Kulun Allah'a Yaklaşması
Çeviren: Kollektif
TEVHİD YAYINLARI

KULUN ALLAH'A YAKLAŞMASI 2
Allah'ın Kula Ve Kulun Allah'a Doğru Hareketi: 3
Kulun Allah'a Yakınlaşmasının Türleri: 4
Allah'ın Kula, Şahdamarmdan Daha Yakın Olması: 7
Allah (C.C.) İle Kulun Birbirine Yakınlığı: 9
Rabbin, Ariflerin Kalplerinde Zuhur Ve Tecelli Etmesi: 11
Yaratıcının Tenzihi: 11
Akıl Tecsime Delalet Eder Mi?: 15
Çeşitli Taifelerin İddiaları Ve Bilgi Kaynakları Konusunda Özet: 17
Eşyanın Varlığı: 20
Hakk'a Götüren Yol, Peygamberlerin Gösterdiği Yoldur: 21
Yaklaşmanın çeşitli yorumları üzerine:
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Secde et ve yaklaş. (Alak: 96/19)
"Allah'tan korkun ve O'na yol arayın. (Maide: 5/35)
"Onların taptıkları da hangisi daha yakındır diye Rablerine (yaklaşmak için) vesile ararlar." (İsra: 17/57) "Eğer o yaklaştırılmış kimselerden ise. (Vakıa: 56/88)
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Kim bana bir karış yaklaşacak olursa, ben ona bir kulaç yaklaşırım.
"Kulum, üzerine farz kıldığım şeyleri eda etmek kadar başka hiçbir işle bana daha yakın olamaz. Ve ben onu sevinceye kadar, o, nafilelerle bana yaklaşmaya devam eder.
"Onların her birisi birer kurban sunmuşlardı. Birininki kabul edildi. (Maide: 5/27)
"Bize ateşin yiyip bitireceği bir kurban getirmedikçe. (Al-i İmran: 3/183)
gibi ayetlerde geçen "kurban" ve benzeri kelimeler, kulun yapmış olduğu birtakım ilim ve amellerin, kendisinin ortaya koyduğu bir hareketle ve bir halden bir başka hale geçmekle meydana geldiğini göstermektedir.
Bununla birlikte ya ruhu ve zatiyla hareket etmekte, ya da etmemektedir. Eğer bunlar harekete geçecek olursa, onun bu hareketi ya Allah'ın (c.c.) zatına veya başka bir şefi) Buhari Tevhid: 15, 50 Tevbe: 1; Müslim Zikir: 2, 3,
ye doğrudur. Eğer bu hareket Allah'ın zatına doğru bir hareket ise, yüce Allah'ın o kişiye yaklaşması, gitmesi, gelmesi gibi fiiller üzerinde durmak gerekir. Çünkü Allah'ın bu yakınlaşması ya kulun yaklaşmasının bir mükafatıdır, ya da yüce Allah'ın dünya semasına inmesi gibi şekillerde ortaya çıkması söz konusudur.
Bu konuda ilk olarak felsefe ile uğraşanların görüşlerini ele alalım. Onlar şöyle der: "Ruh bedenin ne içindedir, ne dışındadır. O ne hareket, ne de sükun ile nitelendirilebilir." İslam dinine bağlı olan bazı kimseler de bu konuda felsefecilere uymuştur.
Bunlara göre kulun yakınlaşması, nefsindeki birtakım ayıp ve kusurları gidererek, güzel sıfatlar ile onu kemale doğru ulaştırıp Rabbe yaklaşacak hale getirmesi, anlam bakımından ona benzerlik noktasına yaklaştırması demektir. Bunlara göre; felsefe, insanın gücü oranında ilaha benzemeye çalışmasıdır. Ruhun hareket etmesi ise imkansızdır.
Meleklerin yakınlığı ile ilgili olarak da aynı şeyleri söylerler. Nefsin kusurlarından arındırılarak, kişinin kendisini güzellikler ile donatıp nefsini kemale doğru götürmesini hak kabul etmeleri yanında, bunun ötesini reddetmeleri bir hatadır. Onlar insanın cisminin Rabbin eserlerinin zuhur ettiği mescitler, semavat, ariflerin bulundukları yerler gibi mekanlara doğru hareket ettiğini kabul ederler.
Bunlara göre Rasulullah'ın (s.a.v.) miracı, sadece kainatın gerçeklerinin ona açılması anlamını taşır. Nitekim İbn Sina ve Aynu'I- Kudat gibi onu izleyenlerle, "el-Metalibu'i-Aliye" adlı eserinde İbnu'l-Hatib gibi kimseler miracı bu şekilde yorumlamaktadırlar.
İkinci görüş, Allah'ın (c.c.) Arş'ın üzerinde olmadığını, O'na Arş'ı ve Kürsr yi nisbet etmenin aynı şeyler olduğunu söyleyen, "O alemin ne içinde ve ne de dışındadır." diyen kelamcıların görüşüdür. Ancak bunlar kulun ve meleklerin hareketliliğini kabul ederek şöyle derler: "Kulun Allah'a (c.c.) yakın olması, kişiliğinin Allah (c.c.) katında şerefli olan mekanlara doğru hareketidir. Bu mekanlar ise Semalar, Hamele-i Arş ve Cennet'tir." Rasulullah'ın (s.a.v.) miracını da bu şekilde açıklarlar. Bunlar ve bunlardan öncekiler, kulun bedeninin ibadet esnasında olduğu gibi, şerefli mekanlara doğru hareket etmesi konusunda görüş birliğinde olmakla beraber, nefsinin hareketi konusunda anlaşmazlık içindedirler.
Birinciler "Nefsin Hareketi"ni onun bir halden bir hale geçmesi anlamında kabul eder ve bir mekandan başka bir mekana geçmesi anlamında kabul etmezler. Aynı şekilde cismin ve ruhun hareketi konusunda ittifak etmekle birlikte, diğerlerine göre bu hareket, Allah'ın (c.c.) marifetinin fark edildiği gökler, mescitler, Allah'ın (c.c.) velileri, Allah'ın (c.c.) isim ve ayetlerinin tecelli mekanları gibi yerlere doğru hareket şeklindedir.
Üçüncü görüş Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat'in görüşüdür. Bunlar Allah'ı (c.c.) Arş üzerinde kabul ederler. Arş'ı taşıyanların kendilerinin dışında kalanlara oranla ve üst semadaki meleklerin, ikinci semadaki meleklere göre Allah'a (c.c.) daha yakın olduğunu, Rasulullah (s.a.v.) semalara miraca çıkınca, miracında ve yükselişinde ilerledikçe daha yakın olduğunu ve Allah'a (c.c.) doğru yükseldiğini, onun sadece bir mahlukuna doğru olmadığını, namaz kılanın ruhunun secde halinde -bedeni aşağılarda olsa bile- Allah'a (c.c.) yaklaştığını kabul ederler. İşte Kitab'ın nasslannm ifade ettiği de budur.
Diğer taraftan "Rabbin kuluna yaklaşması" konusuna gelince: Rabbin yakınlaşması, acaba bu yakınlığın gereklerinden midir? Mesela, haccedilen Beyt, duvar ve dam gibi yerinde hareketsiz duran herhangi bir şeye doğru gittikçe ona yaklaşmış olmak türünden midir, yoksa Rabbin de yaptığı
bir çeşit yakınlık mıdıv? Yani sen. sana doğru hareket etmekte olan bir şeye yaklaşma halinde olduğun gibi o da sana doğru hareket edip yaklaşır mı: yani sen bir iş yaparken o da başka bir iş mi yapmaktadır? Bu konuda Ehl-i Sünnet'in iki ayrı görüşü vardır ve bu görüşler bundan önce geçmiş bulunan "Sıfat-ı Fiiliye" kaidesi ile ilgili bulunmaktadır. Nüzul meselesi ve diğer meselelerde olduğu gibi. bu konuda yapılması gereken açıklamalar da bundan önce geçmişti.
Rabbin has kullarına yaklaşıp kalplerine tecelli etmesiyle ilgili rivayetler bu türdendir. Nitekim İmam Ahmed'in "Zühd" adlı eserinde şu rivayet kaydedilmiştir:
Musa (a.s.) dedi ki: "Rabbim seni nerede bulabilirim?" Rabbi şöyle buyurdu:
"Benim uğrumda kalpleri kırık olanların yanında. Her gün onlara bir karış yaklaşırım. Bu olmasaydı o kalpler yanardı."
Bu tür yakınlaşma, felsefecilerle Cehmiyye'ye göre, O'mın sadece zuhuru ve kulun kalbine tecellisidir. Bu misal (ide)in yakınlaşmasıdır.
Diğer taraftan felsefeciler ruhun hareketini kabul etmezken. Cehmiyye ruhun yüksek bir mekana doğru hareketinin caiz olduğunu kabul etmektedir. Ehl-i Sünnete göre ise, tecelli ve zuhur ile birlikte, kulun zatı Rabbinin zatına yaklaşır, Allah'ın (c.c.) zatının kula doğru yakınlaşmasının (tlünuv) cevazı konusunda iki ayrı görüş bulunmaktadır. Bu görüşleri başka yerde geniş bir şekilde açıkladık.
Kelamcılardan bunu kabul etmeyenlerin görüşüne göre, Rabbin gelmesi ve nüzulü, ancak O'nun kuluna tecellisi ve zuhuru ile olabilir. Buda, kul ile birlikte bulunan batini, ya da zahiri müşahedeyi engelleyen perdelerin kalkması şartına bağlıdır. Nitekim kör. ya da ışıktan gözleri kamaşan bir kimse, körlüğü geçip gözleri açıldığında, güneşi veay'ı gördüğünde: "Güneş ve Ay bana göründü" der. Bu, felsefi-
cilerden, Mutezile ve Eş'ariye'den yakınlaşmayı reddedenlerin görüşüdür. Şu katlar var ki Eş'ariler, Mutezile'nin kabul etmediği bazı konularda rü'yet'i kabul ederler. Aralarında kastettikleri anlamda onlara uyum gösterenler de vardır.
Ehl-i Sünnet ve'I-cemaat'e mensup selefin, hadis ve marifet ehlinin, onlara tabi olan fukaha ve sufilerin, çoğunluğun ve yine birtakım kelam ehlinin görüşüne gelince; Rabbin inmesi, gelmesi, kulun hareketi, ona yaklaşması ve ona doğru gitmesiyle olabilir. Bu kulun basiretinin inkişafının dışında bir şeydir. Bu yalnızca bir bilgidir. Bunlara göre bu durum, kulun bilgi ve ameli ile olursa, hem keşif, hem de ameldir.
Eş'ariler ve onların yolundan giden keiamcilar, kul tarafından bir hareketin ortaya çıkmasını reddetmezler. Onlara göre bu mümkündür. Ancak onlar, bundan önce degeçmiş olduğu gibi, kulun Allah'a (c.c.) doğru hareketini kabul etmezler. Bazıları şanı yüce Allah'ın gelişini:
"Rabbine, sana yakın (ölüm) gelinceye kadar ibadet et." (Hicr: 15/99)
buyruğuna benzetirler. Yani buradaki "yakin"den kasıt, ölüm ve ondan sonra karşılaşılacak ve başa gelmesi kesin olan olaylardır.
Ben derim ki; bu aslında yüce Allah'ın şu buyruklarına benzer:
"Fakat o en büyük bela (olan Kıyamet) geldiğinde..." (Naziat: 79/34)
"O kulakları sağır edici (ikinci üfürüş) geldiği zaman... (Abese: 80/33) "Artık onun (Kıyametin) alametleri gelmiştir." (Muhammedi 47/18)
Burada bizzat kendisinin zuhurunu ve tecellisini kastetmiştir.
Ben derim ki: Bu manayı kapsamakla birlikte, yalnızca onun zuhuru ve tecellisi kastedilmeyip, aynı şekilde kulun ona doğru hareketi de kastedilmektedir. Hem eğer o sakin ise. onun gelişi, kulun kendisine doğru gelişinin gerekle arasındadır. Onda bir hareket bulunmakta ise, bizzat kendisinin gelişi söz konusudur. Eğer kul kendisine doğru gitmekte ise de durum böyledir. Yakinin gelişi. Kıyametin gelişi de bu şekildedir. Rububiyet açısından kul ile ilişkisi bulunmayan hicab (örtü)lann kaldırılması ile olur. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyuruyor: "Onun hicabı nur (veya nar) dır. Bu hicabını açacak olursa, onun yüzünün aydınlığı mahlukatından gözünün değdiği herbir şeyi mutlaka yakardı.
O halde burada kullan idrakten alıkoyan birtakım hi-cablar söz konusudur. Nitekim bazen bulutlar ve tavanlarda güneş ile ay arasında bir hicab oluşturur. Ancak bunlar aradan kalktığında güneş ve ay görünür.
Bu hicabların Allah'ın (c.c.) görmesine ve idrak etmesine engel oluşturmalarına gelince; hiçbir müslüman böyle bir şeyi söyleyemez. Çünkü ne yerde ve ne de gökte zerre ağırlığında hiçbir şey Allah'a (c.c.) gizli değildir. O siyah karıncanın kapkaranlık bir gecede kaya üzerindeki hareketini dahi görür. Ancak nurunun mahlukatına ulaşmasını hicab-larla engeller. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
"Hicablarını açacak olursa, yüzünün aydınlığı mahlukatından gözünün değdiği herbir şeyi elbette yakardı." Şanı yüce Allah'ın basar (gönne)ı bütün mahlukatı idrak eder. Zatının nuru, aydınlığı ise, "nur" veya "nar" hicabı ile perdelidir.
Cehmiyye ise kesinlikle onun hakkında hicabiann varlığını kabul etmezler. Çünkü onlara göre yüce Allah. Arş'm üzerinde değildir. Ali'den (r.a.) rivayet ettikleri uydurma haberi buna delil getirirler. Bu habere göre güya Ali (r.a.):
"Yedi gök ile hicablanana yemin ederim ki, öyle değil" diye yemin eden bir kasabı işitince, kamçısını kaldırıp ona vurur. Bu sefer kasap:
"Ey müminlerin emiri. ben bu yeminimin keffaretini ödeyeyim mi?" deyince Ali (r.a.) şu cevabı verir.
"Hayır, fakat sen Allah'tan başkasının adıyla yemin etmiş bulunuyorsun."
Buiıaberin sağlam bir senedi bulunmuyor. Doğru olduğunu kabul etsek bile, Ali'nin (r.a.) bu şekilde yemin eden kimsenin, yüce Allah'ın- mahlukatını idrak edemeyecek şekilde hicab arkasında bulunduğunu kasdetmiş olacağını anlamış kabul edilir; böyle bir anlayış ise şüphesiz batıldır. Fakat mahlukatmın onu idrak etmemesi anlamındaki perdelenme böyle değildir.
Nitekim şu sahih hadis de bunun delilidir:
"Cennetlikler Cennete girince bir çağrıcı:
'Ey Cennet ehli!' diye seslenir, "Allah'ın size vermiş olduğu bir sözü vardır. O size vermiş olduğu bu sözünü yerine getirmek istiyor." Cennetlikler şöyle der:
'Bu söz ne olabilir? Yüzlerimizi ağartmadı mı, terazilerimizi (iyiliklerle) ağırtaştırıp bizi Cennete sokarak ateşten korumadı mı?' Bunun üzerine yüce Allah aradaki hicabı kaldırır ve onu görürler. Kendilerine, zatına görmekten daha sevimli hiçbir şey verilmiş değildir." İşte (ayette sözü geçen) "ziyade" budur.
Cehmiyye'den Rü'yetullarrı kabul edenlere göre, herkesin hicabı kendisi ile birliktedir. Bu hicabın açılması, kişide idrakin yaratılmasıdır; yoksa hicab başlıbaştna ve ayn bir şey değildir.
Allah'ın (c.c.) gelmesi, nüzulü ve yaklaşmasının, ondan bir hareket ve intikal ile olup olmadığı konusunda ise, bizim mezhebimizden olan ve olmayan sünnet ehlinin iki görüşü vardır. En doğruyu bilen Allah'tır (c.c).
Alemlerin Rabbi Allah'a (c.c.) hamd, Muhammed'e (s.a.v.) ve onun aile efradına salat ve selam olsun.
Felsefeyi, insanın gücü oranında ilaha benzemek olarak anlayan kimseler vardır. Bu şekildeki bir yorum Ebu Ha-mid el-Gazzali ve ona benzer bazı kimselerin sözleri arasında da geçmektedir. Bunlar hakiki bir yakınlığı kabul etmezler. Böyle bir yakınlık ise, bilinen ve makul bir yakınlıktır. Yakın kullarının yakınlığını, ona yakınlık olarak değil de, sevabına ve ihsanına yakınlık olarak kabul edenlerin görüşlerinde buna rastlanır. Bu gibi kimseler muattıladandır.
Çünkü Allah'ın (c.c.) sevabı ve ihsanı, kullarına ulaştığı gibi, onlar da ona ulaşırlar. Yemek ve giyinmek yoluyla onun onların içine, onların da onun içine girmeleri şeklinde birbirleriyle karışırlar. Eğer onlar, bizzat O'nun Cennetinde nimetleri ve sevabı içerisinde bulunuyor iseler, kulları O'nun ihsanına yakın olmayı, nasıl gayelerinin en büyüğü olarak kabul edebilirler? Hele mukarreb (yakınlaştırılmış) olanlar, kitapları İlliyyin'de olan Ashab-ı Yemin ve Eb-rar'ın da üstündedir:
"İlliyyin'in ne olduğunu sana bildiren nedir? O yazılmış bir kitaptır. Mukarreb (olan melek) ler onu müşahede ederler. Şüphe yok ki o iyiler, nimetler içindedirler. Tahtlar üzerinde seyrederler. O nimetlerin güzelliğini
yüzlerinde görür görme tanırsın. Onlara mühürlü, halis şaraptan içirilecektir ki, onun mührü mistir. O halde yarışanlar bunun için yarışsın. Onun katkısı "tesnim"dendir. O (tesnim) bir pınardır ki, ondan yakın olanlar içerler. (Mutaffifin: 83/19-28)
İbn Abbas: "ondan yakın olanlar içerler" cümlesiyle ilgili olarak, onlar ''katıksız olarak içecekler" demekte, Ashab-ı Yemin'e ise katkılı olarak verileceğini söylemektedir.
Böylelikle Ebrar (iyiler) in aynı nimetler içinde olduğu, onların da şanı yüce Allah'ın nitelendirmiş olduğu şaraptan içecekleri, tahtları üzerine oturarak seyredecekleri haber verilmektedir. Durum böyle olduğuna göre, nasıl olur da Mukarrebun (yakinlaştırılmiş olanlar) un ki onlar herhangi bir şekilde katılmayarak, katkısız bir şekilde içecek halleriyle diğerlerinden daha üstün ve yücedirler- yakınlıkları, sadece bu içinde bulundukları nimetlerden ibarettir denilebilir. Bu görüşün yanlış olduğu, basit ve asgari bir düşünce ile rahatlıkla belirlenebilir.
İkinci mesele ise, zatının gerekleri arasında bulunan "yakınlık" hakkındadır. İlim ve kudret gibi. Hiç şüphesiz ki O, ilmiyle, kudretiyle ve tedbiriyle bütün yaratıklarına yakındır. Zeval bulmamak üzere onların hallerini bilir ve yine zeval bulmamak üzere onların üzerinde muktedirdir. Bütün Ehl-i Sünnet'in ve genel olarak grupların görüşü budur. Kaderiyye ve Rafızilerle onların benzerlerinden onun kadim ilmini reddedenler, ya da Rafızi. Mutezile ve başkalarından, olayın meydana gelmesinden önce o işe kadir olduğunu inkar edenler dışında kalan bütün sünnet ehli ve taifelerin görüşü budur.
Zaman zaman ve bu konuda özel olarak hiçbir şeyle ilgili olmamak üzere, lazımı bir yakınlık ile, nefsiyle mahlukatına yakınlığına gelince; bu konuda insanların iki ayrı görüşü vardır;
"O zatıyla her mekanda vardır", diyenler bu görüşü kabul eder. Bunu kabul etmeyenlerin de bu konuda iki görüşleri bulunmaktadır.
Birincisi; bu tür yakınlığı kabul eder. Bu görüş kelamcı-Iardan, sufilerden ve onların dışında kalanlardan bir grup kimsenin görüşüdür. Onlara göre Allah (c.c.) ArşMn üstündedir ve böyle bir yakınlığı da kabul ederler.
Bir başka topluluk ise bu yakınlığı kabul etmekle birlikte, Arş'in üzerinde olduğunu kabul etmezler. Kullarının kendi zatına yakınlıkları, kendisinin de onlara yakınlığı seleften, hadis ehlinden, fukahadan, sufilerden ve kelamcılar-dan çoğunluğun görüşüne göre, imkansız görülmediğinden dolayı, ona yakın olmanın imkansızlığı noktasından hareket le, yakınlığından söz eden her bir nassın tevil edilmesine gerek yoktur. Diğer taraftan ona yakın olmanın caiz olması, imkansız olmaması, yakınlığından sözedilen her yerde nefsi y-le yakınlığının murad edilmiş olması da gerekmemektedir. Aksine bütün bunlar caiz hususlar olarak kalır ve gelen nas incelenir. Eğer bu nas buna delalet edebiliyorsa, öylece kabul edilir, diğerine delalet ediyorsa ona göre kabul edilir. Bu ise. daha önce geçtiği üzere gelmek ve varmak (ityan ve meçi") lafızlarında söz konusudur.
Bir yerde onlara göre bizzat kendisinin gelişme nas delalet etmekle birlikte, bir başka yerde kendisinin azabıyla geldiğinin delili vardır. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruklarında durum böyledir:
"Nihayet Allah onların binalarının temellerine geldi (yani temellerinden yıkmayı diledi)." (Nahl: 16/26)
"Fakat Allah (in azabı) onlara hesaba katmadıkları taraftan geldi." (Haşr:59/2) Bunun üzerinde iyi düşünmek gerek. Çünkü bu sıfatları reddedenler ile kabul edenler ve nassın bunlara delaleti üzerinde tartışanlar, bu noktada çoğunlukla hataya düşüyorlar. Herhangi bir kimse bu lafzı nerede varid olursa olsun, sıfata delalet etsin ve bu sıfat bu na.sta açık olsun, yani açıktan açığa görülsün ister.
Diğer taraftan bunu reddeden kimse ise. orada sıfata delalet etmediğine göre, burada da delalet etmemektedir, demeye getirmek ister.
Hatta bazen bu sıfatı kabul edenler şöyle diyebilir: Burada bu sıfata delalet ettiğine göre. başka nasda da aynı şekilde delalet edebilir. Hatta birtakım nasların ona delalet ettiğini görünce, şanı yüce Allah'ın sıfatları ile ilgili ayetlerden hangisini görürlerse, yüce Allah'ın sıfatlarına birisini daha eklediği zannina kapılırlar. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Herbir nefis: Allah'ın yanında (kullukta) işlediğim kusurlardan dolayı yazıklar olsun (bana)" diyecek."
(Zümer: 39/56)
Bu sıfatlan kabul edenlerden de. reddedenlerden de bazı kimseler bu hataya düşebilmektedir. Ve bu. hatanın en büyüklerindendir. Çünkü her konuda delalet, ifadenin siyakına, onu çevreleyen afzi ve hali delillere göredir. Bu durum yaratıklar için de böyledir. Pek çok yerde sıfat ile ilgili lafızlarla sıfatlardan başka şeyler anlatılmak istenmektedir. Buna dair faydalı iki örnek vermek istiyorum: Bunlardan bir tanesi "vech" (yüz) sıfatı ile ilgildir. Hadis ehli Kilabi-ye, Eş'ariye ve Kerrami'ye gibi Sıfatiyye'ye mensup kelam-cılar, bu sıfatı kabul ederken. Mutezile ve başkalarının da yer aldığı Cehmiyye ile Eş'ariyye ve başkalarının yer aldığı Srfatiyye'nin görüşü, bu sıfatı kabul etmemek şeklindedir. Bu sebeple her iki kesimden olan bazı kimseler "vech"den sözedilen bir ayeti okuduklarında bunu anlaşmazlık noktalarından biri olarak kabul ederler. Bu sıfatı kabul eden kimseler, bu sıfatın başka şekilde tevil edilemeyeceğine inanırken, bu sıfatı reddeden kişi de bunun sıfat olmadığına dair deli! getirilebildiği takdirde diğer "vecit" kelimesinin geçtiği ayetlerin de böyle olacağı görüşündedir. Yüce Allah'ın şu buyruğu buna Örnektir: "Doğu da batı da Allah'ındır. Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (vechullah) oradadır." (Bakara: 2/115)
Allah'ın (c.c.) "vech" sıfatını kabul edenlerden ve reddedenlerden bazı kimseler, bunu. sıfat ayetleri arasına katmışlardır. O kadar ki İbn Huzeyme gibi bazı kimseler "ula-ike" lafzını, sıfatın kabulünü doğrulayan hususlar arasında saymış, sıfatsız olarak "nafiye" ile tefsir edilmesini de anlaşmazlık noktalarında kendileri için delil kabul etmişlerdir.
Bu nedenle yaptığımız bir toplantıda, bir araya geldiğimiz sırada şöyle demiştim: Bana muhalefet eden herkese üç yıl süre veriyorum: Seleften, zikrettiğime aykırı olarak bana tek harf dahi bulup getirirse, gerçekten benim aleyhime delil bulmuş olduklarını kabul edeceğim. Bu konuda ben de uğraştıkça uğraştım. Benim karşı görüşümü savunanlar da kitapları araştırmaya devam ettiler. Nihayet Beyhaki'nin "el-Esma ve's-Sıfat" adlıeserinde yüce Allah'ın:
"Doğu da batı da Allah'ındır. Her nereye yönelirseniz Allah'ın yüzü oradadır" ayeti ile ilgili söylediklerini ele geçirdiler. Orada şunu zikreder: "Mücahid ve Şafii'den burada "Allah'ın yüzü" ile maksadın, Allah'ın (c.c.) kıblesi olduğunu söylemişlerdir." İkinci toplantımızda onların ileri gelenlerinden birisi şöyle söyledi: "Ben seleften bunun tevil edileceğine dair bir nakil getirmiş bulunuyorum." Ben onun neyi hazırlamış olabileceğini tahmin ettim ve şunları söyledim:
"Her halde sen onun: "Doğu da batı da Allah'ındır. Her nereye yönelirseniz Allah'ın yüzü oradadır" ayetiyle ilgili söylediklerini kastediyor olmalısın."
"Evet" dedi.
"Burada maksat Allah'ın kiblesîdir" deyince şöyle dedi:
"Bu ayeti Mücahid ve Şafii tevil etmiştir. Bunların ikisi de seleftendir."
Ancak bu sözler benim sorumun cevabı değildi. Benimle tartıştıkları konuda "vech"in sıfat olması ve bu sıfatın Allah (c.c.) için olduğunun belirtilmesi söz konusu olmuyordu. Bunlar benim söylediğim sözleri temel özellikleriyle ele almışlardı. Fakat cevaplarda da bu görüldüğü gibi. benim sözüm kayıtlayın idi. Böylelikle bu konuda onların hakkı söyledikleri görüşünü kabul etmedim. Aksine şunları söyledim:
"Bu ayet kesinlikle sıfat ayetlerinden değildir. Ve hiçbir zaman sıfat ayetleri tevil edilmez diyen kimselerin sözlerinin genel kapsamı içerisine girmez."
Bana şunları söyledi:
"Peki, bu ayette "Vech" ten söz edilmiyor mu?" Ben:
"Burada maksat Allah'ın kıblesidir" deyince şunları söyledi:
"Bu sıfat ayetlerinden değil midir?" Şu cevabı verdim:
"Hayır. Dolayısıyla bu ayet-i kerime anlaşmazlık konularından değildir. Ben burada "vech" ile ancak kıblenin kastedildiğini kabul edebilirim. Çünkü "vech" Arap dilinde, cihet ve yön anlamına gelmektedir. "Ben şu vechi kas-dettim" denirken, "şu tarafa doğru gittim" denilmek istenir. Yine "şu vech'e doğru yolculuk yaptım" denirse, "şu cihete yolculuk yaptım" denilmek istenir. Bu gibi örnekler pek çoktur ve bilinen şeylerdir. O halde "vech", cihet, yani yön demektir. Nitekim şanı yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Herkesin (her ümmetin) yüzünü kendine döndürdüğü bir yönü (kıblesi) vardır. (Bakara: 2/148)
Yani herkesin yöneldiği bir cihet vardı. Burada yüce Allah'ın: "Kendisine yöneldiği bir kıblesi (viche)" buyruğu, "Her nereye yönelirseniz, Allah'ın yüzü oradadır."
buyruğuna benzemektedir. Her iki ayet de lafız ve mana itibariyle birbirine oklukça yakındır: her ikisi de kıble ile ilgilidir. Vech ve cihet her iki ayette de şu anlamda zikredilmiştir: Nereye yönelirse yönetsin biz onun karşısında, yani kıblesindeyiz.
Dedim ki: Zaten ifadelerin akışı da buna işaret etmektedir. Çünkü yüce Allah: "Her nereye yönelirseniz" diye buyurmuştur. Buradaki "nereye" (eyne) zarftır. Yönelmek anlamında kullanılan kelime ise "tevellr kökündendir. Buna göre anlam şöyle olur: Her nereye yönelirseniz, Allah'ın yüzü oradadır. Bu şekilde "Allah'ın yüzü", kendisine yöneli-nen yerdedir." diye ifade edilmiştir. Bu ifade ise.yüce Allah'ın: "Doğu da batı da Allah'ındır." anlamındaki buyruğundan sonra yer alır ve bunlar bütün yönleri kapsamaktadır. Nitekim bir başka ayette de şöyle buyrulur:
"De ki: Doğu da Batı da yalnız Allah'ındır. O dilediği kimseyi dosdoğru yola kavuşturur." (Bakara: 2/142) Bu şekilde Allah (c.c). bütün cihetlerin yalnız kendisinin olduğunu haber vermiş oluyor. Böylelikle buradaki izafetin, bir tahsis ve bir teşrif izafesi olmuş olduğunun delili oluyor. Sanki ("Allah'ın ciheti ve Allah'ın kıblesi" anlamında): "Cihetullah ve Kıbletullah" denilmiş gibidir. Fakat insanlardan bazı kimseler bundan muradın Allah'ın (c.c.) ciheti, yani kıblesi olduğunu kabul etmekle birlikte, şöyle der: Bu ayet, sıfatın delilidir ve aynı şekilde kulun Rabbi-ne doğru yöneldiğini de göstermektedir. Nitekim hadis-i şerifteki şu ifade de buna benziyor:
"Sizden herhangi biriniz namaza kalktığı zaman şunu bilsin ki Allah onun yüzünü döndürdüğü taraftadır.
Yine şöyle buyrulmuştur:
"Kul kendisine doğru yüzüyle yönelmiş olduğu sürece, Allah da ona doğru yönelir. Bundan vazgeçip yüzünü çevirecek olursa (Allah da) ondan yüzünü çevirir." Ve sözlerini, "bu ayet her iki manaya da delalet etmektedir" diyerek sürdürür. Bu başka bir konu olduğu için. burada açık-. lamasını yapmıyoruz.
"İşte Allah'ın kıblesi oradadır"denildiği takdirde, kesinlikle bu. üzerinde anlaşmazlık çıkacak türden ve sıfat. ayetlerinin tevil edilmesini kabul etmeyenlerin reddedeceği türden bir tevil olmayacaktır. Bu sıfatlan kabul edenlerin diğerlerine karşı deiil olarak getirebilecekleri türden bir buyruk da değildir. Bu mana, Özü itibariyle doğrudur ve ayet-i kerime ona delalet etmektedir. Bununla birlikte eğer bir sıfatın sübutunun delili de oluyorsa, başka bir konudur. Geriye onların: "Allah'ın yüzü oradadır" sözünün anlamı. Allah'ın (c.c.) kıblesi oradadır, şeklindeki sözleri kalır. Acaba "cihet ve "vech" aynı şey olduğu için. kıbleye "vech" denilmesi türünden midir, yoksa Allah'ın vechine yönelmiş olan kimse. Allah'ın kıblesine yönelmiş demek mi olur. konusuna gelince: bununla ilgili olarak genişçe ele alınacak hususlar vardır ki. onların da yeri burası değildir. İkinci örnek ise "elemr" sözüdür. Şanı yüce Allah: "Bir şeyi dilerse onun emri sadece ona "ol" demektir, o da hemen oluverir." (Yasin: 36/82) buyruğu ile:
"Haberiniz olsun ki yaratmak da, emretmek de yalnız O'nundur. (A'raf 7/54) buyruğu ile bizi bu gerçekten haberdar edince, seleften bazı kimseler de bundan hareketle "emf mahluk değildir, aksine O'nun kelamıdır ve bu ayet ve diğerlerinin gereğince sıfatlarından bir sıfat-olduğuna dair delil getirince; pek çok kişi. nerede "emr" kelimesi geçiyorsa, bu hükmü uygulamaya kalkışmış. "emr"i onun sıfatı olarak kabul edip bu "emr"in sıfat olma delaletini sürdürüp gitmiş, "emr" ifadesini sıfattan başka bir şeye delil olarak kabul etmeyi de bu iddianın zıttı olarak değerlendirmeye çalışmıştır. Oysa durum böyle değildir. Ben bunu risalelerimin birisinde şu şekilde açıkladım: Emr ve benzeri diğer sıfatlar, bazen sıfat için kullanılmakla birlikte, bazen de sıfatın müteallakı, yani onunla ilgili bulunduğu şey için de kullanılmaktadır. Mesela. "Rahmet" Allah'ın (c.c.) bir sıfatıdır. Yaratmış olduğu şeye de rahmet denilir. Kudret de aynı şekilde yüce Allah'ın sıfatlarındandır. Kudret sonucu meydana getirilmiş olanlara da (rnakdur) kudret adı verilmektedir. Kudretin makdur ile taallukuna da kudret denir. Yaratmak da aynı şekilde yüce Allah'ın sıfatlarındandır. Ve O'na (yaratmak anlamına) "halk" adı verilmektedir. İlim de Allah'ın (c.c.) sıfatlarından biri olduğu halde, bilinen şeye veya bilinenle ilgili olan şeylere de "ilim" adı verilir. Görülüyor ki bununla, kimi zaman sıfat, kimi zaman sıfat ile ilgili olan şey. kimi zaman da bizzat bu ilginin kendisi kastedilmektedir.
"Emr" mastardır. Bu emr ile memur edilen (emredilen) kimseye de "emr" adı verilir. Bu bakımdan İsa'ya (a.s.) "kelime"' adı da verilmiştir. Çünkü İsa (a.s.) kelime ile meydana gelmiş ve kelime ile olmuştur. Aşağıda söyleyeceklerimiz Cehmiyye'nin sorularına da cevap oluşturmaktadır:
Cehmiyye, "İsa Allah'ın kelimesidir ve mahluktur. Kur'an da Allah'ın kelamı olduğuna göre, mahluktan başka bir şey olamaz." der.
İsa (a.s.), bizzat Allah'ın (c.c.) kelimesinin kendisi değildir. Ona bu ismin veriliş sebebi, diğer mahlukların yaratılış kanununun dışında özel bir kelime ile yaratılmış olmasıdır ve bu kelime ile alışılmışın dışına çıkılmıştır. Ona "ol" denilmiş, o da olmuştur. Kur'an-ı Kerim ise Allah'ın
(c.c.) kelamının bizzat kendisidir.
"Yüce Allah'ın isimleri ve sıfatlan" konusunda varid olmuş naslarla ilgili olarak, nasların kimi yerde Allah'ın (c.c.) zatına, kimi yerde de zatının sıfatlarına delalet ettiğini düşünen bir kimse, hiçbir zaman aynı lafzın, aynı manaya gelmesinin gerekmediğini görecektir. Dolayısıyla burada o .sıfatı veya ismi kabul edenin iddiasını reddetmek, etmeyenin de iddiası ile tezat teşkil etmek üzere her yerde bir delil olarak görmeyecektir. Bunun yerine o. herbir ayet ve hadisi kendi özelliği ve ifade bütünlüğü içerisinde ele alır. Kur'an ve diğer delaletlerden onun anlamını açıklığa kavuşturan deliller üzerinde durur. İşte bu Kitap ve Sünnet’i anlamak ve bunları mutlak olarak delil kabul etmek konusunda oldukça faydalı ve büyük bir esastır. Aynı şekilde istidlal yollarını bilmek, itiraz, cevap, delili reddetmek, yada onun zıttmı ortaya koymak konusunda da oldukça faydalıdır. Hatta ihbarı ve inşai bütün ilimlerdi? Kitap ve Sünnet'ten delil getirmek, yahut karşı delil getirmek, mahluka-tın diğer delillerinde de oldukça faydalı ve önemlidir.
Kulun Rabbine ve Rabbin de kuluna, bundan önce sözü geçen iki şekilden birisi, ya da her ikisiyle yakınlaşması imkansız olmadığına göre. nassm bu manaya delaleti söz konusu ise; buna hamledifmesi de imkansız olmaz. Eğer ona delil olamıyorsa, o manaya hamledilmesi de caiz değildir. Hem bu manaya, hem de diğer manaya tahammülü varsa, orada durulur. Bir cümlede kastedilmesi caiz olan bir anlamın, hernas da aynı olması gerekmez.
Daha önce Allah'ın (c.c.) ilmi, kudreti ve tedbiriyle kullarından asla ayrılmayan, yakınlığı konusundaki açıklamalar geçmiş ve nefsiyle bu şekildeki yakınlık hakkındaki
farklı görüşlerden sözeclilmişti. Onun arızi ve sürekli yakınlığı ile ilgili, üzerinde ittifak ve ihtilaf bulunan konular bundan önceki açıklamalardan öğrenilmiş bulunuyor. Şanı yüce Allah'ın:
"Andolsun ki insanı biz yarattık. Nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu da biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakını. (Kaf: 50/16)
anlamındaki buyruğu konusunda bazı kimseler için herhangi bir tevil gerekli değildir. Kimisi de bunun tevili gerektirdiğini kabul eder. Ben de diyorum ki; bu ayetle, ya bizzat yüce Allah'ın yakınlığı ya da meleklerinin yakınlığı kastedilmiştir. Nitekim bu konuda farklı görüşler bulunmaktadır. Eğer bundan maksat, meleklerin yakınlığı ise, bundan sonra gelen;
"Onun sağında ve solunda oturan iki alıcı (melek, onun sözlerini ve işlerini) kaydetmektedir." (Kaf: 50/17) buyruğu ile şanı yüce Allah, bizzat kendi ilmi ile insanın nefsinde olanı haber verip, Kiramen-Katibin meleklerinin ona yakınlığını bildirmiştir.
Bunun delili ise şanı yüce Allah'ın:
"Biz ona sahanlarından daha yakınız. Hani sağında ve solunda oturan, yaptıklarım tespit eden iki (melek) vardır." buyruğudur. Böylelikle bu iki meleğin ona olan yakınlığı ile, bu yakınlık açıklanmış olur. Bu açıklama, hangi şekilde yapılmış olursa olsun, yüce Allah'ın ilim ve kudretinin taalluku geneldir. Aynı şekilde şanı yüce Allah'ın zatı bu şekilde bir vakit ile özelleştirilemez. Böylece bu ayet, yüce Allah'ın şu buyruğunun bir benzeri olarak anlatılmış olacaktır:
"Yoksa onlar gizlediklerini ve fısıltılarını işitmez miyiz sanırlar? Hayır (hepsini işitiyoruz). Bizim elçilerimiz de yanlarındadır, (ne yaptıklarını) yazıyorlar." (Zuhruf: 43/80)
Surenin başında yer alan: "Onlar (in ölümün) den (sonra) yerin neyi eksilteceğini muhakkak bilimsizdir. Yanımızda her şeyi hıfz (ve tespit) eden bir kitap da vardır (Kaf: 50/4)buyruğu da bu türdendir.
Buna göre yakınlık" kelimesinde bir mecaz söz konusu değildir. Asıl üzerinde durulacak konu. melekleri ve rasulleru bizzat kendi zatı ya da melekleri kastedilmesi halinde: "Biz ona daha yakınız" anlamındaki ilahi buyruk üzerinde durulmalıdır. Ancak bunların her birisinin yakınlığı kendisine göredir. Meleklerin ona yakınlığı yalnız o anda olmakla birlikte. Allah'ın yakınlığı mutfaktır. Şanı yüce Allah'ın kastedilmesi halinde "vech" kelimesinin ikinci anlamında olduğu gibi, mana şöyle oiur: "Biz ona şah damarından daha yakınız" sözünde zati ve lazımi (zatının gereği olan bir) yakınlık kastedilmiş olur. Bu konuda da iki görüş vardır:
Bunlardan birincisi bunun kabul edilmesidir. Kelamcılardan bir grubun ve sufiîerin görüşü budur.
Burada yakınlık ilim iledir. Çünkü o:
"Andolsun biz insanı yarattık, onun nefsinin ne ile vesvese vermekte olduğunu biliyoruz. Çünkü ona şahdamarından daha yakınız." diye buyurmuştur. Burada zikredilen "ilim" lafzı, ilim ile yakınlığa delalet eder.
Ebu Musa hadisinde de bu ayetin bir benzeri yer almaktadır:
"Sizler ne bir sağıra ne de bir gaibe dua etmiyorsunuz. Sizler her şeyi işiten ve çokça yakın olan birisine dua etmektesiniz. Gerçek şu ki, kendisine dua ettiğiniz zat, sizin herhangi birinize kendi bineğinin boynundan daha da yakındır.
Bu durumda ayet. şanı yüce Allah hakkındaki yaktnlığın ancak bu şekilde tevil edilmesine ihtiyaç bırakır ve zaten ifadelerin akışı (siyakı) da buna delil olmaktadır. Siyakın delalet ettiği ise. hitabın zahirinin kendisidir. Bunlar üzerinde anlaşmazlık söz konusu olmaz. Bizler yeterli olması halinde tevil adını taşıyan her şeyi kötülemedigimizi, daha önce açıklamıştık. Bizim kötülediğimiz, kelamın yerinden kaydırılması ve tahrif edilmesi. Kitap ve Sünnet'e muhalefet edilerek Kur'an ite ilgili şahsi görüşlere dayanarak ileri geri söz söylenmesilir.
Cevabın tahkiki konusunda şöyle söylemek gerekir: Onun kendi zatıyla lazımi yakınlığı ya mümkündür ya da değildir. Şayet mümkünse, bu ayetin tevile ihtiyacı yoktur. Mümkün değilse, bu ayet-i kerime siyakının delalet ettiği anlama hamledilir; bu da onun ilmiyle yakınlığıdır. Bu görüşe göre. ya bu anlayış siyakın delalet ettiği hitabın zahiridir veya değildir. Eğer hitabın zahiri ise söylenecek bir söz yoktur. Çünkü bu durumda bir tevil söz konusu olamaz.
Eğer hitabın zahiri bu değil ise, o takdirde buna hamledilmiş olur. Çünkü şanı yüce Allah, Kitab'ının birden çok yerinde kendisinin Arş üzerinde ve yüksekte olduğunu açıklamıştır. Buna göre O'nun, Kitab'ında birden çok yerde Arş"ın üzerinde olduğundan söz etmesi, bu ayet-i kerimede sözü geçen ilim ile birlikte ele alındığı takdirde, onun ilmiyle yakın olduğunu kastetmiş bulunduğunun delili olur. Çünkü bu tür ayetlerin muktezası, bu ayetin bu şekilde anlaşılmasının zahirine aykırıdır. Zahir ise, sarihe göre anlaşılır ve sarih, zahirin manasını açıklar.
Müslümanların ittifakıyla iki ayetten birisinin diğerinin zahiri ile tefsir edilerek sözün zahirinden başka bir mananın anlaşılması caizdir. Çünkü Ehl-i Sünnet'ten hiç kimse, bunu isterse bunun adı tevil ve manayı zahirinden uzaklaştırmak olsun, mahzurlu görmemiştir. Çünkü bu konuda Kur'an'ın delaleti vardır. Diğer taraftan Sünnet de, selef de buna muvafakat etmiştir. Çünkü böyle bir işlem, Kur'an'ın Kur'an ile tefsir edilmesidir; re'y (görüş) ile tefsir edilmesi değildir. Sakınılması gereken ise Allah'tan, Rasulünden ve seleften gelen herhangi bir delil olmaksızın Kur'an'in gerçek anlamından uzaklaştırılmasıdır ki; konu ile ilgili açıklamaları daha önce yapmıştık.
İmam Ahmed'in -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bu konuda başlıbaşına bir risalesi vardır. O. aralarında çelişki olduğundan sözedilen ayetleri zikretmiş, bunların birlikte nasıl ele alınacağını açıklamış, iki ayetin birbirlerine aykırı gibi görünen durumlarını incelemiş, ya da onlardan birisini mecaza hamletmiştir. Onun bu konuda söylediği sözler meşhur imamlara göre daha fazladır. Çünkü diğerlerinin söyledikleri daha çok ameli meselelerle ilgilidir. İlmi meselelerde söyledikleri ise oldukça azdır. İmam Ahmed'in ilmi ve ameli meselelerde söylediği sözler pek çoktur. Çünkü bu konuda Kur'an ve Sünnet'te bir çok deliller vardır. Her kim onun mezhebinin bunu reddetmiş olduğunu söyleyecek olursa, ona iftira etmiş olur. Allah (c.c.) doğrusunu en iyi bilendir.
Şanı yüce Allah'ın (c.c):
"Kullarım sana beni soracak olurlarsa, gerçek şu ki, ben (onlara) çok yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasına cevap veririm." (Bakara: 2/186) sözü ile ilgili söylenecekler Allah Rasûlü'nün:
"Sizler ne bir sağıra, ne de bir gaibe dua ediyorsunuz, sizler her şeyi işiten ve çok yakın olan birisine dua ediyorsunuz. Kendisine dua ettiğiniz zat sizin herhangi birinize bineğinin boynundan daha yakındır.
Sözü ile ilgili söylenecekler gibidir. Her kim burdaki yakınlığı onun bizzat lazımi bir yakınlığı, ya da arızi bir yakmlığı anlamında kabul ederse, söylenecek bir söz yoktur. Buna karşılık burada murad. onun duaları işitmesi ve kabul etmesi ve buna bağlı şeyleri yerine getirmesidir, şeklinde söyleyecek olursa: onun bu söylediğine ifadelerin akışı da delalet etmekte olduğundan, zahire muhalif bir şey söylemiş olmaz. Yahut: Onun Arş'ın üstünde olduğuna delalet eden Kitap ve Sünnet'teki naslar da bunun delilidir, derse o takdirde Kur'an'ın tefsir ve tevili de Kitap ve Sünnet ile yapılmış demektir ve bunda da bir sakınca yoktur.
Bazı kimseler "Maiyyet Beraberlik" te de aynı yolu izlemiş ve şöyle demişlerdir: "İfadelerin siyakı (akışı) neye delalet ediyorsa, isterse bu delalet zahirin ve mutlak ifadenin aksine olsun- ona göre açıklanır ya da zahirin hilafına hamledilir. Çünkü şanı yüce Allah'ın ayetleri, onun Arş'ın üstünde olduğuna delalet etmektedir." Böylece onlar. Kur'an'in bir kısmını diğer bir kısmı ile tefsir etmeye çalışır. Fakat bizler "maiyyef'in zahirinde bunu gerektiren bir şeyin olmadığını açıklamış bulunuyoruz. Çünkü bizler "mea birlikte, beraber" kelimesinin Kitap ve Sünnet'teki bütün kullanış şekillerini tespit ederek bunun herhangi bir itisal (bitişiklik) ve iltihakı gerektirmediğini görmüş bulunuyoruz. O halde bunun zahirinin "bitişiklik" olarak anlaşılmasına, sonra da bunu başk;t şekilde yorumlamaya ihtiyacımız yoktur.
"Kurb" (yakınlık) kelimesi ise (yakınlaşmak) kelimesi gibidir. Yakınlığın zıttı da "bu'd" (uzaklık)dur. Kelimenin sözlük anlamı gayet açıktır. Ya ona hamledilir, ya da söylenen sözler, ifadelerin akışının delalet ettiği kabul edilen zahire göre yorumlanır; veya diğer nassların delaleti dolayısıyla zahire aykırı olarak tefsir edilir. Taberani ve başkasının rivayetine göre: Bazı kimseler Allah'ın (c.c.) Rasulüne:
"Rabbimiz yakın mıdır kî. O'na yavaşça seslenelim.
yoksa uzak mıdır ki. O'na basırarak dua edelim?" diye so-runca. yüce Allah şu buyruğunu indirmiştir:
"Sana kullarım beni soracak olurlarsa, gerçek şu ki ben (onlara) çok yakınım. Dua etiği zaman dua edenin duasını kabul ederim." (Bakara: 2/186)
Allah'ım. Muhammed'e salat ve selam eyle!..
Bundan önce el-Müretteb"in ikinci cildinde kulun Rab-bine yakınlaşması" ve O'na gitmesini. Rabbinin kuluna yakınlığı. O'na tecelli ve zuhur etmesini: bu konularda felsefecilerin, kelamcıların. Ehl-i Sünnet'in neleri kabul ettiklerini, bunların hepsinin kabul ettikleri arasında neyin hak olduğunu. Ehl-i Sünnet'in de neleri kabul ettiğini açıklamış bulunuyorum.
Diğer taraftan Ehl-i Sünnet, bidat ehlinin bilgisizlikleri ve sapıklıkları dolayısıyla bilmedikleri pek çok şeyi de kabul etmektedir. Bu durum, bidatçilerin bilgisiz oklukları ve yorumu kendilerine gelmediği şeyleri yalanlamaları sebebiyledir.
Ancak bunların haktan kabul edip diğer naslan da ona göre tevil ettikleri manalar güzeldir, sahihtir ve iyidir. Fakat dalalet, onların bu nasların ötesinde kalan şeyleri reddetmeleri cihetinden gelmiştir. Bunun örneği şudur: Felsefeciler "Vacibü"!- Vücud"u kabul etmekle birlikte, ruhun bedenden ayrı olduğunu, bedenden ayrıldıktan sonra baki kalacağını. ikisinin ele ruhani olmak üzere nimet veya azap gördüğünü söylerler.
Aynı şekilde onlar bedenin birtakım güçlerini. salİh ve salih olmayan nefsi kabul ederler. Bunların hepsi doğrudur. Ancak nasiarın bundan başka bir manaya gelmediklerini, bunun ötesinde bir hakkın bulunmadığını. Cennet ve Cehennemin de bunlardan ibaret okluğunu söylerler. Teolojik kitaplarda sözü geçen bu tür nitelemeler, ruhani ahi ret i anlatabilmek için verilmiş örneklerdir. Melekler ve cinler birtakım arazlardır ve bunlar salih ve fasid nefsin güçleri arasındadır. Ruh hareket etmez, ona kainatın hakikatleri açılır ve böylelikle Allah'a yakınlaşmış olur. Rasulullah'm (s.a.v.) miracı da bu türdendir, derler. Bu tür bir red ve yalanlama ise küfürdür.
Yine kelamcıiarın kabul ettikleri, kulun bedeniyle ve ruhuyla Rabbin nurunun zuhur ettiği semavat ve mescit gij bi faziletli mekanlara yaklaşması, aynı şekilde meleklerin de böyle olduğu görüşleri doğrudur. Fakat onların Allah'ın zatına yakınlaşmadıkları. Allah'ın Arş üzerinde bulunmadı-ğı iddiaları batıldır.
Doğrusu ise bunun kabul edilmesi, aynı şekilde nasların ifade etmiş olduğu, kulun Rabbine yakınlaşması; Rabbin. kullarına onlarla birlikte bulunan ve bulunmayan hicabları açmak suretiyle tecelli etmesi, yakınlığın ve tecellinin kendisine hak zuhur eden kul tarafından da bilindiği. Rabbine doğru yaklaşanın kulun ameli olduğu şeklindedir.
Rabbin yakınlaşması ve kula doğru gelmesi (dünuv) konularında, Ehl-i Sünnet arasındaki görüş ayrılıklarından., diğer taraftan kendilerini Ehl-i Sünneften kabul eden cahil bazı kimselerin söylediklerinden de sözetmiş bulunuyorum. Bu gibi cahiller, bunları ispat eden haktan deliller gördüklerinde, bu delilleri tasdik etmekten kaçınırlar. Hatta isterse onu kabul etmekte kendileri ile Ehl-i Sünnet arasında anlaşmazlık konusu ettikleri şey arasında çelişki olmasa ve hepsi de doğru olsa bile böyle davranırlar.
Hatta bazen kabulü üzerinde ittifak edilip ikrar edilen hususlar, üzerinde anlaşmazlık çıkan birtakım ikrarların ortaya konulup ispat edilmesinden daha da önemli olabilir. Çünkü bu: daha açık ve seçiktir. Bu ise üzerinde anlaşmazlık çıkartanın kabul ettiği esas bir konudur. Böylelikle bidatçilerin durumunda olduğu gibi bir çeşit yalanlama ve bir tür fitne, bir halin veya bir inancın reddi gibi bir durum ortaya çıkar. Bunun sonucunda her iki fırka da nasların gerektirdiği bazı konularda bidat ve'yalanlama içerisinde kalırlar. Bunun sebebi ise. bunları kabul edenlerin kalplerinin bidat-çilerin reddettiklerini kabul etmeye meyletmiş olmalarıdır. Onlar bidatçile-rin sözlerinden nefret ederler. Çünkü bi-datçiler hakkı yalanlar ve reddederler. O bakımdan onlar da bidatçilerin kabul ettikleri haktan bile yüz çevirir, ondan nefret ederler, ya da yalanlarlar. Nitekim kendisini sünnet ehlinden kabul eden bazı cahillerin. Ali'nin (r.a.) ve Ehl-i Beytin faziletinden yüz çevirmeleri buna benzer. Onlar bidat ehlinin bu konuda aşırıya gittiklerini gördükleri zaman, böyle yapmaya kalkışırlar. Hatta bazı müslumanlar, yahu-di ve hristiyanlann bu konuda aşırı gitmeleri sonucu Musa (a.s.) ve İsa'nın (a.s.) faziletlerini bile kabule yanaşmamak noktasına ulaşırlar. Öyle ki bazı cahillerin hristiyanlann savaş esnasında Peygamberimize hakaret ettiklerini işitmeleri üzerine. İsa'ya (a.s.) hakaret ettiklerinden bilesöze-dilmektedir.
Cahillerden birisinin şöyle dediği rivayet edilir: "Onlar Ebu Bekr'e nasıl küfür ve hakaret ediyorlarsa, sizde Ali'ye küfür ve hakaret ediniz. Küfre karşı küfür, imana karşı iman." Rabbini bilip sevmesi halinde "sıfat" ile ilgili konularda da kulun durumu böyledir. Hatta Allah'tan başkasının tanıyıp, onu sevip ilahlaştırması halinde bile böyledir. Bu tanınan, dille ve kalple sevilip hürmet edilen kişi. o şekilde kalır ve bazen vecdin şiddeti, sevgi ve hürmet o derece ileriye gider ki. sevip hürmet ettiği kimse içerisinde boğulur ve kendisini unutarak onun içerisinde fena bulur (yok olur).
Bu şu olaya benzer bir durumdur: Adamın birisi birbaşkasını sevi yormuş. Sevilen bu adam denize düşünce diğeri de onun peşinden kendisini denize atmış. Sevilen kişi ardından atlayana:
"Hadi ben düştüm, sen ne diye düştün?" diye sorunca şu cevabı vermiş:
"Seni kaybedince kendimi de kaybettim ve seni ben sandım."
Şairlerin söylediği de bu duruma benzerlik gösterir:
Hayalin gözümde, zikrin dilimde
Kalbim senin yerindir, sen nereye gidebilirsin?"
Bir başka şair de şöyle der:
"Kalbimde duruyor ve şenlendiriyor kalbimi
Onu unutmuyorum ki, hatırlamaya kalkışayım
O sevdiğim, hoşnut olduğum Mevlamdır
Ve ben O'ndan payımı fazlasıyla alıyorum."
Aradaki ittisalin (bitişiklik) güçlü olması sebebiyle bazı kimseler alim ve arifin ma'lum ve ma'ruf ile ittihat! edeceğini (birleşeceğini), ileri sürmüşlerdir. Bazılarının görüşüne göre de. seven sevdiği ile ittihad eder. Bu. ya bir hatadır, ya da kelimenin anlamını genişletmektir. Bir çeşit ittihad olabilir. Bu. taalluk edenlerin kendileriyle ittihadı şeklinde olur. İstenen, sevilen ve kendisiyle emredilen, hoşnut olunan, ya da kendisine kızılan şey ile ittihadda olduğu gibi. Ya da sıfatların türünde, irade, sevgi. emir. yasak, hoşnutluk ve kızgınlıktaki ittihadda olduğu gibi. birbirini seven iki kişinin ittihadı durumuna benzer. Bunun, oldukça geniş açıklamaları gerektirdiği açıktır: biz bunlardan başka bir yerde söz edeceğiz.
Burada maksat şudur: Arif ve muhibbin kalbinde yer eden ma"rub ve mahbubun birtakım hükümleri ve sadık haberleri vardır. Şanı yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"O,gökte de ilah olandır, yerde de ilah olandır." (Zuhruf: 43/84)
"Göklerde ve yerde en yüce misal yalnız O'nundur." (Rum: 30/27)
"Doğrusu Rabbimizin şanı çok yücedir." (Cin: 72/3)
"Rabbinin yüce ismini teşbih et. (A'Ia: 87/1)
Yine namaza başlandığında okunan şu duada da aynı şey söz konusudur:
"Allah'ım, seni her türlü eksiklikten tenzih ederim. Sana hamd ederim. İsmin çok mübarektir, şanın çok yücedir ve senden başka hiçbir ilah yoktur.
Ariflerin kaplerinde asla zeval bulmayan bir istiva ve bir tecelli maydana çıkar ki. onu herkes kabul eder. Fakat Ehl-i Sünnet onun Arş üzerinde istiva ettiğini kabul ettikleri gibi, bidat ehlinin bilmedikleri pek çok şeyi de kabul etmektedirler.
Şanı yüce Rasulün şu buyruğunda olduğu gibi:
"(Yüce Allah kuluna şöyle diyecek:) "Kulum, ben hastalandım sen beni ziyaret etmedin." Kul: "Rabbim, sen alemlerin Rabbi olduğun halde seni nasıl ziyaret edebilirdim?" Yüce Allah şöyle buyurur: "Filan kulumun hastalandığını bilmiyor muydun? Şayet onu ziyaret etmiş olsaydın beni de orada bulacaktın.
Bu şekilde yüce Allah, kendisinin kulunun yanında olduğunu haber vererek kulunun hastalığını kendi hastalığı gibi değerlendirmiş olacaktır. İnsan da bir emiri, bir bilgini ya da herhangi bir yeri sevebilir ve ona hürmet edebilir ve bu, onun kalbini kuşatarak o kişiyi çokça hatırlamasına sebep olabilir. Bu durum sözlerine ve amellerine de yansıyabilir. O kadar ki, "onların biri ötekidir" der. Nitekim "Ebu Yusuf, Ebu Hanife demektir' sözü de buna benzer.
Şu durum da sözünü ettiğimiz noktaya bazı yönleriyle benzemektedir: Nurlu cisimler ve başkaları şeffaf cisimlerde zuhur eder. Aynada, temiz suda ve benzerlerinde olduğu gibi. O kadar ki insan, bulanık olmayan bir suda güneşi, ayı ve yıldızları görebilir.
Nitekim şairlerden birisi şöyle demiştir: "Duru suya göğün şekli aksederse Rüzgar o suyu hareket ettirdikçe bulanır Sen o duru suda hiç şüphesiz göğü görürsün Aynı şekilde ay da yıldızlar da öyledir Öyledir tecelli erbabının kalpleri de Onların duruluklarında azim olan Allah görülür." Aynı şekilde biz de aynada, karşısındaki güneşi, ayı, varlıkların yüzlerini ve daha başka şeyleri görebiliriz.
Yine bazen bu aynanın karşısında, bir başka ayna da bulunabilir. Böylece ikinci aynada birincisinde görülen çifti de görürsün ve bu durum, bu şekilde birbirini takip edip gider. Bütün bu akseden görüntüler, biraz uzak bir yönden olmakla birlikte, sevilen ve hürmet edilenin adının sahife-ler üzerinde yazı İle veya hat ile görünmesine benzemektedir. Bu hat ve yazı, mürekkeple, oymak suretiyle, ya da başka bir şekille meydana getirilmiş olabilir. Böyle bir yerde sadece ve sadece isminin harfleri, duygusu ve hareketi bulunmayan bir cisimde görünür. Düz ve parlak cisimlerde ise onun sureti zuhur eder. Fakat burada, bu zuhurun olduğu yerin, şuuru ve hareketi dışında olmaktadır. Birincisi onun isminin zuhur yeri, ikincisi de zatının zuhur yeridir.
Kulların kalplerinde ve ruhlarında ise, bilinen, ibadet edilen ve büyük olan, hürmet edilen zat zuhur eder. İsimleri de onu fiilen ve sevenin kalbinde zuhur eder. İşte bu. başkasından daha mükemmel ve daha yüce bir şekildir, hatta hiçbir benzeri yoktur.
İşte onun şu yüce buyrukları buna işaret etmektedir: "İşte (Allah) bunların kalplerine imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir." (Mücadele: 58/22)
"Kim imanı inkar ederse, artık onun ameli boşa çıkmıştır. (Maide: 5/5)
"Sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse hidayet buldular demektir. (Bakara: 2/137)
"Onun benzeri gibisi hiçbir şey yoktur." (Şura 42/11)
"Allah yolunda mallarını infak edenlerin misali, bir tepede bulunan güzelce bir bahçenin haline benzer ki, üzerine bol yağmur düştüğünde ürünlerini iki kat verir."(Bakara: 2/265)
Aklı başında hiçbir kimse bu kadarına muhalefet etmez. Çünkü bu, his ve idrak edilen bir konudur. Allah'ın (c.c.) varlığını kabul etmenin, hatta ne olursa olsun, herhangi bir şeyin varlığını kabul etmenin en aşağı derecesi budur. Aynı şekilde Allah'a ibadetin, O'nu sevmenin ve O'na yakınlaşmanın en aşağı derecesi de budur. Diğer taraftan bununla birlikte acaba kalp hareket eder mi? Seven ve arif olan ruh da öyle midir? Yoksa bir sıfattan başka bir sıfata geçmenin dışında hiçbir hareketi söz konusu değil midir?
Birincisi, genel olarak müslümanların ve insanların büyük çoğunluğunun izlediği yoldur.
İkincisi ise, felsefecilerin ve onlara tabi olanların yoludur. Çünkü onlara göre ruh ne bedenin içindedir, ne de dışında. Hareket de etmez, sükun da bulmaz. Çoğunluk ise ruhun, ne olursa olsun sevilen ve istenen doğru hareket ettiğini kabul ederler. Kelamcıların büyük kısmı da aynı şekilde mahbubun eser ve nurlarının zuhur ettiği şerefli mekanlara doğru hareketini kabul ederler. Ariflerin kalplerinin ve bedenlerinin semavata. mescitlere ve benzeri yerlere hareket etmesi gibi.
Enbiya, melaike ve onlara benzer diğer mahlukların, mahbubun zatına doğru hareketleri de bu şekildedir.
Her iki grup da Rabbin. ariflerin kalplerine zuhur ve te: celli ettiğini kabul ederler. Bu ise onlara göre. kalplerinde küfür ve cehalet yerine, iman. ilim ve marifetin oluşmasıyla meydana gelir ve bu, mesel, had (tarif) ve ismin semada va arzda husulü demektir.
Yüce Allah'ın Arş'ın üstünde olduğunu yalanlayan Celimi yy e ve Muattıla'ya mensup olan kimseler kulun ruhunun, ya da bedeninin Rabbin zatına doğru hareket ettiğini kabul etmezler. Selef: bunları tekfir ediyordu. Hatta Selef arasında bu gibi kimseleri yetmiş iki fırkanın dışına çıkmış olarak kabul edenler de vardır: Allah'ın (c.c.) her mekanda olduğunu, ya da O'nun ne alemin içinde, ne de dışında olduğunu söyleyenlerin durumu böyledir. Fakat müslümanla-rin geneli, ümmetin selefi ve bütün gruplardan olan sünnet ehli. bunu kabul etmektedir. Kul. ruhunun ve bedeninin hareketi ile Rabbine yaklaşmış olur. Bununla birlikte onlar, ruhun ve bedenin şerefli mekanlara yaklaşmasını, kulun ruhunun ve bedeninin bir halden başka bir hale geçişini de kabul ederler.
Birincisine örnek: Rasulullalr in (s.a.v.) miracı ile kulun ruhunun Rabbine yükselmesi, sücud halinde ve başka durumlarda Rabbine yakın olmasıdır.
İkincisine örnek. Beytullah'a haccetmek suretiyle ve mescitlerde O'na yönelmektir.
Üçüncüsüne örnek ise. kul kendi evinde olduğu halde Rabbini zikredip dua etmesi. O'nu sevmesi ve ibadet etmesidir. Fakat bu iki halde de yine ruhun bizzat yüce Allah'a yakınlığını kabul ederek bütün bu türleri de bir arada değerlendirmiş oluyorlar.
Kullarına tecelli edip görünmesine gelince: Eş'ariye ve Külfabiyye gibi sıfalıyye keiamcilara mensup kimseler, bunu kabul etmişlerdir.
Rabbin Arş"m üzerinde oluşunu reddedenlerde; "Bu. yüce Allah'ın onların gözlerinde idraki yaratması ve engel olan hicablan kaldırması ile olur." derler.
Ehl-i Sünnet ise sahih hadislerde gelmiş olduğu gibi hem bunu. hem de onun Rabbini görünceye kadar kuldan ayrı olan hicablan kaldırdığını kabul ederler.
Soru: Nasların zahirleri, adeta birbirlerini destekleyen ifadelerle onun cisim olduğunu veya böyle bir şeyi hissettirdiğini oitaya koymaktadır. Akıl ise. aziz ve celil olan. yoktan varedici Allah'ın (c.c.) bundan münezzeh olduğuna delalet etmektedir. O hakle mümin için en sağlıklı yol:
"Bu (gibi naslar) müteşabihtir. onun tevilini Allah'tan (c.c.) başkası bilmez" dernek olmalıdır. Bunu söyleyen bir kimseye bir başkası kalkıp şöyle der:
"Hayır, bunun mutlaka bir kuralının olması gerekir. İşte sıfatlarda müteşabih ve başkaları arasındaki fark. burada ortaya çıkar. Çünkü bütün sıfatlarda tevil yapmamak iddiası batıldır. Hatta bazen bu küfre kadar götürür. Diğer taraftan bu. Allah'ın (c.c.) sıfatlarından hiçbir sıfatın anlamının bilinmemesi gibi bir durumu da ortaya çıkartır. O halde tevil edilen ile. edilmeyen arasında bir farkın bulunması kaçınılmazdır. Bunun üzerine böyle diyen kişi. bu itiraza şu cevabı verir: Aklın delili, bunun cisim olabileceğini ortaya koyacak olursa, o takdirde bu müteşabih. demektir. Acaba bu doğru mudur, değil midir? Bu konuda bize geniş bir açıklama yapar mısınız?
Cevap: Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. Bu oldukça büyük ve son derece önemli bir meseledir. Hicretin
ikinci yüzyılının başlarından itibaren öncekilerden de sonrakilerden de. pek çok kimse, bu konuda şaşırıp kalmıştır. Birinci yüzyılda ise. bu konuda müslümanlar arasında bir anlaşmazlık yoktur. Ca'd b. Dirhem" ve onun arkadaşı Cehm b. Safvan ve sıfatın inkarı üzerinde onların peşinden giden diğer kimselerin ortaya çıkmasıyla bu gibi tartışmalar görülmeye başlandı.
Sıfatlan reddeden Cehmiyye'nin sözleri ortaya çıkmaya başladı. Onlar şöyle dediler; "Çünkü sıfatların kabul edilmesi teşbihi (benzetme) ve tecsimi (cisimlendimeyi) gerektirir. Halbuki noksan sıfatlardan münezzeh ve şanı yüce olan Allah, bundan uzaktır. Çünkü sıfat dediğimiz şeyler ilim. kudret, irade ve benzerleridir. Bunlar ise başkalarıyla var olabilen birtakım araz ve manalardır. Araz ise ancak cisim ile var olabilir. Şanı yüce Allah ise cisim değildir. Çünkü cisimler sonradan yaratılmış (hadis) arazlardan uzak kalamazlar. Hadislerden uzak kalamayanın kendisi de muhdes. yani hadistir."
Dediler ki: "Böylelikle bizler cisimlerin hadis olduğunun delilini getirmiş olduk. Bu batıl olursa, cisimlerin hadis olduğunun delili de batıl olmuş olur. O takdirde alemin hudu-su (sonradan meydana »elme dair olan delil de geçersiz olur. Buna bağlı olarak Sani" (yüce Allah) in ispatına dair olan delil de kendiliğinden geçersiz hale gelir."
Dediler ki: "Sıfatların kendileri olan araz. ancak cisim ile varolabildiğine. cisim de parçalardan oluştuğuna göre, oluşan da (varlığı için) başkasına muhtaç okluğuna ve başkasına muhtaç olmaması ve kendi zatıyla vacibü'l vücut olmasından sözedilemeyeceğine göre; şanı yüce Allah, başkasına ihtiyacı olmadığı İçin. kentli zatıyla vacibü"l-vücud'dur. (O hakle O'nun sıfatlan olamaz)."
Dediler ki: "Cisim sınırlı ve sonludur. Eğer Allah'ın sıfatları bulunacak olsaydı. O da sınırlı ve sonlu olacaktı. Bu durumda O'nıı şu kadar değil de, bu kadar olmakla sınırlandıran bir sınırlayıcının bulunması da kaçınılmazdır. Bir sınırlayıcıya ihtiyaç hissettiren ise. başkasından müstağni, kadim ve kendi zatıyla vacibü'l-vücud olamaz."
Yine dediler ki: "Eğer O'nun varlığının sıfatları olsa. hiç şüphesiz bircisini olurdu. Bir cisim olsaydı elbette ki diğer cisimlere benzerdi. O takdirde diğer cisimler hakkında söz konusu olabilenler O'nun hakkında da söz konusu olur, olamayan şeylerde O'nun hakkında söz konusu olamazlar. Bu ise yüce Allah için düşünülemez, imkansızdır.
Cehm b. Safvan ve diğer aşırı giden Karamita ve filozoflar benzen şeyler ekleyerek şöyle derler: "O'nun şey, hayy ve alim sibi birtakım isimleri yoktur. Çünkü bu tür isimler-den bir ismi bulunursa, hayat ve ilim gibi isim anlamına olan birtakım niteliklere de sahip olması gerekirdi. Çünkü müştakın doğruluğu, kendisinden iştikak olunanın da doğruluğunu gerektirir. Bu ise onunla birlikte sıfatların kaim olmasını beraberinde getirir ki. bu da imkansız bir şeydir. Çünkü Ona bu isimler verilecek olursa, bu isimlerin, O'ndan başkasına da ad oldukları unutulmamalıdır. Şanı yüce Allah ise başkasına benzemekten münezzehtir."
Diğer başkaları bu aşırılıklara başka şeyler ekleyerek şunları söyler: ''O'nun hakkında ne varolmaktan, ne de yok olmaktan söz edilebilir, O'nun hakkında vardır da denilemez, yoktur da denilemez. O Hayy'dır da denilemez, değildir de demlemez. Çünkü varlığının kabul edilmesinde, O'nu varolan şeylere benzetmek, reddedilmesinde ise yok olanlara benzetmek söz konusudur. Bütün bunlar ise başlı başina birer benzetmedir.
İşte bu Cehmiyye mensubu kimseler ortaya çıkınca, selef ve imamlar onların bu söylediklerini kabul etmeyerek reddetmiş, karşı çıkmışlar, şer'an onlara gösterilmesi gereken tepkiyi göstermişlerdir. Bu tür inanışlar önceleri gizli idi. Söz konusu bu gizlilik birinci yüzyılın sonları ile ikinci yüzyılın başlarında Harun er-Reşid'in oğullarının devleti yönettikleri dönemde Cehmiyye'nin ortaya çıkıp güçlenmesi ile meydana çıktı. İnsanları bilinen şekilde mihnete düşürdüler. Onlardan Kur'aıVın mahluk olduğunu ve buna bağlı olarak diğer görüşleri -Rü'yetin ve sıfatların inkarı gibi kabul etmelerini istediler. Bütün bunlar ise Kur'an'ın birtakım arazlar topluluğu olduğu tezinden hareketle yapılıyordu. Onlara görç, eğer Kur'an Allah'ın (c.c.) zatı ile kaim olacak olursa, Allah'ın (c.c.) zatı ile araz da kaim olur: o takdirde teşbih ve tecsim de kaçınılmaz olur.
Cehmiyye ile birlikte bir başka topluluk ortaya çıkarak yüce Allah'ı mahlukatına benzettiler. O'nun sıfatlarını yaratıkların sıfatları türünden kabul ettiler. Selef ve imamlar. Muattıla-Cehmiyye'nin görüşlerini reddettiği gibi, Mümes-sile-Müşebbihe'nin görüşlerini de reddettiler. Mutezile'nin imamı Ebu'l-Huzeyl el-Allaf ve onun benze ri sıfatı reddeden kimseler idi. Bunlar dediler ki: "Bu durumda Allah'ın (c.c.) cisim olması gerekir. Şanı yüce Allah ise cisim olmaktan münezzehtir. Diğerleri ise şöyle dediler: "Bilakis O bir cisimdir. Cisim ise kendi nefsi ile varolan ya da kaim olandır." Veya başka türlü birtakım sözler söylediler ve cismi kabul etmeyenlerin delillerini burada soruya ayırdığımız cevap miktarını aşacak kadar uzun sözlerle eleştirmeye çalıştılar.
Diğer taraftan bunlar arasında şunu söylenler de olmuştur: O bir cisimdir, fakat diğer cisimler gibi değildir." Yine onlar arasından mahlukatın özellikleriyle O'nu nitelendirenlerde çıktı. Bu iki gruba mensup olanların her birisine ait oldukça çirkin sözler söylemektedir.
Daha sonra Ebu Muhammed b. Küllab geldi. O ve onun peşinden gidenler şöyle dedi: "Yüce Allah sıfatlarla mevsuf-tur. Ancak sıfatlar araz değildir. Çünkü bu sıfatlar kadim ve bakidir. Bunlar sonradan arız da olmazlar, zeval de bulmazlar. Fakat hareketler gibi fiillerle kaim olan vasıflarla nitelendirilemezler. Çünkü bunlar sonradan arız olur ve zeval de bulurlar.
İbn Kerram ve ona tabi olanlar da şöyle der: "Fakat o. bunlar arazdır denilecek olsa bile, sıfatlarla muttasıftır. Hadis bile olsalar kendi nefsiyle kaim, fiillerle muttasıftır." Kendilerine: "Bu durum O'nun cisim olmasını gerektirir" denildiğinde de şu cevabı verdiler: "Evet. O cisimdir, fakat diğer cisimler gibi değildir." Bu durumu.se her zaman için İmkansız, muhal olamaz. Mümteni' (imkansız) olan. O'nun için vacip, caiz ve mümteni' olan bütün konularda muhlukata benzemesidir.
Onlar arasından şöyle diyenler de olmuştur: "Ben sadece cisim lafzım O'nun için kullanıyorum, anlamını kastetmiyorum." Bu kelamci ve bu tür teorilerle uğraşanlar arasında oldukça uzun araştı imalar ve bahisler vardır ki. başka bir yerde onlardan yeteri kadar söz etmiş bulunuyoruz.
Selef ve imamlara gelince, onlar ister reci. ister kabul etmekle ilgili olsun, bidat olarak ortaya çıkardıkları hiçbir konuda bu gruplardan herhangi birisi ile birlikte olmadılar. Bunun yerine onlar Kitab'a ve Sünnet'e dört elle sarıldılar. Açık. akla en uygun olanın bu olduğu görüşünde birleştiler. Bu bakımdan Kitap ve Sünnet'te bize ulaşan manalarının hakikati bilinmese de. O'nun isim ve sıfatlarını, kendisine iman edilmesi gereken bir hak olarak kabul ettiler. İnsanların ortaya atıp bir kısmının kabul ederken, bir .başkalarının reddettikleri her bir kelimeye ve söze gelince; o lafzı söyleyenin amacını anlayıncaya kadar, onu red de. kabul de ede- . meyiz. Eğer bu lafızdan muradı hak ise. Rasullerin. Ki-tab'ın ve Sünnetin getirdiklerine -reddetmek veya kabul etmek bakımından- aykırı düşüyorsa bu tür sözleri söylemeyi kabul etmeyiz (dediler): ve Kur'an'ın getirmiş olduğu yolun hem açık akla, hem de sahih nakle uygun olan yol olduğu görüşünde birleştiler. Bu yol ise, peygamberlerin ve Rasullerin izlediği yoldur.
Gerçek şu ki, Allah'ın Rasulleri (salat ve selam onlara) mücmel bir nefy ve mufassal bir isbat ile gelmişlerdir. Bu bakımdan şanı yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"İzzet sahibi olan Rabbin, onların (müşriklerin) nitelendirdiklerinden münezzehtir. Rasullere selam olsun ve alemlerin Rahhi olan Allah'a hamdolsun," (Saffat: 37/180-182)
Bu şekilde şanı yüce Allah, rasullere muhalefet edenlerin nitelendirdikleri her şeyden kendisini yüceltmiş, tenzih etmiş, diğer taraftan rasullere de selam etmiştir. Çünkü onların söyledikleri, eksiklikten ve kusurdan uzaktır. Rasullerin izlediği yol ise, Kur'an-i Kerim*in getirmiş olduğu yoldur. Şanı yüce Allah Kur'an-ı Kerim"de sıfatlan ayrıntılı bir şekilde isbat ederken, teşbih ve temsili de toplu olarak (ic-malen) reddetmektedir.
O, Kur an-1 Kerim'de herbir şeyi bildiğini ve her şeye kadir olduğunu açıklamakta. Aziz. Hakim. Gafur. Rahim. Semi', Basir. Vedud olduğunu belirtmektedir. O şanı yüce zatının azametiyle birlikte müminleri sever, onlardan razı ve hoşnut olur. Kafirlere karşı gazab eder ve onlara kızar. O gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arş'm üzerine istiva etti. Musa ile özel bir şekilde konuştu. Dağa tecelli ederek onu paramparça etti. Ve buna benzer diğer haberler...
Red konusunda şöyle buyurur:
"O'nun benzeri gibisi yoktur." (Şura: 42/11)
"Sen O'na bir adaş bilir inisin?" (Meryem: 19/65)
"Allah'a misaller (benzerler) icad etmeyin."(Nahl: 16/74)
"De ki: "O Allah, bir ve tektir. Allah, Samed'dir. Doğmamıştır, doğurmamıştır ve hiçbir kimse O'nun dengi değildir." (İhlas: 112/1-4)
Böylelikle sıfatı isbat ederken, mahlukata benzerliği de nefyetmektedir.
Selefin izlediği yol tahrif, ta'til. tekyif ve temsil söz konusu olmaksızın, yüce Allah'ı kendi zatını kendisinin ve ra-sulünün vasfettiği şekilde nitelendirmektir. Rasullere muhalefet edenler ise. onu olumsuz (selbi) sıfatlarla nitelendirirler: şöyle değil, böyle değil, derler. Kendilerine; "onun için sabit, yani olumlu sıfatlardan bahsediniz" denilecek olursa: "O mutlak vücuddur veya sıfatsız bir zattır"' derler.
Sarih akıl ile bilinmektedir ki. mutlaklık şartı ile birlikte mutlak, ancak zihinlerde vardır. Ayanda öyle bir şey yoktur. Şartsız mutlak ise. hariçte asla bulunmaz. Ancak tayin edilmiş olarak varolur. Böylelikle Rabbin onlar açısından mahiukattan farklı bir hakikati olmamış olur. Aksine ya O'nu muattal kılarlar, yahut damahlukatm varlığı olarak görürler veya mahlukatın bir parçası ya da niteliği olarak kabul eder. mücmel lafızların manalarından ise uzak dururlar.
Herhangi bir kesim: "Allah bir cihettedir ya da bir mekandadır" diyecek olur. bir başka kesim i.se: "Allah herhangi bir cihette veya bir mekanda değildir" derse; sizler bu sözleri söyleyen her bir kesime amacının ne olduğunu sorunuz. Çünkü cihet ve mekan. lafızları mücmel ve müşterek lafızlardır. O zaman şöyle diyeceklerdir: ''Hafik ve mahluktan başka mevcut yoktur. Şanı yüce Allah ise mahlukatmdan ayrı ve münezzehtir. Çünkü O. mahlukatı kendisinden farklı.
kendisinden ayrı ve kendi zatının dışında olarak yaratmıştır. Mahlukatı içerisinde Onun zatından hiçbir şey olmadığı gibi. O'nun zatında da mahlukatından hiçbir şey yoktur. Şayet farklı olmamış olsaydı, ya onlarla içice, onlara hulul etmiş, ya da onlar O'nun içerisinde yer almış olacaktı. Ya da O. mahlukatından ayrı ve farklı değildir. Onlarla içiçe-dir. bu takdirde yok demek olacaktır. Şanı yüce Allah, bütün bunlardan da münezzehtir.
Sıfatlan reddeden Cehmiyye mensupları, bazen hulul ve ittihadı, gerektirecek sözler söylerler, ya da bunu açıkça belirtirler; bazen de inkarı ve ta'tili gerektirecek türden sözler söylerler. Sıfatlan reddedenler, aslında hiçbir şeye ibadet etmemekte, kabul edenler de her şeye ibadet etmektedirler. Şu da denilmektedir: Eğer Halik ve mahlukun dışında hiçbir varlık söz konusu değilse Halik, mahluktan ayrı ve farklıdır.
Bir kimse; "O bir cihettedir ya da hiçbir cihette değildir." dese: ona şöyle denir. "Cihet ya var olan bir şeydir ya da yoktur. Var olan bir şey ise ve Halik ve mahluktan başka bir şey de yoksa. Halik da mahluktan ayrı ve farklı ise. o bakımdan Rab yaratılmış ve var olmuş hiçbir cihette olamaz. Eğer cihet olmayan bir şey ise. mesela alemin Ötesine cihet adı verilmekte ise; şayet Halik alemden farklı ve ayrı ise. bu sefer ''alemin ötesi" ismi verilmiş bir cihet olur. O var olan bir şey değilse o takdirde Allah (c.c.) var olmayan bir cihettedir, demektir. Fakat; ''O yokluk içerisindedir" diyenin sözü ile: "Kendisinden başka hiçbir şey içerisinde değildir" diyenin sözü arasında fark yoktur. Çünkü yok olan. bütün akıl sahiplerinin ittifakıyla hiçbir şey değildir.
Şüphesiz ki onlar "cihet" sözcüğü ile kimi zaman var olan bir manayı, kimi zaman da olmayan bir manayıanlatmak isterler. Hatta aynı kişi söylediği sözlerde biranda şunu da ötekini de kastedebilmektedir. Şayet bu tür ihtimaller ortadan kaldırılacak olursa, o takdirde işin hakikati ortaya çıkmış olur. Birisi: "Eğer Rab bir cihette bulunursa o cihetin de onunla birlikte kadim olması gerekir" derse, ona şöyle söylenir: "Senin bu söylediğin söz. cihet ile onun dışında bir başka mevcudun varolması kastedilecek olursa böyledir. Bu değerlendirmeye göre Allah (c.c). hiçbir cihette değildir."
Bu kişi: "Eğer Rab görülecek olursa, mutlaka bir cihette olacaktır. Bu ise muhaldir" derse, ona şöyle denir: Eğer sen bu sözlerinle 'varediimiş. yaratılmış bir cihette olur"'demek istiyorsan bu muhaldir, imkansızdır. Çünkü varedümi-şin (mevcud) görülmesi mümkündür. Örneğin: Alem gibi kendisinden başka bir mevcudun içerisinde olmasına bile. Onun sathının görülmesi mümkündür ve bu alem. bir başka alemin içerisinde değildir. Eğer bu kişi: "Yok dahi olsa, cihet adı verilen bir şeyin içerisinde mutlaka bulunması gerektiğini anlatmak istedim. Çünkü alemden ayrı ve farklı olacak olursa, zaten alemin ötesine cihet adı verilmiş demektir." derse: ona: O zaman ne diye bu itibara göre 'eğer o bir cihettedir denilecek olursa, bu imkansızdır', dedin? diye sorulur. "Çünkü alemden farklı olup gözle görülen ancak cisim ya da mütehayyiz lafızları üzerinde de durulmalıdır. Bu sefer ona şöyle denir: Mütehayyiz kelimesi ile başkası tarafından kuşatılan ve ihtiva edilen şey anlatılmak istendiği gibi. başkasından ayrı ve farklı olan şey de anlatılmak istenir. Yani böylelikle mütehayyiz başkasından değişik ve ayrı bir yer tutan olur. Sen mütehayyiz kelimesi ile birincisini kastediyorsan şanı yüce Allah mütehayyiz olmaktan yücedir. Çünkü O. mahlukattan ayrı ve farklıdır ve başkası tarafından kuşatılamaz. İkincisini kastediyorsan o şanı yüce olan Allah, mahlukatından ayrı ve farklıdır ve onlardan bağımsızdır. Kesinlikle o mahlukatına hulul ve onlarla ittihad etmemiştir.
İşte bu geniş açıklama ile karışıklık ve sapma ihtimalleri ortadan kalkar. Aksi takdirde Esma ve Sıfat't an herhangi bir şeyi reddeden herkes, bunları kabul eden kimseleri mü-cessim ve tahayyüz ve ciheti kabul eden kişi olarak nitelendirir. Mutezile ve benzerleri; ''Allah özel bir hayat ile Hayy'dır, özel bir ilim ile Alim'dir, kudreti ile Kadirdir, işit- . me ile Semi'dir. basar ile Basir'dir, kelam ile mütekel-lim'dir." diyen Sıfatıyyeyi Mü c es,s im e. Müşebbihe ve Haş-viye diye adlandırırlar. Halbuki sıfatıyye selefin kendileridir, büyük imamlardır. Diğer taraftan Kilabiyye, Kerrami-ye. Eş'ariyye ve Salimiyye ile bu ümmete mensup diğer taifelerden olup sıfatları kabul eden bütün kesimler, sıfatları kabul etmeyen Cehmiyye. Mutezile ve bir grup felsefeci bunlara şöyle demiştir: Sizler Allah'ın hayat, kudret ve kelam gibi sıfatlarını kabul ederseniz, bunlar arazdır. Araz ise ancak bir cisim İle ayakta durabilir. Eğer siz onun gördüğünü söylüyor iseniz, ancak bir cihette bulunup bir yeri gözetleyen için görmek söz konusu olur. bu ise temsili gerektirir. Şayet Eş'ariler ve onlara uyanlar: "Bizler bu sıfatlan kabul etmekle birlikte bunlara araz adını vermeyiz. Çünkü araz. mahallinde arız olan şeyin adıdır. Bu sıfatlar ise bakidir ve asla zeval bulmaz," diyecek olurlarsa, bu sıfatları reddedenler onlara şöyle der: "Bu lafzi bir tartışmadır. Çünkü araz size göre -bu muhal varolduğu sürece- mahallinden asla ayrılmayan ile mahallinden ayrılması mümkün olan kısımlara ayrılır. Birincisi cismin mütehayyiz olması, hatta insan için hayatiyet ve nutuk sahibi olmak gibidir. O insan olarak kaldığı sürece bu sıfat ondan ayrılmaz.
Sizin: Araz iki ayrı zaman dilimi içinde kalmaz sözünüze gelince; bu diğer bütün akıllılar arasında tek başınıza ileri sürdüğünüz bir görüştür. Siz bununla hissedilen şeylere ters düşüyorsnuz. Amacınız bu tür mugalatalarla, bu gibi susturucu delillerden kurtulabilmektir. Hem siz onun emsalinin teceddüdünü söylüyorsunuz ki. bu arazın kalıcı oluşunun anlamını ortaya koyar. Bu sizin, onun hakkında "yüzyüze gelmeden veya arkasını dönmeye gerek kalmadan görür, onu gören de herhangi bir yöne dönmeksizin onu görür." demeniz gibidir. Bu da bütün akıllılar arasında tek kaldığınız, hisse ve akla ters düştüğünüz bir İddiadır. Sıfatları reddedenler onlara şöyle derler: Böylelikle sizler teşbihi ve haşvi gerektiren şeyleri kabul etmiş, ya da telazûmü nefyedip sarih akla ve zarurete muhalefet etmiş oldunuz. Bu bakımdan sizin ileri gelen otoriteleriniz şu sonuca varmışlardır: SizIerhakikatte yüce Allah'ın görüleceğini kabul etmemekte bizimle aynı görüşü paylaşmaktasınız. Fakat sizler Ehl-i Sünnet ve:l-cemaat diye meşhur olmuş bulunan "Haşviyye"nin yanında bu rii'yet meşhur olduğundan dolayı onu kabul e-der görümlünüz. Ta ki sizin hakkınızda, siz de onlardansınız, denilinceye kadar. Ya da sizler bu rü'yeti bir çelişki olarak kabul etmiş bulunuyorsunuz. O halde sizler çelişki ile yağcılık arasında gidip gelen bir kesimsiniz.
Eğer kişi sıfatı reddedip, kelamın öncüleri olan Mutezi-le'nin yaptığı gibi. Allah'ın Esma-i Hüsna'sim kabul eden kimselerden ise: bu sefer Allah'ın Esma-i Hüsna'smi reddeden kimseler ona Karamita-Hakimiyye-Batıniyye'nin ve başkalarının yaptığı gibi "Miişebbih, Haşvi ve Mücessim" adını verirler. Ve ona derler kt: "Onun mevcut, Alim. Hayy ve Kadir olduğunu söyleyecek olursanız işte bu teşbih, tec-sim ve haşv'i kabul etmek demektir. Çünkü bunlar kabul edilecek olursa, bunlarla diğer mahlukata benzemiş olacaktır. Çünkü hayy. alim ve kadir olan bir varlığın, aklen cisimden başka bir şey olmasına imkan yoktur ve bütün bu isimler sıfatları, sıfatlar ise cisimleri gerektirir.
Eğer kişi aşın Cehmiyye'nm. Karamita ve felsefecilerin yaptığı gibi. isimleri ve sıfatları reddeden kimselerden ise. o takdirde, yüce Allah'ın mevcut olduğunu kabul etmekten başka bir çaresi olmayacaktır.
Bu durumda o reddedenler de ona şöyle diyecektir: "Sen müeessim. müşebbih ve haşvinin tekisin. Çünkü, eğer o mevcut ise varolmak, vücud bulmak anlamında, başkası da onunla ortaktır ki. bu teşbihtir. Çünkü cisim ya da bir cisim ile ayakta kalabilen şeylerden başkasının mevcut olması, ak-len mümkün değildir. O takdirde bu kişi şunu söylemek zorunda kalır: Ne vardır, ne yoktur: ne hayy'dır. ne ölüdür veya var da değildir... Böylece aynı anda iki çelişiğin de reddedilmesi ve iki çelişiğin anlamında olan her şeyin de reddedilmesi gerekir. Bu ise aklın apaçık gerçekleri karşısında batıl olan en büyük konulardandır. Bununla birlikte on-lann söyledikleri kıyasa konu edildiği takdirde, onun imkansız olanlara benzetilmesi gerekecektir. Çünkü var da olmayan, yok da olmayan bir şeyin kesinlikle bir hakikati yoktur. Yani ne varlığı, ne de yokluğu söz konusudur. Bilakis bu. sadece zihinsel olarak düşünülebilen. fakat ayanda asla gerçekleşmeyen bir şey olur. Bununla birlikte bu tür iddialar açık küfrün de kendisidir.
Eğer onun kadim ve vacibü'l-vucudu tümden reddettiği kabul edilirse, bütün küfür çeşitlerinin esası olan böyle bir küfürle birlikte o. zorunlu hükümlere karşı da inat etmiş demektir. Çünkü biz mevcudatı görüyoruz ve her bir mevcudun ya kadim yahut da muhdes olduğunu biliyoruz. Onlar ya kendi nefsiyle vacib, ya da başkası tarafından varedilmiş nef-siyle mümkündür. Her muhdes ve nefsiyle mümkün olan ise, başkasıyla vardır, yani başkası tarafından yaratılmıştır. O bakımdan onun varedilmesi için bir kadimin ve kendi nefsiyle vacip birisinin varlığı kaçınılmazdır. Varolmak, zorunlu olarak kadim bir mevcudun varlığını kabul etmeyi gerektirir. Varlıklar ise varlığı mümkün ve muhdes olanlardır. Nitekim hayvan ve bitki gibi muhdes varlıklarda bunu görüyoruz.
Akılların zorunlu kıldığı bir gerçek olarak varlık arasıda kadim ve kendi nefsiyle vacip olan bulunduğu gibi. muhdes (sonradan varedilmiş) ve nefsiyle mümkün varlık da vardır. Bu iki varlık, "varlık" olarak adlandırılmakta birleşirler. Fakat birisi diğerinden varlığının özelliği ile ayrılmıştır. Bu iki farklı varlık arasındaki, ortak özellikleri ve aralarındaki farklılığı kabul etmeyen bir kimse, ya bütün varlıkları kadim ve kendi zatlarıyia vacip kabul edecek, ya da hepsini muhdes. mümkün ve varolmak için başkasına muhtaç olan varlıklar olarak kabul edecektir. Bu iki kabulün de zorunlu olarak fasit kabuller okluğu açıkça bilinmektedir. O halde varlıklar arasında bir açıdan ortak özelliğin, diğer bir açıdan da farklılığın kabul edilmesi kaçınılmaz oluyor. Bizler şunu diyoruz: Varolan yaratıcı diğer bütün varlıklardan o kadar büyük farklı özelliğe sahiptir ki. bu özellik onun dışında kalan bütün varlıkların birbirlerine olan farklılıklarından daha büyüktür. Eğer "Melik" ile '"Sivrisinek" aralarındaki büyük farklılıklara rağmen varlık ve dirilikle nitelendirilmekte ortak iseler, şanı yüce Halık'ın mahlukatnv dan farklı ve ayrı olması daha da öncelikle söz konusudur. İsterse birtakım isim ve sıfatlarda birbirleri arasında uygunluk bulunsun...
Şimdi bu öncül açıklık kazandığına göre. kalkıp: "Akli delil tecsime delalet edecek olursa, bu müteşabih olur" diyen kimsenin sözü anlaşmazlığı sona erdirebilecek türden bir söz olmaz. Bundan herhangi bir yarar elde edilemeyeceği gibi sahih olanla sahih olmayan, doğru olanla doğru olmayan arasındaki fark da belirginlik kazanamaz.
Çünkü sıfat ve isimlerden herhangi bir şeyi reddeden bir kişi. mutlaka bunun tecsime delalet ettiğine dair akli bir delile sahip olduğunu ve dolayısıyla bunun müteşabih olduğunu zanneder. Yine onun zannına göre; o takdirde bütün isim ve sıfatlar müteşabih olmalıdır. O zaman mutlak bir tatilin gereği ortaya çıkar. Şanı yüce Allah'ın isim ve sıfatlarının hiçbir manası anlaşılmaz. Hayy İle Alîm. Kadir ile Rahim. Cebbar ile Selam arasındaki anlam farkı ortaya çıkmayacağı gibi. yaratmak ile istiva etmek: öldürmek ile hayat vermek; gelmek ile gitmek; affetmek ile mağfiret etmek arasındaki bir anlam ayrılığı da belirginleşmez.
Bunu açıklayalım: Cehmiyye. Mutezile. Karam ita. Batıniye ve felsefeciler arasından, onların izinden gidip sıfatları reddedenler şöyle der: "Sizler. Kur"an mahluk değildir, dediğinizde ve şanı yüce Allah'ın ilim. kudret ve irade sahibi olduğunu söylediğinizde, tecsimde bulunmuş olursunuz. Çünkü akli delil bu iddiaların tecsime delalet ettiğini ortaya koymaktadır ve bu anlamlar kendi kendilerine var olamazlar. Bunlara ister sıfat, ister araz. isterse başka isimler veriniz, ancak kendilerinden başkasıyla varolabilirler. Bizler ise mananın cisim ile ayakta durabileceğini ancak aklen kavrayabiliriz. Cİsimsiz bir mananın varolduğunu kabul etmek akla uygun değildir."
Eğer bunların varlığını kabul eden kimse: "Aksine bu manaların cisim olmadan da varolmaları mümkündür; nitekim bize göre de. size göre de cisim olmayan, alim ve kadir olan bir varlığı kabul etmemiz olanaklıdır." deseler, isbat edenler devamla: "Rıza. gazab. yüz. el. istiva, gelmek ve diğer bütün sıfatları ve bunların cisimsİz olarak varol abileceklerini kabul ediniz." derler.
Eğer i;Rıza ve gazabın ancak bir kalp ile varolabileceğini. kalbinde cisim olduğunu"' söyleseler ve "biz aklen yüz ve eli ancak cismin bir parçası olarak kabul edebiliriz"' deseler, onlara şöyle denir: Bizler cisim ile var olmayan bir ilmi. cisim ile varolmayan bir kudreti, cisim ile varolmayan işitmeyi, görmeyi ve kelamı aklen kabul edemeyiz. O halde sizler birbirlerine benzeyen şeyleri niçin ayrı değerlendiriyorsunuz ve neden bunların cisimsiz olarak varolabilecek lerinin mümkün olduğunu, buna karşılık ötekilerin ancak cisimle var olabilmelerini kabul edebiliyorsunuz? Halbuki akıl bakımından her ikisi arasında herhangi bir fark yoktur." Onlar: "'İntikam almak arzusuyla kalbin kanının kaynamasına gazab denir. Burun, dudaklar, dil. yanak ve benzeri şeylerden meydana gelmiş kısma da yüz denir." derlerse onlara şöyle cevap verilir. Eğer sizler kulun gazabını ve yüzünü kastediyorsanız, buna uygun olarak size şöyle deriz: Aklen. görmek ancak gözle, işitmek, ancak kulakla, konuşmak dudak ve dille mümkün olur. İrade ise ancak bir yarar sağlamak ya da bir zararı önlemek İçindir. Halbuki siz Cenab-ı Rabbü'l-Alemin'e işitmeyi, görmeyi, kelamı ve iradeyi nisbet ediyor ve bunları kulun benzeri sıfatlarından farklı değerlendiriyorsunuz. Sizin nisbet ettiğiniz bu sıfatlar eğer kulun sıfatlarının benzeri ise. o takdirde bütün bunlarda da temsile kaçmanız gerekir. Sizler bu sıfatları kabul ederken şanı yüce Allah'a celaline yakışan ve mahlu-katın sıfatlarına benzemeyen bir şekilde yüz"ü nispet ediyorsanız, o halde bütün sıfatlan da O'ııa bu sınırları belirli olan şekilde nispet ediniz. Çünkü sıfatlar arasında fark yoktur ve sizin reddetmiş olduğunuz sıfatlar hakkında kabul etmiş olduğunuz sıfatların benzerini düşünmeniz gerekmektedir. Ya hepsini işlevsiz kılacaksınız: ki bu imkansızdır, ya da O'nu mahlukata benzeteceksiniz ve O"nu. O'na has şekliyle tasdik ederek, başkasının bu konuda O'na benzemediğini kabul edeceksiniz. Bu durumda sıfatlar arasında herhangi bir fark kalmayacaktır. Teşbih ve tecsimden kaçmak maksadıyla sıfatların kimisini kabul ve kimisini reddederek sıfatlar arasında fark gözetmek, birbirine benzeyen şeyler arasında fark gözetmek gibi bir içerik taşıyan batıl bir sözdür ve bu iki iddia arasında çelişki vardır.
Dese ki: "Akli delil onların bir kısmının varlığına delalet ederken bir kısmının varlığına delalet etmemektedir. Örneğin: Akıl. ilim ve iradeye delalet etmekte, ancak rıza. gazab ve benzerlerine delalet etmemektedir."
Buna çeşitli şekillerde cevap verilebilir:
Birincisi: Delilin olmayışı kendisi için delil getirilen (medlulün aleyh)in olmayışını gerektirmez. Farzedin ki bu sıfatların hiç birisi aklen bilinemiyor ve aynı şekilde aklen de naklen (sem'an) de onun reddedileceği de bilinemiyor. Bu takdirde onun reddi caiz olamaz. Aksine onun varlığının delili bulunursa, varlığının kabul edilmesi gerekir: değilse bu konuda karar verilemez.
İkincisi: Onun sevmesine ve buğzuna aklen delil getirmek mümkündür. Hikmetine, rahmetine ve benzeri diğer sıfatlarına da öyle. Tıpkı iradesine delil getirildiği gibi. Nitekim biz bunu başka yerlerde açıklamış bulunuyoruz.
Üçüncü: olarak şöyle denir: Sem' (yani nakil) buna delalet etmemektedir. Akılsa bunu reddetmiyor. O halde itirazdan uzak delil ile amel etmek gerekir. Tekrar ortaya çıkıp: "Hayır, akıl bunu kabul etmiyor. Çünkü bu sıfatlar tecsimi gerektirir, akıl ise tecsimi kabul etmiyor", dese. ona şöyle denir: "Senin kabul etmediğin bu sıfatlar ile ilgili söz lerin. kabul ettiğin sıfatlar konusundaki sözler gibidir. Eğer bunlar tecsimi gerektiriyorsa, diğerleri de öyledir. Tecsimi ge-rektirmiyorsa bunlar da aynı şekildedir. Bu iki tür sıfat arasında, onların kimisi teşbih vaya tecsimi gerektirip diğerleri gerektirmez, şeklindeki bir iddia, birbirinin benzer olan şeyleri ayrı değerlendirmek ve zıt görüşleri bir arada kabul etmek demektir. Çünkü birisi için kabul etmediğini, öbürü için kabul ediyor: birisinde kabul ettiğini de öbüründe reddediyor. Böylelikle o çelişik iki şeyi bir arada kabul etmiş
oluyor.
Bu bakımdan muhakkikler şöyle demiştir: Kitap ve Sünnet ile sabit olmuş bulunan Esma ve sıfattan herhangi bir şeyi reddeden herkes, kaçınılmaz olarak çelişki içerisindedir. Çünkü onun reddettiği şeylerdeki recldin delili, bizzat ispat konusunda söylenen şeylerin aynısıdır. Eğer nefiy konusunda aklın delili sağlıklı ise. hepsinin nefyedilmesi gerekir. Değilse bunların hiçbirisinin reddedilmesi gerekmez. Bir şeyi kabul ederken onun benzerini reddetmesi batıl bir çelişkidir.
Eğer Mutezile'ye mensup kimse: "Sıfatlar tecsime delalet eder. çünkü sıfatlar ancak cisimle-ayakta durabilen arazlardır. Bu bakımdan ben isimler bir yana. sıfatlarla ilgili nasları tevil etlim." dese; ona şöyle elenir: Sen aynı şeyi isimlerde de yapmak zorundasın. Çünkü senin hayat. ilim ve kudreti bulunan bir kimsenin ancak cisim olabileceğine dair getirdiğin aynı delili, senin hasmın alim, kadir ve hayy olanın da ancak cisim olacağına dair delil olarak getirmektedir ve sana şöyle denilir: Senin hayy. alim ve kadir olan birisini kabul etmen, ya tecsimi gerektirir, ya da gerektirmez. Eğer gerektiriyorsa senin de cismi kabul etmen gerekir. O takdirde her iki durumda da rü'yetin mahdud olması söz konusu değildir. Eğer gerektirmezse şöyie denilebilir: İlim, kudret ve iradenin kabul edilmesi, tecsimi gerektirmez. Bu konu gerektirmiyorsa o da ötekini gerektirmez. Şayet bu. bunu gerektiriyorsa, o da bunu gerektirir. Çünkü aralarında hiçbir fark yoktur. Bunları farklı görürseniz, bu. apaçık bir çelişki olur.
Cehmiyye'den. Karmatilerden ve felsefecilerden bu konuda onlara muvafakat eden kimse: "Ben hem isimleri, hem de sıfatlan reddediyorum." dese. şöyle cevap veriJir: Senin için bütün isimleri reddetmek imkansızdır. Çünkü varlığını kabul ettiğin şeyi ya kalbin işaretiyle ya da dilin ifadesiyle belirtmen kaçınılmaz bir şeydir. Eğer: "O sabit, mevcut ve muhakkak; ma'Ium. kadim ve vaciptir." diyecek olursan;
ya da her ne dersen yine onu adlandırmış olacaksın. Farze-delim ki dilinle konuşmuyorsun. O takdirde sen kalbinle mevcud. vacib ve kadim bir varlık kabul edecek, ya da etmeyeceksin. Varlığı kabul etmeyecek olursan, o takdirde varlık, varedici. vacip ve kadim birisi olmaksızın meydana gelmiş olacaktır. Bu durumda bütün mevcudat muhdes ve mümkün varlıklar olacaktır. Zorunlu olarak bilinen gerçek şu ki; muhdes (sonradan varedilmiş) ve mümkün olan varlıklar ancak kadim ve vacip birisi tarafından varedilebilmiş-tir. O hakle senin bu inkarın bile. onun varlığını kabul etmeyi gerektiriyor. Diğer taraftan bu. hiçbir akıl sahibinin söyleyemeyeceği türden bir küfür ve apaçık bir işlevsiz kılmadır. "Ben hatırıma bu konu üzerinde düşünmeyi ve dilimle ondan sözetmeyi getirmiyorum." dersen, sana şöyle denilir: Kalbinin bilgiden, dilinin de söylemekten yüz çevirmesi hakikatlerin tersyüz edilmesini ve varlıkların yokolmasını gerektirmez. Çünkü yapısı itibariyle hak. var olan ve gerçek olan bir şey. busende, bilmesende böyledir. H atı rl asan da unutsan da. o değişmez. Senin bu durumun ise sadece Allah'ı bilmemeyi ve O'nu zikretmekten gafil olmayı. O'ndan yüz çevirerek inkar etmeyi gerektirir. Aynı şekilde özü itibariyle hak olmamasını, varolmamasını, özel isimlere ve yüce sıfatlara da sahip olmamasını asla gerektirmez.
Hiç şüphesiz ki. bu durumun Karmati-Batınilerin ve Dehri-Muattıla'nın ulaşabileceği son inkar noktasıdır: Onlar bilgisizliğin karanlığında ve küfıiin sapıklığında kalır. Allah'ı tanımaz. O'nu hatırlamazlar. O'nun varlığım, isimlerini, sıfatlarını reddetmek için ellerinde hiçbir delil yoktur. Çünkü böyle bir husus kesin inkar ve reddir. Ancak onlar bunu kesinlikle söyleyemezler ve nefyetmek için de ellerinde bir delilleri bulunmaz. Allah'ın isimlerinden ve ayetlerinden yüz çevirdikleri için. O'nu bilmeyen cahiller, O'nu inkar edenlerin, zikrinden gafil olanların durumuna düşmüşlerdir.
Kalpleri O'nu bilmekten, sevmekten ve ibadet etmekten gafil ve ölüdür.
Hem diğer taraftan bunu teşbih ve tecsime düşmemek iddiasıyla yapacak olursalar, onlara şöyle deriz: Tehlikesinden kaçtığınız şey. kendisine sığındığınız şeyden daha kötüdür. Çünkü Sani'i herhangi bir şekilde kabul etmek. O'nu reddetmekten daha iyidir. Hem şu gördüğümüz alem, sema ve arz gibi varlıklar kadim ve kendi zatıyla vacip iseler, sizler görülen şu cisimlen kadim ve kendi zatıyla vacip kabul etmiş olacaksınız. Bu ise, kendisinden kaçtığınızdan daha kötüdür. Şayet kadim ve kendi zatlarıyla vacip değilseler onlar için kadim ve kendi zatıyla vacip bir sam"in bulunması gerekir. O takdirde onun tanınması, bilinmesi açıklık kazanır: Rabbin varlığını kalp ve dille kabul etmek, naklen ve ak-len kesin bir gerçek olarak ortaya çıkar. Eğer bu durum sizin teşbih ve temsil adını vermiş olduğunuz durumu gerektiriyorsa, size şunu söyleyelim ki, hakkın gerektirdiği şey de haktır. Şayet gerektirmiyorsa, o zaman sizler bu tür iddiaları söylemeden de bunu kabul etmek imkanına sahipsiniz demektir. Bu şekilde isim ve sıfatlan kabul etmeyenlerin çelişkileri ve delillerin nasıl onların aleyhinde olduğu ortaya çıkmış olur. Aynı şekilde birtakım sıfatları kabul ederken, diğer bir kısmını reddedenlerin de nasıl bir çelişki içerisinde oldukları belirmiş oluyor.
Reddedenler: Bizim sıfatları reddedişimizin sebebi, alemin hadis olduğuna ve Sani'in isbatına dair delilimizin, aynı zamanda bu sıfatları reddetmeye de delil olmasıdır. Biz ler Sani'i, alemin hudusundan hareketle kabul ettik, Cisimlerin hadis olmasını da araz diye bilinen sıfatların hadis olması dolayısıyla kabul ediyoruz, deseler, ya da aynı şekilde: Bizler onların huduslarmı hareket olarak bilinen fillerin hudusuyla bildik. Çünkü hareketi kabul eden hiçbir şey. hareketten uzak olamaz. Hadislerden uzak olamayan ise hadistir. Gelmeye, gitmeye ve nüzule kabiliyeti olan bir şey. hareket iie nitelenir demektir. Hareket ile nitelendiri-lebilen bir şey ise, ya hareketten, ya da onun zıttı olan sükundan uzak kalmaz. Hadislerden uzak kalamayan bir şey de hadistir. Cisimlerin hadis olması sabit olduğuna göre deriz ki: ihdas edilenin mutlaka bir ihdas edicisinin bilinmesi gerekir. BizdeSani'i böylelikle kabul ettik. EğerO'nu sıfatlan, ya da onunla kaim olan fiilleriyle niteleyecek olursak, o zaman fiil ve sıfatların kadim ile kaim olması caiz olur. Bu takdirde de bunlar cisimlerin hadis olduğunun delili olamaz. O zaman da Sani'i isbatm delili de geçersiz olur, derlerse onlara şöyle cevap verilir: Bu itirazı çeşitli şekillerde cevaplandırmak mümkündür:
Birincisi; Bu belirli delilin batıl olması, bütün delillerin batıl olmasını gerektirmez. Sani'i isbatın pek çok yollan vardır. Bunların ayrıntılarını sınırlandırmak mümkün değildir. Ancak özünü ve ana hatlarını belirlemek imkanı vardır.
İkincisi: Bu delili ne sahabeden, ne tabiinden, ne de müslümanların imamlarından hiçbir kimse kullanmış değildir. Eğer Aziz ve Celil olan Rabbin bilinmesi ve O'na iman edilmesi bu delile bağlı olan bir şey olsaydı, o zaman onların Allah'ı bilmeyen ve O'na iman etmeyen kimseler olmaları gerekirdi. Bu İse bütün müslümanların ittifakı ile küfrün en ileri noktasıdır.
Üçüncüsü: Peygamberler ve rasuller hiçbir kimseye bu yolu izlemeyi tavsiye etmemişlerdir. Eğer marifet bunu bilmeye bağlı ve bu da gerekli bir şey olsaydı, bunları bilmek de elbette gerekli, yani vacip olurdu. Müstehap olsaydı, Allah Rasulü (s.a.v.) mutlaka bunu teşri' ederdi. Eğer bu teşri" edilmiş bir şey olsaydı, şüphesiz sahabe tarafından bize nakledilirdi.
Sıfat ve tevhicl ile ilgili konuda nefy, özetle felsefecilerin. Mutezile'nin ve onlardan başka Cehmiyye'ye mensup kimselerin sözüdür. Felsefecilerle Mutezile arasında ise çeşitli fırkalar yer alır. Aynı şekilde Bağdatlılar ve Basra-Iılar arasında da işitme ve görme sıfatlarını açıklamak bakımından farklılıklar vardır: Bu bir bilgi midir, yoksa bilginin dışına bir idrak mı diye. irade konusunda da buna benzer ihtilaflar vardır.
Selef bu tür mezhebe "Cehm'in görüşleri" adını verir. Çünkü İslam'da bu gibi şeyleri ilk olarak açıkça ortaya koyan odur. Başka bir yerde onun bu konudaki görüşlerini açıklamış buluyorum. Bu görüşler felsefeci Sabiilerin, Brah-manist müşriklerin ve sihirbaz yahudilerin görüşlerinden alınmadır.
Isbat (yani sıfat ve tevhidin kabul edilmesi) ise genel olarak Küllabiyye. Eş'ariyye, Kerramiye, hadisçi sufi ve Han-belilerin çoğunluğu. Şafii ve Malikilerin az istisna dışinda-büyük çoğunluğu. Hanelilerden pek çok kimsenin görüşüdür. Selefiyye'nin görüşü de odur. Fakat isbatta teşbih noktasına kadar ileri gitmek, aşırı Rafızilerin iddiaları ve cahil hadis ehli ile birtakım sapıkların görüşleridir. Diğer taraftan Cehmiyye'nin nefy i ile Müşebbihe'nin isbatı arasında farklar vardır.
Eş'arilerin bir kısmı haberi sıfatlarda onlara muvafakat ederken, büyük çoğunluğu da sifat-ı hadisiyyede onlara muvafakat etmiştir. Sifat-ı Kur'aniyye konusunda ise iki görüşleri vardır:
Eş'ari. Bakillani ve onların ilk dönemlerdeki alimleri Sıfat-ı Kur'aniyye'yi kabul eder, bir kısmı bazısını kabul eder. Diğer bir bakımdan onlarda bir parça Cehmiiikde vardır. Çünkü Eş'ari. Mutezilenin biri Ciibbai'nin görüşlerini almış ve hem Eş'ari mezhebine mensup olanlar, hem de başkaları kelamda onun Cübbai'ye mensup olduğu konusu üzerinde ittifak etmişlerdir. İbnu'l-Bakıllani ise Eş'ari'den sonra en çok isbat (sıfatları kabul) eden kimsedir. "el-İba-ne'" adlı eserinde bunu görüyoruz. İbnu'l-BakıUani'tlen sonra ise İbn Furek gelir. O Kur'an'daki bazı sıfatları kabul etmiştir.
Cüveyni ve onun izinden gidenlere gelince; bunlar Mutezile mezhebine meyletmişlerdir. Çünkü Ebu'l-Meali el-Cü-veyni. Ebu Haşim'in kitaplarını çokça okuyan ve rivayet bilgisi az bir kimse idi. Bu her iki durum da onu olumsuz yönde etkilemiş bulunuyor.
Kuşeyri, İbn Furek'in öğrencisidir. O bakımdan Eş'arı mezhebi o zamandan itibaren nisbeten katılaşıp sertleşerek. -kendisi ile Hanbeli mezhebine mensup kimseler arasında daha önce birbirleriyle ülfet vaya barış bulunmakla birlikte-, bir çeşit nefretleşme ortaya çıktı.
Hanbelilere gelince; Ebu Abdullah b. Hamid sıfat ve isimleri isbatta güçlü, bu konuda gayet ciddi, haberi sıfatlar ile ilgili meseleleri çok iyi bilen, kavrayan bir kimse idi. Arkadaşı Kadı Ebu Ya'la da onun yolunu izlemiş olmasına rağmen bu konuda ondan daha yumuşaktır ve sıfatların is-batı konusunda aşın değildir,
Ebu Abdullah b. Batta'nın izlediği yol ise. katıksız olarak muhaddislerin yoludur. Bu bakımdan "Şeriat" de Ebu Bekr el-Acuri ile ''Sünen" de Lalekai'nin izledikleri yola benzer bir yol izlemiştir. Hallal da onun gibi ve ona yakın bir kimsedir. Şeyh Ebu Muhammed ile muhaddislerin mü-teahhirleri de onun yoluna meylederler.
Ebu'l-Hasen. İbn Ebi'1-Fadl ve İbn Rızkullah gibi "Temimiler"e gelince bunlar nisbeten isbattan uzak ve kendilerinden başkalarına muvafakat etmeye ve onlara karşı yumuşak davranmaya yakın kimselerdir. Bu bakımdan sufiler onların izinden gider. Eş'ariierin Bakıllani ve Beyhaki gibi faziletli alimleri de onlara meylederler. Ebu'l-FauTın yazmış olduğu "Akidem Ahmed" adlı akide Beyhaki'nin esas aldığı akide metindir. Bununla birlikte bu topluluk Sünnet üzere yürüyen bir topluluktur.
İbn Akil'e gelince, inhiraf ettiği noktalarda, sözlerinde, sıfat ve kader ile ilgil konularda, evliyanın kerametleri ile ilgili bahislerde oklukça güçlü bir şekilde Mutezili görüşlerin etkileri görülür. O kadar ki. bu konularda Eş'arile-rin görüşleri onlardan daha güzel ve sünnete daha yakındır.
Aslında Eş'ari. hadis ehlinin görüşlerinden başkasına bağlı bir kimse değildi, Ona göre İmamları. Ahmed b. Han-bel'dir. Ebu Bekr Abdülaziz ve başkaları "Münazarat'ında. onun hadis ehlinin kelamcilanndan olmasını gerektiren ve kendisini onlardan pek farklı bir noktada bulundurmayan görüşler zikretmiştir. Zaten bunlar önceleri birbirlerine yakın idiler. Şu kadar var ki. kendilerinin söylediklerinin bir parça dışına çıkanlara karşı gösterdikleri bazı tepkileri de yersiz ve olumsuz görülebilir. Çünkü bu noktada bir dereceye kadar bidat vardır. Bununla birlikte o söyledikleri, aslı itibariyle katıksız bir şekilde sünnet üzere değildir. Aksine 6. bilinen şekliyle kusurlu bir kimsedir.
Eş'ariler. sünnetten kabul ettikleri sıfatlarda Hanbelile-rin bir kolu durumundadırlar. Nitekim Hanbeliler arasında kelam ile uğraşan ve akli kıyası kabul edip deli! olarak gösterdikleri konularda da Eşariyye'nin bir kolu durumundadırlar. Aralarındaki ayrılık. "Kuşeyri fitnesi" dolayısıyla meydana gelmiştir.
Şüphesiz Horasanlı Eş'ariler. ta'tile doğru sapmışlar. Hanbelilerin büyük çoğunluğu da sıfatların isbatina aslı olmayan şeyler ilave etmişlerdir.
Kadı Ebu Ya'la "İbtalu"t-Te"vir adlı eserinde Kuşeyri'nin hocası İbn Furek'in görüşlerini reddetmiştir. Halife ve başkaları ona meyletmekte idiler. Kuşeyrilerin Selçuklular dolayısıyla güçlen artınca, bu fitne ortaya çıkmış oldu. Bu fitnede (Kadı Ebu Ya'la"ya mensup) Ferrariye -bir tür batıl olmakla birlikte- daha haklı idi. Kuşeyriyye ise çoğunlukla batıl olmakla birlikte bir dereceye kadar haklı idi.
İbn Akii'e gelince; ikisi de Mutezile'den olan hocaları Ebu Ali b. el-Veliü ve Ebu'l-Kasım b. et-Tübban (Tebban) dolayısı ile sözleri arasında çokça Mutezili görüşlere rastlanır. Bu bakımdan onun "İsbatu't-Tenzilv adlı eseri ile başkalarında. Mureysi ve benzerlerinin sözlerine yakın sözleri vardır. Fakat sıfatların isbati konusunda çoğunlukla güzel sözleri bulunmaktadır. "el-İrşad" adlı eserinde de bu görüşler üzerine karar kılmıştır. Bununla birlikte bazen isbat konusunda ileri gittiği de görülür. Fakat buna rağmen sıfat ite ilgili görüşleri eski Eş'arilerin ve Kulabiyye'nin görüşlerine oldukça yakındır. Özellikle Kur'an'ın ve müteva-tir haberlerin delalet ettiğini kabul, bunun dışındakileri de te'vil eder. Bu bakımdan birtakım Hanbeliler şöyle demektedir: "'Ben İbn Akil'in ta'tili ile İbn Hamid'in teşbihi arasında orta görüşleri kabul ediyorum."'
Gazzali'nin sözünde çok büyük oranda felsefi malzeme bulunmaktadır. Bu da İbn Sina'nın "eş-Şifa" adlı eseri ile ih-varurs-Safa'nın Risaleler'i. Ebu Hayyan et-Tevhidi'nin görüşleri ve başkalarının sözlerinin etkisi dolayısıyladır.
Onun sözleri arasında Mutezili görüşler ise. yok denecek kadar azdır. Tıpkı İbn Akil'in sözlerinde felsefi görüşlerin çok az ya da yok denecek kadar az görülebildiği gibi.
Onun "el-İhya" adlı eserinde söyledikleri çoğunlukla güzeldir. Ancak fasid birtakım malzemeler de bulunmaktadır: Felsefi ve kelamı malzeme ile sufilerin birtakım saçmalıkları ve uydurma hadisler bunlar arasındadır.
Sıfatlarla ilgili söyledikleri sözlerin çelişkili olması bakimindan kendisi ile İbn Akil arasında benzer taraflar vardır. Çünkü onun. sıfatların herhangi birisiyle ilgili söylenen sözleri bir yerde tekfir ederken, bir başkasında da desteklediği görülmektedir. O, belirli bir grubun izlediği yola uygun yazdığı zaman, çoğunlukla o grubun görüşü etkisi altında kalır.
İbnu'l-Hatib ise çoğu zaman büyük tutarsızlıklar içinde bulunan birisidir. Belirli bir konu üzerinde istikran yoktur. Bütün yapağı bahis ve cedeldir. Bu bahis ve cedelleri ise bir şeyin peşinden gittiği halde, bir türlü istediğine ulaşamayan kişinin durumuna benzer. Ebu Hamid (el-Gazzali) ise böyle değildir, O çoğunlukla istikrarlıdır.
Eş'ariyye ise "Esma ve Ahkam" konularında çoğunlukla Mürcie'nin. ''Kader" konusunda ise Cebriyye'nin etkisi altındadır. Sıfat ile ilgili görüşlerinde ise katıksız Cehmiy-ye olmamakla birlikte, onlarda bir çeşit Cehmilik görmek mümkündür. Mutezile "Esma ve Ahkam" konularında va-idi: "kader" konusunda ise katıksız Ceninidirler. Şia'nın müteahhir olanları bu konuda onların peşinden gitmiş ve onlardan ayrı olarak imamet ve tatil görüşlerini ortaya koymuş. vaid konusunda onlara muhalefet etmiştir. Aynı şekilde onlar imamlara karşı isyanı da uygun görürler.
Eş'arilere gelince; onlar Ehl-i hadis'e uygun olarak kılıç kullanılabilme görüşünde değildirler. Genel olarak onlar, bütün kelamcılar arasında Ehl-i Sünnet ve hadis mezhebine en yakın olanlardır.
Kulabiyye ve aynı şekilde Kerramiye'de de Sünnet ve hadis ehline yakınlık tesbit edilebilir. Her ne kadar onların sözleri arasında Sünnet ve hadis ehlinin görüşlerine muhalif olan bazı görüşler varsa da. bu böyledir.
Salimiyye'ye gelince, onlar ve Hanbeliler özel bazı yerler dışında aynı şey gibidir. Onların bu özel görüşleri de zaten Hanbelilerin kendi aralarındaki görüş ihtilaftan durumun iladır. Onlarda bir miktar tasavvufi görüşler vardır. Aynı şekilde usulde Hanbelilik adını almayı ve başka şeyleri de ortaya koymuştur. Usul ile ilgili konularda ancak Kitap ve Sün-net'in kullandıkları isimlerin kullanılması gerektiği görüşündedir. Onun izlediği bu yol. güzel bir yoldur. Fakat bu konularda içtihat! yapılabilir. Usulle ilgili teferruattaki pek çok meselede adeta ittifak etmiş bir grup bile bulunamaz. Çünkü böyle olsaydı, sahabe ve tabiinden olan bir kısım selefin, bunlar üzerinde anlaşmazlığa düşmemesi gerekirdi. Bazen bir şeyi bir durumda reddederken, başkasında reddetmiyor. Bir kişi için kabul etmezken bir başkası için kabul edebiliyor.
Bunun aslı benim başka yerde zikretmiş olduğum hususlardır: Bazen haberi meseleler, ameli meseleler ayarında olabilir. Her ne kadar bunlara "Usul Meseleleri'', diğerlerine ise 'Turu' Meseleleri" adı verilmiş ise de. bu. sonradan oluşturulmuş bir adlandırma olup. fukaha ve keiamcılardan bir grup kimsenin yaptıkları bir taksimdir. Bu bölümleme kelamcı ve usulcülerde özellikle birtakım görüşlerin doğru. diğer görüşlerin de yanlış olduğundan söz ettikleri zaman, daha çok görülür.
Muhakkik fakihlerin ve sufilerin çoğunluğunun görüşüne göre ameller, haklarında anlaşmazlığa düşürülmüş kavli meselelerden daha Önemli ve daha te'kidlidir. Çünkü fukahanın söyledikleri genelde bunlarla ilgilidir. Onlar çoğunlukla amel ile ilgili olmayan hiçbir meselenin konuşulmasından hoşlanmazlar. İmam Malik ve onun dışındaki Medineli alimlerin söyledikleri de buna benzer. Aksine bu konuda hak şudur: Her iki grupta da yüce ve değerli olan meseleler "Usul Meseleleri", teferruata dair incelikli konular ise "Füru Meselelerindir.
İslam'ın üzerinde yükseldiği beş esasta olduğu gibi. vacipleri (farzları) vacip bilmek, apaçık ve mütevatir haramlan haram kabul etmek, yüce Allah'ın her şeye kadir olduğunu, her şeyi bildiğini, her şeyi işitip gördüğünü. Kur'an'ın Allah'ın kelamı olduğunu ve buna benzer pek çok zahir ve mütevatir haberleri bilmeye benzer. Bunları inkar etmek küfür olduğu gibi. üzerlerinde icma edilmiş bu ameli hükümleri inkar eûen kimse de kafirdir.
Bazen ameli hükümleri kabul etmek, kavli meseleleri kabul etmekten daha kuvvetli bir vacip olabilir. Hatta çoğunlukla durum böyledir. Çünkü kavli meselelerde icmali olarak bir ikrar yeterlidir. Bu da Ailaiva(c.c). meleklerine, ki-. laplarına, rasullerine. öldükten sonra tekrardirilmeye iman etmek, bayrıyla, şerriyle kaderine iman etmek şeklinde özetlenebilir.
Vacip amellere gelince; bunların bütün teferruatıyla bilinmesi kaçınılmazdır. Çünkü onların gereğince amel edebilmek, onları teferruatlı bildikten sonra mümkün olabilir. Bu bakımdan ümmet kayıtsız şartsız ameli meseleleri farklı bir şekilde inceleyenleri kabul eder ki. bunlar fakihlerdir. Bununla birlikte icmali-kavli konularda teferruata varan noktalarda söz söyleyenleri eleştirebilmişlerdir. Çünkü vacip amellerin teferruatlı bir şekilde ele alınması gerekliyken, toplu olarak kendilerine iman edilmesi gereken toplu ifadelerin teferruatına inilmesine ihtiyaç bulunmamaktadır.
"Feri meseleler bazen kavli meseleler derecesinde olabilir" sözümüz birtakım gerçekleri kapsamaktadır: Bunların da kat'i ve zanni olmak üzere ikiye ayrıldığı söylenebilir.
Yine isabet eden kimse tek bir kişi olsa dahi. hata eden kimse af da edilebilir, günahkar veya fasık da olabilir. Bu konuda hata eden bir kimse, bazen ameli konularda hata eden kimse gibi de olabilir. Fakat bunun böyle olması, feri meselelerin çok olması ve bunların dallandırılıp budaklandırılmasına ihtiyaç bulunması dolayısıyladır. Kalpler bu konuda anlaşmazlığın meydana gelmesinden, ihtilafın ortaya çıkmasından yana rahat olmakla birlikte, kavli meselelerde durum böyle değildir. Çünkü bu meselelerde ihtilaf öyle kötüdür ki. buna ancak ondan daha şiddetlisinin önüne geçebilmek için tahammül edilebilir.
Amellerin dallandırılıp budakiandınlması bir ihtiyaç olduğundan ve bu da! ve budaklar çok olduğundan anlaşmazlıkların ortaya çıkması da kaçınılmaz olmuş, kalbler bu konudaki anaşmazhklardan rahatsız olmamıştır. Haberi durumlar ise böyle değildir. Onlar üzerinde toplu olarak ittifak edilmiştir. Eğer bu haberi konuiarhiçbir ihtilaf olmaksızın dallandırılıp budaklandırılacak olursa, elbette ki bu güzel bir şey olur. Bunların tafsilatında anlaşmazlık meydana gelecek olursa, durum farklıdır ve hiçbir ihtiyaç yokken böyle bir durumun oluşması kötüdür.
Bu bakımdan heva sahipleri ile anlaşmazlık içinde olanlar kötülenmiş. bu konularda tartışıp birbirlerine düşmanlık edenler yerilmiştir. Çünkü bu hiçbir ihtiyaç olmaksızın, bir şer ve bir fesattır. Ancak durumun böyle olması bunların ayrıntısının ve bütün İncelikli konularının bilinmesine engel değildir.
Bu konuda söylenecek sözler ilme dayalı, mefsedetten u-zak -ve tekfir şartlan gerçekleşmediği sürece hata eden herkesi tekfir etmeyi gerektirmeyecek türden olmalıdır. Aksi takdirde yemin ederim ki. bu tür ihtilaf gerçek bir çelişkidir.
Diğer ihtilaf şekillerinin işleri ise. çeşitlilikte itibari ve lafzı konulardaki ihtilafta olduğu gibi kolaydır ve bunlar sayıca çoktur. Haberi meseleierdeki ihtilafların çoğu da bu türdendir.
Sufi ve abidleri. hatta halkın çoğuna göre itibar edilen husus, salih amellerin yapılması veya terkedilmesidir. Bu salih ameller bulunduğu takdirde, o kişi onların arasına girmiş olur. İsterse birtakım haberi meselelerde hata etmiş olsun.
Değilse bu haberi meselelerde isabet etmiş olsa bile. aralarına katılamaz. Hatta onlar bu gibi meseleleri gözönünde bulundurmak istemezler.
Bununla ilgili konulardan birisi de şudur; İlim ve haberi meseleler, bazen itikad edilmesi gerekli türden olabilir. Bir durumda gerekirken başka bir durumda gerekmeyebilir; bir kesim için itikadı gerekli olurken bir başka kesim için gerekli olmayabilir. Vacip değil de müstehab da olabilir, bir kesim için ve bir durumda müstahabken başka bir kesim ve başka bir durumda müstehab olmayabilir.
Bazı kimseler için bunların bilinmesi zararlı olduğundan. bu insanlara bunların bilinmesi caiz de olmayabilir. Nitekim Ali (r.a) şöyle demiştir;
"İnsanlara bildikleri şeylerden sözediniz, kabul edemeyecekleri şeyleri bırakınız. Sizler Allah'ın ve rasulünün yalanlanmasını nasıl isteyebilirsiniz?
İbn Mes'ud (r.a.) da şöyle der: "Bir kimse bir topluluğa akıllarının erişemeyeceği şeyler anlatacak olursa, mutlaka onların bazısını fitneye düşürür."'
Aynı şekilde İbn Abbas (r.a.). yüce Allah'ın: "Allah O'dur ki yedi göğü yaratmıştır" ayetini soran kimseye şu cevabı vermiştir: ''Ben sana bu ayetin tefsirini bildirecek olursam inkara sapmayacağından emin misin? Senin bunu inkarın onu yalanlamandır." Yine aynı şekilde kendisine: "Melekler ve ruh ona, süresi ellibin yıl olan bir günde yükselirler" ayeti ile ilgili soru soran kimseye de şu cevabı vermiştir; "Bu Allah'ın bildirdiği bir gündür. Onu en iyi bilen O'dur.
Seleften benzeri rivayetler pek çoktur. Bu gibi meseleleri bilmek bazen faydalı ise de, bazı kimseler için zararlı olabilir. Aynı sözün bir durumda reddedilirken bir başka durumda kabul edildiği, bir kişi tarafın
Bilindiği gibi eşyanın dış dünyada (ayanda) zihinlerde, dilde ve yazıdaki varlığı ayrıdır. Bunlara sırasıyla: Ayni. ilmi, lafzı ve şekli (resmi) varlık adı verilir.
Daha sonra kimisi öyle demiştir: Ayni ve ilmi varlık çağların, bölgelerin ve toplumların farklılığı ile farklılık göstermez. Ancak eşyanın Iafzi ve resmi (şekli) varlığı böyle değildir. Çünkü diller, değişik toplumlarda farklı farklıdır. Arapça. Farsça. Rumca ve Türkçenin birbirinden değişik olması gibi.
Bu noktayı bazı kimseler "Yüce Allah'ın kelamı"' konusunda ele alıp şöyle der: Allah'ın kelamı, anlam bakımından harflerin değiştiği gibi- toplumların değişmesiyle değişmez. Nitekim Küllabiyye ve Eş'ariyye'ninde söylediği budur. Buna şunu da ilave ederler: Yüce Allah'ın kitaplarının farklı olması sadece lafızlarının farklı olmasından dolayıdır. Onun İbranice kelamının adı "Tevrat". Arapça kelamının adı da "Kur"an 'dır. Nitekim onlar şunu da söylerler: "Anlam. kadimdir ve bu mana emir. yasak ve haber olarak ortaya çıkar. Diller ise bu anlamın arızi sıfatlandır. Yoksa onun türleri ve çeşitleri değildir.
Bazı kimseler bu sözleri kayıtsız şartsız bir şekilde Usul-ü Fıkn'ın dil ile ilgili meselelerinde zikrederken, bazıları da bunu ''isim ve müsemma (isimlendirilen) ile "Esma-i Hüs-na"' meselesinde zikrederler. Ebu Hamiti'de olduğu gibi.
Ben derim ki: Bu. üzerinde görüş birliğine ulaşılmamış bir sözdür ve yanlış yönlen vardır. Çünkü bazi dillerde bazı lafızların söylenişi ortak olabilir. Nitekim aynı isimler değişik dillerde bulunabiliyor.
Dillerin çoğunda olduğu gibi bazen değişiklik de olabilir. Fakat bu değişiklik çelişkiyi değil çeşitliliği ortaya koyan bir değişikliktir. Aynı şeyin değişik iki isme sahip olması gibi.
Dillerin manalarında da durum böyledir. Toplumların bilmiş olduğu "aynı mana'' ve herbir toplumun kendi diliyle ifadelendirdiği bu mana toplumlarca aynı türden olabilir ve Arapçada bir tek lafzın ihtilaf ettiği gibi. farklılık göstermeyecek şekilde bulunabilir.
Bazen toplumlar arasında bu mananın tasavvuru çeşitli olabilir. Onların kimisi bunu bir sıfat ile bilip bu sıfatı nazar-ı itibara alarak anlatırken, bir başka toplum bir başka sıfat ile bilir ve bu sıfatı itibara alarak onu ifadelendirebilir. Şanı yüce Allah'ın isimlerinde. O'nun rasulünün isimlerinden Kitab'mda ve genel olarak bilinmesi üzerinde ittifak edilen eşyayı anlatan pek çok isimde durum böyledir. Tenkri, huda ve benzeri manalar böyledir. Allah'ın yüce isimlerinin her açıdan "Allarr adanın anlamına mutabık olmaması gibi.
Bu nedenle Kur'an'ın Farsça, Türkçe ve başka dillere tercümesi üzerinde düşünüldüğü takdirde, manalar arasında bir çeşit farklılıkların bulunduğu görülür. Asıl itibarıyla ittifak ve uyum olmakla birlikte, bu böyledir. Nitekim her iki dilde, ses itibariyle aralarında benzerlik bulunmakla birlikte, bu seslerin bir araya getirilip dizilişi farklıdır. Bazen bu diller arasındaki farklılık birbirine denk olan -ki bunlara müteradif ile mütebayin lafızlar arasında yer alan mütekafi (denk) lafızlar adı verilir- arasındaki farktan daha büyük bir farklılık olabilir.
Her iki dil arasında, bu anlamın kapsamı, genelliği ve özelliği bakımından da farklılık bulunabilir. Hakikatinde, türünde farklı olduğu gibi, keyfiyetinde, niteliklerinde ve başka hususlarda da farklı olabilir.
Hatta aynı dili konuşan iki kişinin, anılan aynı isim karşısında düşünceleri değişik olur. Bir kimsenin o isinin hakikati, kemiyyeti (sayısı), keyfiyeti ve buna benzer hususlara ilişkin düşüncesi öbüründen farklı olabilir. Tek isimle anlatılmak istenen anlam, bu ismi söyleyen kişilerde farklı anlama geldiğine, hatta aynı kişinin, değişik zamanlarda bu isimleri söylediğinde farklı şeyler düşündüğüne göre, nasıl olur da değişik dillerde bunun aynı olması gerektiği söylenebilir!?
Bu gerçeği şöyle açıklayabiliriz: Aynı isim konusunda meleklerin bildikleri, insanların bildiklerinin aynısı değildir. Şanı yüce Allah'ın bildikleri ise meleklerin bilgilerinin sınırının üstündedir. Fakat buradaki farklılık bir çeşitlilik farklılığı olup. çelişki farklılığı değil.
"İndirilmiş kitapların anlamlan birdir" diyen kimsenin sözünün yanlış olduğu gayet açıktır. Mesela bizler Kur an'ın anlamlarını tbranice, Tevrat'ın anlamlarını da Arapça'ya dökecek olursak, birinin taşıdığı anlamın öbürünü tutmadığını göreceğiz. Zorunlu olarak biliniyor ki, kitapların manalarının çeşitliliği ve farklılığı, bir çeşitlilik ihtilafıdır ve-bu çeşitlilik ihtilafı, bunların harflerinin ihtilafından daha büyüktür. Çünkü Arapça ile Tbranice arasında da büyük farklılıklar vardır. Aynı şekilde Bakara Suresinin anlamı, hiçbir zaman Al-i İmran Suresinin anlamı değildir.
Bundan daha ileri bir farklılık olmak üzere emrin haber anlamına (yerine) kullanılmasıdır. Bütün bu değişikliklerle birlikte bunların dillerin herhangi bir hakikatte birleştikleri gibi herhangi bir hakikatte ortak olmaları mümkündür. Eğer, "değişikliklerine rağmen bunlar birdir' denilebiliyorsa, bütün dillerde bir olduğunu söylemek de bunun gibidir. Hatta anlamlardaki farklılık daha da büyüktür.
Bunlardan (yani lafzi ve şekli varlıktan) birisinin hakiki bir sıfat, ötekinin ise vaz'i bir sıfat olduğu iddiasına gelince; durum bunda da böyle değildir. Bu ''isimler ve kelimeler" konusunda "usulü'din", "fıkh"' ve ''dillerin tercümesi" konularında kendisinden yararlanılacak bir husustur.
Aynı şekilde dil bir, lafız da bir olunca, bu dildeki lafız lan söyleyenlerin tümü aynı şekilde söyleyecekleri ve asla aralarında fark bulunmayacağı şekilde bir örf de cereyan etmiştir. Eğer istenilen şey bunların hepsiyle gerçekleşebilir yorsa, mana da aynı şekilde birdir, demektir. Çünkü diller farklılık gösterse bile, tercüme ile kastedilen asıl anlam, gerçekleşebilir. Anlamlar da böyledir. Çünkü tercüme hemen lafızda, hem de anlamda olabilir. Bu bakımdan müslüman-laribn Abbas'a"Tercümanü'l-Kur'an" adını yenilişlerdir. Halbuki o, sadece lafzı açıklıyordu...
Sünnet ehlinin, peygamberleri izleme şeklindeki yolu, Hakk'a ulaştıran yoldur. Onlara muhalefet eden felsefeci ve kelamciların yolu ise böyle değildir. Maksat, ilimdir. Bunun yolu ise delildir. Peygamberler mufassal isbat ve mücmel ne-fy ile gelmişlerdir. Mesela. Allah'ın sıfatlarını geniş ve ayrıntılı bir şekilde isbat ederken, O'nun eşinin, denk ve benzerinin olduğunu da nefyetmişlerdir.
Felsefeciler ise mufassal nefy ortaya koyarak, "böyle değildir, şöyle değildir" derler. Sıra isbata gelince, genel ifadelerle bir varlığı isbat, (kabul) ederler. "Sübutunun makamlarının ilki" konusunda şaşırıp kalmışlardır. Şöyle ki; O'nun varlığı, zatının aynı mıdır, yoksa varlığı zatının sıfatı veya arazı mıdır ve buna benzer zihni ve lafzı pek çok anlaşmazlıklar da ortaya koymuşlardır,
Bilindiği gibi nefyin varlığı söz konusu değildir. Sübut ve vücud bilinmedikçe, nefy ve yokluk da bulunamaz. Hatta kelamcılardan bir gurup, bir şey olmaksızın yok olanın bilinmesini kabul etmemişlerdir. Çünkü onların iddialarına göre, ilmin mutlaka bir şeye taalluku kaçınılmazdır. Gerçek ise şudur: Yokluğun bilgisi, varlığın bilinmesi vasıtasıyla ortaya çıkar. Eğer bizler; "Allah'tan başka ilah yoktur" gerçeğini bilecek olursak, var olan bir ilahı düşünür ve Allah ile ilgili tasavvurumuzun dışında bütün ilah tasavvurlarının olmadığını bilmiş oluruz.
Varlığını kabul etmediğimiz, reddettiğimiz başka şeylerin durumu da böyledir. Önce onu tasavvur etmemiz, sonra da nefyetmemiz kaçınılmazdır. Biz onu, varolan bir şeyi tasavvur etmeden de tasavvur etmek imkanına sahip değiliz. Ondan sonra ona benzeyen şeyleri tasavvur ederiz, ya da onun parçalarından meydana gelenleri. Cıvadan oluşmuş bir deniz, yakuttan bir dağ, birden çok ilahlar ve benzerlerini tasavvur etmek gibi... Sonra da bu gibi şeyleri nefy. yani reddederiz. Aksi takdirde olmayan bir şeyin düşünülmesi gerçeklere aykırıdır. Akıl tarafından ortaya konulması herhangi bir şekilde mümkün olmamak üzere mevcudat ile uyumlu bir şey değildir. Bu ister nazari, isterse de ameli bilgilerden olsun, değişen bir şey yoktur. Failin, yapacağı işi yapmadan önce tasavvur edebilmesi durumunda olduğu gibi.
Gerçekte bu. varedilmek için olmayan bir şeyin tasavvurudur; nitekim onun dışında kalan da mümkün bir '"yok" un veya varlığı imkansız bir şeyin, ya da varolmayan bir şeyin düşünülmesidir. Fiilen yok olanla, fiilen yok olmayan, varlık maddesi bulunmaksızın varlık maddesi olmaksızın hiçbir şeyi meydana getiremez. Çünkü yoktan varetmek. ancak Rububiyyet'in özelliklerindendir. Nasıl bitir ve nasıl yapar; konusu ise ayrı bir bölümdür.
Böylelikle şu gerçek açıklık kazanmış oluyor: Varolanı ve sıfatlanın bilmek asıldır. Mutlak ve mukayyet "yok"un bilinmesi ona bağlıdır ve onun bir alt bölümüdür. Aynı şekilde ''yok" un bilinmesinin - bilene "vardın bilgisinin tamamlanması ve bu "var"ı kendi nefsinde tam anlamıyla bilebilmesinin dışında- hiçbir faydası yoktur. Çünkü "hiçbir şey"i düşünceyle bilen kimse, herhangi bir kemal sıfatı elde edemez. Fakat sözgelimi "var eksikliklerden uzak olduğunu bilmek. O'nun kemaline dair bir bilgidir.
Aynı şekilde Onun ortaklarının bulunduğunun reddedilmesi yolundaki bilgi, kemalden olan vahdaniyetinin bilgi-sidir. Yapılmak istenen şeyin tasavvur edilebilmesi de fiilin varolması sonucuna götürür. Terkedilmek istenen şeyin tasavvur edilmesi de adem-i şer olan terke götürür ki, bunun ademi, mevcudun kemalini ortaya koyar.
Benim ilim ile söz konusunda bu zikrettiklerimin benzeri, irade ve amel konusunda da söylenebilir. Çünkü irade, kendi nefsiyle varolana ki o fiildir ve aynı şekilde buna bağlı olarak terkin kendisi olan yokluğa yöneliktir. Böylece maksat olarak alınan mevcutdan fesat önlenebilmiş olur.
|