Kur'an ve Sünnet
   
 
  Allah'ın zâtı, sıfatları ve fiilleri:

Allah'ın zâtı, sıfatları ve fiilleri:

Bütün bu konularda söylenecek genel söz, Allah'ı, O'nun ve Resûlullah'ın nitelediği şekilde nitelemek, öne geçen ilk müslümanların Kur'ân'ı ve hadîsi aşmayan nitelemeleri ile nitelemektir.
-Allah kendisinden razı olsun- İmam Ahmed der ki: Allah ancak, bizzat kendisinin ve Resûlullah'm nitelediği şeylerle nitelenir. Kur'an ve hadis aşılmaz.
Selefin mezhebi de O'nu, aynı şekilde, kendisinin ve Resulünün vasfettikleri ile vasfetmek, tahrife, tatile, keyfiyet belirtmeye ve temsile gitmemektir. Biliyoruz ki, Allah'ın kendisini vasfettiği bu tür anlatımların hepsi haktır. Bunlar bilmece ya da aklî oyunlar olmaktan uzaktır. Bu nitelemelerin anlamı, tıpkı konuşan kişinin maksadının, söylediği sözlerden anlaşılması gibi anlaşılır ve bilinir. Hele hele bu konuşan, söylediğini en iyi söyleyen bir kişi, ilmi açıklamada en fasih bir insan, seksiz şüphesiz en iyi açıklayan, tanımlayan, delâlet ve irşadda bulunan bir peygamber ise, elbet amacını en anlaşılır bir biçimde anlatacaktır.
Bu vasıflarla birlikte Allah, aynı zamanda kendisine değil benzer, benzer gibisi bile olmayan, isim ve sıfatları ile birlikte zikredilen, zâtında ve fiillerinde asla benzeri olmayandır. Yine yakînen biliriz ki, O'nun hakikaten bir zâtı, hakikaten fiilleri, hakikaten sıfatları vardır. Bununla birlikte O'na, sıfat ve fiillerinde şu veya bu biçimde benzeyecek hiçbir şey yoktur. Allah eksikliği ve sonradan olmayı gerektirecek herşeyden, hakikaten münezzehtir. Çünkü O, daha üstünde hiçbir gaye olmayan en üstün kemal'in sahibidir. Yok olması muhal olduğu için, sonradan olması da muhaldir. Sonradan olmak, önce yok olmayı gerektirdiği, bir oldurucuya ihtiyaç gösterdiği, O'nun varlığı ise binefsihî vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu) olduğu için, sonradan var olmamıştır.
Selefin görüşü ta'til (sıfatları geçersiz saymak) ile temsil (sıfatlara benzer ve denk kabul etmek) arası bir görüştür. Onlar Allah'ın zâtına, yarattığı şeylerin zatlarından bir eş koşmadıkları gibi, sıfatlarını da yarattığı şeylerin sıfatlarına denk tutmazlar Aynı zamanda O'ndan, kendisinin ve Resulünün vasfettiği sıfatları nefye-derek Esmâ-i Hüsnâ'sını, yüce sıfatlarını işlevsiz kılmaz (tâtîl etmez) -lar, kelimeleri yerli yerinden oynatmaz, tahrif etmezler, Allah'ın isim ve âyetlerini inkâr yönüne gitmezler.
Ta'til ve temsile sapan topluluklardan her biri, aslında hem ta'tile, hem temsile sapmışlardır. Şöyle ki, tatil görüşünü benimseyenlerin Allah'ın isim ve sıfatlarından anladıkları, yaratıklara uygun olan anlamlardır. Daha sonra da kalkıp bu anladıklarını, ifadelere yükledikleri bu mefhumları reddetmeye başladılar. Dolayısıyla hem ta'tile, hem de temsile saplandılar. Yani önce temsile saptılar, sonra da ta'tile. Evvelâ Allah'ın isim ve sıfatlarından anlaşılan ile mahlûkatının isim ve sıfatlarından anlaşılanı birbirine benzer ve denk görme hareketlen, sonra da Allah'ın müstehak olduğu, zât-ı sübhânîsine lâyık olan isim ve sıfatların ta'tili ve reddi hareketleri.
Çünkü, diyorlar, Allah Arş üzerinde olsaydı, ya Arş'dan büyük veya küçük, yahud da Arş'a eşit olması gerekirdi. Halbuki hepsi muhaldir, vesaire vesaire... Onlar böyle diyorlar. Çünkü, «Allah'ın Arş üzere olmasını» herhangi bir cismin diğer bir cismin üzerinde olması gibi bir oluş şeklinde anlıyorlar. Böyle olunca da, yok büyük olması, yok şöyle, yok böyle olması gerekir diyorlar. Aslında «Allah Teâlâ'-nın celâline lâyık ve sadece O'na mahsus bir istiva söz konusudur» dediğimiz zaman ise, bizim bu sözümüzden *o bâtıl lâzımlar», reddedilmesi gereken ve diğer cisimler için kaçınılmaz olan lâzımı şeyler icab etmez. Onların sözleri, temsile sapan birinin, «âlemin bir yapıcısı varsa, ya cevher veya arazdır ki, ikisi de muhaldir; ya cevher veya arazdır, çünkü cevher ve araz olmayan bir varlık yoktur» demesi ile aynadır. Aynı şekilde «eğer Arş'a istiva etmişse, o halde bu istiva insanın divana kurulması veya gemiye oturmasına benzer bir şey olur, çünkü başka türlü bir istiva bilinmiyor* demesi de bu kabildendir. Şüphesiz her ikisi de (Arştan büyük, küçük v.s. olması lâzım diyen de, araz, cevher v.s. ve insanın istivası gibi olması lâzım diyen de) temsile sapmış, Allah'ı mahlûkatı gibi düşünmüş, Allah'ın kendisini vasfettiği şeyleri ta'til etmiş, boşa çıkarmıştır. Birincisi hakikî istivanın bütün isimlerini reddetmiş, yani istivayı tümden ta'til etmiş, ikincisi de mahlûkatm özelliklerinden olan bir istiva anlayıp bunu kabul etmiştir(51).
Tartışmayı kesecek söz, vasat (orta) ümmetin üzerinde bulunduğu sözdür. Allah'ın celâline lâyık ve sadece O'na mahsus bir istiva ile istiva ettiğini söylemek ve böyle söylemenin aynen «O herşeyi bilendir, O herşeye kadirdir, O işitendir, görendir v.s.» dernek gibi olduğunu ikrar etmektir. Bunu ikrar etmek, nasıl ki O'nun ilminin ve kudretinin, yaratıkların ilim ve kudretlerinin sahip olduğu arazi özelliklere sahip olduğunu söylemek demek değilse, yani böyle bir şeyi mümkün ve caiz kılmazsa, aynı şekilde O Sübhân Arş üzeredir ve O'nun Arş üzere olması bir yaratığın bir yaratık üstünde olması gibi değildir; dolayısıyla yaratıklara mahsus üstte oluşların gerektirdiği özellikleri gerektirmez.
Şunu bil ki, ne bedihî akıl açısından, ne sahih nakiller yönünden selefi yola aykırı düşünmeyi gerektirecek hiçbir şey yoktur. Fakat burası hak etrafında dolaşan şüpheleri cevablamanın yeri değildir. Kim kalbinde bulunan bir şüphenin giderilmesini isterse, gerçekten bu basit ve kolaydır.
Dahası Kitab'a, Sünnet'e ve Ümmetin selefine muhalefet eden te'vilciler, karmakarışık bir durumdadırlar. Çünkü rü'yeti inkâr eden-(ler, bunu aklın kabul etmediğini, dolayısıyla rü'yeti te'vil etmek zorunda kaldıklarını iddia ediyorlar. Allah'ın kudretinin ve ilminin olmasını, kelâmının yaratılmamış (gayr-ı mahlûk) olmasını v.s. muhal görenler bunu aklın muhal gördüğünü, mecburen te'vil ettiğini söylüyorlar. Hattâ, bedenlerin hasredilmesi hakikatim, cennette hakikî yeme ve içmenin bulunmasını inkâr edenler de vardır ve bunlar akim bunu muhal gördüğünü, dolayısıyla te'vil etmek zorunda kaldıklarını savunuyorlar. Allah'ın Arş'm üstünde olamayacağını savunanlar da, bunu akim muhal gördüğünü ve zorunlu olarak te'vil ettiklerini öne sürüyorlar.
Akim neyi muhal görüp neyi görmediği konusunda hiçbirinin genel-geçer bir kurallarının olmayışı, bunların söylediklerinin fasitliği konusunda yeterli bir delildir. Hattâ onlardan bazısının «akıl bunu muhal görür» dediği şey hakkında, bir diğeri, «akıl bunu caiz veya vacib görür» iddiasında bulunmuştur.
Kitab ve Sünnet'in acaba hangi akılla tartılacağını bir bilsem! Allah İmam Mâlik b. E n e s ' ten razı olsun, diyor ki: «Demek bize birbirinden daha iyi tartışma yapan yeni insanlar geldikçe Cibril'in Muhammed (s.a.vj'e getirdiklerin:, bunların tartışmasına uyup terk edeceğiz öyle mi?»

Dip Notlar:
51) Bu fark şu şekilde de söylenebilir: Birincisi istivayı asla istiva anlamına almıyor ve kökten reddediyor. İkincisi «Allah İstiva etti» denince, zihninde yaratıkların istivası gibi bir istiva canlandırıyor.


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol