Kur'an ve Sünnet
   
 
  Allah'ın Sıfatları Konusunda Selefin Tutumu

بســـم الله الرحمن الرحيم

 

Allah'ın Sıfatları Konusunda Selefin Tutumu

 

Birincisinde -yani sıfatlar konusunda tevhîdde- esas olan:

Gerek nefiy gerekse isbat şeklinde Allah'ın kendisini ve ResûIü'nün O'nu vasıflandırdığı sıfatlarla Allah'ı tavsif etmek (vasıflandırmak), O'nun kendisi hakkında isbat (kabul) ettiği hususları isbat, kendisinden nefyettiği şeyleri de O'ndan nefyetmek / reddedmektir.

Bilinmektedir ki ümmetin selefi ve imamlarının yolu, keyfiyetlendirme (tekyif) benzetme (temsil), değiştirme (tahrif) ve işlevsizleştirme (ta'tîl) olmaksızın Allah'ın kendisi hakkında isbat ettiği sıfatları isbat etmek (kendisine isnad ettiği sıfatları O'na isnad etmek) tir.

(Tahrîf:Tahrîf dilde değiştirmek demektir. Terim olarak tahrîf, nassı (ayet veya hadisi) lafız veya anlam olarak değiştirmektir. Lafzı değiştirmeyle beraber anlam ya değişir ya da değişmez.

Tahrîf üç kısımdır:

1 - Anlamı Değişen Lafız (Söz, Kelime) Tahrîfi:

Bazılarının sırf konuşan Mûsâ Peygamber olsun diye:  

“Ve Allah Mûsâ ile konuştu” (Nisâ, 64) ayetinde Allah lafz-ı celâlini üstün okumaları  gibi.

2 - Anlamı Değişmeyen Lafız (Söz, Kelime) Tahrîfi:  

“Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur” (Fâtiha, 2) ayetinde dâl harfini üstün okumak  gibi.Bu tür hata, genellikle cahilden kaynaklanan hata olup kasıtlı olarak ard niyetle yapılan bir hata değildir.

3 - Anlam Tahrîfi:

Delilsiz olarak bir lafzı (sözü, kelimeyi) açık anlamı dışına çıkarmaktır. Allah’a izâfe (nispet) edilen “iki el” ’in kuvvet, nimet ve benzeri sözlerle anlamını değiştirmek gibi.

Ta’tîl:Dilde ta’tîl, boşaltmak (bir şeyin veya kavramın içini boşaltmak) ve terk etmek demektir. Terim olarak ise, Allah-u Teâlâ için gerekli olan isim ve sıfatların tamamını veya bir kısmını inkar etmektir. Buna göre ta’tîl iki kısımdır:

1 - Tam (Küllî) Ta’tîl: Allah’ın sıfatlarını inkar eden Cehmiyye gibi. Bunların aşırıları, Allah’ın isimlerini de inkar ederler.

2 - Kısmî (Cüzî) Ta’tîl: Allah’ın bazı sıfatlarını kabul edip bazılarını inkar eden Eş’ariyye gibi. Bu ümmet içinde ta’tîl fitnesi ile bilinen ilk kişi el-Ca’d b. Dirhem’ dir.

Tekyîf:Tekyîf, bir sıfatın niteliğini (keyfiyetini) anlatmaktır. Allah’ın elinin ya da dünya göğüne inmesinin niteliği şöyle şöyledir, demek gibi

Temsîl ve Teşbîh:Temsîl, bir şeye örnek, teşbîh ise benzer vermektir.

Temsîl (iki şey arasında) her bakımdan eşitlik ve denklik bulunmasını, teşbih ise bir çok bakımdan eşitlik ve denklik bulunmasını gerektirir.

Bunların biri diğeri yerinde de kullanılır.

Bunlar ile (temsîl ve teşbîh) tekyîf arasında iki bakımdan fark vardır:

Birincisi: Tekyîf, bir şeyin niteliğini mutlak olarak veya bir benzerle kayıtlayarak anlatmaktır.Temsîl ve teşbîh ise, örnek ve benzerle kayıtlanmış bir niteliği gösterir. Bu bakımdan tekyîf daha geneldir. Çünkü her mümessil (temsil yapan) aynı zamanda mükeyyif (tekyif yapan) dir, tersi olamaz.

İkincisi: Tekyîf sıfatlara özgüdür. Temsîl ise değerde (adet), sıfatta ve zâtta olabilir. Bu bakımdan yani temsîlin zât, sıfat ve değerle olan ilgisi bakımından temsîl daha geneldir.

Sonra insanlar içinde birçok kimsenin sapıtmasına neden olmuş teşbîh de iki kısma ayrılır:

Birincisi: Yaratılmışı yaradana benzetmek.

İkincisi: Yaradanı yaratılmışa benzetmek.

•Yaratılmışı Yaradana Benzetmek:

Allah’a özgü fiiller, haklar ve sıfatlardan herhangi birini yaratılmışa da vermek demektir.

Birincinin yâni Allah’ın fiillerinden herhangi birini yaratılmışa vermenin örneği: Allah ile beraber başka bir yaratıcı bulunduğunu ileri süren kişinin Rubûbiyyet Tevhidinde Allah’a şirk koşması gibi.

İkincinin yani Allah’ın haklarından herhangi birini yaratılmışa vermenin örneği: Müşriklerin, putlarının ilahlık hakkı olduğunu ileri sürerek onlara tapıp kulluk etmeleri gibi.

Üçüncünün yâni Allah’ın sıfatlarından herhangi birini yaratılmışa vermenin örneği: Peygamber -Sallallâhu aleyhi ve sellem-’i övme veya diğer konularda aşırıya kaçanların yaptıkları şeyler gibi. Örneğin Abdullah b. Yahyâ el-Buhturî’yi öven Mütenebbî’nin:

Ey benzeri olmayan kimse, dilediğin gibi ol.

Ve nasıl istersen öyle ol. Sana benzer bir kimse yaratılmamıştır.sözünde olduğu gibi.

•Yaradanı Yaratılmışa Benzetmek: 

Bu ise yaratılmışa ait olan bazı özellikleri Allah’ın zâtına ve sıfatlarına vermektir.

“Allah’ın iki eli yaratıkların elleri gibidir”, “Allah’ın arşına istiva etmesi yaratıkların tahtlarına oturup kurulmaları gibidir” ve benzeri sözler gibi.

Bu çeşit sözler söylemekle bilinen ilk kişinin, Râfızî olan Hişâm b. el-Hakem olduğu söylenir. Allah en doğrusunu bilir.

İlhâd:İlhâd, dilde eğilim, terim olarak da inanılması ya da yapılması gerekli olan şeyden başka yana sapmak demektir. İlhâd iki kısımdır:

Birincisi: Allah’ın İsimlerinde İlhâd

İkincisi: Allah’ın Ayetlerinde İlhâd

Allah’ın İsimlerinde İlhâd:

Bu isimler için kaçınılmaz ve gerekli olan gerçekten sapmaktır. Bunun da dört çeşidi vardır:

1 - Ta’tîlcilerin yaptıkları gibi isimlerden herhangi birini veya bunların gösterdiği sıfatları inkar etmek.

2 - Teşbîhcilerin yaptıkları gibi isimleri, Allah’ı yaratıklarına benzetmek için bir kanıt (gösterge) olarak kullanmak.

3 - Allah’ın kendisine vermediği bir takım isimlerle Allah’ı adlandırmak. Çünkü Allah’ın isimleri tevkîfîdir yâni delile dayalıdır. Bu çeşide örnek, Hıristiyanların Allah’ı “baba”, filozofların da “ille-i fâile=etkin güç” olarak isimlendirmeleri.

4 - Allah’ın isimlerinden putlara isimler türetmek gibi. el-İlâh isminden “el-lât”, el-azîz isminden “el-uzzâ” adları türetmek gibi.

Allah’ın Ayetlerinde İlhâd: 

Bu, ya peygamberlerin getirdiği hükümler ve haberlerden oluşan şer’î ayetlerde ya da Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı ve yaratmakta olduğu varlıklar olan kevnî ayetlerde olur.

•Şer’î ayetlerdeki İlhâd, ya bu ayetleri tahrîf etmek, yahut bunların bildirdiği haberleri yalanlamak veya da hükümlerine karşı çıkmaktır.

•Kevnî ayetlerdeki ilhâd ise, bu ayetleri, Allah’tan başkasına nispet etmek veya bu ayetlerde bir ortağı ve yardımcısı olduğuna inanmaktır. ( İbni Teymiyye el-Fetvâ el-Hameviyye şerhi)

Ayrıca onlar, Allah'ın kendisi hakkında isbat ettiği sıfatları isbat etmenin yanı sıra, kendisinden nefyettiği sıfatları da isim ve âyetlerine dil uzatıp, sapık te'viller yapmaksızın (inkâra sapmadan) O'ndan nefyederler.

Zira Allah Te'âlâ isim ve âyetlerine dil uzatanları (isim ve âyetleri hakkında küfre sapanları) yermiş ve şöyle buyurmuştur:

"En güzel isimler (el-esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola (ilhâda) sapanları bırakın. Onlar yapmakta olduklarının (yâni ilhâdlarının) cezasına çarptırılacaklardır."  (A'râf 7/180).

Yine buyurmuştur ki:

"Âyetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp eğriliğe sapanlar bize gizli kalmaz. O halde, ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Dilediğinizi yapın! O yaptıklarınızı görmektedir" (Fussilet 41/40).

Şu halde onların yolu, mahlûkâta benzemeyi nefyedip, isim ve sıfatları isbattan (kabul etmekten) ibarettir ki bu; teşbîhsiz bir isbat ve işlevsizleştirmeksizin (ta'tili bulunmayan) tenzihtir. (isbat bilâ teşbih, tenzih bilâ ta'tîl).

Nitekim Allah Te'âlâ:

"O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir." (Şûra 42/11) buyurmaktadır.

- "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur" sözünde teşbih ve temsili,

- "O işitendir, görendir" sözünde de ilhâd ve ta'tîli red söz konusudur.

Allah Sübhânehû ve Teâlâ  peygamberlerini mufassal (ayrıntılı) bir isbat ve mücmel (Özet halinde) bir nefiy ile göndermiştir.

Bu nedenle onlar, Allah'ın sıfatlarını ayrıntılı biçimde ortaya koymuşlar ve O'na lâyık olmayan teşbih ve temsil gibi hususları da nefyetmişlerdir.

Zira Allah Te'âlâ şöyle buyurmuştur:

"O'na kulluk et; O'na kulluk etmek için sabırlı ve metanetli ol. O'nun bir adaşı (benzeri) olduğunu biliyor musun?" (Meryem 19/65).

Dilciler:

"O'nun bir adaşı (benzeri / semiyy) olduğunu biliyor musun?",

"O'nun adı gibisine (O'nun adıyla anılmaya) lâyık bir benzer biliyor musun" anlamına gelir demişlerdir. (Bu kısma) "O'nunla boy ölçüşecek ..." anlamını verenler de olmuştur.

İbn Abbâs'tan rivayet edilen anlam ise şudur:

"O'na semiyy yani benzer ve misal olacak kimse biliyor musun?".

Allah Te'âlâ buyurmuştur ki:

"O, doğurmamış ve doğmamıştır. O'nun hiçbir dengi yoktur." (İhlâs 112/3-4);

"Bile bile Allah'a eşler/şirk koşmayın" (Bakara 2/22);

"İnsanlardan bazıları Allah'tan başkasını Allah'a denk ilahlar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler, iman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır." (Bakara 2/165);

"Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa ki onları da Allah yaratmıştı. Bilgisizce O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Hâşâ! O, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir. O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. O'nun eşi olmadığı halde nasıl çocuğu olabilir! Her şeyi O yaratmıştır ve her şeyi hakkıyla bilen O'dur." (En'âm 6/100-101);

"Âlemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e Furkân'ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan, hiç çocuk edinmeyen, mülkünde ortağı bulunmayan ... Allah yüceler yücesidir." (Furkân 25/1-2);

"Ey Muhammed! Putperestlere sor: Kızlar Rabbin'in de erkekler onların mı?

Yoksa biz melekleri onların gözü önünde kız olarak mı yarattık?

Dikkat edin, kesinlikle yalan uydurup söylüyorlar,

"Allah doğurdu" diyorlar. Onlar şüphesiz yalancıdırlar.

Allah, kızları oğullara tercih mi etmiş!

Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?

Hiç düşünmüyor musunuz?

Yoksa sizin açık bir deliliniz mi var?

Doğru sözlülerden iseniz kitabınızı getirin!

Allah ile cinler arasında da bir soy birliği uydurdular. Andolsun, cinler de kendilerinin hesap yerine götürüleceklerini bilirler.

Allah, onların isnad edegeldiklerinden yücedir, münezzehtir.

Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları müstesnadır...

Ey inkârcılar! Ne siz ne de taptıklarınız.

Kimseyi Allah'a karşı kandırıp yoldan çıkaramazsınız.

Ancak cehenneme girecek olanları kandırırsınız.

Melekler: "Bizim içimizden herkesin belli makamı vardır. "

"Şüphesiz biz sıra sıra duranlarız. "

"Allah'ı tesbih edenleriz. "

Putperestler şöyle diyorlardı.

Eğer yanımızda evvelkilere gelen bir uyarı kitabı olsaydı.

Elbette biz Allah'ın temiz kulları olurduk.

Ancak o uyarıyı inkâr ettiler, yakında inkârlarının sonucunu bileceklerdir.

Ey Muhammed! Bir süreye kadar onlardan yüz çevir.

Onlara inecek azabı gözetle, onlar da göreceklerdir.

Azabımıza uğramakta acéle mi ediyorlar?

Fakat o azap yurtlarına indiği vakit uyarılmış olanların hali ne kötü olur!

Bir süreye kadar onları kendi hallerine bırak.

Ve bekle de gör, onlar da göreceklerdir.

Senin izzet sahibi Rabbin, onların isnad etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir.

Gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun!

Âlemlerin Rabbi olan Allah'a da hamdolsun!" (Sâffât 37/149-182).

(Bu âyetlerde) Allah Te'âlâ kendisini müşrik iftiracıların ileri sürdüğü (yakıştırdıkları)sıfatlardan tenzîh etmiştir. Dile getirdikleri şirk ve iftiradan salim (uzak) olduğu için peygamberlerine salât ü selâm etmiş ve kendisine hamd etmiştir.

Zira O'na mahsus isimler, sıfatlar ve yarattığı eşsiz güzellikler sebebiyle hamde lâyık olan yalnız kendisidir.

Ayrıntılı isbat sadedinde, Allah Te'âlâ inzal ettiği muhkem âyetlerinde şu isim ve sıfatlarını zikretmiştir:

"Allah, O'ndan başka ibadete layık ilah olmayandır. O, Hayy ve Kayyum'dur. Kendisini uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde olanların hepsi O' nundur. O'nun izni olmadan katında kim şefaat edebilir? Onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir. (Yarattıkları) O'nun ilminden, kendisinin dilediği dışında hiçbir şeyi kavrayamaz. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Onların gözetilmesi O'na ağır gelmez. O Aliyy'dir, Azim'dir"(Bakara 2/255);

"De ki: O Allah birdir" "Allah sameddir"

"Kendisi doğurmamıştır ve başkası tarafından doğurulmamıştır."

"Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır." (İhlâs, 112 / 1-4)

"O, Alîm ve Hakim (ilim ve hikmet sahibi)'dir";

"O, Alîm ve Kadir (ilim ve kudret sahibi)'dir";

"O, Semi' ve Basîr (işitici ve görücü)'dür";

"O, Aziz ve Hakîmdir";

"O, Ğafûr ve Rahim (bağışlayıcı ve merhametlidir)";

"O, Gafur ve Vedûd (çok bağışlayan ve çok seven) dir. Şerefli Arş'ın sahibidir. Dilediği şeyleri mutlaka yapandır." (Bürûc 85/14-16);

"O ilk (Evvel)'dir, son (Âhir)dur, Zahirdir, Bâtındır. O her şeyi bilendir. O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş üzerine istiva edendir. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür." (Hadîd 57/3-4);

"Bunun sebebi, onların Allah'ı gazaplandıran şeylerin ardınca girmeleri ve O'nu razı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır." (Muhammed 47/28);

"... Allah sevdiği ve kendisini seven, mü'minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir ... " (Mâide 5/54);

"... Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. Bu söylenenler hep Rabbin'den korkanlar içindir." (Beyyine 98/8);

"Kim bir mü'mini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı Cehennem'dir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiştir." (Nisa 4/93);

"inkâr edenlere şöyle seslenilir: Allah'ın gazabı, sizin kendinize olan kötülüğünüzden elbette daha büyüktür. Zira siz imana davet ediliyorsunuz, fakat inkâr ediyorsunuz." (Ğâfir 40/10);

"Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerinin gelmesini mi beklerler?..." (Bakara 2/210);

"Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: isteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. ikisi de 'İsteyerek geldik' dediler." (Fussilet 41/11);

"... Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu." (Nisa 4/164);

"O'na Tûr'un sağ tarafından seslendik ve O'nu fısıldaşan kimse kadar (kendimize) yaklaştırdık." (Meryem 19/52);

"O gün Allah onları çağırarak: Benim ortaklarım olduklarını iddia ettikleriniz hani nerede? diyecektir." (Kasas 28/74);

"Bir şey yaratmak istediği zaman O'nun yaptığı "Ol" demekten ibarettir. Hemen oluverir." (Yâsîn 36/82);

"O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka ibadete layık ilah yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O esirgeyen, çok acıyan/bağışlayandır. O öyle Allah'tır ki O'ndan başka ibadete layık ilah yoktur. Melik'tir, Mukaddes(çok kutsaldır)'tir. Selâm (esenlik veren), Mümin (güvenlik veren), Müheymin (gözetip koruyan), Aziz (üstün, galib), Cebbar (istediğini zorla yaptıran), Mütekebbir (çok ulu)'dir! Allah, (müşriklerin) ortak koştukları şeylerden münezzehtir. O, yaratan, var eden, (varlığa getirdiklerine) şekil veren Allah'tır. En güzel isimler (el-esmâü’l-hüsnâ) O'nundur. Göklerde ye yerde olanlar O'nun şânını yüceltmektedir. O, azîzdir (gâliptir),hikmet sahibi/her şeyi hikmeti uyarınca yapandır" (Haşr 59/23-24).

Allah Te'âlâ'nın isim ve sıfatları hakkında buna benzer pek çok âyet ve Hz. Peygamber'den (geldiği) sabit hadîsler (mevcuttur). İşte bunlarda Allah'ın zâtı ve sıfatlarının tafsilâtlı/ayrıntılı bir biçimde isbatı ve temsili nefyederek birliği / vahdaniyetinin isbatı söz konusudur. Allah bunlarla kullarına yolun doğrusunu göstermiştir (dosdoğru yola böyle yöneltmiştir) ve Resullerin yolu da budur. (Allah'ın salât ve selâmı hepsinin üzerine olsun)

Onların (Resullerin) yolundan sapan ve ayrılan kâfirler, müşrikler ve ehl-i kitab ile bunlara dahil olan Sâbi'îler, filozofluk taslayanlar, Cehmiyye, Bâtınî Karmatîler ve benzerlerine gelince, bu yolun aksindedirler. Onlar Allah'ı tafsilâtlı/ayrıntılı bir biçimde selbî (yokluk ifade eden) sıfatlarla nitelendirirler. O'nun için sadece (subûti sıfatlar açısından) "mutlak bir varlık" isbat ederler ki, sonuç itibariyle bunun da hakikati yoktur. Oysa, ancak a'yânda (varlıklar âleminde) bulunması mümteni' (imkânsız) olan hususlarda zihnî varlığa müracaat edilir.

(Selbî (yokluk ifade eden) sıfatlar: Allah Te'âlâ'yı noksan sıfatlardan münezzeh kılan ve O'nun ne olmadığını bildiren sıfatlara selbî (veya tenzihi) sıfatlar, varlığı zorunlu, Allah Te'âlâ'nın kendileriyle vasıflanması vâcib olan sıfatlara ise Sübûtî sıfatlar adı verilir.)(Selbî Sıfatlar: Bu sıfatlar, lâyık olmayan nitelikleri Allahü Teâlâ'dan nefyetmeleri nedeniyle verilmiştir. Meselâ, Kıdem sıfatı Allah için bir başlangıcın olmadığını ifade eder. Bunlar Kıdem, Baka, Muhalefettin lil Havadis. Kıyam bi'n-nefsih ve Vahdaniyet'tir. Subûti Sıfatlar: Zâti sıfatlar da denilen Subûtî Sıfatlar ezelîdir ve Allah'ın zâtından ayrılmaz. Bunlar Hayat, Kudret,İrade, İlim, Semi', Basar, Kelâm ve Tekvin'dir.)

Binaenaleyh onların görüşü tam bir ta'tîl ve temsîli gerektirir; zira onlar Allah'ı varlığı imkânsız (mümtenî) ve yok (ma'dûm) olan şeylere ve (câmid) cansız varlıklara benzetmekte ve isim ve sıfatları zâtın da yokluğunu / nefyedilmesini gerektirecek şekilde muattal kılmaktadırlar.

Hülâsa, onların aşırı olanları (ğulât), birbirinin zıddı olan hususları Allah'tan kaldırmakta ve "O, ne var (mevcûd) ne de yoktur (ma'dûm); ne diri ne de ölüdür; ne âlim ne de câhildir" demektedirler.

Zira Allah için bu sıfatların varlığını kabul ettiklerinde O'nu var olan şeylere, bu sıfatları O'ndan nefyettiklerinde de yok olanlara benzetmiş olacakları iddiasındadırlar; dolayısıyla birbirine zıt olan bu vasıfların her ikisini de O'ndan kaldırmaktadırlar. Bu ise aklın üzerinde fazla düşünmeksizin açıkça hükmedeceği üzere imkânsız bir şeydir.

Bunlar Allah'ın indirdiği Kitab'ı ve Hz. Peygamber'in getirdiğini (Sünnet) tahrif etmiş ve (Şerden kaçmaya çalıştıkça ona batmışladır.) yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşlardır. Çünkü Allah'ı imkânsız olan şeylere (mümteni') benzetmişlerdir. Zira birbirinin zıddı olan iki hususu da bir şeyden kaldırmak bu iki zıddı bir araya getirmek gibidir ve her ikisi de (mümteni') imkânsızdır.

Zorunlu olarak bilinir ki;

- Varlık için, zâtı gereği zorunlu,

- kendisi dışında bir şeye muhtaç olmayan,

- kadîm (öncesiz) ve ezelî olan,

- kendisi hakkında sonradan varlık alanına çıkma (hudûs) ve

- yokluğun (adem) caiz olmadığı bir var edici gereklidir.

Onlar ise bu (var ediciyi), zorunluluk (vücûb), varlık (vücûd) ve öncesizlik (kıdem) bir yana, varlığı imkânsız olan bir sıfatla nitelemektedirler.

Felsefecilerle onlara tâbi olanlar da bunlarla paralel düşünmüş ve sübûtî sıfatları bir yana bırakıp, Allah'ı selbî ve izafî sıfatlarla vasıflandırmışlardır. O'nu ıtlak suretiyle mutlak bir varlıktan ibaret kılmışlardır. (ıtlak: Her türlü kayıt ve şarttan uzak kılmak.)

Aklen açık biçimde bilinir ki, bu (tür varlık) ancak zihinde bulunur, zihnin dışında var olan varlıklar arasında ise böyle bir şey söz konusu değildir.

Bunlar ayrıca sıfatla mevsûfu (niteleneni) aynîleştirmişler, aklın zarurî ve apaçık hükümlerini görmezden gelerek ilimle âlimi bir ve aynı saymışlardır. Zarurî bilgileri inkâr ederek sıfatları da aynîleştirmişler ve -meselâ- ilim, kudret ve irade/meşiet  arasında bir ayırıma gitmemişlerdir.

Yine Mu'tezile kelâmcıları ve onlara tâbi olanlardan müteşekkil bir grup da bunlara yaklaşmış ve Allah hakkında yalnızca isimleri isbat/kabul ederek bunların tazammun / ihtiva ettiği sıfatları dışarıda bırakmışlardır. Bunlardan bir kısmı, "alîm, kadir, semi' ve basir" i aynı anlamı ifade eden salt özel isimler olarak görmüşlerdir.

Bazıları da ilimsiz alîm, kudretsiz kadîr, sem' ve basar olmaksızın semi ve basîr diyerek, bunların ifade ettiği sıfatları almaksızın yalnızca isimleri isbat yoluna gitmişlerdir.

Bunların görüşlerinin yanlışlığı ve sahîh nakle uygunluk arz eden salim aklın verileri ile çelişkili oluşuna dair görüşler, bunun dışındaki (eserlerimizde) dile getirilmiştir.

Bunların tamamı, bir şeyden kaçarken onun benzerine, hattâ daha kötüsüne yakalanmaktadırlar; sürekli içinde bulundukları tahrif ve ta'til / sıfatları inkâr durumu da cabası.

Halbuki daha dikkatli düşünseler, akli delillerin gerektirdiği üzere, birbirinin benzeri olan şeyler hakkında aynı hükümleri verir, farklı olanları da birbirinden ayırırlardı.

Böylelikle, kendilerine ilim verilip de; Resûlüllah'a indirileni Rabbi'nin katından bir hak / hakikat ve Azîz ve Hamîd (mutlak galip ve övgüye lâyık) olan Allah'ın yoluna ulaştıran / hidâyet ettiren bir rehber olarak görenlerden olurlardı.

(İbn Teymiyye, bu ifadesiyle "Kendilerine bilgi verilenler, Rabbin'den sana indirilenin (Kur'ân'ın) gerçek olduğunu bilir; onun,  Azîz ve Hamîd (mutlak galip ve övgüye lâyık) olan Allah'ın yoluna ilettiğini görürler." (Sebe' 34/6) âyetine telmihte bulunmaktadır. Âyette sözü geçen "bilgi verilenler" in, sahâbe-i kiram ve onların izinden giden mü'minler veya Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi ehl-i kitabın âlimleri olduğu ifade edilmiştir.)

Fakat onlar, aklî konularda safsataya, naklî meselelerde de Karâmita gibi bâtıl te'villere sapan, her varlığı akledilebilenlere benzeten gerçek câhillerdir.

Şöyle ki, öncesi olmayan ve kendisi dışındaki şeylere ihtiyacı bulunmayan bir varlığın var olması gerektiği aklen zorunlu olarak bilinir. Zira hayvan, maden ve bitki gibi sonradan varlık sahasına çıkan şeylerin meydana gelişini müşahede etmekteyiz. Sonradan meydana gelen şey (hadis), zorunlu (vâcib) veya imkânsız (mümteni') değil, mümkindir.

Yine zorunlu olarak bilinir ki, sonradan var olanın (muhdes) bir muhdisi, mümkinin bir var edicisi olmalıdır.

Nitekim Allah Te'âlâ şöyle buyurmuştur:

"Acaba onlar herhangi bir yaratan olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar?" (Tur 52/35).

Şayet yaratıcısız yaratılmamışlarsa ve kendi kendilerinin yaratıcısı değilseler, onları yaratan bir yaratıcının olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol