Kur'an ve Sünnet
   
 
  Nüzul hadisi:

Nüzul hadisi:

Soru: Nüzul Hadîsi» hakkında tartışan ve biri bunu kabul eden, diğeri de kabul etmeyen iki kişi hakkında ne dersiniz?
Aralarındaki tartışma şöyle:
Kabul eden: Rabbimiz her gecenin son üçte birinde dünya göğüne iner.
Reddeden: Nasıl iner?
—  Keyfiyetsiz olarak iner.
—  indiğinde, Arş O'ndan boşalır mı, boşalmaz mı?
—  Bu, sonradan ortaya konmuş bid'at bir söz ve uydurma bir görüştür.
—  Bu, soruma cevap değil, cevaptan kaçmaktır.
—  Hayır, sorunun cevabı budur.
—  Sadece O'nun emri ve rahmeti iner, O inmez.
—  Emri ve rahmeti her an için iner. Oysa Peygamber  (s.a.v.) hadisinde, iniş için gecenin son üçte birini tayin etmiştir.
—  Gece, her ülke için aynı vakit değildir; bazı bölgelerde gece onbeş saat, gündüz dokuz saat iken; bazılarında gece onaltı saat, gündüz sekiz saattir. Bazen de bunun aksi olmaktadır. Enlem ve boylamlara göre gece vakti değişmektedir. Bazı yörelerde gece ile gündüz eşit iken, bazılarında gece o kadar uzundur ki, yirmi dört saatin büyük bir bölümünü kapsar ve gündüz gayet kısadır. Buna göre, gecenin üçte biri, vaktin tamamını kapsar. Dolayısıyla Allah, her an için göğe iniyor.
Bu konudaki şüphe ve kapalılığı gidermenizi, sapıklık ehlini susturmanızı diliyoruz.
Cevap:
Hamd, âlemlerin Rabbinedir. Peygamber (s.a.v.)'in hadisini nakleden ilk konuşmacı, sözünde isabet etmiştir. Çünkü naklettiği hadis, müstefiz haberlerle Peygamber (s.a.v.)'den nakledilmiş, ümmetin selefi, müctehid imamları ve Sünnet ve Hadîs bilginleri onu tasdik ve kabul üzere ittifak etmişlerdir. Resûlullah (s.a.v.)'in söylediğini söyleyen, sözlerinin ihtiva ettiği mânâların hakikatlerini bilmese bile, sözü hak ve doğrudur. Tıpkı Kur'an okuyup ihtiva ettiği mânâları anlamayan gibi. Sözün en doğrusu hiç şüphesiz Allah'ın sözü, yolların en hayırlısı Muhammed (s.a.v.)'in yoludur. Peygamber (s.a.v.), nüzul ile ilgili hadîsle benzerlerini açık olarak söylemiş ve hiç kimseden saklamaksızın ümmetin tamamına tebliğ etmiştir. Sahabe ve tabiîn de onu kendi aralarında konuşmuş, nakletmiş, tebliğ etmiş ve havasla avamın meclislerinde rivayetlerde bulunmuşlardır. Buhârî ve Müslim'in Sahih'leri, İmam M â li k ' in Muvatta'ı, îmam A h m e d ' in Müsned'i, Ebû Dâvud, Tirmizi ve N e s â i' nin Sünen'leriyle benzeri avam ve havas meclislerinde okunan hadîs kitapları onu nakledip rivayet etmişlerdir.
Ancak bu hadîsle benzerlerinden, Allah'ın mahlûkatın vasıflarına benzetilmesi ve hak ettiği kemâle aykırı düşen eksikliklerle vasıflanması gibi tenzih edilmesi gereken hususları anlayan, hatâ etmektedir. Bu tür görüşler izhar edecek olursa ona engel olunur. Hadisîn bunlara delâlet edip bunları gerektirdiğini ileri sürecek olursa, yine hatâ etmektedir.
Söz konusu hadîste yüce Allah'ın nüzul ile vasıflanması, O'nun kendisini, şu zikredeceğimiz âyetlerde olduğu gibi duman halinde olan göğe istiva etmek, altı günde gökleri ve yeri yarattıktan sonra Arş'a istiva etmek, gelmek sıfatlarıyla vasıflaması gibidir: 'Onlar, buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin gelmesini ve işin bitirilmesini bekliyorlar değil mi?»(42) «(İnanmak için) ille meleklerin gelmesini, yahut Rabbinin gelmesini, ya da Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? »(43), «Melekler sıra sıra olduğu halde Rabbin geldiği zaman»(44) «O ki gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları altı günde yarattı,- sonra Arş'a istiva etti»(45), «Allah sizi yarattı, sonra besledi, sonra öldürüyor, sonra diriltiyor. (Peki), ortaklarının içinde bunları yapan var mı?»(46), «Göklerden yere her işi yürütür sonra ona yükselir»(47). Dilcilerin geçişli fiiller -ki Kur'an'da zikredilenlerin çoğu bu çeşittendir yada mef'ullerini direkt almayıp edatlar vasıtasıyla olduğundan dolayı geçişsiz diye isimlendirdikleri bu ve benzeri fiillerle yüce Allah kendisini vasıflandırmaktadır.
Yüce Allah, kendisini bu fiillerle vasıflandırdığı gibi geçişli ve geçişsiz konuşma fiiliyle de vasıflamıştır. Şu örnekler böyledir: «Rabbin meleklere şöyle demişti»(48), «Allah, Mûsâ ile de konuşmuştu»(49) «Rableri onlara seslendi»(50), «O gün (Rableri) onlara seslenerek: Elçilere ne cevap verdiniz?» der»(51), «Allah gerçeği söyler ve O, doğru yola iletir"(52), «Allah ki O'ndan başka tanrı yoktur- sizi mutlaka kıyamet gününde bir araya toplayacaktır. Bunda şüphe yoktur. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?»(53), «Allah sözün en güzelini indirdi»(54) «-Rabbinin îsrail oğullarına verdiği güzel söz, sabretmeleri yüzünden tam yerine geldi»(55), 'Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır»(56), "Allah, size va'dini doğruladı*(57).
Yüce Allah aynca kendisini ilim, kuvvet, rahmet ve benzeri şeylerle de vasıflandırmaktadır. 'O'nun ilminden, ancak kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar»(58), «Şüphesiz rızık veren, sağlam kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır, »(59)Rabbimiz, rahmet ve bilgi bakımından herşeyi kapladın»(60), «Rahmetim ise herşeyi kaplamıştır»(61) Bu ve benzeri âyetlerde Allah'ın kendisini vasıflandırdığı hususlarla Rasulullah (s.a.v.)'in sahih rivayeti erdeki vasıflandırmalarının hepsi hakkında söylenecek söz aynıdır.
Ümmetin selefi ile müctehid imamlarının görüşü; gerek isbat gerek red bakımından Allah'ın kendisini vasıflandırdığı ve Peygamber'in O'nu vasıflandırdığı sıfatlarla O'nu vasıflandırmaktır.
Allah Teâlâ, kendisinin yaratıklara benzemediğini bildirmiştir: «De ki.- O Allah birdir. Allah Samed'dir (herşeyi, varlığını ve bekasını O'na borçludur. Herşey O'na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Herşeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O'dur. Kendisi doğurmamıştır ve doğrulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır»(62) buyurarak kendisine denk kimsenin bulunmadığını belirtmektedir. «Hiç O'nun adaşı olduğunu bilir misiniz?" buyurarak kendisiyle aynı adı taşıyan başka bir şeyin bulunmadığını bildirmektedir. Yine şöyle buyurmaktadır: «Öyleyse siz de, bile bile Allah'a eşler koşmayın»,(63), «Allah'a meseller vermeğe (birtakım benzerler ortaya çıkararak Allah'ı onlara benzetmeğe ve Onu koştuğunuz ortaklarla kıyaslamağa) kalkmayın»(64), «Ona benzer hiçbir şey yoktur»(65).
Yüce Allah'ın, benzerden, adaştan, denkten, eşten ve başkasına benzetilmekten kendisini tenzih etmeyi haber vermesi, sıfatlarından ve fiillerinde bir benzerinin bulunmadığını belirtmektedir. Çünkü sıfat ve fullerde benzerlik, zâtta da benzerliği içerir. Zâtları farklı iki şey, sıfat ve fiillerinde de birbirlerinden farklıdırlar. Sıfat ve fiillerde benzerlik olursa, bu zâtların da benzerliğini kaçınılmaz kılar. Çünkü sıfat, kendisiyle niteleme; fiil de onu işleyene tâbidir. Hatta bu, iş yapanın kendisiyle vasıflandığı şeydir. Bu sebeble iki tarafın sıfatı benzer olursa, nitelenenler de benzer olurlar. Öyle ki, nitelenenler arasında fark ne kadarsa, sıfatları arasındaki fark da o kadardır. Meselâ aynı cins olan iki insanın zâtlarının farklılığı kadar sıfatları da biribirlerinden farklılık arz eder; benzerlikleri ne miktarda ise, sıfatlarının benzerliği de o miktardadır.
Aynı şekilde insan ile atın canlı olmaları açısından aralarında bir benzerlik; birinin konuşuyor olması ve diğerinin kişniyor olması açısından da aralarında farklılık vardır. Diğer şeyler için de durum budur. Kısacası iki zât arasında farklılık ne miktar ise, sıfatlan arasında da o miktarda farklılık vardır. Çünkü sıfattan soyutlanmış zât, ancak zihinde mevcut olabilir. Zihin sıfattan soyutlanmış bir zât ve tayin edilmemiş mutlak bir varlığı algılayabilir, ama, her türlü sıfattan soyutlanmış olarak bir zâtın mevcudatta varlığı mümkün olamayacağı gibi, belli ve tahsis edilmemiş bir mutlakın varlığı da mümkün değildir.
Allah'ın sıfatlarım kabul edenlerden biri: «Allah'ın sıfatlarını zâtına zaid olarak kabul ederim» dediği zaman bununla: sıfatları reddedenlerin kabul ettiği zâta ilâve olarak sıfatlarını da kabul ediyorum, demek istemektedir. Çünkü reddedenler, sıfatlardan soyut bir zâtın sübütuna inanırlar. Buna karşılık sıfatları kabul edenler de, bunların kabul ettiklerine ilâve olarak sıfatların varlığına da inanırlar.
Var olan zâtın kendisinin sıfatsız gerçekleşmesi asla tasavvur edilemez. Bu, canı olmayan, konuşmayan, varlığı ne kendisine, ne de başkasına dayalı olmayan, kudret, hayat, hareket, sükûn ve benzeri hususları bulunmayan bir insanın varlığını, ya da gövdesi, dalları, yaprak, kabuk v.s. gibi şeyleri bulunmayan bir hurma ağacının varlığını iddia etmek türünden bir şeydir. Aslında bu tür iddialar, gerçek âlemde hakikatinin bulunmadığını isbat eder. Böyle bir şeyin varlığı akledilemez.
Bu nedenledir ki, selef ve müctehid imamlar, Allah'ın sıfatlarım nefyedenler "muattile" diye isimlendirirlerdi. Çünkü görüşlerinin hakikati, Allah Teâlâ'nın zâtını ta'til etmek - işlevsiz kılmak -tır. Kendi görüşlerinin bu sonucu kaçınılmaz kıldığını bilmeseler bile, sonuç budur. Çünkü Allah'ı çelişen iki vasıfla vasıflandırıyorlar. Allah vardır, kadimdir ve varlığı zorunludur diyorlar, ama varlığının gerektirdiklerini reddediyorlar. Böylece sözlerinin hakikati şu olmaktadır: Allah, var olmayan var, hak olmayan hak, yaratıcı olmayan yaratıcıdır. Yani Allah hakkında çelişen iki şeyi de reddediyorlar. Bunu reddederken ya açık açık reddettiklerini söylüyorlar, ya da onlardan birini söylememek şeklinde reddediyorlar.
Bu sebeble muhakkikleri - ki onlar da Karmatilerdir -, Allah hakkında çelişen iki şeyi reddederek: Allah ne mevcuttur, ne de değildir; ne diridir, ne de diri değildir, ne âlimdir, ne de âlim değildir, demiyorlardı. Ancak; «Çünkü Allah hakkında bir şeyin varlığını iddia etmek, O'nu mevcudata benzetmek; yokluğunu iddia etmek ise O'nu ma'dumlara benzetmek olur» diyorlardı. Böylece teşbihi reddetme konusunda aşırı bir şekilde ileri gitmeleri, onları, Allah'ı son derece ta'til ile vasıflamağa sürüklemiştir.
Ayrıca kaçtıklarından kurtulamazlar. Aksine, sözleri ölçü alındığında Allah'ı mevcuddan da, mümkinattan olan ma'dumdan da beter olan mümteni'ye benzetmiş oluyorlar. Böylece Allah'ı mevcudat ve ma'dumâta benzetmeme iddiasıyla, O'nu, mümkin ma'dumların hilâfına var olmayı kabul etmeye mümteniâtın sıfatlarıyla vasıflandırmış oldular. Hiç şüphesiz Allah'ı mümteniâta benzetmek, mevcûd şeylerle mümkin ma'dumlara benzetmekten beterdir.
Oysa bu mülhidlerin kendisinden kaçtıkları şey, mahzurlu değildir. Çünkü Allah'ın hak, mevcud, varlığı kendisine dayalı, diri, âlim, raûf, rahim diye isimlendirilmesiyle birlikte yaratılmışın da bunlarla isimlendirilmiş olması, O'nun yaratılmışa benzer olmasını asla gerektirmez. Şayet böyle bir şey söz konusu olsaydı, her mevcud diğer mevcuda ve her ma'dum diğer ma'duma benzer olurdu. Yine kendisi hakkında sıfatlardan hangisi reddedilirse, kendisi hakkında o sıfatın reddedildiği diğer şeylere benzer olurdu.
Bunların görüşüne göre meselâ 'siyah' vardır denecek olsa, her 'var'ı siyaha benzetmiş oluruz. Yine 'beyaz' yoktur diyecek olursak, her 'ma'dum'u beyaza benzetmiş oluruz. Böyle bir şey iddia etmenin saçmalığı gayet açıktır, ilhad taraftarlarına da bu kadar rüsvaylık yeter.
Birçok benzeri bulunan 'siyahlık' için böyle bir şey gerekmediğine göre, âlemlerin yaratıcısı hakkında O, vardır ve ma'dum değildir; ölmeyen diridir, yaratıklarını yönetir, O'nu ne bir uyuklama, ne uyku alır denildiğinde, bunun Allah'ın her mevcud, ma'dum, diri ve yöneticiye, ya da cennet ehli misalinde olduğu gibi, hakkında ma'dumluğun ölüm ve uykunun reddedildiği varlıklara benzetilmiş olması anlamına geldiği nasıl söylenebilir?!
Dilbilimcilerin cins isim diye isimlendirdikleri bireyler arasında genel bir özelliği eşit bir şekilde taşıyan bir hususa isim olarak konulan mutavâtı' isimler ister anlamları tam uyuşsun, ister siyahlık ve benzerlerinde olduğu gibi, birtakım derece farklılıkları taşısın, ister Müşekkik* -Müşekkike'nin, mutavâtie'nin bir çeşidi olduğu da söylenir- olsun; ya «mutlak ve genel» olarak kullanılır; mevcudun, vâcib ve mümkün, kadîm ve muhdes (sonradan olma), yaratıcı ve yaratan şeklinde kısımlara ayrılması, yine ilmin, kadîm ve muhdes şeklinde kısımlara ayrılması buna misaldir. Ya da «özel ve muayyen» olarak kullanılır. Zeyd'in ve Amr'ın varlığı, Zeyd'in ve Amr'ın ilmi, Zeyd'in ve Amr'ın zâtı misallerinde olduğu gibi.
Şayet isim hâs ve muayyen olarak kullanılmışsa, kendisiyle isimlendirilene hâs olan şeye işaret eder, dışarıda başkasının o hususta ona ortak olduğu şeye işaret etmez. Müsemmaya hâs olana başkası ortak olmaz.
Meselâ: Zeyd'in ilmi, Zeyd'in inişi, Zeyd'in istivası denildiğinde, bu ancak Zeyd'in ilmine, inişine ve istivasına işaret eder, başkasının-kine değil. Fakat Zeyd'in, Amr'ın benzeri; ilminin Amr'ın ilminin benzeri ve inişinin de, Amr'ın inişinin benzeri olduğunu biz biliyorsak bunu kelimenin işareti açısından değil, kıyas ve akli değerlendirme yoluyla biliyoruz. Yaratıkların sıfatlarında bu durum söz konusu ise, Yaratıcı hakkında öncelikle söz konusu olur.
Bu sebeble Allah'ın ilmi, kelâmı, inişi, istivası, varlığı, hayatı ve benzeri şeyler söylendiğinde, bu, yaratıklardan birinin bu hususların birinde O'na ortak olduğuna haydi haydi delâlet etmez. Ayrıca Zeyd ve Amr örneğinin işaret ettiği gibi, bu hususlarda başkasının O'na benzer ve denk oluşuna da işaret etmez. Çünkü Zeyd ve Amr arasında benzerliğin olduğu sonucuna varırken aklî değerlendirme ve kıyas yoluyla gitmiş ve Zeyd'in Amr'a benzemesi noktasından hareket etmiştik. Burada ise biz biliyoruz ki, Allah'ın benzeri, eşi ve dengi yoktur. O halde bundan ilminin başkasının ilmine, kelâmının başkasının kelâmına, istivasının başkasının istivasına, inişinin başkasının inişinin ve hayatının başkasının hayatına benzediğini anlamamız caiz değildir.Bu sebebledir ki, selef ve müctehid imamların görüşü; sıfatların kabul edilmesi ve yaratılmışların sıfatlarına benzerliklerinin reddedilmesi şeklindeydi. Çünkü Allah, eksiği bulunmayan kemâl sıfatlarıyla muttasıflar, eksiklikten mutlak olarak münezzeh olduğu gibi kemâl sıfatlarında başkasının kendisine benzer olmasından da münezzehtir. Bu iki anlam, tenzihi cem etmiştir. Yüce Allah'ın «De ki: O Allah Ahâd'dır, Allah Samed'dir» sözü bu iki hususa işaret eder. «Samed» ismi, kemâl sıfatlarını, «Ahâd» ismi de benzerinin olmasını reddetmeyi içerir. İhlâs sûresinin tefsirinde bu mes'ele etraflıca anlatılmıştır.
Allah'ın sıfatları hakkında söylenecek söz, zâtı hakkında söylenenin aynıdır. O'nun ne zâtında, ne sıfatlarında, ne de fiillerinde bir benzeri vardır. Fakat bundan, şu sıfatın mevsûfuna nisbetinin, o sıfatın mevsûfuna nisbeti gibi olduğu anlaşılır. Allah'ın ilmi, kelâmı, inişi ve istivası nasıl zâtına uygun ve O'na lâyık ise, kulun sıfatı da zâtına uygun ve ona lâyıktır. Sıfatının zâtına nisbeti de kulun sıfatlarının zâtına nisbeti gibidir. Bu sebeble bazıları şöyle demiştir: Biri çıkıp sana: Nasıl iner, nasıl istiva eder, nasıl bilir, nasıl konuşur, güç yetirir, ya da yaratır? diyecek olursa, ona: O'nun zâtı nasıldır? de. Zâtının keyfiyetini bilmiyorum, derse, sen de: Ben de sıfatlarının keyfiyetini bilmiyorum, çünkü sıfatını bilmek, ardından o sıfatla tavsif edilenin keyfiyetini bilmeyi gerektirir, cevabını verir.
Bu isim ve sıfatları tahsis ve ta'yin üzere ki Kur'an ve Sün-net'te varid olan da budur- kullanıldığında mes'ele böyledir. Ama mutlak ve genel olarak kullanıldıklarında - düşünce ehlinin mevcudu, kadîm ve muhdes; ilmi de aynı şekilde kadîm ve muhdes şeklinde taksim etmelerinde olduğu gibi - bu, mutlak ve genel kelimenin müsemmâsıdır. İlim de' mutlak ve genel bir kavramdır. Mutlak ve genel kavramlar ise, a'yânde değil, ancak zihinde bulunur. Başka, bir ifadeyle mutlak ve genel ancak zihinde algılanabilir. Mutlak insan, ya da hayvan ancak zihinde olur. Değilse bizatihi mevcudat ancak muayyen, kendine hâs ve başkasından ayırt edilmiş halde bulunurlar.
Akıllı kişi bu ayırt edici noktayı iyi düşünsün. Çünkü hakikat-ları araştırmağa dalan nazar ehlinden nice kişinin burada ayağı kaymış, hatta bu külli mutlak kavramların zihinde olduğu gibi, dı-şarda da mevcud olduklarını zannetmişlerdir. Yine zannederler ki; Allah - Azze ve Celle mevcuddur, diridir, âlimdir ve kul da mevcud-dur, diridir ve âlimdir dediğimizde bu sözümüzden dışarıda Rab ve kulun ortak oldukları bir varlık vardır ve o varlık bizatihi kul ve Rab'ta, hatta her varlıkta vardır. Oysa Rabbi yaratıktan ayırt eden bir şey olmalıdır. Böylece Rab'ta iki cüz bulunmuş olur.
Birincisi: Her yaratılmışa ait olanı ki, kendisiyle diğer mevcudat arasında ortak olan kısımdır.
İkincisi: Kendisine hâs olan kısımdır. O'nu diğer varlıklardan ayırt eden de budur. Ayrıca onlar, O'na hâs olan hiçbir şey zikretmezler ki, buna benzer bir durum o şeyde söz konusu olmasın. Eğer: O, zâtı, hakikati, ya da mahiyeti, yahut benzeri şeylerle diğerlerinden ayrıdır diyecek olsalar, bu, varlığıyla diğerlerinden ayrıdır demeleri gibidir. Çünkü zât, hakikat ve mâhiyet, tıpkı varlık kelimelerinde olduğu gibi, hem mutlak, hem de muayyen olarak kullanılırlar.
Nazar ehli imamlarından pek çok grubun şaşkınlığa düştükleri nokta işte budur. Hatta onlardan bir grup şöyle demiştir: Varlık kelimesi ve benzeri diğer kelimeler sadece lâfız yönünden ortaktırlar. Ayrıca bunu, davranışları reddeden herkesten - ki bunlar isbat (sıfatlan kabul eden) edenlerin tamamıdır - bunu naklederler. Böylece nakillerinin kapsamına müslümanların tamamının ve İbn Küldâb, Eş'ari, îbn Kerram ve başka isbat taraftarı kelâmcıların, hatta Ebû'l-Huseyn e 1 - B a s r i ve başka Mutezile muhakkiklerinin görüşü de girmiş olmaktadır. Hem Allah'ın hem de yaratılmışların kendisiyle isimlendirildikleri 'varlık' ve başka kelimeler açısından mes'eleye bakıldığında, arada sadece lâfız yönünden bir ortaklık söz konusudur. İki müsemmâ arasında genel bir mânâ yoktur. Bu, tıpkı 'müşteri' kelimesiyle hem satın alan kişinin, hem de yıldızın isimlendirilmesi, yine* «Süheyl» kelimesiyle hem yıldızın, hem de insanın isimlendirilmesi gibidir.
Bu nakil, kendilerinden nakil yapılanlar hakkında büyük bir yanlıştır. Çünkü onlar, bu isimlerin - kapsamına müşekkik'in de girdiği genel mutavâtı' gibi - genel muta vatı' oldukları konusunda müttefiktirler. Bu isimler, kısım ve nevilere ayrılmayı kabul ederler ki, bu, ancak mutavâtı' isimlerde olur. Mevcud; kadîm ve muhdes, vâcib ve mümkin kısımlarına ayrılır, dememiz gibi.
Hatta müteahhirinden Ebû Abdillah er-Râzî ve benzeri na-kilcilerin kendileri konuşmalarında sadece lâfzı yönden bir ortaklığın bulunduğunu iddia etmenin yanında, bu isimlerle ilgili yukarıdaki taksimatları da bir arada zikreder ve bu taksimatın ancak kelime ve anlam yönünden müşterek mutavâtı' lâfızlarda olabileceğini; sadece lâfız yönünde müşterek olanlarda olamayacağını söylerler. Müşekkik diye isimlendirdikleri lâfızları da bu cümleden sayar ve

aralarında genel müşterek bir mânâ bulunmayan isimlerde bu taksimatın olamayacağını da zikrederler.
Felsefe ve kelâm konularında değerlendirme (nazar) ve tahkikle şöhret bulmuş bu müteahhir âlimler, bu konuda işte böyle çelişkilere düşmüş ve yanlış nakillerde bulunmuşlardır. Burada öyle tutarsızlıklar içinde kalmışlardır ki, en basit halk bile bu derece çelişkilere düşmemiştir. Bunun sebebi ise, mantıkçılardan aldıkları, hidayet ve doğruluktan uzak mantık kurallarıdır. Bu sebeble mutlak küllilerin gerçek âlemde de var olduklarını ve muayyenatın bir parçası olduklarını sanırlar. Bu ise, muayyenin o müşterek külli ile kendine hâs olan şeyden mürekkeb olmasını gerektirir ki, bu görüşün sonucuna göre varlığı zorunlu Rab Teâlâ'nın müşterek varlık ile kendine hâs zorunluluk, vücûd ya da mâhiyetten oluşmuş olması gerekir. Oysa mantıkçılarca meşhur olan; küllilerin a'yânda değil, ancak zihinlerde bulunabileceğidir.
Allah Teâlâ'nın hidâyete kavuşturduğu kimse bilir ki, varlıklar kendilerinde mevcut bir şeyde asla başkasına ortak değiller. Aksine her varlık, zâtıyla ve sahip bulunduğu sıfat ve fiilleriyle diğerlerinden bağımsız olur. «Bu insan konuşan bir canlıdır», ya da: îdrak sahibi bir canlıdır» veya benzeri şeyler söylediğimizde, onun canlı olması, idrak sahibi olması; konuşması ve canlılığı kendisiyle başkası arasında ortak bir şey değildir. Aksine, kendisine hâs ve kendisine aittir; başkasına hâs olan da, başkasına aittir. Sadece canlılık, ya da idrakinin ve diğer sıfatlarının birbirlerine benzemeleri miktarınca benzerdirler.

Dip Notlar:
42) 2 Bakara, 210
43) 6 En'am, 158
44) 89 Fecr, 22
45) 32 Secde, 4
46) 30 Rûm, 40
47) 32 Secde, 5
48) 2 Bakara, 30
49) 4 Nisa, 164
50) 7 A'raf, 22
51) 28 Kasas, 65
52) 33 Ahzâb, 4
53) 4 Nisa, 87
54) 39 Zümer, 23
55) 7 A'raf, 137
56) 6 En'âm, 115
57) 3 Âl-i İmrân, 152
58) 2 Bakara, 255
59) öl Zâriyât, 58
60) 40 Mü'min, 7
61) 7 A'raf, 156
62) 112 İhlâs sûresi
63) 2 Bakara, 22
64) 16 Nahl, 74
65) 42 Şûra, 11
* Mutavâtı', kelimenin, fertler arası ortak bir husus için kullanılmak üzere dilde kullanılması gibi, («İnsan» kelimesi böyledir), âdemoğullarının hepsini kapsayacak şekilde kullanılır. Müşekkik ise. bunun zıddıdır. Fertleri arasında derece farklılıkları bulunur. (Bkz. Tehânevî, Keşşâfu Istılahâti'l-Fünûn, İstanbul, 1984, II. 780).


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol