahirleri üzere icra edendir. Nasıl Âlim, Kadir, Rab, Mevcud, Zât ve benzeri isimleri Allah'ın yüceliğine uygun şekilde zahirleri üzere icra ediliyorlarsa, onlar da böyledir. Çünkü yaratıklar hakkında bu sıfatların zahirleri ya sonradan meydana gelmiş cevherdirler, ya da cevherle ayakta duran arazdırlar.
Kul hakkında ilim, kudret, kelâm, meşîet, rahmet, rıza, gazab ve benzeri şeyler arazdırlar. Yüz, el ve göz gibi şeyler de kul hakkında cisimdirler. Sıfatları kabul eden kesimlerin hepsince Allah'ın ilmi, kudreti, kelâmı ve meşîeti bulunup bunlar araz olmadıklarına göre, Allah'ın yüz ve eller gibi sıfatları olup bunların cisim olmaması da caizdir.
Hattâbî ve başkalarının seleften naklettikleri görüş budur. Selefin büyük çoğunluğunun sözü buna işaret etmektedir. Geri kalanların sözü de buna aykırı değildir. Bu, açık bir durumdur. Çünkü sıfatlar da zât gibidir; nasıl Allah'ın zâtı hakikat üzere sabit olup yaratıkların cinsinden değilse, sıfatları da hakikat üzere sabit olup yaratıkların sıfatlan cinsinden değildir.
«Ben şu bilinen ilim ve elden başka ilim ve elin olabileceğini aklıma sığdıramıyorum» diyen kimse nasıl yaratıkların zâtları cinsinden başka bir zâtın olabileceğini aklına sığdırıyor? Ayrıca şu bir gerçektir ki, her mevsûfun sıfatlan, kendi zât ve hakikatına uygundur. Asla benzeri bulunmayan Rabbin sıfatlarından, ancak yaratıkların sıfatlarına uygun düşeni anlayan aklı konusunda da, dini konusunda da sapıklığa düşmüştür.
Biri ne güzel diyor: Cenini sana Allah nasıl istiva eder? Nasıl dünya göğüne iner? Elleri nasıldır? gibi şeyler sorarsa, ona de ki: Ya zâtı itibariyle nasıldır? Eğer: Zâtının ne olduğunu ancak kendisi bilir, beşer O'nun künhünü bilemez, derse, ona de ki: Sıfatın keyfiyetini bilmek, mevsûfun keyfiyetini bilmeyi gerektirir. Keyfiyetini bilmediğin bir şeyin sıfatının keyfiyetini bilmen nasıl mümkün olur? Allah'ın zâtını da, sıfatlarını da ancak genel anlamda ve senin için gerekli şekilde anlayabilirsin.
Hattâ şu cennetteki yaratılmışların bile keyfiyetini bilemiyorum, îbn Abbas şöyle demiştir: «Cennettekilerden dünyada sadece isimler vardır». Yüce Allah da, hiçbir nefis, kendisini mutlu edici olarak kendisine neler saklandığını bilmediğini haber vermektedir. Peygamber ts.a.v.) de şöyle haber vermektedir: «Cennette öyle nimetler var ki, ne göz onları görmüş, ne kulak duymuş, ne de herhangi bir beşerin zihnine damlamıştır»(275). Cennet nimetleri, Allah'ın yaratıklarından olmalarına rağmen durumları bu olunca, her türlü eksiklikten münezzeh olan yüce yaratıcının durumu ne olur, artık onu sen düşün.
Yâ âdem oğullarındaki şu ruh! Akıllı kişi, insanların ruh hakkında düştükleri şaşkınlık ve çıkmazı bilir. Nasslar da onun keyfiyetini anlatmamaktadır. Akıl sahibi kişi, ruha bakıp Allah'ın keyfiyetine dalma konusunda artık ibret almayacak mı? Kaldı ki biz, ruhun bedende olduğuna, bedenden çıkıp göğe yükseldiğine, ölüm esnasında bedenden çekilip çıkarıldığına kesin olarak inanırız. Çünkü sahih nasslar buna işaret etmektedir. Felsefeciler ve onlara tâbi olanlar gibi, ruhu soyutlama konusunda aşırı gitmeyiz. Onlar ruhun göğe çıkıp inişini, bedene bitişmesini ve ondan ayrılışını reddederler. Beden vr bedenin sıfatlarına uymaması sebebiyle onlar, ruh hakkında aslı astan olmayan şeylere daldılar. Oysa onun bedenle aynı olmaması, bu sıfatların kendisi hakkında sabit olmasına engel değildir. Onunla ilgili şeyler de kendisine göredir. Bu felsefeciler sözlerini nasslara uygun bir şekilde yorumlasaydılar, sadece ifadelerinde ve üslûplarında hata etmişler derdik. Ama onlar nerede, nassları hesaba katmak nerede?!
Bazı kelâmcıların iddia ettiği gibi, ruhun, meselâ kan ve buhar gibi, bedenin parçalarından bir parça olduğunu, ya da beden ve hayatın sıfatlarından biri olduğunu, farklı cesetleri bulunduğunu, hakikat ve özü bakımından diğer cesetlerle aynı olduğunu da söylemiyoruz. Aksine ruhun, bedenden ayrı bir varlık olduğuna, bedene benzer olmadığına ve mecaz olarak değil, hakikat üzere nassların onu vasıflandırdığı sıfatlarla muttasıf bulunduğuna inanırız. Ruhun hakikati ve sıfatları konusunda görüşümüz onu ta'til edenler ve benzetenler arasında bir yol olunca, artık âlemlerin Rabbinin sıfatlan konusunda nasıl bir yol izlediğimizi sen düşün.
Söz konusu âyet ve hadîslerin zahirlerini reddeden iki kısma gelince, bunlarla şöyle diyenleri kastediyorum: Hakikatte bu nassların, Allah'ın sıfatı olacak bir delâletleri yoktur. Allah'ın subûtî sıfatları mevcut değildir. Aksine sıfatları ya selbi, ya izafi, ya da bunların ikisinden mürekkeptir. Yahut bazı sıfatları - bunlar ya yedi, ya sekiz, ya da on beş sıfattır  isbat ederler. Ya da sıfatları değil de, halleri isbat ederler. Haberi sıfatlardan sadece Kur'an'da zikredilenleri kabul eder, hadîslerde zikredilenleri reddederler. Kelâmcıların görüşlerinden anlaşılan budur. Bunlar da iki kısımdır: Bir kısmı, bu sıfatları te'vil ederler ve onlardan muradın ne olduğunu tayin ederler. İstivanın istilâ veya makam ve mevki yüceliği veya nurunun Arş'a zuhuru veya yaratmanın ona varıp bitmesi kelâmcıların söylediği daha başka anlamlara geldiğini söylemeleri gibi.
Bir kısmı da şöyle derler: Bu nasslarla ne kasdettiğini Allah daha iyi bilir. Bizim bildiğimiz, Allah'ın bildiğimizin dışında bir sıfatı kasd etmediğidir.
Birşey söylemeyip susan iki kısma gelince:
Bunlardan bir topluluk şöyle diyor: Allah'ın yüceliğine uygun zahirleri kastedilmiş olması caiz olduğu gibi, onlarla Allah'ın bir sıfatı ve benzeri şeyler kastedilmemiş de olabilir. Fukahânın birçoğu ile başlarının izledikleri yol budur.
Bir topluluk ise, bütün bu konularda konuşmaz, Kur'an'ı tilâvet etmekten ve hadîsleri okumaktan öteye geçmez; kalb ve dilleriyle bu gibi açıklama ve değerlendirmelerden kaçınırlar. Kişi bu altı kısmın dışında olamaz.
Sıfatlarla ilgili âyet ve hadislerin çoğunda doğru yol, isbat yoluna kesin olarak tutunmaktır. Allah'ın - Sübhânehu ve Teâlâ - Arş'-in üzerinde olduğunu gösteren âyet ve hadisler böyledir. Bu ve benzeri mes'elelerde kişi, çelişkiye ihtimal bırakmayan bir şekilde Kur'-an, Sünnet ve îcmâm delaletiyle doğru yolu bulup öğrenmelidir. Bazılarında ise, farklı olma ihtimali bulunmakla birlikte galip zanla hareket edilir. Mü'min kişinin bu konuda tereddüdü kendisine verilen ilim ve imana göredir. Allah'ın kendisine bir nûr vermediği kimsenin ise hiçbir nuru yoktur.
Bu konularda kendisinde bir karışıklık hâsıl olan kimse, Müslim'in *Sahih»inde Hz. Âişe'den naklettiği şu duada bulunsun: Hz. Â i ş e diyor ki: Resûlüllah (s.a.v.) gece namaza kalktığında şöyle derdi: «Allah'ım! Cebrail, Mikâl ve İsrafil'in Rabbi! Göklerin ve yerin yaratıcısı! Gayb ve şehadet âlimi! Hakkında ihtilâfa düştükleri şeyde kulların arasında hüküm veren sensin. İhtilâfa düşülen şeyde izninle bana hakkı göster. Dilediğini dosdoğru yola hidayet ettiren sensin»(276). Ebû Davud'un naklettiği bir rivayette; «namazında tekbir getirir, sonra bu duayı okurdu» denmektedir.
Kul, Allah'a ihtiyacını bildirir, O'na dua eder ve Allah'la Resulünün sözlerini, Sahabe ve Tâbiîn'in söylediklerini ve müslümanların imamlarının söylediklerini sürekli okursa, kendisine hidayet yolu açılır. Sonra filozof ve kelâmcılarm bu konuda vardıkları nihaî noktadan haberdar olur; delil diye ileri sürdüklerinin birçoğunun aslında şüpheden ibaret olduğunu bilir ve güvendiği birçok şeyin hakikati olmayan bir iddia, tutarsız bir kıyastan oluşmuş bir şüphe, ancak cüz'î olarak sahih olan külli bir önerme, hakikati olmayan bir icmâ iddiası, ya da mezheb taassubu ve müşterek lâfızlara sarılma olduğunu görürse, sonra da bütün bunlar uzun ve esrarengiz kelimelerle bir araya getirilip ıstılahlarını bilmeyen birine takdim edildiğinde, susuz kimseye serabın su görünmesi gibi, o kimseyi aldattığının farkına varırsa. Kur'an ve Sünnet'in anlattıklarına imanı artar ve bilgisi fazlalaşır. Çünkü «bir şeyin güzelliğini, zıddı olan bir-şey ortaya çıkarır». Batıl hakkında daha çok bilgisi olup hakkı bulan kimse, hakkın değerini daha iyi anlar.
Kelâmcılardan ortada olanlara gelince, bu tür te'villere dalmayanlarla, sonuna kadar dalmış olanlara bakarak daha endişe edilecek bir durumdalar. Çünkü dalmamış olan, afiyet içersindedir. Sonuna kadar dalmış olan ise, sonucu görmüştür, artık onun için endişe edilecek bir durumu yoktur. Hak kendisine görünür de ona karşi bir iştiyak duyarsa, onu kabul eder. Ortada olanın ise, bu gibi kimselerin yücelttiklerinin tuzağına düşmesinden korkulur.
Bazıları şöyle demiştir Dünyayı en çok ifsad eden: Yarım kelâmcı, yarım fakih, yarım doktor ve yarım nahivci (dilbilimci) dir. Biri, dinleri bozarken; biri beldeleri; biri bedenleri; diğeri de dili bozar.
Felsefecilerden ve diğer gruplardan kelâmcıların genelde ihtilaflı sözler içinde haktan çevirilmiş bir durumda olduklarının farkına varan, onlardan kimin zeki, kimin akıllı olduğunu bilir. Görür ki, genelde söyledikleri şeyde basiret üzere değiller, ileri sürdükleri delilin bilerek ileri sürülmediğini ve şairin söylediği şu deliller türünden olduğunu görür:
Saçma sapan, cam gibi (kırılmaya mahkûm) deliller. Hak sanırsın onları, oysa kırık dökükler.
Bilgi ve basiret sahibi kişi, onların bir yönden îmam Şafiî'nin şu söylediğine müstahak olduklarını bilir-. Kelâm ehli hakkında verdiğim hüküm: Hurma dalları ve ayakkabılarla dövülerek (ibreti âlem olsun diye) kabile kabile, aşiret aşiret dolaştırılmaları ve: Kur'an'la Sünnet'ten yüz çevirip kelâma yönelenin cezası işte budur, denilmesidir.
Başka bir yönden kader gözüyle onlara baktığında - görürsün ki, şaşkınlık içersinde bocalayıp duruyorlar ve şeytanlar her taraftan onlara musallat olmuş -. İşte bu yönleriyle baktığında, onlara acırsın, şefkat damarların kabarır. Zekâları var, ama iyi bir huyları yok; anlama yetenekleri var, ama ilimleri yok; kulak, göz ve kalbleri var, ama «... ne kulakları, ne gözleri, ne de kalbleri kendilerine birşey sağlamadı. Zira (düşünüp ibret almıyorlar, tersine) bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. Ve alay edip durdukları şey, kendilerini kuşatıverdi»(277).
Bu işleri iyi bilen, selefin ne kadar isabetli, bilgili ve malûmat sahibi olduklarını bilir. Yine şunu bilir ki; Kur'an ve Sünnet'ten başkasında hidayet arayanın, sadece ve sadece Allah'tan uzaklığı artar.
Yüce Allah'tan dileğimiz, bizi dosdoğru yola; kendilerine gazaba geldiği ve sapıtanların değil, nimet verdiği kimselerin yoluna ka-vuşturm asıdır.
Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'adır, salât ve selâm peygamberlerin sonuncusu Muhammed'in, âl ve ashabının üzerine olsun.

Dip Notlar:
275 Dârimi, Rihak 98; İbn Hanbel, II/313
276 Müslim, Müsâffifin, 200
277 46 Ahkâf, 26


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol