Dört mezhep, bunun haram olduğunda ittifak etmiştir. Bazıları, onun büyük bir günah olduğunu söylemişlerdir. Şimdi, mezheplerin bu konuda ki görüşlerini açıklayalım:
Fakîh İbn Hacer Heytemî, ez-Zevâcir an İktirâfı'l-Kebâir, (I, 120)'de şöyle demiştir: '93, 94, 95, 96, 97, ve 98. büyük günah; kabirleri mescit haline getirmek, oralarda kandil yakmak, kabirleri puta çevirmek, etraflarında dolaşmak, elle onlara dokunmak ve onlara doğru namaz kılmaktır.'
Daha sonra, yukarıda geçen ve başka bazı hadisleri zikredip, (sy. 111) şunları söylemiştir:
"Bir uyarı: Bu altı büyük günah, Şafiî mezhebine mensup âlimlerden birinin sözünde geçmiştir. Sanki o da, bunları belirttiğim hadislerden almıştır. Kabri mescit haline getirmenin büyük günah olma sebebi açıktır. Çünkü o [Peygamber (sallailahu aieyhi ve sellenı)], peygamberlerinin kabirle-; rini bu hale getirenlere lanet etmiş, salihlerin (evliyaların) kabirlerine böyle bir şey yapanları, kıyamet günü Yüce Allah katında, yaratıkların en kötüleri olarak değerlendirmiştir. O halde, 'onların yaptıklarının benzerini yapmaktan sakındırıyordu' rivayetinde olduğu gibi, bize de bunda bir uyarı vardır. Yani Peygamber (sallailahu aleyhi ve sellem)'in onlar hakkında ki bu sözüyle, ümmetini, onların yaptıkları gibi yapmaktan, bu işi yaparlarsa diğerlerine lanet olunduğu gibi lanete uğramaktan s akı ndırm aktadır. Bundan dolayı bizim mezhepten olan bazı arkadaşlar şöyle dediler: Bereket ve uğur dilemek, ayrıca saygı göstermek için. Peygamber ve velilerin kabirlerine doğru namaz kılmak haramdır. Bereket ummak ve saygı göstermek için, kabir üzerinde namaz kılmak ta böyledir. Böyle bir davranışın büyük günah olduğu, yukarıdaki hadislerden, belirtilen sebeplerle, açıkça anlaşılmaktadır. Hanbelî mezhebinden olan bazı âlimler şöyle demiştir:
'Kişinin, teberrük (bereket ummak) için, kasten, kabrin yanında namaz kılması, Allah'a ve Rasûlü (sallailahu aleyhi ve sellem)'e karşı çıkmanın ve Allah'ın izin vermediği bir şeyi din adına uydurmanın ta kendisidir. Çünkü bu konudaki yasak, icma (ittifak) ile gerçekleşmiştir. Haramların ve şirke götüren sebeplerin en büyükleri, kabirlerin yanında namaz kılmak, onları mescide çevirmek veya onların üzerine mescit yapmaktır. Mekruh olduğunun söylenmesi, başka bir manaya yorulmuştur. Çünkü âlimlerin, Peygamber (sallailahu aleyhi ve sellem)'in yapanı lanetlediği, mütevatir rivayetle anlaşılan bir davranışı caiz gördükleri düşünülemez. Bu tür yerlerin ve kabirler üzerindeki kubbelerin hemen yıkılması gerekir. Bunlar Dırâr4 mescidinden daha zararlıdır. Çünkü bunlar, RasûlüUâh (sallailahu aleyhi ve seilem)'e isyan etme temeli üzere yapılmışlardır. Aslında o, bunu yasaklamıştır. RasûlüUâh (sallailahu aleyhi ve sellem) belli bir seviyeden fazla yükseltilen kabirlerin yıkılmasını emretmiştir. Kabir üzerindeki her türlü kandil veya lambanın kaldırılması gerekir. Bu türlü bir vakfetme ve adakta bulunmak da doğru değildir.'
Bunların hepsi Fakih İbn Hacer Heytemî'nin sözleridir. Muhakkik (araştırmacı) Alim Âlûsî de Ruhu'l-Meânî, (V/31)'de onun bu görüşlerini aynen onaylamıştır. Söyledikleri, ince bir anlayışa ve dinde fıkha (derin bir bilgi ve anlayışa) delâlet etmektedir.
Hanbelî mezhebine mensup bir âlimden naklettikleri hakkındaki: 'mekruh olduğunun söylenmesi, başka bir manaya yorulmuştur' sözü, sanki Şafiî'nin 'Ben kabrin üzerine mescit yapılmasından hoşlanmıyorum (mekruh görüyorum)...' ve daha önce tamamını aktardığımız sözlerine işaret ediyor gibidir. et-Tehzib ve şerhi el-Mecmu'da ifade edildiği gibi, onun Şâfıî mezhebine mensup arkadaşları da bu görüştedir. Hadisler haram kılmada ve yapanın lanetlendiğinde açık olmalarına rağmen, onların, buna daha önce geçen bazı hadisleri delil göstermeleri gariptir. Eğer mekruhluk onlara göre, haram kılmak anlamında olsaydı, iş kolaylaşırdı. Fakat mekruhluk onlara göre, tenzihi mekruhluk anlamındadır. O zaman onların bu konuda delil getirdikleri hadislerde, benimsedikleri mekruhluk görüşü nasıl bağdaşacak?
Ben, Şafiî'nin, özellikle daha önce geçen ifadesindeki mekruhluğu, tahrimen mekruhluğa yorumlanmasını imkansız görmüyorum. Çünkü Kur'ân'm kullanımında kastedilen şer'i mana budur. Şafiî'nin, Kur'ân'm üslubundan çok etkilendiğinde şüphe yoktur. Eğer bizler onun kullandığı ifadeler arasında, Kur'ân'ı Kerim'de özel bir anlamı bulunan bir lâfız görecek olursak o lafzı o anlama göre yorumlamamız icap eder. Sonradan gelenlerin terimselleştirdikleri anlama göre değil. Yüce Allah şöyle buyurdu: 'O (Allah), size, küfrü, fışkı ve isyanı çirkin gösterdi.' (Hucurat, 7) Bunların hepsi haram kılınmıştır. Bu mana, -Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- Şafiî'nin (Allah rahmet etsin), daha önce geçen 'kerih görürüm, mekruh görürüm, hoşlanmam' sözüyle kastettiğidir. Bunun arkasından: 'Eğer ona doğru namaz kılarsa, namazı olur, ama kötü bir şey yapmış olur' demesi bunu desteklemektedir. 'Kötü bir şey yapmış olur1 sözü, bir kötülük (günah) yani haram işledi anlamındadır. Kur'ân üslubunda da kötülük (seyyie)dzn kastedilen budur. Yüce Allah, İsrâ suresi (38)'de, çocukları öldürmeyi, zinaya yaklaşmayı ve can almayı vb. şeyleri yasakladıktan sonra şöyle buyurmuştur: 'Bunların hepsi, kötü (seyyie) olan, Rabbinin katında mekruh (hoş görülmeyen) şeylerdir' yani haram olan şeylerdir.
Bu meselede, Şafiî'nin sözündeki mekruhluktan maksadın bu mana olduğunu, onun, 'nehiyde (yasakta) asıl olan haramlıktır, ancak delilin, yasaklamaktan haram kılma kas-tedilmediğini göstermesi bundan müstesnadır' görüşüne sahip olması teyit eder. Nitekim bunu Cimâu'l-İlm, (sy. 125) adlı risalesinde ve benzerini er-Risâle, (sy. 343) adlı kitabında açıklamıştır.
Bu meseleyi delilleriyle inceleyen herkes bilir ki, daha önce geçen bazı hadislerde yer alan yasaklamayı, haram kılma hükmünden başkasına çevirecek herhangi bir delil yoktur. Daha önce geçtiği üzere, diğer hadisler, haram olduğunu vurgularken, bu, nasıl söylenebilir? Bundan dolayı ben, Şafiî'nin görüşünün, bunun haramlığı doğrultusunda olduğunu kesinlikle söyleyebilirim. Özellikle o, 'Allah Yahudilerle Hristiyanları kahretsin. Onlar peygamberlerinin kabirlerini mescit haline getirdiler' hadisini söyledikten sonra, yukarda geçtiği gibi mekruh olduğunu açıkça ifade etmiştir. Öyleyse Hafız Irakî'nin -Şâfıî mezhebindendir-daha önce belirtildiği üzere, kabir üzerine mescit yapmanın haram olduğunu açıkça söylemesinde hiçbir gariplik yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Bundan dolayı şöyle diyoruz: Mekruh olduğunu söylediğini ileri sürerek, Şafiî'nin 'Kişinin zinadan olma kızıyla evlenmesini' mubah kabul ettiğini söyleyip, 'kerahet tenzih (tenzihi kerahet) için kullanılacak olursa cevaz ile aykırılık arz etmez!' diyenler yanılmışlardır. İbnu'l-Kayyım, İ'lamu'l-Muvakkıîn, (I/47-48)'de şöyle der:
"Şâfıî, kişinin zinadan olma kızıyla evlenmesinin mekruh olduğunu söylemiştir. Hiçbir zaman, onun mubah ve caiz olduğunu söylememiştir. Onun büyüklüğüne, imamlığına ve Yüce Allah'ın ona nasip ettiği dindeki mevki ve makamına yakışan, mekruh demesinin, haramlık anlamında olmasıdır. Onun, 'mekruh' sözcüğünü, mutlak olarak kullanması haram olan bir şeyin Allah ve Rasûlü tarafından kerih görüldüğündendir. Nitekim Yüce Allah: "Rabbin, yalnız kendisine tapmanızı emretti" (İsrâ, 17/23) sözünden itibaren "Haksız yere Allah 'in yasakladığı cana kıymayın. " (İsrâ, 17/33) "Bilmediğin bir şeyin ardına düşme," (İsrâ, 17/36) sözüne kadar, haram kıldığı şeyleri belirttikten sonra şöyle buyurmuştur: "Bunların hepsi kötü olan, Rabbinin katında hoş görülmeyen (mekruh) şeylerdir, " (İsrâ, 17/38)
Sahih* te şöyle bir hadis vardır: 'Yüce Allah, sizin için, dedikoduyu, çok soru sormayı ve malı boş yere harcamayı kerih görmüştür' Selef 'mekruh olma' sözcüğünü, Allah ve Rasûlü'nün sözlerinde kullanıldığı anlamda kullanıyordu. Fakat sonrakiler, 'mekruh olma' sözcüğünü, haram olmayan, ancak vazgeçilmesi yapılmasından daha ağır basan şeyler hakkında terimselleştirdiler. Daha sonra bazıları, imamların sözlerini sonradan ortaya çıkan terim anlamıyla yorumladılar. Ve bunda hata yaptılar. Bundan daha çirkin bir yanlışlık ise Allah ve Rasûlü'nün sözlerindeki 'mekruh olma' veya 'Gerekmez (Layenbağiy sözcüklerini, sonradan ortaya çıkan terim anlamına göre yorumlamalarıdır!"
Bu vesileyle şunları söylüyoruz: Araplara göre meşhur olan ve özel anlamları olan Arapça sözcüklerde meydana gelen yeni anlamlara, ilim adamlarının dikkat etmeleri gerekir. Çünkü bu yeni manalar öbürlerinden farklıdır. Kur'ân, Arapların diliyle yani Arapça inmiştir. Kur'ân'm kelime ve cümlelerinin, kendilerine Kur'ân indirilen Arapların anladığı çerçevede anlaşılması gerekir. Sonrakilerin terim haline getirdikleri, yeni anlamlarla açıklanması caiz değildir. Eğer böyle olmazsa, bu anlamlara göre açıklayan hata yapar ve farkında olmadan, Allah ve Rasûlü'nün aleyhinde konuşmuş olur. Ben önce, 'mekruh olma' sözcüğünü örnek verdim.
Şimdi size, başka bir örnek olarak 'sünnet' sözcüğünü vermek istiyorum. Bu sözcük, dilde 'yol' anlamına gelir. Gerek farz, gerek nafile, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)'in takip ettiği doğru yolu ve aydınlığı içine alır. Terim olarak bu sözcük, Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)'in özellikle farz olmayan davranışlarına verilen isimdir. Dolayısıyla, bazı hadislerde geçen 'sünnet' sözcüğünün bu terim anlamıyla yorumlanması caiz değildir. Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem)'in '... Benim sünnetime uyun' '... Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir' sözlerini buna örnek verebiliriz.
Son dönemlerdeki bazı alimlerin, terim anlamıyla sünnete sarılmaya teşvik amacıyla getirdikleri: 'Sünnetimi terk edene şefaatim erişmez' hadisi de bunlar gibidir. Onlar bu konuda, iki hataya düşmektedirler.
Birincisi, hadisi Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'e nispet etmeleridir. Bildiğimiz kadarıyla, o hadisin aslı yoktur.
İkincisi, sünneti, şer'i anlamını ihmal ederek, terim anlamıyla yorumlamalarıdır. Böyle bir ihmal sebebiyle bu konuda hata edenler ne kadar çoktur. Bundan dolayı Şeyhu'l-îslâm İbn Teymiyye ile öğrencisi İbnu'l- Kayyım (Allah onlara rahmet etsin) bu konuda, çok uyanda bulunmuşlardır. Onlar, şer'i sözcüklerin örfe değil, dile başvurarak açıklanmasını istemişlerdir. Aslında bu, günümüzde, 'sözcüklerin tarihi araştırması' denilen temel kuraldır.
Burada şuna işaret etmemiz yerinde olacaktır: Mısır Arap Cumhuriyeti Arap Dil Kurumu'nun en önemli amaçlarından birisi, Arap Dil Kurumu'nun düzenlenmesine dair 1955/434 sayılı kanunun ikinci maddesi, ikinci fıkrasında belirtildiği üzere, 'Arap diline ait tarihi bir sözlük yazmak, bazı kelimelerin tarihine ve anlamlarında meydana gelen değişikliklerle ilgili, ciddi araştırmaları yayınlamaktır' (Bkz. Kurum dergisi, VIII/5). İnşaallah Kurum, bu büyük ve ö-nemli işi gerçekleştirir. Müslüman Arap yetkililere bu görevi verir. Çünkü Mekke'nin patikalarını Mekke halkı daha iyi bilir. Ev sahibi, evindekileri daha iyi bilir. Böylece bu büyük proje, müsteşrik ve emperyalistlerin hile ve tuzaklarından kurtulur.
Burada bu şer'i anlamdaki mekruh olmayı Hanefiler söylemiştir. Ebû Hanife'nin öğrencisi İmâm Muhammed, el-Âsâr, adlı kitabı (sy. 45)'de şöyle demiştir:
'Biz, kabrin dışarıda kalan kısmına ilavede bulunulmasını uygun görmüyoruz; onun kireçlenmesinden, sıvalanma-stndan veya yanında bir mescit yapılmasından hoşlanmıyoruz, bunu kerih, (mekruh) görüyoruz.'
Hanefîlere göre 'mekruh olma,' mutlak (kayıtsız şartsız) olduğunda, 'tahrimen mekruh olma' demektir. Nitekim bu, onlar tarafından bilinmektedir ve meşhurdur. İlerde belirtileceği üzere, Hanefîlerden İbnu'l-Melek, bu mesele hakkında, haram olduğu açıklamasını yapmıştır.
3- Malikîlerin Görüşü, Haram Olduğudur:
Kurtubî, tefsiri (X/38)'de beşinci hadisi zikrettikten sonra şöyle demiştir:
"Âlimlerimiz şunu söylediler: 'Bu, Müslümanlara, Peygamber ve âlimlerin kabirlerini mescit haline getirmelerini yasaklamaktadır'"
Şerhu'l-Muntehâ, (1/353) ve başka eserlerde geçtiği üzere Hanbelîlerin görüşü de, bunun haram olduğudur. Hatta
onlardan bazıları, kabirler üzerine yapılmış mescitlerde kılınan namazın geçersiz olduğu ve onların yıkılması gerektiğini belirtmişlerdir. İbnu'l-Kayyım, Zadû'l-Meâd, (111/22) adlı eserinde, Tebük gazvesinin ihtiva ettiği fıkhı incelikler ile ifade ettiği faydalı bilgileri açıklarken. Yüce Allah'ın, Peygamberini içinde namaz kılmayı yasakladığı Dırâr mescidi olayını ve onun Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından nasıl yıkılıp yakıldığını anlattıktan sonra şunları söylemiştir:
'Bunlardan birisi de Allah'a ve Rasûl'üne isyan olunan günah işleme yerlerinin yakılıp yıkılmasıdır. Nitekim Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve seilem) Dırâr mescidini yakmış ve yıkılmasını emretmiştir. Halbuki orası, içinde namaz kılman ve Allah'ın adı anılan bir mescitti. Yakılıp yıkılmasının sebebi, onun, zarar vermek, müminleri birbirinden ayırmak ve münafıklara da sığmak olması için yapılmış olmasıydı. Bu durumda olan her yerin, yönetici tarafından, ya yıkılıp yakılması ya da şeklinin değiştirilip ilk yapılış amacından çıkartılması suretiyle geçersiz hale getirilmesidir. Dırâr mescidinin durumu bu olduğuna göre, hizmetkarları tarafından Allah'tan başka ortaklar edinmeye davet edilen şirk yerleri, böyle yapılmaya daha uygun ve edilen şirk yerleri, böyle yapılmaya daha uygun ve daha gereklidir. Yine, meyhane, içki satan yerler ve kötülük işleyen yerler gibi günaha sebep olan yerler de böyledir. Ömer b. Hattab, içki satılan bir köyü tamamen yakmış, Ruveyşid Sekafî 'nin içki sattığı dükkanını yakmış ve ona Fuveysik (günahkar) adını vermiştir. Yine Ömer b. Hattab, halkın arasına çıkmayıp devamlı içinde oturduğu için, S'ad b. Ebî Vakkas'ın sarayını yakmıştır. Rasûlüllâh (sallallahu aleyhi ve sellem) cemaat ve cumayı terk edenlerin evlerini yakmak istemiştir. Böyle bir şeyi yapmaktan onu alıkoyan, yine kendisinin haber verdiği üzere, o evlerde cuma ve cemaate katılmaları gerekli olmayan kadın ve çocukların olmasıdır.
İyilik ve Allah'a yaklaşmak (ibadet) söz konusu değilse, vakıf yapmanın sahih olmadığı da bu olaydan anlaşılan hükümler arasındadır, aynen böyle bir mescidin (Dirâr mescidinin) vakfedilmesinin sahih olmadığı gibi. Buna göre, kabir üzerine yapıldığında mescit yıkılır. Nitekim ölü, mescide gömüldüğü taktirde kabri açılıp başka bir yere nakledilir. Bunu İmam Ahmed ve başkaları söylemiştir. İslâm dininde mescitle kabir bir arada olmaz. Hangisi sonradan diğerinin üzerine yapılırsa, sonrakine engel olunur. Geçerli olan hüküm, öncekinindir. Her ikisinin birlikte yapılması caiz değildir. Böyle bir vakıf da ne sahihtir, ne de caizdir. Böyle bir mescitte namaz kılmak da sahih değildir. Çünkü Rasûlüllâh (saiiallahu aleyhi ve seliem) bunu yasaklamış ve kabri mescide çevirene veya üzerinde kandil yakana lanet etmiştir. İşte, gördüğünüz gibi Allah'ın Peygamberiyle gönderdiği İslâm dini ve o dinin insanlar arasında garip kalması böyledir.'
Âlimlerden yaptığımız bu nakillerden anlaşılmaktadır ki, dört mezhep, daha önceki hadislerin ifade ettiği, kabirlerin üzerine mescit yapmanın haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunu âlimlerin görüşlerini, onların ittifak ve ihtilaf ettikleri noktaları en iyi bilen kişi yani Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiyye (Allah ona rahmet etsin) nakletmiştir. Ona şöyle bir soru sorulmuştur:
'İçinde bir kabir bulunduğu taktirde, mescitte namaz kılmak doğru mudur? İnsanlar cemaat ve cuma namazını kılmak için orada toplanabilirler mi, toplanamazlar mı? Kabir düzeltilir mi yoksa üzerine bir engel yahut bir duvar mı yapılır?' O da şöyle cevap vermiştir.
"Allah'a hamd olsun! İmamlar, kabir üzerine mescit yapılmayacağında ittifak ettiler. Çünkü Peygamber (sallailahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: 'Sizden öncekiler kabirleri mescide çeviriyorlardı. Dikkat edin! Kabirleri mescide çevirmeyin. Size bunu yasaklıyorum.' Hiçbir mescide, hiçbir ölünün gömülmesi caiz değildir. Eğer mescit definden Önce ise, değiştirilir, Ya kabir dümdüz edilir, yahut ölü yeni gömülmüşse kabir açılır ve başka yere nakledilir. Mescit, kabirden sonra yapılmışsa, ya mescit kaldırılır ya da kabrin şekli giderilir. Çünkü kabir üzerindeki mescitte, ne farz, ne de nafile kılınır. Bu, yasaklanmıştır.' (el-Fetâvâ, 1/107, I-1/192)
Mısır Darû 't-İfta'sı (Müftülüğü), İbn Teymiyye'nin bu fetvasını benimsemiş ve yayınladığı bir fetvada da, onun ölüyü mescide defnetmenin caiz olmadığını ifade eden bu sözlerini aktarmıştır. İsteyen bunu Mecelletu 'l-Ezher'âe (XI/5O1-5O3) görebilir.
İbn Teymiyye, el-îhtiyârâtu'l-İlmiyye, (sy. 52)'de şöyle demiştir.
'Kabirlerin üzerinde kandil yakmak, üzerlerine veya aralarına mescit yapmak haramdır. Bunların ortadan kaldırılması gerekir. Bu konuda tanınmış alimler arasında bir görüş ayrılığı olduğunu bilmiyorum.'
İbn Urve Hanbelî, el-Kevâkibu'd-Derârî'âe (11/244/1) bunu aktarmış ve onaylamıştır.
Böylece, bütün alimlerin, hadislerin bildirdiği, kabirlerin üzerine mescit yapmanın haram olduğunda ittifak ettiklerini görüyoruz. Bundan dolayı, müminleri o alimlere karşı gelmekten ve onların gittiği yolun dışına çıkmaktan sakındırıyoruz. Çünkü yüce Allah'ın: "Kim kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı gelir ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yola yöneltiriz ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası!" (Nisa, 4/115) sözündeki tehdidin kapsamına girmelerinden korkuyoruz.
"Muhakkak ki bunda kalbi olan yahut şahit olarak kulak veren kimse için elbette öğüt vardır. " (Kâf, 50/37)
Muhammed Nasiruddin Albani, İslam’da Kabirciliğin Sakıncaları, Hadis Yayınları: 41.
Muhammed Nasiruddin Albani, İslam’da Kabirciliğin Sakıncaları, Hadis Yayınları: 42-48.
Muhammed Nasiruddin Albani, İslam’da Kabirciliğin Sakıncaları, Hadis Yayınları: 49.
Muhammed Nasiruddin Albani, İslam’da Kabirciliğin Sakıncaları, Hadis Yayınları: 49.
Bu şu demektir: Böyle bir iş imam dışındakilere vacip değildir. Onun görevini vekâleten yapan kimseler de onun durumundadır. İşte doğru anlayışın gerektirdiği sonuç budur. Çünkü başkaları bu işi yapmaya kalkışacak olursa bunun pek çok kötülüğü ortaya çıkar, Müslümanlar arasında fitneler başgösterir ve bunlar gerçekleştirilmek istenen maslahattan daha büyük olabilir.
Dulâbî, el-Kıınâ, I, 189'da İbrahim b. Abdurrahman b. Avfdan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben Ömer'in Sakifli Ruveyşid'in evini yaktığını gördüm. Sanki o bir kor ateş yahut bir kömür olmuştu. Bu kişi bizim komşumuz idi ve şarap satardı. Bu rivayetin senedi sahihtir. Bunu ayrıca Abdurrezzâk, Safiye bt. Ebî Ubeyd'den, el-Câmiu'l-Kebîr, 3/204/a'da Ebû Ubeyd, el-Emval, sy. 103'de İbn Ömer'den rivayet etmiştir. Bunun da senedi sahihtir.
Maksat sarayın kapısıdır. Bu olayı Abdullah b. Mübarek, Zühd, I79/a'da el-Kevâkibu'd-DerârVden, Tefsir, 575, no. 513-518; Ahmed, no. 390, ricali sika (güvenilir) olan bir senedle rivayet etmişlerdir.
Buhârî ve Müslim tarafından Ebû Hureyre'den rivayet edilmiştir. Hadisin tahrici Sahihti Ebî Dâvııd, 557-558'de yapılmıştır. Önemli not: Cuma namazı ile ilgili hadis, İbn Mes'ud'dan rivayet olunan merfu başka bir hadis olup bunu sadece Müslim rivayet etmiştir.
Ben de derim ki: Her ne kadar makul olan bu ise de buna dair sened Peygamber (sallallahu aleyhi ve sciiem)'den sahih olarak gelmemiştir. Çünkü bu senedde Ebû Ma'şer Necih Medenî vardır ki, hıfzının kötülüğü dolayısıyla zayıf bir ravidir. Hatta onun bu hadisi Tahrîcu'l-Mişkât, (1073) ikinci tahkikte belirttiğim gibi, münker bir hadistir.
Bununla İbn Abbas'ın rivayet ettiği: 'Allah kabirleri ziyaret eden kadınlara, kabirler üzerinde mescitler edinip kandiller yakanlara lanet eylesin' hadisine işaret etmektedir. Bunu Ebû Dâvud ve başkaları rivayet etmiş olmakla birlikte senedi zayıftır. SelefTlenn birçoğu bu hadisi dillerinden düşürmese de böyledir. Çünkü hakka tabi olmak ve hakkı söylemek daha bir haktır. Önceki âlimlerden bunun zayıf olduğunu söyleyenlerden birisi de İmam Müslim'dir. O Kitâbu't-TafsiFdt şunları söylemektedir:
'Bu hadis sabit değildir. Ebû Salih Bazam'in hadislerinden insanlar sakınmişlardır. Onun İbn Abbas'tan (hadis dinlediği) sabit değildir.'
el-Kevâkib, 65/82/a'da belirtildiği üzere bunu İbn Recep, Fethu'l-Bârî'de nakletmiştir.
Ben bu hadisin zayıflığını el-Ahadîsu'z-Zaîfe ve'l-Mevdua ve Eserııha's-Seyyiv fi'l-Vmme, no. 225'te açıklamış bulunuyorum. Orada hadisin sahih li gayrihi olduğunu belirttim. Ancak kandillerin yakılması ile ilgili rivayet münker olup sadece bu zayıf yolla gelmiştir.
Şimdi bu hadis ile alakalı çok bariz bir hataya vakıf olmuş bulunuyorum. Çağdaş Selefi âlimlerinden fazilet sahibi bir kimseye ait el-Kavlu'l-Mubin adlı eserde (sy. 79)'da şöyle denilmektedir: 'Bu hadisin sünen sahiplerince senedinde eleştirilecek taraflar bulunmakla birlikte, Hâ-kim'de bunun senedinin eleştirilecek bir tarafı yoktur. Çünkü Hâkim'in rivayet yolu onların rivayet yollarından farklıdır.'
Ben de derim ki: Hadisin Hâkim ve diğerleri tarafından yapılan rivayetinin etrafında dönüp dolaştığı rivayet Ebû Salih'in, İbn Abbas'tan rivayeti şeklindedir. Hâkim hadisin akabinde (I, 374)'de şunları söylemektedir: 'Ebû Salih ise Bazam diye bilinen şahıs olup Buhâri ve Müslim onunla ihticac etmemişlerdir.'
Ben de derim ki: Bu şahıs aynı zamanda imamların büyük çoğunluğu tarafından zayıf kabul edilmiştir. Bunu Hafız İbn Hacer'in Tehzib'de belirttiği üzere İclî'den başka kimse sika olarak kabul etmiş değildir. İclî ise İbn Hibban gibi sika kabul etmekte işi gevşek tutmakla tanınan birisidir. Bizler bu hususta oldukça araştırma yaptıktan sonra hadisi pekiştirecek bir başka rivayet yolu da bulamadık.
Herhalde kendisine işaret ettiğimiz zat bu ifadeleri ile benim orada sözünü ettiğim birtakım tanıkları kastetmiş olmalıdır. Ancak bu rivayetlerde kesinlikle kandillerden söz edilmemiştir. Buna göre bu şekildeki değerlendirme vehim üstüne vehimdir.
Aynı dergide kabirler üzerinde kayıtsız şartsız bina yapmanın haram olduğuna dair bir başka makale de yer almaktadır. Bkz. 1930, sy. 359-364.
Muhammed Nasiruddin Albani, İslam’da Kabirciliğin Sakıncaları, Hadis Yayınları: 49-55.
|