Kur'an ve Sünnet
   
 
  ONDORDUNCU BOLUM

ONDORDUNCU BOLUM

 

BEDİR SAVAŞI İLE İLGİLİ MUCİZE VE ALAMETLER

 

Şanı yüce Allah buyurur; "(Allah mü'minlere yardım eder). Nitekim Allah size Bedir'de de yardım etmişti." [1]

Yüce Allah buyurur: "Siz, Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da: Ben size, birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim" diye duanızı kabul buyurmuştu." [2]

Yüce Allah buyurur: "Karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu ki yapılmış bir işi yerine getirsin, işler hep Allah'a döndürülecektir." [3]

Buhari ve Beyhakı İbni Mesud'dan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Umre niyetiyle Mekke'ye giden Sa'd bin Muaz orada Ümeyye bin Halefin hanesine misafir olarak indi. Ümeyye Şam seferine çıktığı zaman Medine'ye uğradığında Sad'm hanesine inerdi. Ümeyye Sa'd'e şu tembihte bulundu: "Dikkat et, tam öğle üzeri olduğunda ve ortalık tenhalaştığında Kabe'ye gider ve tavafım yaparsın." Sa'd de öyle yaptı. Tavafını yaparken yanına Ebu Cehil geldi ve: "Bu Kabe'yi tavaf eden kimdir?" dedi. Sa'd bin Muaz da: "Ben Sa'd'im" diye cevapladı. "Sen Muhammed'e ve onun arkadaşlarına sığındığın halde, şimdi gelip emniyet içinde Kabe'yi tavaf mı ediyorsun?" dedi. Derken birbiri ile atışmaya ve sövüşmeye başladılar. Umeyye Sa'd'e dedi ki: "Sen Ebu'l-Hakem'e karşı sesini yükseltme sakın. Zira o bu vadinin en büyüğüdür." Sa'd ona şu karşılığı verdi: "Vallahi sen beni Kabe'yi tavaf etmekten men edersen, ben de senin Şam ticaretine engel olurum!" Ümeyye Sa'd'e: "Sesini yükseltme, sesini yükseltme" diye tekrarlıyor ve onu teskine çalışıyordu. Sa'd gadaba gelip: "Beni rahat bırak ya Ümeyye! Vallahi ben Peygamberimizin seni öldüreceğini, kendisinden işitmiş bulunuyorum!" dedi. Ümeyye hayretle: "Beni mi?" diye sordu. Sa'd de: "Evet" dedi. Ümeyye bunun üzerine: "Vallahi Muhammed konuştuğu zaman yalan söylemez" diyerek evine gitti ve hanımını durumdan haberdar etti. O da: "Vallahi Muhammed konuştuğu zaman yalan konuşmaz" demiş.

Bedir savaşı için hazırlıklar yapılması hakkında Kureyş tarafından ilan edildiği zaman, Ümeyye bin Halefe hanımı şu hatırlatmayı yaptı: "Hani umre için Medine'li dostun sana geldiği zaman ne söylemişti?" Ümeyye hanımına şu karşılığı verdi: "Bu takdirde ben de Bedir savaşına çıkmam!" Ebu Cehil gelip durumu öğrendiği zaman: "Ya Ümeyye, sen Kureyş'in eşrafındansm, bizimle hiç olmazsa bir iki gün olsun bulunuver" dedi. O da bunu kabul etti ve avaşa çıktı. Sonunda katledildi."

tbni îshak, Hakim ve Beyhakî'nin îkrime tarikiyle îbni Abbas'tan ve Urve bin Zübeyr'den, yine Beyhakî'nin îbni Şihab'dan bir rivayeti var. Onlar demişlerdir ki: "Ebu Süfyan'm Kureyş'in hazırlıklı olması için Damdam bin Amr el-Gıfari'yi göndermesinden üç gün öncesi idi. Abdülmuttalib kızı Atike, bir rüya gördü. Kardeşi Abbas'a bu hususta haber saldı ve dedi ki: "Kardeşim ben mühim bir rüya gördüm ve çok korktum. Kavminin üzerine büyük bir belanın gelmesinden çok endişe etmekteyim. Şöyleki adamın biri devesine binmiş geliyordu, Ebtah dediğimiz yerde durdu ve: "Ey vefasız zalimler, kellelerinizin düşeceği yere gitmeye hazır olunuz!" diye üç defa bağırdı. İnsanlar da taplanıp onu can kulağı ile dinlediler. Sonra devesi üzerinde Mescid'e girdi, insanlar da etrefında toplanmış idi. Sonra devesi onu Kabenin üzerine çıkardı. O oradan insanlara bağırıyordu: "Ey vefasız zalimler, başlarını­zın düşeceği yere gitmek üzere hazırlanın bakalım" diye... Bunu üç defa tekrar etti ve devesi üzerinde Kubeys dağının başında göründü. Yine aynı şekilde ve üç defa oradan da bağırdı. Sonra bir taş alıp fırlattı ki, bu taş yuvarlanarak aşağıya düştüğü zaman, bütün evler sarsıldı ve bütün evlere taşın parçalarından girdi."

Abbas kardeşi Atike'nin bu rüyasını dinledikten sonra: "Vallahi bu korkunç bir rüyadır, sakın bunu kimselere açma" dedi. Atike de: "Sen de kimselere açma. Eğer Kureyş bunu duyacak olursa, bize işkence ederler" dedi. Abbas kardeşinin yanından ayrılıp çıktı. Giderken yolda Velid bin Utbe'ye rastladı. Utbe onun samimi bir dostu idi, Atike'nin rüyasını ona söyledi ve kimselere açmaması içinde ona tembihte bulundu. Velid de bunu babası Utbe'ye açtı. Derken bu Kureyş arasında yayılıp konuşulmaya başladı. Abbas bu hususta der ki: "Bir gün ben Kabe'ye gidiyordum. Ebu Cehille karşılaştım. Bana dedi ki: "Ey Abbas sizin aranızdan ne zaman kadın peygamber çıktı?" Ben kendisine: "Bu nedir?" dedim. O dedi ki: "Atike'nin gördüğü rüyayı söylüyorum! Yani siz içinizden bir erkek peygamber çıkmasına razı olmadınız da, bir de kadın peygamber mi çıkardınız? Atike'nin anlattığı o üç haykırış için, bekliyeceğiz ve kimilerin başlarının uçacağını da göreceğiz. Eğer o haklı çıkarsa bir diyeceğimiz olmaz. Eğer yalancı çıkarsa, o zaman da Arabm içinde en yalancı ailenin, sizin aileniz olduğunu ilan edeceğiz!"

Atike'nin rüyasından üç gün sonra idi, Ebu Süfyan'm hazırlıklı olmak üzere Kureyş'e Damdam bin Amr'i gönderdiği öğrenildi. Damdam devesi üzerinde Mekke'ye gelmiş ve Ebu Süfyan'm ticaret kafilesini vurmak üzere Muhammed'in ve adamlarının yola çıktığı haberini getirmiş ve derhal harbe hazırlamlmasmı söylemiştir. Onlar da derhal hazırlanıp Bedr'e çıktı ve orada savaştı. îşte orada Kureyş'in başına gelenler gelmiştir. Atike ise, bu olaydan sonra bir takım şiirler söyleyip duygularım dile getirmiştir."

 (Ahmed), Beyhakî ve Ebu Nuaym İbni Ebu Talhadan, o da tbni Abbas'tan rivayet ediyor: "Mekke'lilerin ticaret kervanı Şam'dan dönüyordu, Medine'liler bundan haberdar oldular ve kervanı karşılamak üzere çıktılar, yanlarında Peygamber (s.a.v.) de vardı. Mekke'liler, durumdan haberdar olup, peygamber ve arkadaşları kervanı vurmadan ona yetişmek üzere derhal geceleyin yola çıktılar. Peygamber ve arkadaşları kervana yetişemediler. Zaten Cenabı Hak kendilerine iki taifeden birini vadetmişti. Onlar ise Kureyş'le karşılaşmaktan ziyade kervanla karşılaşmak istiyorlardı. Bunu daha iyi ve daha kolay buluyorlardı. Fakat kervan geçip gitmişti. Bunun üzerine peygamberimiz ve ordusu, Kureyşi karşılamak üzere yoluna devam etti. Kureyş oldukça kuvvetli ve kalabalık idi. Bunun için müslümanlar Kureyş'ie karşılaşmayı hoş görmüyorlardı. Peygamberi­miz ve ordusu bir yerde konakladılar. Suyun bulunduğu yerle aralarında ayakların kaydığı kumluk bir kısım bulunuyordu ve bundan müslümanlara bir zayıflık arız olmuştu. Şeytan da durmayıp kalplere vesvese veriyordu. Diyordu ki: "Hani sizler Allah'ın evliyası (dostları) olduğunuzu iddia ediyorsunuz, Allah'ın rasülü de aranızdadır. Buna rağmen suyun başım tutmakta galebe çalan müşrikler oldu. Siz ise ne hallerle uğraşıyorsunuz!" [4]

Derken Allah kuvvetli ve bereketli bir yağmur verdi. Müslümanlar hem bol bol bundan içtiler, hem de bütün temizliklerini yaptılar ve böylece; şeytanın üzerlerindeki pisliğini de yüce Allah, onlardan gidermiş oldu. [5]

Yağmurun şiddetiyle kumluk arazi de sertleşip, seyr ve harekete elverişli bir hale gelmişti. Kalkıp Kureyş'in üzerine yürüdüler. Allah; elçisi Muhammed'e (s.a.v.) ve mü'min kullarına bu savaşta bin melek göndererek imdad eyledi. [6] Bir tarafta, emrindeki beşyüz melekle Cebrail, bir tarafta da emrindeki beşyüz melekle Mikail bulunuyordu. Şeytan dahi Süraka bin Malik suretinde bu savaşa katılıyor, emrindekileri de Müdlic oğulları suretinde harbe sokuyordu. Ayrıca şeytan müşriklerin yanma gelip: "Bu gün sizi yenebilecek bir kimse yoktur, ben sizin yardımcınızım. Zafer sizindir!" diyerek onları kışkırtıyordu. Nihayet iki kuvvet birbirine girdi. Bu sırada çok manalıdır ki Ebu Cehil'in de şöyle dua ettiği duyuldu: "Allah'ım, hangimiz hakka daha yakın ve layık isek, zaferi ona nasib eyle!"

Peygamber (s.a.v.); ellerini semaya kaldırıp şöyle dua etti: "Allah'ım, şu bir avuç muvahhid burada helak olursa, yeryüzünde sana kulluk edecek kimse bulunmaz!" Cebrail (a.s.) bu sırada Peygamberimi­ze: "Yerden bir avuç toprak alıp başlarına saç!" dedi. Peygamberimiz de öyle yaptı oradaki müşriklerin hepsinin ağız, burun ve gözlerine bu topraktan girip onları perişan etti. Arkalarını dönerek savaş meydanını terkettiler."

Beyhakî, Musa bin Ukbe tarikiyle îbni Şihab'dan ve Urve bin Zübeyr tarikinden rivayet ettiğine göre, bu ikisi demişlerdir ki: "Kureyş Bedre yürüdüğü zaman, gün batımı sırasında Cühfe denilen yere indiler, içlerinde Abdul-Muttalib oğullarından Cüheym bin Salt adında bir adam vardı. Cüheym başını uykuya kor komaz uykuya dalar ve korkuyla uyanır. Arkadaşlarına der ki: "Benim tepemde dikilen atlıyı gördünüz mü?" Arkadaşları da: "Hayır, sen delirmişsin!" derler. Cü­heym: "Ne delirmesi yahu! Atlı adam tepeme dinelmişti ve şöyle diyordu: "Ebu Cehil katledildi! Utbe, Şeybe, Zem'a, Ebul-Bahteri, Ümeyye de katledildi! Ve daha Kureyş eşrafından bir takım isimler saydı" der. Arkadaşları Cüheym'e: "Şeytan seninle oynamış" karşılığını verdiler. Fakat bu konuşmayı Ebu Cehil'e aktarırlar. Ebu Cehil öfkeyle şu karşılığı verir: "Haşim oğullan yalan söylediği gibi, Muttalib oğulları da yalan söylüyor! Yarın kimin öldürüleceğini gözleriyle görürler!"

îbni Sa'd ve Beyhakî, îbni Ömer'in: "Peygamber (s.a.v.), Bedir savaşına 315 savaşçı müslümanla katıldı" dediğini rivayet eder. Yine bu rivayete göre îbni Ömer demiştir ki: "Rasulüllah efendimiz, Bedre çıktığı zaman şöyle dua buyurmuştur: "Allah'ım onlar yayadırlar, onlara binit ihsan eyle! Allah'ım onlar çıplaktır^ onlara giyecek şeyler ver! Allah'ım onlar açtırlar, onları doyur!"

Böylece yüce Allah onlara Bedir günü büyük bir fetih ihsan eyledi; her biri bir takım yiyecek, giyecek ve binitlerle geri döndüler."

(Ebu Yala), Hakim ve Beyhakî Ali'den rivayet ederler: "Biz Bedre çıktığımızda Sadece iki atımız vardı: Biri Zübeyr'in diğeri de Mikdad bin el-Esved'in idi."

Beyhakl'nin tek başına Ali'den olan rivayeti de şöyledir: "Biz Bedr'e çıktığımızda yolda iki adam yakaladık, biri kaçtı, birini tutup sorguya çektik: "Kureyş'in askeri ne kadardır?" diye sorduk. Adam söylemedi. Kendisini dövdük ve sıkıştırdık, yine de söylemedi. Sadece: "Sayıları pek çok, kuvvetleri de öyle" diyerek maneviyat kırıcı sözler sarfediyordu. Adamı Peygamberimize getirdik. Peygamberimiz kendisi­ne: "Kureyşin sayısı ne kadar?" diye sordu. Adam haber vermedi. Peygamberimiz bu seferde: "Günde kaç hayvan boğazlıyorlar?" dedi. Adam: "Her gün, on hayvan boğazlayıp yiyorlar" dedi. Peygamberimiz de: "Her yüz kişi için bir deve kesiyorlar. Sayıları bin kişidir" buyurdu.

(îbni İshak ve Beyhakî'nin diğer bir rivayetinde: Adam: "Bir gün on, bir gün dokuz hayvan boğazlıyorlar" demiş. Efendimiz de: "Demek ki sayıları, bin ile dokuz yüz arasındadır" buyurmuştur.)

îbni Sad, îbni Rahuye, İbni Meni ve Beyhakî, îbni Mesud'un şöyle dediğini rivayet ederler: "Bedir günü, düşman bize az gösterilmiştir. O kadar ki ben, yanıbaşimdaki arkadaşıma: "Ne dersin, sayıları yetmiş kadar var mı?" diye sormuştum. O da bana: "Yüz kadar var" diye cevap vemişti."

Beyhakî Musa bin Ukbe tarikiyle îbni Şihab'dan şöyle rivayet eder: "Peygamber (s.a.v.) Bedir gününde uzanıp yatmak istedi ve ashabına şu tenbihte bulundu: "Sakın benim iznim olmadan savaşa başlamayınız!"

Kendisine uyku galebe çalıp iyice daldı. Uyandığı zaman, Allah kendisine düşmanın sayısını çok az olarak gösterdiğini bildirdi. Gerçekten savaş olsun, her iki taraf birbirine girsin diye, Allah müslümanlarm sayısını da Kureyş'e gayet az olarak göstermiştir.

(Beyhakî'nin Îbni Abbas'tan olan rivayetinde de: İki taraf birbirine yaklaştığı zaman, Allah müslümanları müşriklerin gözünde, müşrikleri de müslümanlarm gözünde az olarak göstermiştir" denilmektedir.)

Yine Beyhakî Ali'den rivayet eder: "Vaktaki düşman bize iyice yaklaştı, biz de onların karşısında bir güzelce saf tuttuk. Onların içinde kırmızı tüylü bir deveye binmiş bir adam dolaşmakta idi. Peygamberimiz derhal o adamın kim olduğunu sordular ve şunları ilave ettiler: "Eğer bu topluluğun içinde iyiyi emreden birisi varsa, muhakkak o kişi; bu kırmızı tüylü deve üzerinde dolaşan kişidir!" Hamza biraz yaklaşıp Peygamberimize dedi ki: "O kişi, Utbe bin Rabiadır, ya Rasülallah!" O onlara savaşı bırakmayı ve geri dönmeyi telkin ediyordu ve diyordu ki: Ey kavmim! Bunun bütün mesuliyetini ve utancını geliniz Sadece benim başıma sarınız! Utbe, korktu da savaşı bıraktırdı deyiniz!" Fakat Ebu Cehil buna karşı çıkıp savaşmakta ısrar etmiştir."

(Beyhakî'nin diğer bir rivayetinde, bu sırada Peygamberimizin: "Eğer onlar Utbe'ye itaat etselerdi, şüphesiz çok yerinde hareket etmiş olacaklardı" buyurduğu kaydedilmektedir.)

Müslim, Ebu Davud ve Beyhakî Enes'ten rivayet ederler: O demiştir ki: Peygamber (s.a.v.) Bedir günü şöyle buyurdu: "işte burası, filanın yarın cansız düşeceği yerdir, inşaallah! Burası da, filanın yarın cansız düşeceği yerdir, inşaallah! îşte şurası da filanın yarın cansız düşeceği yerdir, inşaallah!"

O böyle buyuruyor ve her defasında da elini yere dokundurarak işaret ediyordu. Qnu hak elçi olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, hiç biri onun eliyle işaretlediği yerden başka yere düşmedi. O nereyi onun için işaretledi ise, o oraya cansı olarak düştü. Sonra cesetler toplanıp kuyuya atıldı. Sonra efendimiz gelip isim isim onlara hitab etti ve şöyle buyurdu:

- "Nasıl, Rabbinizin size vadettiğini, aynen buldunuz değil mi?

Ben,   gerçekten   rabbimin   bana   vadettiğini,   aynen   bulmuş bulunuyorum!"

Yanındakiler:

-"Ey Allah'ın rasülü, cansız cesetlere hitab mı ediyorsunuz?" dediler. Efendimiz de buyurdu ki:

- "Siz, söylediklerimi onlardan daha iyi duyuyor değilsiniz! Şu kadar var ki onlar cevap vermeye kadir değillerdir."

Beyhakl Musa bin Ukbe tarikiyle İbni Şihab'dan şöyle nakleder: "Peygamber efendimiz Bedre çıkılması hususunda istişarenin tamamlanmasından sonra buyurdu ki: "Haydi Allah'ın ismi üzerine çıkınız! Çünkü bana onların cesetlerinin cansız olarak düşeceği yerler gösterilmiştir." Ebu Nuaym'm îbni Mesud'dan olan rivayeti de yine bu mealdedir. [7]

Beyhakî îbni Mesud'dan ise şunu rivayet eder: "Ben hiç bir kimsenin isteğini Peygamberimizin Bedr günündeki isteği şiddetinde istemiş olduğunu görmüş değilim. Peygamberimizin o gün, Allah'a olan isteği ve münacatı o kadar kuvvetli ve şiddetli idi ki, o şöyle diyordu: "Ey Allah'ım! bana olan ahdini ve vadini mutlaka yerine getir! Allah'ım! Eğer sen şu bir avuç muvahhidin helak olmasına imkan verecek olursan, yeryüzünde sana senin istediğin gibi ibadet edecek kimse kalmaz!"

Sonra bize doğru döndüğünde, mübarek yüzünün sevinç ve sürurdan ayın ondördü gibi parladığını gördük. O etrafına nur ve huzur saçan bu yüzle şöyle diyordu: "Şimdi ben, sanki onların cesetlerinin akşam üzeri cansız düşeceği yerleri görür gibiyim!"

Müslim ve Beyhakl îbni Abbas'tan şöyle nakleder: "Bana Ömer İbnül Hattab (r.a.) söyledi. Şöyleki: "Bedr günü Rasulüllah müşriklere baktı, onların sayısı bin kadar idi. Ashabının sayısı ise üç yüz on yedi kadar idi. Bu durumda Allah'a yönelip içten ve çok ısrarlı bir dua etti: "Kıbleye dönüp ellerini yukarı kaldırarak niyazda bulundu. O derece ki, bu sırada cübbesi omuzundan yere düşmüştü. Ebu Bekir de gelip cübbesini yerden aldı ve Rasulüllah'ın omuzuna koydu. Sonra Rasulüllah'ı kucakladı ve dedi ki: "Ey Allah'ın Peygamberi, Rabbine olan niyazın yeterlidir. O sana olan vadini, şüphesiz yerine getirecektir."

îşte bunun üzerine aşağıdaki ayet nazil oldu:

"Siz, Rabbinize sığınıp ondan yardım istiyordunuz. O da: "Ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim" diye duanızı kabul buyurmuştu." [8] Gerçekten yüce Allah; onlara birbiri ardınca gönderdiği bin melek ile yardım eylemiştir.

(tbni Abbas, açıklamasına devam ederek diyor ki:) Bu savaşta mesela, önündeki müşriki takip eden bir müslüman, onun izince gider, derken bir darbe işitir, bu darbenin müşrikin tepesine indiğini görür, hatta atlı bir askerin atma hitaben: "Haydi aslanım" diye haykırışını işitir, fakat darbeyi vuranı, atını süreni göremezdi. Önüne baktığında ise müşriki cansız yere serilmiş olarak görürdü. Nitekim ensardan bir adam, bu husustaki gördüklerini Rasuîüllah'a anlattığı zaman, Rasulüllah şöyle buyurmuştur: "Evet, gördüklerin, duydukların haktır ve bunlar üçüncü kat meleklerinin size yardımıdır." Bedr günü müslümanlar düşman askerinden yetmişini öldürdüler, yetmişini de esir aldılar."

İbni tshak, îbni Cerir, Beyhakî ve Ebu Nuaym îbni Abbas'tan rivayet ederler; o da Gıfar oğullarından bir adamdan nakleder: "Ben ve bir amca oğlum Bedir gününde hazır bulunduk. Biz müşrik idik ve müşrikler safında bulunuyorduk. Fakat biz hangi taraf hezimete uğrarsa onların malını yağma etmek üzere bir tepede bekliyorduk. Derken bir bulut belirdi. îçinde at kişnemeleri, süvari sesleri vardı, bu gürültü ve haykırışları duyan arkadaşım, orada korkudan can verdi. Ben de helak olayazdım. bir müddet sonra aklım başıma gelmişti."

İbni tshak, İbni Rahuye (Müsned'inde), İbni Cerir, Beyhakî ve Ebu Nuaym; Ebu Useyd el-Sâidî'den naklederler: O gözleri âmâ olduktan sonra demiştir ki: "Şimdi ben, sizlerle Bedir'de olsam, sonra gözlerimde görür olsa? meleklerin çıktığı yeri size gösterebilirdim, göstereceğim yer hususunda hiç bir şek ve şüphemde olmazdı." [9]

Beyhakî îbni Abbas ve Hakim bin Hizam'dan nakleder; "Savaş başlamak üzere idi, Rasulüllah mübarek ellerini semaya kaldırarak Allah'a dua ve niyaz eyledi. Dedi ki: "Allah'ım eğer müşrikler, şu bir avuç muvahhide burada galebe çalacak olursa; şirk iyice yayılır ve senin dinin yok olur."

Bu sırada Ebu Bekir de şöyle diyordu: "Vallahi Allah sana yardım edecek, sana olan vadini yerine getirip senin yüzünü ak eyleyecektir." işte bu sırada Yüce Allah; müşriklerin tepesine birbiri ardınca bin melek indirmiştir. Rasulüllah da: "Müjde ya Ebu Bekir! işte ^ibril imdada geldi, başına sarı sarık sarınmış, atının yularını tutmuş bir vaziyette yerle gök arasında durmaktadır" buyurdu. Vaktaki Cibril yere indi, bir müddet görünmedi göründüğü zamanda toz duman içinde kalmıştı. Sonra gelip müjde verdi: "Ey Allah'ın rasülü, sen dua ettiğin zaman Allah'ın yardımı sana ulaştı" dedi."

Buhari'nin Îbni Abbas'tan olan rivayetinde Rasulüllah'm şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Ey Ebu Bekir, işte Cebrail atının başından tutmuş, harb aletlerini de üzerine almış bir vaziyette geldi!"

Sahihtir kaydıyla Hakim, Beyhaki ve Ebu Nuaym Sehl bin Haniften rivayet ederler: "Biz Bedir'de müşriklerle savaşırken, bazı fevkaladelikler gördük: içimizden biri kılıcını bir müşrikin basına doğru sallar, müşrikinde derhal başı düşerdi. Halbuki salladığımız kılıç müşrikin başına ulaşmış olmazdı."

îbni îshak ve Beyhaki Ebu Vakıd el-Leysî'den şöyle nakletmiştir: Ben Bedir savaşında müşrikler den. birinin peşine düşer başını uçurmak için kılıcımı sallardım, kılıcım ona ulaşmadığı halde adamın kellesi uçardı. Bundan anladım ki onun kellesini uçuran ben değil, bir başkasıdır."

Ebu Nuaym Ebu Dâre'den nakleder: "Bana kendi kabilem olan Sa'd bin Bekr kabilesinden biri anlattı ve dedi ki: "Ben diğer müşrikler gibi hezimete uğrayıp kaçıyordum. Önümde iki müşrikin daha kaçmakta olduklarını gördüm. Şunlara yetişeyimde arkadaşlıklarından faydalanayım, diye düşünmüştüm. Ben onun arkasından yetişmeye çıhşırken, o bir çukura sarkıverdi. Ben de arkasından ona yetişiverdim. Fakat bir de ne göreyim, adamın kellesi gövdesinden uçurulmuş! Onun yanında ise hiç bir kimseyi görmedim."

Îbni Sa'd'in İkrime'den bir rivayeti var. Bunda da şöyle denilmektedir: "Bedir günü, bakardık adamın başı uçmuş, fakat uçuran görünmezdi. Yine adamın elleri kesilmiş, kimin kestiği görülmezdi."

Beyhaki'nin Rubeyyi bin Enes'ten rivayeti ise şöyledir: "Bedir gününde müslümanlar, kendilerinin öldürdükleri ile meleklerin öldürdüklerini fark ederlerdi. Meleklerin öldürdükleri boyunlarının üst tarafından vurulmuş olurdu ve parmakları üzerinden vurulmuş olurlardı. Vurulan yerlerde de, yanık eseri gibi bir iz bulunurdu."

îbni îshak, îbni Cerir, Beyhaki ve Ebu Nuaym Îbni Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Bedr günü inen melekler beyaz sarıklı, Huneyn savaşında inen melekler ise sarı sarıklı idiler. Fakat Bedr savaşından başka hiç bir savaşta, melekler bilfiil savaşmamışlardır. Diğer savaşlarda bulunmaları, sayıca fazla görünerek düşmana korku verme gibi bir hikmete dayalı idi. Yoksa bilfiil düşmana darbe indirmezlerdi."

Beyhaki ve Îbni Asakir, Süheyl bin Amr'in şöyle dediğini haber

vermiştir: "Ben Bedir savaşında bazı beyaz adamlar gördüm: Alaca atlara binmişlerdi. Bilfiil savaşıyorlardı. Hem öldürüyorlar, hem de esir alıyorlardı." (îbni Sad'm Huvaytıb bin Abdul-Uzzadan naklettiği bir haberde, bu merkezdedir).

Vâkıdî ve Beyhakî Suhayb'dan rivayet ederler. O da demiştir ki: "Bedir'de nice başlar ve parmaklar uçuruldu. Fakat indirilen darbe x yerlerindeki iz ve yaralardan kan akmıyordu."

Yine Vâkıdî ve Beyhakî îbni Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Imdad-ı ilahi olarak inen meleklerden biri, onların tanıdıkları bir adam suretinde görünür ve müslümana moral verici sözler söylerdi. Derdi ki: "Ben az önce müşriklerin yanma yaklaştım ve onların: "Eğer müslümanlar üzerimize bir hamle yaparlarsa asla yerimizde tutunamayız. Çünkü onlar çok kuvvetli!" diyerek kendi aralarında konuştuklarını duydum. Bu derece zayıf olan müşriklerden sakın korkmayasm!"

îşte bu şekilde müslümanlara moral de veriyorlardı ve bu hususta şu ayet nazil olmuştu:

"O zaman Rabbin meleklere vahyediyordu ki: "Ben7 sizinle beraberim, siz müminleri takviye ve tesbit ediniz; ben inkar edenlerin yüreklerine korku salacağım. Vurun onların boyunlarının üstüne, vurun onların silah tutan her parmağına!" [10]

Vâkıdî ve Beyhakî Said bin Ebu Hubeyş'den nakleder: O demiştir ki: "Ben Bedir'de esir düştüğüm zaman, vallahi beni insanlardan kimse esir etmedi. Ona: "Peki seni kim esir etti?" derler, o da: Kureyş hezimete uğrayınca ben de başımın çaresine bakmak üzere kaçıyordum. Arkam­dan uzun boylu ve beyaz bir adam yetişip beni bağlayarak beni hapsetti. Abdurrahman bin Avf geldiği zaman beni bağlı olarak bulmuştur. "Bunu kim bağlayıp esir etti?" diye asker içinde bağırdı. Kimse kendisine "Onu ben esir ettim" diyemedi. O da beni alarak Hz. Peygambere götürdü. Hz. Peygamber de bana: "Seni kim esir etti?" diye sordu. Ben: "Beni esir edeni tanımıyorum" diye karşılık verdim ve gördüğüm manzarayı söylemek istemedim. Fakat Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Seni Allah'ın bize imdad olarak gönderdiği meleklerden biri esir etti!"

Beyhakî ve Ebu Nuaym Ali'den şöyle naklederler: "Bedir günü ensardan biri, Haşim oğullarına mensup birini esir edip getirdi. Esir edilen adam: "Vallahi beni bu adam esir etmedi, beni esir eden kişi alaca ata binmiş, insanların en güzeli güzel yüzlü biri idi. Ben onu şimdi buradakilerin arasında göremiyorum!" dedi.

(Ebu Nuaym'm kaydına göre bu esir edilen adam, Abbas idi).

Peygamber efendimiz ise: "Seni esir eden, kerim bir melek idi" buyurdu."

Ahmed, îbni Sad, îbni Cerir ve Ebu Nuaym'ın îbni Abbas'tan rivayetleri ise şöyledir: "Abbas'i esir olarak tutup getiren Ka'b bin Amr, kısa boylu biri idi. Abbas ise iri yapılı biri idi. Peygamber (s.a.v.) dedi ki: "Ey Ka'b sen Abbas'ı nasıl esir edebildin?" Künyesi Ebul-Yüsr olan Amr, şu karşılığı verdi: "Ey Allah'ın rasülü, onu esir etmeme bir adam yardım etti, fakat ben o adamı hiç görmüş değilim. Onun şekli şöyle idi." Peygamberimiz de bunun üzerine: "Sana yardım eden kerim bir melektir" buyurdu."

Bir de bu hususta Ebu Nuaym'ın tek başına rivayet ettiği bir haber var. Bu habere göre, îbni Abbas, babası Abbas'a: "Babacığım, sen güçlü, kuvvetlisin. Ufacık bir adam olan Ebu'l Yüsr, seni nasıl esir etti? Eğer sen isteseydin, onu avcunun içine alıp sıkıverirdin!" demiş.^Abbas oğlu Abdullah'ın bu sorusuna karşılık: "Ey oğlum böyle söyleme, ben onu o sırada ufacık bir adam olarak değil, handeme dağından daha büyük bir varlık olarak görmüştüm!" demiştir."

Beyhakî Ebu Nuaym Musa bin Ukbe tarikiyle îbni Şihab'dan ve Urve tarikinden şöyle rivayet ederler: "Rasulüllah (s.a.v.) efendimiz yerden bir avuç toprak alıp müşriklerin yüzüne doğru saçtı. Bu büyük bir mucize haline geliverdi. Öyle ki gözlerine toprak gitmedik bir müşrik kalmadı ve hepsi soluğu kaçmakta buldu. Her biri kaçıyor ve gözüne giren toprağı ne edeceğini, nasıl çıkaracağını bilemiyordu. Bu sırada İbni Mesud zırhlara bürünmüş bulunan Ebu Cehil'in cesedinin cansız yere düşmüş olduğunu gördü. Üzerinde bir yara da yoktu. [11] Onun herhangi bir yerini kıpırdatmaya gücü yetmiyordu. Kılıcını kellesine indirdi ve başını gövdesinden ayırdı. Boynunda ellerinde ve omuzunda kamçı ile dövülmüş gibi izler gördü. Rasulüllah'a geldiği vakit gördüklerini anlattı. Rasulüllah da: "Bunlar meleklerin darbelerinin izleridir" buyurdu."

Ebu Nuaym Cabir bin Abdullah'dan şöyle rivayet eder: "Bedir günü ben, gökten inen kumların sesini duydum. Sanki tas içine düşüyor gibi ses çıkarıyordu. [12] İki kuvvet karşı karşıya geldiği zaman, Rasulüllah bunları alarak müşriklerin yüzüne saçtı ve bu hususta: "Ey. Muhammed, attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı" ayeti nazil oldu. [13]

îbni îshak sahihtir kaydıyla Hakim ve Beyhakî Abdullah bin Salebe'den şu haberi nakletmiştir: "Bedir günü ilk söz edip fetih isteyen Ebu Cehil olmuştur. O şöyle dua etmiştir: "Ey Allah'ım; akrabası ile alakayı kesen, tanınmayan bir şey getiren hangimiz ise, işte onun belasını ver, onu yarın helak et!"

Ertesi gün Ebu Cehil katledildi ve bu hususta şu ayet indi: "Eğer siz fetih istiyorsanız (ey kafirler), işte size fetih geldi. (Yenelim derken işte yenildiniz.)  [14]

Beyhakî Musa bin Ukbe tarikiyle îbni Şihab'dan şöyle rivayet eder: "O gece Allah (c.c.) bir yağmur yağdırdı, aynı yağmur müşrikler için bir bela oldu, müslümanlar içinse bir kolaylık. Müşriklerin yürümesini engelledi, müslümanlarm yolunu ise kolayca yürünür hale getirdi. Sonra Rasulüllah efendimiz: "İşte burası, yarın onların başlarının düşeceği yerdir!" buyurdu.

îbni Sa'd îkrime'den rivayet eder: "Onlar o gece kaygan bir kumsala indiler, mola verip biraz uyukladılar. Sonra bir güzel yağmur yağdı ve yürüyecekleri yer sertleşip kaya gibi oldu. Onlar da rahatça yürüyüp menzillerine vardılar, işte bu hususta Cenab-ı Hak, şu ayeti inzal buyurdu:

"O zaman sizi, Allah'tan bir güven olmak üzere hafif bir uyku buruyordu." [15]

Vâkıdî ve Beyhakî Hakim bin Hizam'dan şöyle nakleder: "Biz o gün iki kuvvet karşılaşıp savaştık. Ben gökten yere düşmekte olan bir ses duydum, sanki tas içinde kumlar düşüyordu. Peygamber (s.a.v.) de bir avuç kum alıp saçtı ve müşrikler hezimete uğradı."

(Beyhakî'nin diğer bir rivayetinde, Hakim bin Hizam şöyle der: "Rasulüllah bu kumları alıp üzerimize saçtı ve içimizden hiç bir kimse yerinde tutunamadı, hepimiz hezimete uğradık.")

Yine bu iki kaynağın Nevfel bin Muaviye'den tesbit ettikleri rivayet de şöyle: "Biz Bedir günü hezimete uğradığımız zaman, gökten yere ve bir tas üzerine kumlar düşüyormuşçasma şapırtılar duyduk. Sanki arkamıza gökten kumlar yağıyordu. Müthiş korkuya kapılıp kaçmaya koyulduk."

îbni îshak ve Beyhakî'nin naklettikleri habere göre, Hubeyb bin Abdurrahman şöyle demiştir: "Dedem Hubeyb Bedirde şiddetli bir darbe almış ve omuzu çökmüş. Rasulüllah efendimiz dedemin üzerine püskürmüş, sonra mübarek eliyle omuzunu sıvayıp yerine iade etmiş. Böylece dedem, hiç darbe almamış gibi iyi olmuştur."

Hâkim Beyhakî ve Ebu Nuaym, Muaz bin Rifaa'dan naklederler. Onun dedesi Mâlik demiştir ki: "Bedirde gözlerimden birisine bir ok isabet etti. Gözüm çıktı. Rasulüllah mübarek tükrüğü ile ilaçlayıp gözümü yerine iade etti ve ayrıca benim için dua buyurdular. Ben, daha sonra gözümde hiç bir rahatsızlık duymadım." [16]

Vâkıdî şöyle bir haber nakletmiştir: Bana Ömer bin Osman el-Hacbî söyledi, ona babası söylemiş, babasına da teyzesi anlatmış ve demiş ki: "Bana Ukkâşe bin Mihsan söjdedi: Bedirde savaşırken elimdeki kılıcım kırıldı. Rasulüllah bana bir değnek verdi, ben bunu elime aldığımda uzunca ve bembeyaz bir kılıç oluverdi ve ben bununla Allah müşrikleri hezimete uğratmcaya kadar savaştım!" Bu kılıç, Ukkâşe vefat edinceye kadar onun yanında kalmıştır." (Bu haberi, Beyhakî ve Ibni Asakir de rivayet etmiştir). [17]

Yine Vâkıdî şu haberi nakletmiştir: Bana Üsame bin Zeyd el-Leysi söyledi, ona Davud bin el-Husayn söylemiş, ona da Abdül-Eşhel oğullarından bazı kimseler anlatmış ve demişler ki: "Bedir'de Seleme bin Eslem'in kılıcı kırıldı. Silahsız olarak kenarda dinelip kaldı. Rasulüllah kendisine bir dal verdi ve: "Ey Seleme, bununla durma savaş!" buyurdu. Seleme bu dalı eline aldı, bu dal iyi bir kılıç oldu ve onunla savaştı. Sonra bu kılıcı yınandan hiç eksik etmedi. Ta Ebu Ubeyd köprüsü savaşma kadar. Kendisi burada ki savaşta şehid düşmüştür."

(Bu haberi Beyhakî de vermiştir).

Buhari ve Müslim Kâtade tarikiyle Enes'ten rivayet eder: "Bedir'de Öldürülen müşriklerin cesetleri kuyuya atıldıktan sonra Rasulüllah (s.a.v.) geldi ve onlara isim isim çağırdı:

- "Ey filanın oğlu filan, Allah'a ve rasülüne itaat etmiş olsaydınız, sevinmiyecek miydiniz? Ben, Allah'ın bana vadettiğini aynen buldum!" dedi. Ömer:

-  "Ey Allah'ın rasülü, cansız bedenler nasil konuşur?" dedi. Rasulüllah da şu karşılığı verdi:

-   "Varlığım  elinde  olan Allah'a yemin  ederim  ki,  benim söylediklerimi sizler onlardan daha iyi duyuyor değilsiniz. Şu kadar var ki, onlar cevap veremezler."

(Katâde der ki: "O sırada Allah onları diriltti ve Rasulüllah'in kendilerine söylediklerini onlara duyurdu. Bunu da onlara bir azarlama, azap, hasret ve pişmanlık olsun diye yapmıştır.") [18]

Vâkıdl ve Beyhakî Zükri'den rivayet eder; o şöyle demiştir: "Bedir günü Rasulüllah (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Allah'ım Nevfel bin Huveylid'in hakkından geliver. Bizi onun şerrinden kurtar! [19]. Sonra ashabına dönmüş: "Nevfel bin Huveylid'in akıbeti hakkında bilgisi olan yok mudur?" diye sormuş. Ali şu cevabı vermiş: "Ey Allah'ın rasülü, onu ben katlettim!" Bunun üzerine Rasulüllah: "Allahü Ekber" diyerek tekbir getirmiş ve: "Benim duamı kabul buyuran Allah'a hamdolsun!" diyerek hamdü senada bulunmuştur." [20]

Bukari ve Müslim îbni Mesud'dan şöyle rivayet eder: "Rasulüllah (s.a.v.), Kabe yakınında namazını kılıyordu. Kureyş'ten pek çokları da orada idi. Dediler ki: "Şimdi hanginiz gidip te filancaların kestiği devenin işkembe ve sairesini getirip namazını kılmakta olan Muhammed'in üzerine koyacak? Tam secdesine vardığı zaman onu iki omuzu üzerine korsunuz!" Onların bu sözü üzerine kavmin en şakisi (yani Ukbe bin Ebû Muayt) kalkıp gitti, o pisliği getirerek Rasulüllah'm iki omuzu üzerine koydu. Peygamber efendimiz, vardığı secdesinde öylece kaldı. Müşrikler müthiş gülüştüler. Hatta birbirlerinin üzerine devrildiler. Gülmekten nerede ise bayılacaklardı. Birisi koşup Fatıma'ya haber verdi. O bu sırada gencecik bir kızcağız idi, koşarak geldi ve babasının üzerindeki pisliği alıp attı. Kureyşe dönerek ağır sözler söyledi. Peygamber efendimizde namazını bitirdi ve: "Allah'ım Kureyşin hakkından sen gel1' diyerek onlara için beddua etti ve bunu üç defa tekrar eyledi. Sonra isimlerini saymaya başladı: "Allah'ım Anar bin Hişam'm (yani Ebu Cehil'in) hakkından sen gel! Ukbe bin Rabia'mn, Şeybe bin Rabia'mn, Velid bin Utbe'nin, Ümeyye bin Halefin, Utbe bin Ebu Muayt'm, Amâre bin Velîd'in de hakkından gel!" diyerek bedduasını uzattı."

îbni Mesud der ki: "İşte bu adamlar, Bedir1 de can vermişlerdir." Ahmed ve Beyhakî îbni Abbas'tan rivayet ederler: "Bedir'de Kureyş hezimete uğrayıpta savaş bittiğinde Raüslullah'a denildi ki: "Şimdi Kureyşin ticaret kervanını vurmalısın, onları koruyacak bir kuvvet de kalmamıştır." Amcası Abbas bağlar içinde esir ve habs olunduğu yerden şöyle bağırdı: "Hayır bu doğru olmaz." Peygamberimiz sordu: "Niçin ya Abbas?" O şöyle cevap verdi: "Çünkü Allah sana iki taifeden birini vadetti. Sana vadettiğini de yerine getirmiş bulunuyor!"

Beyhakl Musa bin Ukbe tarikiyle îbni Şihab'dan rivayet eder: O ve Urve demişler ki: "Bedir günü Allah münafıkları ve müşrikleri perişan etti. Medine'de ne kadar münafık ve yahudi varsa, hepsi Bedir zaferi sebebiyle boyun eğdi. Bedir günü, fürkan günü idi, yani Allah bugünde şirk ile imanın farkını gayet açık olarak ortaya koydu. Yahudiler: "Biz Muhammed'in Tevrat'ta sıfatlarını okuduğumuz hak peygamber olduğunda, kesin kanaate varmış bulunuyoruz. Artık her ne zaman sancak açsa, zafer mutlaka onun olacaktır" demeye başladılar."[21]

Beyhakl Atiyye el-Ufi'den şu haberi nakletmiştir: "Ben Ebu Said el-Hudri'ye: "Elif lâm mîm. Rumlar yenildi. Yakın bir yerde" ayetinden sual ettim. O da dedi ki: "İranlılar Bizanslılarla çarpışmış, Iranlılır Bizanslılara galip gelmişti. Sonra Bizanslılar iranlılara galip geldiler. Bundan sonra biz, Bedir de Arap müşrikleri ile karşılaştık ve onlara karşı büyük bir üstünlük kazandık. Hem bizim müşriklere karşı zaferimiz, hem de kitab ehli olan Bizanslıların, ateşperest olan iranlılara karşı kazandıkları zafer sebebiyle, sevinip mesrur olduk. îşte Yüce Allah'ın kitabındaki: "O gün müminler sevinirler. Allah'ın yardımı ile. Allah dilediğine yardım eder. O galiptir merhamet edendir" [22] ayeti, bizlere bunu haber vermektedir."

tbni Sa'd İkrime'den şu haberi nakletmiştir: "Bedr günü Peygamber (s.a.v.) çadırında idi. Bir ara şöyle buyurdu: "Ey müslümanlar genişliği göklerle yerler kadar olan cennete koşunuz! Bu cennet Allah'ın muttaki kulları için hazırlanmıştır." Umeyr bin Himam da: "Güzel, güzel" dedi. Peygamberimiz ona niçin böyle söylediğini sordu.   O   da:   "Cennet   ehli   olmayı   ümid   ettiğim   için"   dedi.

Peygamberimiz de: "Sen cennet ehli olanlardansın" buyurdu. Umeyr bu sırada bir kaç hurma çıkarıp yemeye başladı, sonra: "Bu hurmaları yeyinceye kadar geçecek olan zaman,jgerçekten uzun bir zamandır" dedi ve hurmaları atarak savaşa girişti. Öylesine savaştı ki, sonunda şehid düştü."

Ebu Nuaym sahih bir senedle İbni Abbas'tan nakleder; Ukbe bin Ebu Muayt, Peygamber'i (s.a.v.) yemeğe çağırdı, Peygamberimiz ise ona: "Sen şehadet getirip müslüman olmadıkça, ben senin yemeğini yemem!" buyurdu, Ukbe de bu hususta şehadet getirdi. Bir dostu ile karşılaştığı zaman dostu kendisine darıldı. O da dostuna dedi ki: "Kureyşin beni hoş görmesi için ne yapmam gerekir?" Dostu şu aklı verdi: "Muhammed'in gidip yüzüne alenen tükürürsün, bu da Kureyşe malum olur. Bu şekilde seni mazur görürler." Ukbe de ona uyarak böyle yaptı. Peygamberimiz de hem yüzünü sildi, hem de ona şu şekilde tehdit savurdu: "Ey Ukbe! Eğer seni Mekke dışında bulacak olursam, muhakkak bu suçuna karşılık seni öldürürüm!"

işte onlar müslümanlarla savaşmak üzere Bedir'e çıktığı zaman, Ukbe korktuğu için çıkmak istemedi. Kureyş kendisine: "Peşinden kimsenin yetişemeyeceği kırmızı tüylü deveye binersin! Şayet bir hezimet yüz gösterecek olursa, onunla kuş gibi uçarsın!" dedi. O da buna kanarak Bedir'e geldi. Müşrikler hezimete uğrayınca, devesini araziye sürerek kaçıp kurtulmak istedi. Fakat devesi çamura saplandı. Yakalanıp idam edildi."

İbni îshak ve Beyhakî Zühri'den naklederler. O demiştir ki: " Bedirde esir edilenler arasında Abbas da vardı.Esir düştüğü zaman Abbas, Rasulüllah'a dedi ki: "Benim fidye verecek malım yoktur!" Peygamberimiz de kendisine: "Peki Ümmü Fadl ile birlikte gömdüğü­nüz altınlar nerede? Üstelik gömerken ona: "Eğer bu seferimde bana bir şey olursa, bu mal sana, oğullarım Fadl, Abdullah ve Kusem'e yeter" demedin mi?" dedi. O da: "Vallahi bunu Ümmü Fadl ile benden başkası bilmiyordu. Ben biliyorum ki sen şüphesiz Allah'ın Rasülüsün!" demiştir."

(Bunu Hakim îbni îshak tarikiyle Aişe'den rivayet etmiş ve sahih olduğunu söylemiştir. Ayrıca Ebu Nuaym'da rivayet etmiştir.)

îbni Sa'd ve Beyhakî Abdullah bin Hâris'ten şöyle naklederler: "Nevfel bin Haris Bedir'de esir düştüğü zaman, Rasulüllah ona: "Fidye vererek kendini kurtar ey Nevfel" dedi. O da: "Benim fidye verecek bir şeyim yok ki" dedi. Peygamberimiz bu sefer kendisine: "Ey Nevfel Cidde'deki malın ile fidye vererek canını kurtar!" buyurdu. O da bunun üzerine: "Ben şehadet ederim ki sen, Allah'ın Rasülüsün!" dedi ve fidyesini vererek kendisini kurtardı."

İbni Îshak, İbni Sad, İbni Cerir, Hâkim, Beyhakî ve Ebu Nuaym şu haberi nakletmişlerdir: "îbni Abbas dedi: Bana Ebu Rafi şöyle anlattı.

Biz Abbas ailesi fertleri olarak Islamı kabul ettik fakat bunu insanlardan gizlemiştik. Ben Abbas'm bir hizmetçisi idim. Kureyş Bedir günü Rasulüllah'm üzerine yürüdüğü zaman, merakla gelecek haberleri bekleştik. Derken el-Hudaa kabilesine mensup Cüseyman bir haber getirdi. Biz bu habere son derece sevindik. Çünkü bu habere göre Rasulüllah müşriklere karşı büyük bir zafer kazanmıştı. Ben zemzem kuyusu yanında oturuyordum. Yanımda Ümmü Fadl da vardı. Derken habis Ebu Leheb, çok kötü bir şekilde ve ayaklarını yerde sürüyerek oradan geçiyordu. Aldığı haberden müthiş sarsıldığı her halinden belli idi. Hücrenin ipi üzerine oturdu. Bu sırada kendisine: "tşte Ebu Süfyan (doğrusu Süfyan bin Haris olacak) geldi" dediler ve insanlar onun başına toplandı. Ebu Leheb de onun yanma giderek genişçe haber almak istedi. O da dedi ki: "Vallahi bu savaşa benim aklım ermedi. Sanki müslümanlara omuzumuzu uzattık, onlar da istedikleri şekilde vurdular, kırdılar. Ben bizden hiç kimseyi iyi savaşmadı diyerek ayıplayacak değilim. Çünkü iyi savaşamazlardı, zaten biz bu savaşta öyle adamlarla karşılaştık ki; alaca atlara binmiş bu beyaz adamlar, önlerinde hiç bir engel tanımıyorlardı."

O böyle söylerken ben ileri atılıp: "Vallahi o senin gördüklerin meleklerdir" dedim, Ebu Leheb kalktı ayaklarım sürüyerek gitti. Allah kendisine bir kara kızıl hastalığı verdi. Yedi gün sonra ölüp gitti, iki oğlu kendisini vefat ettiği odada kokuncaya kadar terketti. Kureyş bu hastalıktan vebadan korkar gibi korkardı. Onlarda m sebebden dolayı babalarının ölüsünü yaklaşmak istememişlerdi. Kureyş'ten biri kendilerine hitaben: "Yazıklar olsun size, babanızın cesedini kokuncaya kadar evinde bırakmış olmaktan utanmıyormusunuz?" diye çıkıştı. Onlar da: "Biz onun hastalığının bize geçmesinden korkuyoruz" dediler. O da bunlara dedi ki: "Haydin beraber gidelim ben bu hususta size yardımcı olayım." Üçü birlikte gittiler. Sadece uzaktan onun üzerine su atarak yıkamaya çalıştılar, sonra cesedini yüklenip Mekke'nin yukarı taraflarında bir duvar dibine koydular. Sonra taşlar atarak üzerini kapattılar ve böylece onu gömmüş oldular."

Buhari ve Müslim Urve'den nakleder. O şöyle demiştir: "Ebu Leheb Süveybe'yi azat etmişti (Çünkü o, Rasulüllah'm pazartesi günü doğumunu müjdelemişti.) Ölümünden sonra yakınlarından bazıları, kendisini rüyada kötü bir vaziyette gördü ve: "Akıbetin nasıldır?" diye sordu. O da şu karşılığı verdi: "Sizden ayrıldıktan sonra rahat diye bir şey görmedim. Sadece şu iki parmak arasından (bunu derken baş parmak ile şehadet parmağı arasına işaret etmiş), Süveybe'yi azat ettiğim için bana su veriliyor, onu içiyorum."

Beyhakâ Vâkıdî'den şöyle nakletmiştir: "Dediler ki: Kinane'li Kubâs bin Eşyem, Bediri şöyle anlatırdı: "Bedir'de ben müşriklerle beraberdim. Muhammed'in (s.a.v.) ashabının azlığına bakar, birde bizimkilerin asker ve atlarının çokluğuna bakardım. Derken kaçanlarla beraber ben de kaçmaya başladım ve dedim ki: "Herhalde bu durumda, yalnız kadınlar kaçmayı düşünmüş olabilirdi." Fakat Hendek savaşından sonra müslümanlık için benim içime bir sevgi düştü. Medine'ye gidip Hz. Peygamber'in huzurunda müslüman oldum. Vardığımda önce ona selam vermiştim. O da bana derhal dedi ki: "Ey Kubâs Bedir'de: Şu durumda ancak kadınlar kaçmayı düşünmüş olabilir" diyen sendin değil mi?" Ben bunun üzerine derhal şehadet getirip: "Hiç şüphesiz sen Allah'ın Rasülüsün" dedim ve "Ey Allah'ın Rasülü, ben o sözü hiç bir kimseye söylemiş değildim. Hatta öyle bir sözde dudaklarımı dahi kıpırdatmış değilim. Ben onu Sadece içimden kendi kendime söylemiştim. Bunu sana bildiren hiç şüphesiz Allah'tır. Eğer sen gerçekten peygamber olmasaydın, bu sana bildirilmiş olmazdı" diyerek durumu ve duygularımı dile getirdim. O da bana Islamı güzelce arz etti, ben de müslüman oldum."

Taberânî Ebân bin Selmân'dan o da babası Selmân'dan şöyle nakleder: "Kubâs bin Eşyem'in müslüman oluşu şöyledir: Araptan bazıları ona gelip dediler ki: "Muhammed insanları bizim dinimizden başka bir dine çağırıyor." O da kalkıp peygambere gitti. Peygamber kendisine: "Otur ya Kubâs" dedi. O da çok kederli bir vaziyette oturdu. Hz. Peygamber: "Ey Kubâs, Bedir günü: "Kureyşin kadınları çıkSada Muhammed'in üzerine yürüse, onları geri çevirirdi!" diye konuşan sen misin?" dedi. Kubâs şu karşılığı verdi: "Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben bunu iki dudağımdan dışarı çıkarmış değilim! Sadece içimden kendi kendime söylemiştim" dedi ve: "Şimdi ben Allah'tan başka ilah olmadığına, Onun varlığına, birliğine, hiç bir ortağı olmadığına; senin de Allah'ın elçisi olduğuna bütün varlığımla şehadet ederim! Senin getirdiğin dinin hak din olduğuna da şahadet ederim" diyerek şahadet getirip müslüman oldu."

Beyhakî Taberânî ve Ebu Nuaym Musa bin Ukbe'den ve Urve bin Zübeyr'den şöyle bir haber nakletmişlerdir: "Bedir günü, müşriklerin öncüsü Mekke'ye varıp acı haberi ulaştırınca, Safvan bin Ümeyye yanına gelen Ümeyr bin Vehb'e karşı şöyle demiştir: "Bedir de bu kadar kurban verdikten sonra yaşamak ne kadar çirkin bir şey." Ümeyr: "Evet" dedi ve şunları ekledi: "Vallahi, bundan böyle yaşamakta hiç bir hayır yoktur. Eğer benim karşılığı bulunmayan bunca borcum bulunmasa, bir de çoluk çocuk derdi bulunmasa, gider tek başıma Muhammed'i haklardım! Yok eğer makSadımı gerçekleştireni eden ele geçecek olursam, kendime göre mevcut olan mazeretimi ileri sürer, "Esir düşen oğlum için gelmiştim" der ellerinden kurtulurdum" dedi. Safvan onun bu sözlerine çok sevindi ve: "Ey Ümeyr, hiç merak etme. Ben senin bütün borçlarını ödemeye, çoluk' çocuğuna da kendi çoluk çocuğum gibi bakmaya hazırım! Yeter ki sen sözünün eri ol!" dedi. Safvan'ın samimiyetine inanan Ümeyr bunu kabul etti. Safvan kendisini hazırlayıp yola çıkardı. Ayrılırlarken Ümeyr Safvan'a şu tenbihte bulundu: "Bir müddet bunu hiç bir kimseye söyleme."

Bu şekilde yola çıkan Ümeyr Medine'ye vardı, Mescidin kapısı önüne indi. Binitini bağlayıp kılıcım eline aldı, doğruca Rasulüllah'm yanına gitti. Rasulüllah'm yanına Ömer bin Hattab (r.a.) ile birlikte geldi. Rasulüllah efendimiz Ömer'e: "Sen geri dur" buyurdu ve "Ey Umeyr, gelişinin sebebi nedir?" buyurdu. Umeyr: "Sizin yanınızdaki esirimle ilgili olarak geldim" dedi. Peygamberimiz: "Peki, Kabe'nin Hıcır tarafında Safvan ile vardığın anlaşma ne idi? Borcuna ve ev halkına kefil olması üzerine, beni öldüreceğine dair ona söz vermedin mi? Fakat Allah asla buna imkan vermeyecektir!" buyurdu. Ümeyr de:

"Bunu sana şüphesiz Allah haber verdi. Ben Allah'a ve onun Rasülüne iman ettim" dedi ve müslüman oldu.

Beyhakî Cübeyr bin Mut'im'den şöyle nakleder: "Bedir günü Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Şimdi eğer Mut'im sağ olsa da bana, şu esirlerin serbest bırakılmasını istese idi; onun hatırı için bunları serbest bırakırdım!"

Süfyan-ı Sevri der ki: "Mut'im'in Rasulüllah üzerinde bir iyiliği vardı, Rasulüllah da onun bu iyiliğini karşılamayı çok isterdi. îşte bu sebeble böyle buyurmuştu." [23] Bu bölümde, Bedir gazvesi sebebiyle vukua gelen bir çok mucize ve alameti zikretmiş bulunuyoruz. Okuyucular dikkatle okuyup teemmül ettikleri takdirde, kolaylıkla bunun farkına varabilirler. Bir de bu bölümde Allame Süpki ile Zemahşeri'nin birer tevcihleri var. Faydah olur ümidiyle onları da buraya aktaralım. Onlar bu tevcihleri, ya kendilerine yöneltilen bir soruya, ya da takdir ve farz olunan bir soruya cevap olarak vermişlerdir. Şöyle ki:

Allame Süpki'ye soruldu ve denildi ki: "Meleklerin Peygamber (s.a.v.) ile beraber savaş m alarmdaki nikmet nedir? Halbuki Cibril, kanadındaki tüylerden birinin ucuyla kafirleri def etmeye kadir bulunmaktadır. Acaba bu husustaki cevabınız nedir?

Süpki, buna şöyle cevap vermiştir:

"Bunun bazı veya bir çok hikmetleri olabilir. Bize göre bunun hikmeti; yapılan işin ve kazanılan zaferin Peygamber'e ve ashabına verilmesini irade etmek ve melekleri harplerde adet olduğu veçhile imdad kuvvetleri şeklinde göstermek içindir ve bunda gayet açık olarak sebeblere ve Allah'ın kulları hakkında icra buyurduğu ilahi kanuna da, tam bir riayet vardır. Her ne kadar hepsinin faili, Allah sübhânehü hazretleri ise de..."[24]

Allame Zemahşeri de diyor ki: "Eğer dersen ve sorarsan ki: "Şanı yüce Allah Yasin suresinin 28. ayetinde: "Ondan (yani Habib-i Neccar'dan) sonra biz, kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik, indirici de değildik" buyurmaktadır.

Halbuki Bedir ve Hendek savaşında gökten ordular indirmiştir. Bunlar hem tarihen hem de Kuran'daki ayetlerlede sabittir. Nitekim Hendek savaşıyla ilgili olarak Ahzab suresinin 9. ayetinde:

"Hani bir zaman size ordular gelmişti de biz onların üstüne bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik" buyurulmaktadır.

Yine ilgili bazı ayetlerde: "Ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim" [25]

"O zaman sen mü'minlere: "Rabbinizin size indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi size yetmez mi?" diyordun." [26]

"Eğer sabreder Allah'tan korkarsanız, onlar şu dakikada üzerinize gelseler, Rabbiniz de size, nişanlı beş bin melek ile yardım eder" buyurulmaktadır. [27] Acaba sizin bu husutaki cevabınız ne olacaktır?"

Buna cevap olarak ben derim ki: "Evet böyle bir yardım için bir tek melek göndermek de yeterli idi. Nitekim Lut kavminin şehirleri, Cibril'in kanadındaki tüylerden birinin ucu ile helak olmuştur. Semud kavminin ülkesi, Salih Peygamberin kavmi de bir sayha ile yerle bir edilmiştir. Fakat Allah'ın büyük lütfü ve fadlıdır ki, Muhammed (s.a.v.)'i, büyük ve Ülül-Azm olan peygamberlerin hepsinden üstün kılmıştır. Hiç, peygamber olmayan Habibü'n-Neccar'm lafı veya kıyası mı olur? Evet Yüce Allah, Rasülü Muhammed Mustafa'yı» pek çok izzet veya keramet sebepleriyle şereflendirip taçlandırmıştır, işte bu cümleden olmak üzere ve O'na semavi bir imdad olarak Allah; meleklerini indirmiştir ve bununla demek istemiştir ki: "Habibim, biz 1 ondan sonra kavminin üzerine gökten bir ordu (melekleri) indirmedik. İndirici de değildik. Zira kendilerine bir imdad olmak üzere gökten melekler indirmek çok büyük işlerin başında gelir ve buna herkes ehil olamaz. Ancak senin gibi birisi için olunca, bu müstesnadır. Sana ilahi bir imdadımız olmak üzere melekleri indirdik. Çünkü sen buna ehil bulunuyordun."[28]

 

Gatafân Gazvesinde Görülen Bazı Mucizeler

 

Vâkıdî der ki: Bana Muhammed bin Ziyad söyledi, ona da Zeyd bin Ebu Attâb söylemiş. Ona Dahhâk bin Osman, ona Abdurrahmân bin Muhammed Ebu Bekir ve daha başkaları anlatmış. Şöyle ki: "Gatafân-dan bazı kimselerin Zîemerr denilen yerde toplandıkları ve Medine'nin yakınlarına baskın düzenlemek üzere bulundukları, Rasulullah efendi­mize haber verildi. Du'sûr bin Haris adındaki savaşçı bir adamın ela onlara katıldığı bildirildi. Rasulullah da derhal dört yüz elli kadar asker alarak yola çıktı. Bunlardan bazıları da atlı idi. Düşmanın toplandığı yere varınca Gatafânlılar kaçışıp bir dağın zirvesine sığındılar.

Rasulüllah ve askeri Zîemerr denilen yere geldiklerinde çok yağmur yağdı. Bu sırada haceti için giden Rasulüllah da hayli ıslandı. Bulunduğu yer, ashabına hayli uzaktı. Burada (Zîemerr vadisinin 'ilerisinde) ıslanan elbisesini çıkarıp kuruması için bir ağacın üzerine serdi. Kendisi de ağacın altına uzandı. Gatafânlı ârâbîler de bu durumu gözetmekte idiler. Cesaretine güvendikleri Du'sûr'a hitaben: "Haydi fırsat bu fırsat! Muhammed ashabından uzakta tek başına kaldı. Onlara çağırsa da duyuramaz. Derhal gidip onu öldürmelisin!" dediler ve onu kışkırttılar. Du'sûr'da kılıcını alarak yürüdü, Peygamberimizin yanma gelip başı ucunda dikildi ve: "Söyle bakalım ey Muhammed! Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?" diye haykırdı. Peygamberi­miz de kendisine: "Allah" diyerek karşılık verdi. Derhal Cibril gelip Du'sûr'un göğs'üne bir darbe indirdi, kılıcı elinden fırlayıp gitti. Onun kılıcını eline alan Peygamberimiz, onun başucuna dikilerek: "Şimdi sen söyle bakalım, benim elimden seni kim kurtaracak?" buyurdu. Du'sûr: "Hiç kimse kurtaramaz ya Muhammed" dedi ve: "Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in de onun kulu ve rasulü olduğuna" şehadet getirerek, orada müslüman oldu ve bir daha peygamberin karşısına çıkmayacağına, peygamber aleyhinde kuvvet toplamayacağına da kesin söz verdi. Peygamber efendimiz de, kendisini affedip kılıcım kendi eline teslim eyledi. Giderken dönüp arkasına baktı ve Peygamberimize hitaben: "Vallahi sen benden çok hayırlısın" dedi. Peygamberimiz de kendisine şu karşılığı verdi: "Elbette ben, bir peygamber olarak buna senden daha layık bulunuyorum!"

Du'sûr kılıcı elinde ve müslüman olmuş vaziyette Gatafânlılann yanma gitti. Arkadaşları kendisine: "Hani, senin dediğin ne oldu, ne yaptın?" dediler. O da: "Vallahi ben, dediğimi yapmakta kararlı idim. Fakat baktım uzun boylu ve beyaz bir adam, göğsüme bir darbe indirdi. Ben kendimi sırtüstü yerde buldum. Bildim ki, o bir melektir ve Muhammed'e yardıma gelmiştir. Ben de bunun üzerine Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet getirerek müslüman oldum. Sizleri de müslümanlığa davet ediyorum" dedi ve bu davetine devam etti. Cenab-ı Hak da bu olay üzerine şu ayetini inzal buyurdu:

"Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani bir topluluk size ei uzatmaya yeltenmişti de Allah onların ellerini sizden çekmişti. Allah'tan korkunuz! Bütün mü'minler Allah'a dayansınlar." [29] (Bu haberi Beyhakî de nakletmıştir ve demiştir ki: Buna benzer bir olay, Zâtür-Rıkâ gazvesi ile ilgili olarak da hikaye edilmiştir. Eğer bunu Gatafân gazvesiyle ilgili olarak rivayet eden El-Vâkıdî, güzelce hatırında tutarak hatasız olarak rivayet etmişse; bu takdirde olay her iki yerde de vukua gelmiş demektir.) [30]

 

Nadir Oğulları Gazvesestde Vukua Gelen Bazı Mucizeler

 

Nadir oğulları gazvesinde, onların yerlerinden sürülmesi olayı ve daha başka şeyler gerçekleşmiştir. Yâkûb bin Süfyân'ın Ebu Salih'ten, Akîl'den onun da îbni Şihab'dan rivayeti şöyledir: Nadir oğulları Yahudilerden bir taifedir ve bu olay Bedir savaşından altı ay sonra olmuştur. [31] Rasulüllah onları bir müddet muhasara altında tuttu, sonra onlar yurtlarından ayrılmayı ve ayrılırlarken de ancak develerinin götürebildiği kadar eşya götürme şartını kabul ettiler. Andlaşmada silahlarını bırakma şartı da vardı. Bunun için silahlarını götüremediler. Rasulüllah onları Şam tarafına sürmüş onlarda en kıymetli eşyalarını alarak (altı yüz deve yükü mal ile) yurtlarından ayrılmışlardı. Cenabı Hak bu hususta aşağıda meali sunulan ayetlerini inzal buyurmuştur:

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı teşbih etmiştir. Ehl-i Kitab'dan inkar edenleri ilk sürgünde yurdundan o çıkardı," [32] Ebu Dâvud ve Beyhakl Abdurrahman bin Kab'dan şu haberi nakletmiştir: "Nadir oğullarına ait olan hurmalık, onlarla olan gazveden sonra Rasulüllah'a has idi. Cenabı Hak onu yalnız Rasüllullah'ın olmak üzere verdi ve şöyle buyurdu:

"Allah'ın onlardan peygamberine verdiği ganimetlere gelince, siz onun üzerine ne at, ne de deve sürmediniz." [33]

Yani dövüşüp savaşmadan onu peygamberine vermiştir. Peygam­berimiz bu ganimetlerin çoğunu Mekke'li muhacirlere verdi ve onlar arasında taksim eyledi. Ensardan ise Sadece iki kişiye verdi, başkaları­na vermedi. Bu iki kişi ise oldukça fakir ve muhtaç idiler. Kalanı ise onun, halen Fatıma evlatlarının elinde bulunan Sadakasıdır."

Buhari ve Müslim Ömer îbnül Hattab'dan şöyle rivayet eder: "Nadir oğullarından ganimet olarak ele geçen mallar, Sadece Allah'ın rasülüne ait idi? Bu mallar herhangi bir savaş ya da dövüş yapmaksızın ele geçirildi ve bunda başkalarının hissesi ve hakkı bulunmamakta idi. Bunun tasarrufu da Rasulüllah'a ait bulunuyordu. O bu maldan kendi ailesinin bir senelik nafakasını ayırır, kalanı ile ordusunun binit ve silah masrafını karşılardı. Yani Allah yolunda harcardı."

Beyhakî ve Ebu Nuaym Musa bin Ukbe tarikiyle Zükri'den rivayet eder: Peygamber (s.a.v.) Kilâb kabilesinden öldürülen iki adamın diyetini (kan parasını) ödemek üzere, kendileri ile andlaşma yaptığı Beni Nadir'in yardımını istemek üzere onların yurduna gitmişti. Meseleyi kendilerine açtığı zaman onlar Peygamberimize: "Önce otur biraz istirahat et. Sonra yemeğimizi ye! Daha sonra da işini görür gidersin" dediler. Peygamberimiz de bunun üzerine arkadaşları ile birlikte bir duvarın gölgesine oturdu, onları beklemeye başladı. Onlar ise tenhaya çekilip şeytan ile iş birliği ypmaya başladılar. Peygamberi­mizi nasıl öldürebileceklerini konuşup bir karara varmak istediler. İçlerinden biri dedi ki: "Madem ki bunun bir daha ele geçmeyecek bir fırsat olduğunu söylüyorsunuz. O halde ben onun gölgelenmekte olduğu duvarın üzerine çıkar, oradan onun üzerine bir taş bırakırım, böylece o da ölüp gider!"

Şanı Yüce Allah onların bu kurdukları tuzağı derhal habibine vahyederek bildirdi. Peygamber efendimiz de derhal oradan uzaklaştı ve bu hususta Kur'an'm şu ayeti nazil oldu:

"Ey iman edenler, Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani bir topluluk size bir el uzatmağa yeltenmişti de Allah onların ellerini sizden çekmişti." [34]

Onların hiyanetini Allah Rasülüne bildirince yurtlarından ayrılmaları için Peygamberimiz onlara emir verdi. Münafıklar bu emri işitince, kendilerinin kardeşleri ve dostları bulunan Nadir oğullarına haber salıp: "Sakın yurtlarınızdan ayrılmayınız! Bizler sizlerle berabe­riz, sizi sonuna kadar desteklemeye kararlıyız! Şayet Muhammed sizinle savaşacak olursa, biz de sizinle beraberiz. Ölümüz de, dirimiz de hep sizinle beraber olacaktır. Eğer sizi yurdunuzdan sürecek olursa, biz de sizinle beraber çıkarız" dediler. Nadir oğulları, münafıkların bu sözüne itimat ederek sunardılar, kendilerinin peygambere üstün geleceği vehmine kapılarak: "Vallahi biz yurdumuzdan çıkmayız, eğer bizimle harb etmek istersen, biz de seninle kıyasıya harb ederiz!" diye bağrıştılar. Peygamberimiz de bunun üzerine onları muhasara altına aldı. Evlerini yıkmaya, hurmalıklarını kesip yakmaya başladı. Onlar ve onlara yardım vadinde bulunan münafıklar ise, hiç birşey yapamadılar. Allah onların kalplerine büyük bir korku bıraktı ve onların ellerini müslümanların üzerinden çekti. Nadir oğulları münafıkların yardımın­dan iyice ümid kesince, Peygamberimizin kendilerine olan teklifini kabul ettiler. Bu teklif onların yurtlarını terketmeleri idi. Onlar da: Daha önce de kendilerine teklif edildiği gibi, silahlarını bırakarak, develerinin götürebildiği kadar istedikleri eşya ve malı develerine yükleyerek yurdlarmdan ayrıldılar."

El-Vâkıdî der ki: Bana İbrahim bin Cafer babasından naklen şöyle nakletmiştir: "Medine'nin bir mahallesinde oturmakta olan Nadir oğul­ları yurtlarından ayrıldıktan sonra, Amr bin Sadâ; buraya gelip etrafı dolaşmaya başladı. Her tarafı harabeye dönmüş bir vaziyette görüp çok üzüldü. Kureyza Oğullarına gelip dedi ki: "Vallahi bugün gördüklerim­den dona kaldım! Kardeşlerimiz olan Nadir oğulları, nice şeref ve izzete, akıl ve kuvvete eriştikten sonra, mallarım arkada bırakarak tam bir zillet içinde yurtlarından sürülmüş bulunuyorlar. Tevrat hiç bir kavmi, "Allah a yarar bir halleri olduğu müddetçe" böyle bir sürgüne maruz bırakmamıştır. Şimdiki bu durumdan ibret almamız gerekir. Geliniz sizler bana itaat ediniz de hep beraber Muhammed'e gidip ittiba edelim! Allah'a yemin ederim ki, Onun hak peygamber olduğunu sizler de bilmektesiniz. Hem bizim iki büyük din adamımız olan Ibni Heybân ile İbni Cüvâs; Kudüs'ten geldikten sonra Muhammed'in zuhurunu beklediklerini söylemediler mi? Aynı zamanda bunlar, ölümlerinden evvel bize, Muhammed'e uymamız hakkında vasiyet dahi etmediler mi? Hatta üstelik kendilerinin selamlarını dahi Muhammed'e ulaştırmak üzere bizlere emanet eylemediler mi? Şimdi bu iki büyük zatın kabirleri burada değil midir? Niçin bunları nazarı itibara almıyalım?"

Beni Kurayzadan Zübeyr bin Bata bize şöyle dedi: "Ben onun sıfatım Bata'nm Tevrat'ında okumuştum. Bu sırada Ka'b bin Esed ona şu sözü yöneltti: "Madem Onun sıfatını Musa'ya inen Tevrat'ta okudun, o halde niçin gidip ona tabi olmuyorsun?" Zübeyr bin Bata ise şu karşılığı verdi: "Gidip ona uymama engel olan sensin!" Ka'b'da dedi ki: "Neden? Ben seninle onun arasına asla girmiş değilim!" Zübeyr bu sefer de şöyle konuştu: "Bizim işlerimizi ve anlaşmalarımızı bilen ve yürüten sensin. Eğer ona tabi olursan, senin izince biz de ona tabi oluruz." işte bu sırada Amr bin Şada da işe karışıp Ka'b ile ileri geri hayli kelam ettiler. Fakat Ka'b'ı bir türlü ikna edemediler. Ka'b'm bu husustaki en son söylediği şunlar olmuştur:

"Benim Muhammed hakkında bu söylediklerimden başka bir söyleyeceğim yoktur! Sizler ne derseniz deyiniz, benim Muhammed'e gidip tabi olmayı, bir türlü nefsim hoş karşılamıyor!"

(Bu haberi böylece Beyhakî ve Ebu Nuaym da rivayet etmişlerdir.)

Ebu Nuaym, Ebu Zübeyr tarikiyle Cabir'den şu haberi nakletmiştir: "Peygamber (s.a.v.) efendimiz Nadir oğullarını muhasara ettiği zaman, bu muhasara hayli uzamıştı. Bir ara Cebrail gelip Hz. Peygamberin başını yıkamakta olduğunu gördü. Dedi ki: "Allah seni affetsin, ya Muhammed, Allah yolunda savaşmaktan ne tez usandın! Vallahi biz, onlar üzerine indik ineli, zırhımızı çıkarmış, silahlarımızı bırakmış değiliz. Haydi kalk silahını kuşan, Allah yolunda savaşa devam et. Bugün onlar, vallahi kaya üzerinde yumurta ezer gibi ezilip küçüleceklerdir.''

Bundan sonra biz de muhasarayı şiddetlendirdik. Sonunda Allah bize, bir fetih ve zafer daha nasip eyledi." [35]

 

Ka’b Bin Eşref’in Öldürülmesinde Görülen Fevkaladelikler

 

(Aslen bir yahudi olan Ka'b b. Eşref, Bedir'den sonra Mekke'ye gidip onları Hz. Peygamber'e karşı iyice kışkırtmış ve Medine'ye dönmüştü. Peygamberimiz de: "Bu Allah'ın ve Rasulü'nün düşmanını haklamaya kim gidecek?" buyurdu ve gönüllülerden Muhammed b. Mesleme, Abbad b. Beşîr, Ebu Naile, Haris b. Evs ve Ebu Abs'ı bu işe görevlendirmişti.)

îbni îshak, îbni Râhûye, Ahmed ve Beyhakî îbni Abbas'ın şöyle dediğini naklederler: "Rasulüllah efendimiz ashabından bazılarını Ka'b bin Eşrefi öldürmeleri için vazifelendirdiği zaman, onlarla beraber Medine kabristanlığına kadar yürüdü ve onlara: "Haydin, Allah'ın ismi üzerine gidiniz!" dedi ve şu duayı yaptı: "Allah'ım, onlara yardım eyle, onları muvaffak eyle!"

Beyhakî'nin îbni îshak'tan rivayetinde, Abdullah bin Muakkib'e atfen şöyle denilmiştir: "Bunun için vazifeli kılınanlardan Haris bin Evs, o sırada kılıç yarası almıştı. Başında ve ayağında yaralar vardı. Rasulüllah'a getirildiği zaman, Rasulüllah efendimiz mübarek tükrüğü ile yarayı ilaçladı. Bundan sonra Hâris'in yaraları hiç acımadı."[36]

 

Uhud Savaşında Vukua Gelen Alamet Ve Mucizeler  [37]

 

Buhari ve Müslim Ebu Musadan şu haberi nakletmişlerdir: "Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Ben rüyamda Mekke'den, hurmalık bir yere hicret ettiğimi gördüm. Burasını Yemâme veya Hecer zannettim. Halbuki bizim hicret yurdumuz Medine imiş. Yine ben aynı rüyamda kılıcımı salladığımda ortadan kırıldığını gördüm. Bu ise Uhud'da ashabıma isabet eden şeye işaretmiş. Yine aynı rüyamda kılıcımı salladığımda eskisinden daha iyi olduğunu görmüşdüm. Bu ise Allah'ın bize nasip edeceği bir fetih ve müslümanlarm güzel bir cemaat haline gelmesine işaret imiş Yine ben aynı rüyamda bazı sığırların boğazlanmakta olduğunu görmüş "înşaallah hayırlı olur" demiştim. Meğer bu da Uhud'da verdiğimiz kurbanlara işaretmiş. "înşaallah hayırlı olur" deyişim ise, Bedir de elde ettiğimiz zafere işaretmiş."

Ahmed, Bezzar, Taberânî ve Beyhakî îbni Abbas'tan şöyle naklederler: "Uhud günü müşrikler silahlanıp geldikleri zaman, Rasulüllah efendimizin görüşü, Medine'de kalıp müdafaa savaşı yapmaktı. Fakat bazıları Bedir'e çıkmadıklarından bir açık savaş yapmaya çok hırslı idiler. Bunlar Uhud'a çıkalım, orada müşriklerle meydan savaşı yapalım diye ısrar ettiler. Onlar bununla Bedir ehlinin kazandıkları faziletin aynısını kazanmayı düşünüyorlardı. Rasulüllah efendimiz zırhım giyip silahını kuşanıncaya kadar, bu hususta ısrar ettiler. Rasullullah hazırlandıktan sonra da: "Onu galiba tesir altında bıraktık" diyerek, ısrarlarına pişman oldular. Gelip Rasulüllah'a müracat ettiler ve: "Ey Allah'ın rasulü rey sizin reyinizdir! Siz emrediniz, biz onu yapalım" dediler. Peygamberimiz de kendilerine: "Bir peygamber zırhını giyip silahını kuşandıktan sonra geri dönmez! Allah onunla düşmanı arasında hükmedinceye kadar aldığı karar üzerinde azimle yürür!" karşılığını verdi ve Uhud'a yürüdü."

Rasulüllah efendimiz, zırhını giyip silahını kuşanmazdan önce, onlara şunu da söylemişti: "Ben rüyamda kendimi çok sağlam bir zırh içinde gördüm ve bu zırhı Medine olarak yorumladım. Binaenaleyh Medine'de kalıp savunma savaşı verelim! Aynı zamanda rüyamda bir koç kovalıyordum. Bunu da karşı askeri kovalayacağımız şeklinde yorumladım. Bir ara kılıcımın elimden çıktığını gördüm. Bunu da sizin hakkınızda bir eksilme şeklinde yorumladım. Yine bu rüyada ben, bazı sığırların kesildiğini gördüm ve bunu, bazı kurbanlar vereceğimiz şeklinde düşündüm."

Ahmed, Bezzar, Hakim ve Beyhakî Enes'ten rivayet t terler. O demiştir ki: Rasulüllah efendimiz buyurdu: "Ben rüyamda gördüm ki, bir koçun peşine düşmüş kovalıyordum. Aynı zamanda kılıcımın kabzasının kırıldığını gördüm. Bunu şöyle yordum: Ben karşı tarafın koçunu (büyük bir adamını) öldüreceğim, kılıcımın kabzasının kırılmasını da yakınlarımdan birinin öldürüleceğine yordum." Derken Hz. Hamza şehid düştü. Karşı tarafın bayraktarı Talha da öldürüldü.

(Beyhakî Musa bin Ukbe tarikiyle Ibni Şihab'm: "Bazılarının Rasulüllah'm yorumu: Uhud'da yüzünün yaralanması şeklinde idi"

dediklerini naklettiğim bildirir." [38]

Beyhakî Musa bin Ukbe tarikiyle îbni Şihâb'dan şöyle nakleder: "Ubeyy bin Halef, Bedir de fidye verip canım kurtardıktan sonra bir at besler ve: "Vallahi ben bu atıma günde bir ölçek yem yediriyorum ve bu at üzerinde Muhammed'le savaşıp onu öldüreceğim!" diyerek söylenir ve and içerdi. Onun bu sözü Rasulüllah'a ulaştığında Rasulüllah da şöyle buyurdu: "Bilakis ben onu öldüreceğim inşaallah!"

Übeyy bin Halef, Uhud'a zırhlara bürünmüş ve bu ata bimiş olarak geldi. "Eğer Muhammed sağ kalırsa ben kurtulamam" diye bağırıyordu. Mü'minlerden bazıları kendisine saldırmak istediler, fakat Rasulüllah efendimiz kendilerini durdurdular ve: "Bana yolu açınız" buyurdu. Büyük bir cesaretle Übeyy'in üzerine yürüdü, zırhı ve miğferi arasında gırtlağını gördü ve elindeki süngüsü ile hamle yaparak onu atından yere düşürdü. Übeyy'in arkadaşları koşarak onun yanına geldiler. O yere yatmış danalar gibi bağırıyordu. Halbuki yarasında bir damla kan bile akmamıştı. Baktılar küçük bir çizik vardı. Dediler ki: "Ya Übeyy, neden bu kadar korkup bağırıyorsun? Hepsi bir çizikten ibarettir! Bunda korkulacak ne var?" Übeyy onlara şu karşılığı verdi: "Siz Muhammed'in: "Übeyy'i ben öldüreceğim" dediğini duymadınız mı? Vallahi onun bana indirdiği darbe Zi'l Mecâz'da yaşayan insanların hepsinin üzerine inmiş olsaydı, hiç birini sağ komaz helak ederdi!" tşte bu Übeyy bin Halef, Uhud dönüşü Mekke'ye giderken yolda öldü. (Beyhakî bunu, diğer.kaynaklarında rivayet ettğini bildirir.)

îbni îshak şöyle der: "Bana îbni Şihâb, Asım bin Ömer, Muhammed bin Yahya ve daha başkaları anlattı: Uhud savaşı sırasında müşriklerden biri meydana çıkıp müslümanlardan kendisine eş isteyip mübarezeye davet eyledi. Zübeyr ayağa kalkıp mübarezeyi başlattı. Derhal adamın üzerine sıçrayıp onun devesi üzerine çıkarak, kendisiyle gırtlak gırtlağa geldi. Devenin üzerinde amansız bir mücadele başladı, bu sırada Rasulüllah efendimiz: "Devenin üzerinden yere daha yakın olanı, mücadeleyi kaybedecektir!" buyurdu. Derken müşrik devesi üzerinden yere düştü, Zübeyr de onun peşinden atlayıp üzerine çullandı, derhal kılıcı ile adamın boğazını keserik onu katletti. (Bu haberi, Beyhakî de rivayet etmiştir.)

Almed, Buhari ve Nesai, Berâ bin Azib'den rivayet ederler: "Uhud günü okçuları güzelce yerleştiren Peygamber (s.a.v.), Abdullah bin Cübeyr'i onların üzerine komutan tayin etti. Onlar hepsi elli kişi idiler. Sonra onlara şu emri verdi: "Biz savaşta yenilip öldürülsek bile, akbaba kuşları da gelip cesetlerimizi başka yerlere götürmeye başlasalar bile, benden size ikinci bir emir gelmedikçe, katiyyen yerinizi bırakmaya-

caksımz!" Sonra savaş başladı, müşrikler hezimete uğrayıp kaçmaya başladılar. Kadınları eteklerini çemrenerek dağın zirvesine doğru tırmanıyorlardı. Bu sırada Abdullah, bin Cübeyr'in emrine verilen okçu­lar: "Arkadaşlar ne duruyorsunuz, müslümanlar galip geldiler. Gidip ganimet toplayalım!" diye bağrıştılar. Abdullah derhal: "Siz Rasulüllah'-ın size ne emrettiğini unuttunuz mu? Sakın hiç biriniz yerinizden ayrılmayınız!" diyerek onları uyardı ise de, onlar: "Ganimetten biz de nasibimizi alacağız!" diyerek koşuşup yerlerim terkettiler. Harb sahası­na geldikleri zaman geri dönmek zorunda kadılar. Bu sefer hezimete uğrayanlar müslümanlar oldu. Düşman aynı zamanda müslümanları arkadan da vurarak müslümanları iki cephe arasında bıraktı. Müslümanlar kaçıyor, Rasulüllah da: "Nereye ey müslümanlar?" diye nida ediyordu. Rasulüllah'ın yanında Sadece oniki kişi kalmıştı. îşte bu sırada müslümanlar tam yetmiş adet zayiat verdiler. Rasulülîah efendimiz de, kendi ordusu ile Bedir'de karşı tarafa yetmiş adet zayiat verdirmişti. Ayrıca yetmiş kişi de esir edilmişti."

Ahmed ve Beyhakî îbni Abbas'tan şöyle naklederler: "Rasulüllah (s.a.v.) efendimiz; Bedir'deki bir zaferi hiç bir yerde kazanamadı!"

îbni Abbas bu sözünü söylediği zaman, bunu inkar edenler oldu. O da dedi ki: "Benimle sizin aranızda hakem, Allah'ın kitabıdır. Yüce Allah Uhud savaşı hakkında buyurur ki: "Allah kendi izniyle onları öldürdüğünüz sürece size olan vadini doğruladı. Nihayet siz korktunuz. Allah size sevdiğiniz galibiyeti gösterdikten sonra, savaş içinde birbirinizle çekişip isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı istiyor, kiminiz de ahireti." [39]

îbni Abbas dedi ki: "Bu ayetteki savaş içinde çekişip isyan edenler, okçulardır. Rasulüllah onları bir yere mevzilendirip: "Sakın buradan ayrılmayınız. Buradan bizim arkamızı koruyunuz. Bizi öldürülürken görseniz bile, bize yardım etmeyiniz! Bizi galebe çalıp ganimet toplar­ken görseniz dahi, sakın yerinizi terketmeyiniz!" buyurarak onlara çok sıkı emir ve tenbihte bulunmuştu. Fakat onlar Peygamberimizin ve askerinin onlara üstünlük sağlayıp ganimet toplamaya başladıklarını görünce, yerlerini terkederek ganimet toplamaya koştular. Komutanla­rının uyarısına da kulak asmayıp isyan ettiler. Birbirine geçirilmiş vaziyette olan şu parmaklarım gibi, iki taraf birbirine girdi. Okçular mevzilendirildikleri gediği bırakarak ayrıldıkları için, Kureyşin atlıları arkadan sarkaraklslam askerini vurdu. Müslümanlar içinde öyle bir karışıklık oldu ki, yanlışlıkla birbirini vurmaya başladılar ve çok sayıda müslüman öldürüldü. Halbuki sabahleyin harb başladığında, müslü­manlar ezici bir üstünlük sağlamış, düşmanın sancaktarlarından yedi sekiz tanesi öldürülmüştü. Fakat sonra durum çok kötü oldu. Hatta bir ara şeytanın: "Muhammed Öldürüldü" diye bağırdığı duyuldu ve hiç kimse bunun yanlış olduğunu düşünmemişti. Fakat bir süre sonra Rasulüllah iki Sad'ın arasında (daha doğrusu Talha bin Ubeydullah ile Ebu Dücâne arasında) görülünce yürüyüşünden de tanınınca; hayatta olduğuna inanıldı ve derhal onun etrafında toplanmaya başladılar. Ashabı kiram o kadar sevindiler ki, sanki hiç bir şey kaybetmemişe dönüverdiler. Rasulüllah'm bu arada şöyle dediği duyuldu: "Bir kavim ki, peygamberin yüzünü kanlara bulamıştır, Allah'ın onlara gadabı çok şiddetlidir! Allah'ım onlar bize üstün gelemezler!"

Buharı ve Müslim Sa'd bin Ebu Vakkâs'tan şöyle nakleder: "Uhud günü ben, Rasulüllah (s.a.v.) Efendimizin sağında ve solunda beyaz ebiseli adamlar gördüm. Rasulüllah'ı korumak için şiddetle savaşıyorlardı. Ben onları Uhud gününden evvel veya sonra bir daha görmüş değilim." (Sad bu sözleri ile Cebrail ve Mikail'i kasdetmektedir).

' Beyhakî ise Mücahid'in: "Melekler Bedir gününden başka bir yerde savaşmadılar" dediğini nakleder ve: "Mücahid'in bu sözünden muradı; Uhud'da okçular sabır ve takva göstermedikleri için onlar adına savaşmadılar, demektir" der ve ayrıca Vâkıdî'nin şeyhlerinden bu mealde bir haber rivayet ettiğini de bildirir. Onlar demişler ki: "Cenabı Hakkın: "Eğer sabreder, takvalı davranırsanız" mealindeki ayet 've emrine uymadılar; sabır ve sebat göstermediler; bu yüzden de Allah'ın semavi imdadına nail olamadılar."

(Bunu böylece, Beyhakî onlardan rivayet etmiştir).

Yine Beyhakî Urve'den şu haberi nakletmiştir: "Yüce Allah onlara sabır ve takva üzerine yardım vadinde bulunmuştu. Onlarda önceleri sabır ve takva gösterdiklerinden beş bin melek ile onlara imdad eyledi. Fakat onlar Rasulüllah'm emrine isyan edip yerlerini terk edince, Allah da onlardan ilahi imdadını çekmiştir."

îbni Sa'd Vâkıdî'den nakleder. O şöyle demiştir: Bana üstadları-mın anlattıklarına göre, müşrikler hezimete uğrayınca okçular yerlerin­den ayrılarak ganimet toplamaya başladılar. Bu sırada müşrikler geri döndüler, onların atlıları da arkadan vurunca, müslümanlar iki kuvvet arasında kalıp hezimete uğradılar ve yanlışlıkla birbirlerini öldürür oldular. Değirmen tersine döner oldu, rüzgar aksi istikametten eser oldu. Önce seher yeli eserken sonra, felaket rüzgarı esmeye başladı, iblis: "Muhammed Öldürüldü" yaygarasını kopardı. Müslümanların bayraktarı şehid edildi. Hz. Peygamber onun şehadeti üzerine sancağı Ali'ye verdi. Melekler bu savaşta bulundular, fakat savaşa katılmadılar."

Taberânî, Îbni Mende ve îbni Asakîr Mahmud bin Lebîd tarikiyle Haris bin Sımmadan naklederler. O demiştir ki: "Uhud günü Peygamber (s.a.v.) bana Abdurrahman bin Avfı sordu. Ben de: "Onu dağın yamacında gördüm" dedim. Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki:

"O savaşırken melekler de onunla beraber savaşıyor!"

Haris der ki: "Ben Abdurrahman'm yanına gittim, orada cansız yere düşmüş yedi ceset gördüm. Dedim ki: "Bu gün zaferin gerçekten büyük olmuştur! Bunların hepsini sen mi öldürdün?" Bana şu karşılığı verdi: "Şu ikisini ben öldürdüm fakat diğerlerini benim görmediğim kimseler öldürdü." Abdurrahman'm bu cevabım alınca, Rasulüllah'm söylediğinin doğruluğunu da iyice anlamış oldum."

îbni Sa'd Muhammed bin Şürahbil'den rivayet eder: Uhud savaşında sancağı Mus'ab bin Ümeyr taşıyordu. Sağ eli kesilince sancağı sol eline aldı. Bu sırada o: "Muhammed ancak bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir" mealindeki ayeti okuyordu. Derken sol eli de kesildi. Kesik kolları yani pazuları ile sancağı kavradı ve iki büklüm bir halde bağrına bastı. O yine: "Muhammed ancak bir Rasüî'dür" diyordu. Sonra şehid düştü ve sancağı yere bırakmış oldu."

Muhammed bin Şürahbil der ki: "O böyle söylüyordu, fakat bu mealdeki ayet henüz nazil olmuş değildi."

îbni îshak, Beyhakî ve îbni Asaîr Abdullah bin Avn tarikiyle Ümeyr bin îshaktan rivayet ederler: Uhud günü, bir ara müslümanlarm hezimete uğrayıp dağıldıklarını gördüm. Sa'd ise Rasulüllah'ın önünde düşmana ok yağdırıyor ve Onu müdafaa ediyordu. Bir delikanlı da onun attığı okları gidip getiriyor ve Ona veriyordu. O da: "Ey Ebu İshak, durma at!" diyordu. Savaş yatıştıktan sonra baktılar, o okları getiren delikanlıyı göremediler."

îbni îshak der ki: Zühri bu hususla ilgili bir olayı şöyle anlattı: "Kureyşin bazı atlıları dağın tepesine çıkıp göründüğü zaman, Peygamber (s.a.v.): "Allah'ım, onların bizim üzerimize çıkması, onlar için layık olan bir şey değildir!" dedi. Bunun üzerine Ömer Îbnü'l-Hattab ve muhacirlerden bir grup onlara karşı şiddetli bir mücadele verdiler ve onları yüksekten inmeye mecbur ettiler." (Beyhakî bunu, ayrıca Urve tarikiyle de rivayet etmiştir.)

Nesâî, Beyhakî ve Taberânî Câbir bin Abdullah'tan naklederler: Talha'nm parmakları isabet aldığı zaman "Vay!" diyerek feryad eyledi. Peygamberimiz ona hitaben: "Eğer derhal Allah'ın adını anmış olsaydın, melekler seni insanların gözü önünde çok yükseklere' çıkarırdı" buyurdu.                  

Dârekutnî el-Efrâd'da şöyle nakleder: Talha'nın eli yaralandığı zaman "Vay!" dedi. Resulullah da ona buyurdu ki: "Eğer derhal "bismillah" deseydin, Allah'ın cennette senin için yaptırdığı yeri, daha sen dünyada iken görmüş olurdun."

Buhari ve Müslim Enes'ten rivayet ederler: Amcası Enes bin Nadr Uhud'da demiştir ki: "Vallahi ben, Uhud'un hemen yanı başında cennetin kokusunu duyuyorum! Ve hiç şüphe etmiyorum ki bu, cennet kokusudur!"

îbni İshak der ki: Bana Asım bin Ömer Katâde'den şöyle nakletti: Rasulüllah (s.a.v.) buyurdu ki: "Hanzala'nm gaslini melekler yapmıştır." Bunun üzerine Hanzala'nın hanımına, onun halini sordular. O da şöyle dedi: Peygamber efendimizin vazifelendirdiği adam gelip te: "Haydin savaşa, savaşa" diye ilan edince Hanzala, kendisi için gerekli gusül abdestini almaya fırsat bulamadan, koşup askere katılmıştı." Demek ki Peygamber efendimizin "Melekler Hanzala'nın gaslini yapıyor" buyurmasının sebebi bu imiş."

(Bunu Beyhakî de rivayet etmiştir. Serrâc da Müsned'inde bu haberi nakletmiştir. Ayrıca Hakim de sahihtir kaydıyla bunu rivayet etmiştir.)

Ebu Yâlâ, Bezzar, Hakim ve Ebu Nuaym Enes bin Malik'ten rivayet ederler. O şöyle demiştir: Ensardan olan Evs kabilesi ile Hazrec kabilesi birbine karşı iftihar edip Hazrecliler: "Bizden dört kıymetli zat vardır ki, Kur'an'ın tamamını hıfzetmişlerdir. Bunlar: Muaz, Übeyy, Zeyd ve Ebu Zeyd'dir" dediler. Evsli olanlar da dediler ki: "Ölümü üzerine arşın titrediği Sa'd bin Muaz bizdendir, tek başına şahitliği iki şahit yerine geçen Huzeyme bizdendir, şehid düştükten sonra cesedi müşriklerin eline geçmesin diye, sürü halindeki bal arıları tarafından korunan Asım bin Sabit bizdendir, cenazesini meleklerin yıkadığı Hanzala bin Ebu Amir de bizdendir."

Buhari ve Müslim Cabir'den rivayet ederler, O şöyle demiştir: Uhud da babam şehid düştüğü zaman halam ağlamaya başladı. Rasulüllah efendimiz de halama hitaben: "Sen ister ağla ister ağlama; siz onun cenazesini kaldırmcaya kadar melekler ona gölge edip durmuştur!" buyurdu.

Sahihtir kaydıyla Hakim ve Beyhakî Zeyd bin Sâbit'ten rivayet eder. O demiştir ki: "Uhud günü Rasulüllah efendimiz beni Sa'd bin Rabi'i aramaya gönderdi ve dedi ki: "Sa'd'i gördüğünde ona benden selam söyle ve kendisini nasıl bulduğunu sorduğumu da ona hatırlat!"

Ben hemen gidip onu aramaya koyuldum. Kendisini bulduğumda o can çekişmekte idi. En az vücudunun yetmiş yerinden yara almış durumda idi. Her tarafı mızrak, kılıç ve ok yarası idi. Kendisine Rasulüllah'm selamını ve kelamını haber verdim. O da dedi ki: "Sen dahi Rasulüllah'a haber ver ki: "Ey Allah'ın Rasulü, ben şu anda cennetin kokusunu almaktayım!" Ayrıca kavmim ensara da de ki: "Ey Ensar eğer sizlerde hayat namına bir eser ve hareket bulunduğu halde, düşmanın Rasulüllah'a ulaşmasına meydan verecek olursanız, iyi biliniz ki Allah yanında hiç bir özrünüz kalmayacaktır!" O bana bunları söyledi ve sonra canını çok sevdiği ve itaatında bulunduğu Allah'a teslim eyledi."

Beyhakî der ki: Vâkıdî, Sa'd bin Hayseme'nin babası Hayseme hakkındaki kıssayı şöyle anlatır: "Hayseme Uhud günü Rasulüllah'a

 (s.a.v.) dedi ki: "Ey Allah'ın rasülü, ben Bedir savaşma katılamadım. Şöyle ki: Oğlum Sa'd ile aramızda kura çektik, aslında her ikimiz de Bedir'e katılmak için çok hevesli olduğumuz halde kura Sa'd'e çıktı ve Bedir'e gidip şehid oldu. Geçen gece rüyamda oğlum Sa'd'i gördüm, çok güzel idi. Cennette geziniyor, istediği cennet nimetlerinden yiyor, nehirlerinde bir balık gibi yüzüyordu. Bana diyordu ki: "Babacığım sen de bize katıl, cennette bize arkadaşlık et!" Ben, Rabbim bana ne vadetti ise hepsini cennette hazır buldum!" Ben bu rüyadan uyandıktan sonra ey Allah'ın rasülü, vallahi cennette onlara arkadaşlık etmeye çok arzulu bulunuyorum. Ne olur benim için dua buyurunuz da, Allah bana oğlum Sa'd gibi şehidlik nasip eylesin!"

Bunun üzerine Rasulüllah efendimiz kendisi için dua buyurdular. O da katıldığı Uhud savaşında şehid olarak vefat etti.

îbni Sad, Hakim, Beyhakî Saîd bin Müseyyib'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Uhud savaşından bir gün evvel idi. Birisi Abdullah bin Cahş'ın şöyle dua ettiğini duydu: "Ey Allah'ım, ben sana karşı and içiyorum ki, yarın ben düşmanla karşılaşayım onlar beni senin yolunda öldürsünler, karnımı deşsinler, burnumu kulağımı kessinler! Sonra ben senin huzuruna geldiğimde sen bana sorasın ki: "Ey Abdullah, bütün bunlar niçin? Ben de sana diyeyim ki: "Ey Rabbim hiç şüphesiz sana malum olduğu gibi bütün bunlar Sadece ve Sadece senin içindir!" Sonra Uhud'a çıkıldı, görüldü ki Abdullah bin Cahş [40] şehid olmuş; kendisinin dua ettiği gibi karnı deşilmiş, burnu ve kulakları kesilmiştir. Onu bu yolda dua ederken işiten zat da demiştir ki; bu aynen gerçekleştiği gibi, kalan kısmının da ilahi huzurda gerçekleşmesi ve onun "İşte ya Rabbi, bütün bunlar senin içindi, senin yolunda başıma geldi" demesi de Allah'dan ümid edilir.

Abdurrezzak der ki: Bana Muammer Saîd bin Abdurrahman el-Cakşî'den haber verdi. O'na da hocaları söylemiş. Şöyle ki: Abdullah bin Cahş, Uhud'da savaşırken kılıcı elinden gitmiş. Rasuiüllah'a müracat ederek bir kılıç istemiş. Rasulüllah efendimiz de kendisine bir hurma dalı vermiş: "Al bununla savaş" buyurmuş. Elindeki hurma çubuğu Abdullah'ın elinde bir kılıca dönüşmüş, o da bununla savaşmaştır."

(Bu haberi Beyhakî de rivayet etmiştir.)

Taberânî ve Ebu Nuaym Katade'den naklederler. O demiştir ki: "Ben Uhud savaşında Rasulüllah'ın yüzüne isabet olmasın diye kendi yüzümü oklara karşı tutuyordum. Derken son atılan oklardan biri benim gözüme isabet etti. Ben elimle gözümü tutarak, Rasulüllah  efendimize müracaat ettim. O durumu görünce iki gözlerinden yaşlar dökerek ağladı ve mübarek ellerini kaldırarak yüce Allah'a dua eyledi. Dedi ki: "Ey Allah'ım, Katade kendi yüzünü gererek senin peygamberini nasıl korumaya çalıştı ise, sen de onu Öyle koru ve onun isabet alan gözünü, ötekinden daha güzel ve daha iyi görür hale getir!"

(Sonra mübarek eliyle gözünü yerine iade eyledi. Onun isabet alan gözü de, Öteki gözünden daha güzel ve daha iyi görür hale geldi.)

İbni İshak, Asım bin Ömer bin Katade'den rivayet eder: Uhud savaşında Katade bin Numan'ın gözü bir isabet aldı. Hatta yanağı üzerine aktı. Rasulüllah efendimiz bunu eliyle yerine iade etti. Katade'nin bu gözü öbür gözünden güzel ve daha iyi görür oldu."

(Bu haberi İbni Sad, Beyhakîve Ebu Nuaym, "Bedir'de vukua geldi" diye naklederler. Ebu Yala ve Ebu Nuaym ise, Asım bin Ömer tarikiyle (burada olduğu gibi) "Uhud'da vukua geldi" şeklinde verirler ve ayrıca: "Katade'nin iki gözünden yara alanın hangisi olduğu hiç belli olmadı" İfadesini kullanırlar.

Yine Beyhakî ve Vakidi'nin diğer tariklerden olan rivayetleri de bunu teyid eder mahiyettedir. (Doğrusu da budur, yani Katade'nin gözünün isabet alması, Rasulüllah'ın da onu yerine iade buyurup tamamen iyi olması olayı; Bedir'de değil Uhud'da vukua gelmiş

olmasıdır.)

Vâkıdî, Beyhakî Nafi bin Cübeyr'den nakleder. O demişir ki: "Ben muhacirlerden birinin şöyle dediğini işittim: Uhud savaşı sırasında her taraftan oklar yağıyordu. Rasulüllah efendimiz de bu okların arasında kalmıştı. Ashabdan bazıları vücutlarını geîen oklara siper ederek Rasulüllah'ı korumaya çalışıyorlardı. [41] Bu sırada Abdullah bin Şihab adındaki müşrik, "Muhammed'i bana gösteriniz! Bugün o kurtulursa ben kurtulamam. Bugün muhakkak onun hakkından gelmeliyim!" diye bağırıyordu. Rasulüllah efendimiz ona yakın bulunu­yordu, fakat o Rasulüllah'ı göremiyordu. Yine müşriklerden SafVan, Abdullah bin Şihab'ı azarlıyor ve kendisine şöyle diyordu: "Vallahi ben onu aynı niyetle görmek istedimse de, bir türlü göremedim! Yine yemin ederek söylüyorum ki, bizim ona ulaşmamız mümkün değildir! Biz dört kişi sırf Muhammed'i Öldürmek üzere O'nun üzerine gittik, fakat hiç birimiz buna muvaffak olamadık; onun kendisini bir türlü göremedik! Sen nereden buna muvaffak olacaksın?"

&bu Nuaym Nafi bin Asım'dan şöyle rivayet eder: "Uhud'da Rasulüllah efendimizin yüzünü yaralayan şahıs, Abdullah bin Kamie'dir. Bu adam Hüzeyl kabilesine mensup idi. Allah ona bir koçu musallat eyledi, koç kendisine o kadar şiddetle tosladı ki, onu cansız yere serdi."

Beyhakî Amr bin Sâib'den rivayet eder. O demiştir ki: Ebu Said el-Hudri'nin babası Malik, Uhud'da Peygamber efendimiz yaralandığı zaman derhal yaranın kanını emmiş ve yarayı temizlemişti. Rasulüllah'ın yarası da tertemiz ve bembeyaz olmuştu. Bu sırada Malik'e: "Emdiğin kanı yere tukur" dediler. O "Ben asla Rasulüllah'ın kanını yere tüküremem!" dedi. Sonra dönüp gitti ve savaşa devam etti. Peygamber efendimiz de onun arkasından şöyle buyurdular: "Her kim cennetlik bir adama bakmak istiyorsa, işte ona baksın!" Az sonra da Malik Allah yolunda şehid olanların safına katıldı."

Beyhakt îmam-ı Şafii'den şöyle nakleder: "Bedir savaşı esirlerinden fidye alınmadan serbest bırakılanlar arasında, Ebu Izze el-Cümehi'de vardı. Rasulüllah efendimiz onu kızları kimsesiz kalmasın diye serbest bırakmıştı. Ayrıca kendisinden bir daha karşısına çıkmaması için de ahd almıştı. Fakat o ahdini bozdu ve Uhud'da yine Rasulüllah'ın karşısına çıktı. Rasulüllah da onun kaçırılmaması hakkında dua buyurdu. Derken o ele geçirildi ve Rasulüllah'ın emriyle boynu vuruldu. Uhud'da ele geçirilen tek harb esiri de o idi."

Beyhakî Urve'den şöyle rivayet eder: "Peygamber (s.a.v.) Uhud günü buyurdu ki: "Artık bu, müşriklerin bize son saldırışıdır. Bundan böyle onlar böylesine bir saldırı ve hareketi bir daha yap amayacaklardır!"

. İbni Sa'd'in Vâkıdî'den olan rivayetinde ise şöyle denilmiştir: Rasulüllah efendimiz buyurdu: "Artık müşrikler bugünkü gibi bize bir daha zarar veremeyeceklerdir, nihayet biz üstünlük kazanıp Kabe'yi tavaf edeceğiz!"

îbni Sad, Hakim ve Beyhakî îbni Abbas'tan şöyle rivayet eder: Uhud günü Hamza şehid olunca kardeşi Safiye koşarak geldi ve onu aramaya başladı. Tabii onun basma gelenlerden haberi yoktu. Ali ve Zübeyr'e rastlayıp: "Hamza ne oldu?" diye sordu. Onlar da kendisine bu hususta bir bilgileri olmadığı şeklinde işarette bulundular. Nihayet Safiye Rasulüllah efendimize müracat ederek kardeşi Hamza hakkında bilgi edinmek istedi. Rasulüllah efendimiz de onun aşırı üzüntüden aklını kaybedeceğinden korkarak, mübarek elini onun kalbi üzerine koyup dua ve niyazda bulundu. O da durumu anlayıp istircada bulunup ağladı. (Yani müslümanlarm bir ölüm olayı karşısında söyledikleri: "İnna lillahi ve inna ileyhi râciûn - Bizler hep Allah için varız ve sonunda hepimiz O'nun huzuruna döneceğiz" sözünü söyledi ve kendisini tutamayarak, ağlamaya başladı.)

îbni Sad, Hakim ve Beyhakî Hevze bin Halifeden o da Avf bin Muhammed'den nakleder: Bana ulaşan habere göre, Utbe bin Rabia'nm kızı Hind, Uhud harbinden evvel: "Eğer Hamza'nm öldürüldüğünü görürsem, ciğerini söktürüp yiyeceğim!" diye adamıştı. Hamza Uhud'da şehid düşünce, ciğerinden bir parça koparıp Hind'e getirdiler. O da bunu ağzına alıp çiğnemeye başladı. Fakat her ne kadar çiğnedi ise de, yutmaya güç getiremedi. Yutamayacağını anlayınca ağzından çıkarıp attı. Haber Rasulüllah efendimize ulaşınca şöyle buyurdular: "Hamza'nm etinden her hangi bir şeyi tatmasını Allah cehennem ateşine haram kılmıştır!" [42] îbni Sa'd'in Vâkıdî tankıyla sevkettiği bir haberde deniliyor ki: "Süveyd bin Sâmit, müslümanlığın zuhurundan önce vukua gelen bir çarpışmada, Miczer'in babası Ziyad'ı öldürmüştü. Miczer de bir yolunu bulup Süveyd'i öldürmüştü. İslam'ın zuhurundan sonra Rasulüllah Medine'ye hicret buyurdular. Bu sırada Süveyd'in oğlu Haris müslüman oldu, Ziyad'm oğlu Miczer'de müslümanlığı kabul etti. Bunlardan her ikisi de Bedir savaşma katıldılar. Bir ara Haris babasının intikamını almak için Miczer'i Öldürmek isteyip aramaya başladı. Fakat bu kendisi için mümkün olmadı. Derken Uhud savaşı zuhur etti. Uhud'da müslümanların hezimete uğrayıp ortalığın iyice karıştığı bir sırada Haris, Miczer'in arkasından yaklaşıp boynunu bir kılıç darbesi ile uçurdu.

Peygamber'in (s.a.v.) Hamrâü'l-Esed'den dönüşü sırasında, Cebrail (a.s.) gelip durumu ona haber verdi, suçuna karşılık Hâris'in öldürülmesi gerektiğini bildirdi. Peygamber Efendimiz de derhal binitine atlayıp soluğu Kubada aldı. O gün sıcak pek şiddetli idi. Küba mescidine girip namaz kıldı. Ensar, kendilerinin gelişini duyup koşarak geldiler. O'nun bu saatte ve böyle şeddetli bir sıcakta gelişini yadırgadılar. Bunda muhakkak bir iş olduğu kanaatine vardılar. Derken Süved'in oğlu Haris de geldi. Peygamberimiz onun geldiğini görünce, Uveym bin Sâide'yi yanına çağırdı ve ona: "Haris bin Süveyd'in elinden tutup Mescid'in kapısı önüne götür ve oracıkta onun boynunu vur!" diye emretti. Ayrıca ölüm sebebi olarak onun suçunun: "Haksız yere ve habersiz olarak Miczer bin Ziyad'ı öldürmesi" olduğunu da bildirdi. Haris derhal söze atılıp: "Ey Allah'ın Rasülü, ben vallahi onu şeytanın bir oyunu ve sırf nefsime uymam nedeniyle öldürdüm. Yoksa islam'dan dönmek maksadıyla öldürmüş değilim! İslam'a bağlılığım aynen mevcut ve tamdır. İşlediğim bu günahımdan dolayı da Allah'a ve Rasülüne tevbe [43] ediyorum. Ayrıca onun diyetini (kan parasını) vermeye veya peşpeşe iki ay oruç tutmaya, yahut da köle azat etmeye de hazırım!" dedi. O sözüzünü bitirince Rasulüllah Efendimiz, Uveym'e hitaben: "Onu mescidin kapısı önüne götür ve boynunu vur!" dedi. Uveym de götürüp boynunu vurdu. Rasulüllah'm şairi Hassan bin Sabit de bu hususta çok manalı mısralar terennüm ederek, onun gizli kalacağım zannettiği suçunun, nasıl açığa çıkarılarak cezasını bulduğunu; şiir cümleleri halinde ifadeye çalıştı."

îbni Sa'd, Beyhâkî ve Ebu Nuaym diğer bir tarikle Cabir'den şöyle naklederler: Hicri kırkıncı yılın başları idi. İdarenin başında Muaviye vardı. Muaviye Uhud şehidlerinin defnedildiği yerden su geçirmek istiyordu. Bunun için orada yatan şehidlerin yakınlarının, şehidlere ait cesetleri çıkarıp başka bir yere nakletmeleri hakkında bir ilan yaptırdı. Bunun üzerine biz şehidlerimizin kabirlerini açarak cesetlerini çıkardık. Gördük ki onların cesetleri yeni defnedilmiş gibi taze idi. Çıkarma çalışmaları yapılırken Hamza'nm ayağına kürek dokunmuştu. Onun ayağından da taze kan aktığım gördük."

Vâkıdî'nin bir rivayetinde denilmektedir ki: Cabirin babası Abdullah'ın kabri açıldığı zaman, elini yarası üzerinde tutmuş bir vaziyette bulunmuş, elini yaranın üzerinden ayırınca yaranın kanadığını görmüşler. Tekrar elini yara üzerine koyduklarında kanamanın dindiğine şahid olmuşlar."

Cabir'in bu husustaki kendi ifadesi de şöyledir: "Kabri açtığımız zaman, babamı sanki kabrinde uyuyor zannettim. Kefeni dahi defnedildiği günkü gibi hiç bozulmamıştı."

Ebu Said el-Hudri diyor ki: "Bir münkir, bundan sonra haklı olarak böyle bir şeyi inkar etmiş olamaz! Gerçekten onlar bu kabirleri açarken bir miktar toprak aldıklarında altından mis gibi bir kokunun yayıldığını da duyuyorlardı."

Beyhakî Ebu Hureyre'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.v.) Uhud şehidleri hakkında buyurdular: "Ben bunların Allah indinde şehid olduğuna şahadet ederim! Sizler gelip bunları ziyaret ediniz. Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, her kim bu şehidlerin ziyaretine gelir ve onlara selam verirse, muhakkak onlar kendilerine verilen selama, selamla karşılık verirler. Bu tâ kıyamet gününe kadar böyledir."

Sahihtir kaydıyla Hâkim ve Beyhakî Attâf bin Hâlid el-Mahzûmt'den rivayet eder. O da Ebu Ferve'ye ulaşan bir senedle der ki: "Peygamber (s.a.v.) Uhud şehidlerinin kabirlerini ziyaret edip buyurdu ki: "Ey Allah'ım senin kulun ve peygamberin şahadet eder ki bunlar gerçekten şehiddirler! Ve bunlar kendilerini ziyaret edip de selam veren kimselere, selam ile karşılık verirler. Bu tâ kıyamet gününe kadar böyledir."

Beyhakî Vâkıdî'den nakleder: Hudâa kabilesinden olan Fâtıma demiş ki: "Bir gün,Uhud şehidlerinden Hamza'yı ziyaret ettim, dedim ki:

"Allah'ın selamı üzerine olsun, ey Rasulüllah'm amcası!" Bunun üzerine ben, bana: "Allah'ın selamı senin üzerine de olsun!" diyen bir ses duydum. Bu ses aynı zamanda: "Ve Allah'ın rahmeti de senin üzerine olsun!"

diye selamını benimkinden daha da güzelleştiriyordu."[44]

 

Hamrâu’l-Esed’de Görülen Bazı Fevkaladelikler

 

îbni îshak der ki: Bana Abdullah bin Ebu Bekir ki o, Muhammed bin Amr bin Hizam'm oğludur, şöyle nakletti: "Kureyş askerinin komutanı Ebu Süfyan, Medine'ye gitmekte olan Abdu'1-Kays kervanına dedi ki: "Muhammed'e söyleyiniz, işte biz onun ve ashabının kökünü kazımak üzere dönüş yapmaya ittifakla karar verdik!" Kervan Rasulüllah'a uğradığı zaman, Ebu Süfyan'ın söylediklerini nakletti. Peygamberimiz de yanındaki müslümanlarla birlikte: "Bize Allah yeter. O ne güzel vekil ve yardımcıdır!" diyerek karşılık verdi." [45]

Buharı îbni Abbas'tan rivayet eder. O demiştir ki: "ibrahim (a.s.) ateşe atıldığı zaman: "Hasbünallâh ve nîmel-vekîl = Allah bize yeter ve o ne güzel vekildir!" diyerek Allah'a sığındı; düşmanları kendisine korku vermek istedikleri zaman, Peygamberimiz Muhammed (a.s.) da; böyle diyerek Allah'a sığındı."

îbni Münzir tefsirinde îbni Cüreyc'den nakleder. O, Yüce Allah'ın kitabındaki: "Bundan dolayı Allah'tan bir nimet ve bollukla geri döndüler, kendilerine hiç bir kötülük dokunmadı" [46] anlamına gelen ayetiyle ilgili olarak şunları söylemişlerdir: Bedir'den dönen müşriklerden biri Mekke'ye gelip İslam ordusunun kuvveti hakkında korkutucu bir haber getirdi. Müşrikler de korkarak hiçbir harekette bulunamadılar.[47]

 

Racî' Gazvesinde Görülen Bazı Fevkaladelikler

 

Buharı Ebu Hureyre'den nakleder. O demiştir ki: "Rasulüllah Efendimiz küçük bir askeri topluluğu gözcü olarak vazifelendirdiği zaman, Asım bin Sabit'i onların üzerine emir olarak tayin etti ve gönderdi. Bunlar yollarına devam edip Usfan ile Mekke arasında bir yere vardılar. Huzeyl kabilesinden bazılarının bundan haberi oldu. iz sürerek onların yakınına kadar geldiler. Yüz kadar okçuları vardı. (Tamamı ikiyüz kadar idi). Yedi kişiden ibaret bulunana müslümanla-rın bulunduğu yere geldiler ve onlardan teslim olmalarını istediler. Asım arkadaşlarım alarak derhal küçük bir dağın tepesine tırmandılar. Huzeylliler etrafı çember içine aldılar ve teslim oldukları halde hiçbirini öldürmeyeceklerine dair and içtiler. Asım, "Ben şahsım adına bir kafirin sözüne güvenerek teslim olamam!" dedi ve kısa bir dua ile Allah'a iltica edip: "Ey Allah'ım, sevgili peygamberini, bizim durumumuzdan haberdar eyle!" diye yalvardı.

Bir avuç müslümanın teslim olmayacağım anlayan Huzeylliler, onları ok yağmuruna tutmaya başladılar. Asım'ı öldürdüler. Ayrıca üç arkadaşını daha Öldürdüler. Kalan üçü teslim olmak zorunda kaldı ve Huzeylliler bunlara hiç dokunmayacaklarına dair söz verdiler. Bunlar da dağdan inip teslim oldular. Teslim olur olmaz Huzeylliler tarafından bağlandılar. Üç müslümandan biri: "Bizi bağlamanız andlaşmayı çiğnemenizin ilk alametidir" diye bağırdı ve onlarla birlikte gitmeyi kabul etmedi. Onlar da onu oracıkta öldürdüler. Hubeyb ile Zeyd bin Desine'yi alarak oradan gittiler. Mekke'ye götürüp esir olarak sattılar. Hubeyb'i Haris bin Amir'in oğulları satın aldı. Bedir'de Hâris'i Hubeyb öldürmüştü. Hâris'in oğulları da Hubeyb'i satın alıp babalarının yerine öldürmek istiyorlardı. Bir müddet Hubeyb'i esir olarak tutukladılar. Halbuki Hubeyb bir harb esiri değildi. Sadece hıyanete uğramıştı, idam edileceği gün gelmişti. O gün Hubeyb gerekli bazı temizlikleri (boy abdestinden önce) yapması için, Hâris'in kızlarından birine usutura bıçağı istedi. O da getirip verdi. Bu sırada ortalıkta oynayan sabi bir çocuk vardı. Çocuk Hubeyb'in yanma kadar gitti. Hubeyb de yanına ka­dar gelen bu çocuğu dizine oturtup sevmeye başladı. Durumu farkeden ve daha önce Hubeyb'in ricası üzerine ona ustura bıçağını vermiş bulunan çocuğun annesi, korkudan bayılayazdı. Onun geçirdiği bu sarsıntıyı farkeden Hubeyb ona: "Yoksa onu öldüreceğimi mi sandınız? Vallahi bir müslüman, böyle bir hıyanet yapmaz! inşallah ben dahi yapmayacağım! Ben Sadece yanıma kadar sokulan bu sevimli sabiyi sevmek istedim hepsi o kadar" diyerek kendisini teselli etti ve; kendisi kadr ve hıyanete uğramış olsa bile bir müslümanın, suçsuz bir kimseye karşı bir kötülük yapamayacağının çok güzel bir Örneğini verdi.

Bu hali, büyük korkular ve sarsıntılar geçirdikten sonra açıkça yaşamış bulunan Haris'in kızı ve o sabinin annesi; Hubeyb hakkında çok güzel şeyler söylemiş ve şöyle demiştir: "Vallahi ben, Hubeyb kadar hayırlı bir esir görmedim! O istese idi çocuğumuzu esir alabilir veya Öldürebilirdi. Ayrıca ben onu o günlerde Mekke'de hiç bir meyve bulunmadığı halde, elinde büyükçe bir üzüm salkımı tuttuğunu ve bu üzümden yemekte olduğunu da gördüm. Halbuki kendisi demir zincirlerle bağlı idi. Hiç şüphe etmiyorum ki, onun yediği üzüm ona, Allah tarafından gönderilmiş bir rızık idi."

Derken Hubeyb'i idam edileceği yere götürdüler. Güzelce temizlenip abdestini almış bulunan Hubeyb, iki rekat namaz kılması için kendisine müsade edilmesini istedi. Müsade ettiler, o da namazını kıldı. Sonra ellerini kaldırarak yüceler yücesi Allah'a şu niyazda bulundu: "Ey Allahım İşte Kureyş müşrikleri, beni haksız yere idam ediyor! Sen onların hepsinin teker teker hakkından gelip cezalarını ver! Hiç birini sağ koma, hepsini gebert!"

Daha önce Huzeylliler tarafından öldürülmüş bulunan Asım da duasında: "Allah'ım sevgili peygamberini durumumuzdan haberdar et!" diye yalvarmıştı. Allah onun bu duasını kabul buyurup peygamberini durumdan haberdar eyledi. Kureyş ise mutlaka Asım'm cesedini ele geçirmek istiyordu. Hiç değilse kellesini veya vücudundan herhangi bir parçayı... Bu maksatla bazı adamlar gönderdiler. Asım'ın şehid düştüğü yere kadar gittiler. Fakat bu sırada yüce Allah öylesine bal arısı sürüsü gönderdi ki, bir türlü Asım'a yaklaşamadılar. Cenab-ı Hak, onu böylece Kureyşin adamlarından korumuş oldu." [48]

Beyhakî ve Ebu Nuaym'ın Musa bin Ukbe tarikiyle îbni Şihab'dan olan rivayetinde de şöyle denilmektedir: "Hubeyb idam edileceği sırada: "Allah'ım benim Peygamberime haber gönderecek kimsem yok! Sen ona benim selamımı ulaştırıver!" diye de duada bulunmuştu. Cebrail (a.s.) da onun bu selamını getirip Peygamber efendimize tebliğ eyledi.

Derler ki, Hubeyb'in idam edildiği gün, Peygamber efendimiz ashabtan bazıları ile oturuyor. Bir ara: "Ve aleykesselam" yani Allah'ın selamı senin de üzerine olsun ey Hubeyb, dediği duyuldu. Peygamberi­miz, bu sözün sonunda da: "Kureyş onu öldürdü" buyurdu.

Beyhakî'nin îbni îshak tarikiyle Asım bin Ömer bin Katade'den sevkettiği bir haber ise şu merkezdedir: "Huzeylîiler Asım bin Sabit'i öldürdükleri zaman, onun başını alıp Sülafe bint Sa'd'e götürüp satmak istediler. Sülafe daha önce Uhud'da öldürülen iki oğlunun intikamını almak üzere: "Eğer Asim'ın başını ele geçirecek olursam, vallahi onun kafatası içinde şarap içeceğim!" diye yeminler ve ahidler etmişti. Huzeylîiler de sırf ondan bol dünyalık elde etmek için mutlaka Asım'ın başını ona götürmek istiyorlardı. Bunun için çok çalıştılar fakat bal arılarının çokluğu buna engel oldu. Baktılar istedikleri olmuyor, "bari akşamı bekliydim" dediler. Akşam olunca arıların dağılacağını ve Asırn'm kellesini alabileceklerini ümid ederek, akşama kadar beklediler. Fakat akşam olunca vadiden sel akmaya başladı. Yine Asım'ın cesedine ulaşamadılar. Asım'ın cesedi kayıplara karıştı, bir türlü bulunamadı. Zaten Asım, daha önceleri hiç bir müşrikin cesedine dokunmaması ve hiç bir müşrikin de kendi cesedine dokunamaması hakkında yüce Allah'a yalvarıp çok niyazlarda bulunmuştu. Hayatında her şeye kadir olan Allah'tan böyle niyaz eden Asım; ölümünde de müşriklerin eline geçmesinden yüce Allah tarafından korunmuştur.

(Beyhakî ve Ebu Nuaym'm Büreyde bin Süfyan el-Eslemi'den sevkettiği bir haber daha vardır. O dahi bu mealdedir. Şu kadar var ki, bu rivayette: "Rasulüllah'ın: "Allah'ın selamı senin de üzerine olsun" dediği duyulduğu zaman, ashabı kiram sormuşlar: "Ey Allah'ın rasülü, kimin selamına karşılık veriyorsunuz?" diye... Peygamberimiz de: "Kardeşiniz Hubeyb'e. Çünkü şu anda müşrikler onu idam etmek üzeredir" buyurmuş" denilmektedir.)

Yine bu rivayette fazladan olarak şu bilgi de verilmektedir: Hubeyb idam edileceği sehpa üzerine çıkarıldığı zaman, bazı dualar etti. Sonra boynunu vurdular. Bu sırada müşriklerden biri vicdanı du­rumu kaldırmadığı için, yere yatıp bu acı ve feci manzarayı seyretmek istemedi, işte orada bulunanların tamamı, bir sene geçmeden hepsi öldüler. Sadece Hubeyb dua ederken başının vurulmasını görmeyeyim diye yere kapanan şahıs, hayatta kaldı."

îbni îshak der kU Bana Abdullah bin Ebu Necih, Huceyr bin Ebu îhâb'ın azadlısı Muaviye'den nakletti. O demiştir ki: "Hubeyb Mekke'ye getirildiği zaman benim evimde hapsedildi. Bir gün ben kendisine baktığımda, elindeki üzüm salkımından yemekte olduğunu gördüm. Elindeki salkım, onun başından daha büyüktü ve o günlerde Mekke'de bir tek üzüm danesi bile bulunamazdı." (Bu haberi, Muaviye'den îbni Sad'da rivayet etmiştir.)

îbni Ebu Şeybe ve Beyhakî, Cafer bin Ömer tarikiyle onun babasından, o da dedesinden şöyle nakleder: "Hubeyb'in başı vurulmak

üzere bağlandığı ağaca çıkıp onun cesedini oradan kurtardım. Başkaları beni görecek diye çok korkuyordum, İpi çözünce Hubeyb'in cesedi yere düştü, fakat düştüğü yer uzak değildi. Sonra baktım Hubeyb'in cesedi ortalıkta yok. Ne kadar bakındım ise de onu göremedim, sanki onu yer yutmuştu. Bu güne kadar da Hubeyb'in cesedi nerededir veya kemikleri nerededir bilen olmamıştır." [49]

Ebu Yusuf Kitabul-Letaif adlı esefinde Dahhak'tan şu haberi nakletmiştir: Peygamber (s.a.v.), Mikdad ile Zübeyr'i, Hubeyb'in cesedim idam edildiği ağaçtan indirmek üzere vazifelendirip gönderdi. Bunlar da bu maksatla gittiklerinde Hubeyb'in cesedinin başında kırk kişinin nöbet tuttuklarını gördüler. Fakat bunların hepsi sarhoş olup kendilerinde değildi. Bunu fırsat bilerek Hubeyb'in cesedim indirdiler ve Zübeyr'in atına yükleyerek oradan uzaklaştılar. Durumdan haberdar olan müşrikler bunları takibe çıkıp peşlerinden yetiştiler. Durumu gören Zübeyr, Hubeyb'in cenazesini atından yere attı. işte bu sırada yer onun cesedini yuttu. Bu sebeple de ona: "Beliu'1-ard = Cesedi yer tarafından yutulan adam" adı verildi."

Vahidi der ki: Bana İbrahim bin Cafer babasından naklen şöyle anlattı: "Bir gün Kureyş toplu bir halde iken Ebu Süfyan: "Gidip te ansızın Muhammed'i öldürebilecek bir adam bulamıyorum! Muhammed ise serbestçe sokaklarda yürüyor" diye bağırdı. Adamın biri yanma yaklaşıp: "Eğer sen bana yardım edersen, ben bu işin üstesinden gelirim. Benim, karakuşun gagasından daha keskin hançerim var, gizlice gider onu öldürürüm. Yeter ki sen bana destek ol!" dedi. Ebu Süfyan ona: "Sen bizim gerçekten çok değerli bir arkadaşımızsın. Sana binit ve nafaka veriyorum. Haydi git bu işin üstesinden geliver!" dedi. Bu işi son derece gizli tutması için de çok tenbihte bulundu ve dedi ki: "Bunun Muhammed'in kulağına gitmesinden son derece korkarım!"

Bu şekilde adamı yola çıkardılar. Adam da ağzını çok sıkı tutacağına kafi söz vererek yola çıktı. Beş gün devesi üzerinde yol gitti. Altıncı gün öğle vaktinde Medine'ye vardı. Doğruca Hz. Peygamberin yanma gitti. Onun gelmekte olduğunu gören Peygamber efendimiz ashabına: "Bu adam kötü niyetle gelmektedir. Fakat Allah onun ile yapmak istediği iş arasında engel olucudur!" buyurdu. Adam gelir gelmez de derhal: "Bana doğruyu söyleyeceksin, buraya geliş sebebin nedir?" diyerek onu sorguya çekti. "Bak eğer bana doğruyu söylersen, bunun faydasını da görürsün, yok eğer yalan söylersen bunun sana hiç bir faydası olmayacaktır. Zira senin buraya niçin geldiğinden haberdar edilmiş bulunuyorum" buyurdu. Adamcağız: "Eğer doğru, söylersem emniyette miyim?" dedi. Peygamber efendimiz de kendisine: "Evet

emniyettesin" buyurdu. Adamcağız da durumu olduğu gibi anlattı. Ebu Süfyan'ın esefler ederek Kureyşe hitaben yaptığı konuşmayı, bunun üzerine kendisinin söylediklerini ve ne gibi bir maksatla yola çıkıp Medine'ye geldiğini, bir bir anlattı.

Bunun üzerine Peygamber efendimiz adama: "Şimdi sen emniyettesin, istediğin yere gidebilirsin! Fakat dilersen senin için bundan daha hayırlı bir şey vardır, onu yine kendi isteğinle kabul edersin!" buyurdu. Adamcağız: "Benim için daha hayırlı olan şey ne imiş?" diye sordu. Peygamberimiz de: "Allah'tan başka hiç bir ilah olmadığına, benim de onun elçisi bulunduğuma şahadet etmendir!" buyurdu. Adamcağız da derhal şahadet getirerek müslüman oldu. Sonra şunları söyledi: "Vallahi aslında ben, insanlardan hiç korkmazdım. Fakat sizin huzurunuza geldiğim zaman, aklım başımdan gitti ve nefsime büyük bir zayıflık hakim oldu. Sonra hiç bir kimsenin bilmediği bir şeye sizin muttali kılınmış bulunduğunuzu gördüm. Anladım ki siz Allah tarafından korunmaktasınız ve; Allah'ın size gösterdiği hak yol üzerinde bulunmaktasınız. Bu durumda sizin bana kılavuzluk ettiğiniz şahadeti getirerek müslüman olmakta hiç tereddüt etmedim!"

Bu olaydan sonra Peygamber (s.a.v.), Amr bin Ümeyye el-Damri ile Seleme bin Eşlem'i çağırarak buyurdu ki: "Haydi ikiniz birlikte gidiniz, eğer Ebu Süfyan denilen Allah'ın düşmanını ansızın öldürme imkanı bulursanız, hiç tereddüt etmeden öldürünüz!"

Amr bin Ümeyye diyor ki: Mekke'ye yaklaştığımızda arkadaşım bana dedi ki: "Önce Beytullah'a gidip yedi defa etrafında tavafta bulunup, iki rekatçıkta namaz kılmak istemez misin?" Ben de kendisine: "Orada herkes beni çok tanır" dedim ve onun teklifini kabul etmek istemedim. Fakat o ısrar etti ve beni dinlemedi. Bunun üzerine gidip tavafta bulunduk ve iki rekat namaz kıldık. Bu sırada oraya gelen Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye beni tanıdı ve derhal babasına haber verdi. O da Mekke halkına durumu bildirdi. Onlar da bizim hakkımızda iyi konuşmadılar ve: "Bunlar hayırlı bir iş için gelmiş olamazlar" dediler.

Bilhassa benim islamdan önceki durumumu da nazarı itibare alarak kuşkulandılar. Durum tehlikeli idi. Kureyş hepsi toplanmış bir karara varmak üzere idiler. Biz de bir yolunu bulup hizla kaçmaya başladık. Onlar da bizi yakalamak için peşimize adamlar salmışlar. Ben bir mağaraya girerek saklandım. Geceyi burada geçirdim. Fakat sabah olduğunda halâ bizi arıyorlardı. Allah Teala onların gözlerine bizim bulunduğumuz yeri göstermemiş olacak ki, bizi bir türlü bulamadılar. Bu sırada arkadaşıpı bana: "Şimdi gizlice sokulup Hubeyb'i idam edildiği yerden indirîjp cesedini onlardan kaçırıp defnetsek ne dersin?" dedi. Ben de derhâl bu işe yöneldim ve onu oradan indirdim. Arkadaşımın da yardımı ile onu, bir yere kadar götürüp oraya defnettim."[50]             

 

Maune Kuyusu Vakası İle İlgili Bazı Ayetler

 

Buharı, Hişam bin Urve tarikinden rivayet eder. O der ki: Bana babam şöyle anlattı: Maune kuyusu vakası meydana geİdiği zaman, Rasulüllah'm gönderdiği islam tebliğcileri burada şehid edildiler. Amr bin Ümeyye de esir edildi. Amir bin Tufeyl öldürülen müslümanlardan birine işaret ederek: "Bu kimdir?" diye Amr bin Ümeyye'ye sordu. O da: "Bu, Amir bin Füheyre'dir" dedi. Amir bin Tufeyl bunun üzerine şöyle konuştu: "Bu adamcağız, öldürüldüğü zaman semaya kaldırıldı, ta yerle gök arasına kadar çıkarıldı. Sonra yere indirildi. Ben bunu kendi gözlerimle bakarak gördüm."

îslam tebliğcilerinin Bi'ri Maune'de şehid edildikleri haberi Peygamber efendimize ulaştırıldığı zaman, ashabına hitaben şöyle buyurdular: "Arkadaşlarınız şehid oldular! Ölmezden Önce Allah'a dua edip O'ndan şöyle dilekte bulundular: "Ey Allah'ım, bizim rabbimiz olarak senden razı olduğumuzu, senin de bizlerden razı bulunduğunu kardeşlerimize ulaştır! Onları bundan haberdar kıl!" îşte ashabım onların rablerinden bu dilek ve duaları kabul olunmuştur, onların b*u güzel haberi de sizlere ulaştırılmıştır,"

Müslim ve Beyhakî'nin ise Enes'ten naklettikleri bir haberde şöyle denilmektedir: "Bazı kimseler Peygamber efendimize müracat ederek: "Bizimle beraber bazı islam muallim ve tebliğcileri gönder. Onlar bizimle beraber kabilemize gitsinler, bizlere Kur'an'ı ve sünneti öğretsinler" dediler. Peygamber efendimiz de onların bu dileğini kabul ederek ensardan yetmiş kişiyi onlarla birlikte gönderdi. Bunların hepsi ehli Kuran olduklarından bunlara Kurra deniliyordu. Yolda giderlerken müşriklerin taarruzuna uğradılar. Gidecekleri kabileye varmadan yolda öldürüldüler. Bu sırada yüce Allah'tan bir dilekte bulunup şöyle dua ettiler: "Ey Allah'ımız! Sevgili Peygamberimize ulaştır ki biz sana senden razı olarak kavuşmak üzereyiz! Senin de bizlerden razı olduğuna inancımız tamdır!"

îşte Rasulüllah efendimiz de ashabına, onların bu halini bildirmek üzere: "Kardeşleriniz Allah yolunda şehid oldular! Şehid olmak üzere iken yüce Allah'tan güzel bir dilekte bulunup: "Allah'ımız, bizim sana senden razı olarak, senin de bizden razı olarak kavuştuğumuz haberini; sevgili habibine ulaşürıver!" dediklerini duyurmuştur."

Vâkıdî'nin Mus'ab bin Sabit'ten naklettiğine göre, Münzir bin Amr da bu kıssayı rivayet etmiş ve demiştir ki: "Amir bin Tufeyl, Amr bin Ümeyye'ye: "Burada şehid düşenleri şahsen tanıyor musun?" diye sormuş. O da: "Evet" cevabını vermiş. Bunun üzerine şehidlerin cesetle­ri arasında gezinerek: "Bu kim? Bu kim?" diyerek teker teker sorup cevap almış. Sonra: "Burada şehid düşüp te cesedine rastlamadığımız var mı?" diye sormuş. O da: "Evet, öldürülenler arasında olduğu halde Amir bin Füheyre'ye rastalayamadık" demiş. Bunun üzerine Amirdin Tufeyl: "Onun haberini sana'söyleyeyim mi?" demiş ve şunları anlatmış: "O aldığı bir mızrak darbesiyle şehid düştüğü zaman, semaya kaldırıldı, ta görülmeyecek derecede yukarılara çıkarıldı. Ben peşinden bakakaldım ve artık onu göremez oldum."

Amir bin Füheyre'yi şehid eden adam, Kilâb kabilesinden Cebbar bin Selma idi. O bizzat kendisi bu hususta şunları söylemiştir: "Ben mızrağımı ona sapladığım zaman o: "Vallahi ben kazandım diyerek haykırdı. Ben onun bu halini gelip Dahhak bin Süfyan'a anlattım ve müslüman oldum. Benim müslüman olmama; ondan duyduğum bu söz ve onun semaya kaldırılışını görmüş olmam sebep olmuştur." Dahhak bin Süfyan da, Cebbar bin Selma'nın bu söylediklerini: Amir bin Füheyre'nin cesedinin melekler tarafından semaya kaldırılmış olduğunu, bir mektub yazarak bildirmiştir."

Beyhakî bu haberle ilgili olarak: "İhtimaldir ki onun cesedi, Önce semaya kaldırılmış sonra yere indirilmiş, sonra da kaybolmuştur. Eğer bunu bu şekilde kabul edersek, yukarıda geçen Buhari'nin haberi ile ilgili haber birleşmiş olur. Zira Buhari'nin haberinde "Sonra yere indirildi" kaydı vardır.

Musa bin Ukbe'nin el-Megazi adlı eserinde de denilir ki: "Urve, "Amir bin Füheyre'nin cesedi bulunamamıştır" demiştir. Onlar bunu, meleklerin götürüp gizlediği, şeklinde yorumlamışlardır."

Yine Beyhakî'nin Urve'âen, onun da Aişe'den bir rivayeti bulunmaktadır. Bu rivayette ise: "Ben gördüm ki onun cesedi semaya kaldırıldı, yerle sema arasında duruyordu" denilmektedir. İşte bu rivayette: "Sonra yere indirildi" kaydı bulunmamaktadır. "Semaya kaldırıldı ve orada gizlendi" rivayeti, çeşitli tanklardan geldiği için, birbirini desteklemekte ve bir nevi kuvvet kazanmaktadır." [51] Ayrıca İbni Sad'ın da Vâkıdî yoluyla sevkettiği bir rivayette, Aişe'nin: "Amir bin Füheyre semaya kaldırılmıştır, onun cesedini yerde bulamamışlardır" dediği kaydedilmektedir ve bu' yüzden melekler tarafından Ötelere çıkarıldığı görüşüne sahip olmuşlardır."[52]

 

Zatür Rika Gazvesinde Görülen Mucizeler

 

Buhari ve Müslim Cabir bin Abdullah'tan rivayet ederler. O demiştir ki: "Biz Rasulüllah efendimiz ile birlikte Necid taraflarına gazaya gittik. Kafilemiz yola çıktığı zaman kuşluk vakti geniş bir vadiye indik. Burada konakladık. Burasının ağaçları çoktu, asker ağaçların gölgesine sığınarak istirahate çekildi. Peygamberimiz de bir semura ağacının altına çekildi, kılıcım da bu ağaca astı. Hepimiz uyumuştuk. Bir de ne görelim Rasulüllah bizleri çağırıyor. Derhal onun yanma koştuk. Onun yanında bir bedevi oturmakta idi. Meğer bu bedevi, efendimize suikastta bulunmak istemiş, Efendimiz bize buyurdular ki: "Bu bedevi, gelip ben uyurken kılıcını kınından sıyırmış ve başucuma dikilip: "Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak ey Muhammed?" diye bağırmıştı. Ben de kendisine: "Allah kurtaracak" karşılığını verdim. Bedevi korkup kılıcını kınına koydu ve gördüğünüz gibi yere oturdu." Peygamber efendimiz, bu bedeviyi cezalandırmadı.

Sahihtir kaydıyla Hakim, Beyhakî diğer bir tarikle Cabir bin Abdullah'tan şöyle naklederler: "Rasulüllah efendimiz Muharip bin Hasafe oğulları ile savaş yaptı. Bu savaş Medine'den iki günlük mesafede bulunan hurmalık bir Necid arazisi idi. Bir ara müslümanlar istirahate çekilmişti. Müşriklerden Gavras bin Haris adında birisi, uyumakta olan Rasulüllah efendimizin başucuna gelip dikilmiş ve kılıcını sıyırarak: "Söyle bakalım ey Muhammed, şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?" diye bağırmıştır. Peygamberimiz de derhal doğrularak: "Allah" cevabını vermiştir. Adam korkuya kapılıp kılıcı elinden düşmüş, Peygamberimiz de bu kılıcı eline alarak: "Söyle bakalım, şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?" demiştir. Adam: "Sen bilirsin ya Muhammed, sen bana iyilik ve afv ile muamele eyle!" diye yalvarmış. Peygamber efendimiz de adamı serbest bırakmıştır. Bu adam kavminin yanına gidip: "Biliyor musunuz, ben bütün inşaların en hayırlısı olan zatın yanından geliyorum" diye konuşmuştur."

(Bu olayın ravisi, sonra "Salat'ül Havi" hakkında bilgi vermiştir.) [53]

Beyhakî'nin Cabir'den yaptığı rivayeti Müslim'in şu ifadeyle verdiğini görmekteyiz: "Biz Peygamber (s.a.v.) ile Cüheyne'den bir kavim

ile çok şiddetli bir savaşa tutuştuk. Peygamber efendimiz, bir ara öğle namazını kıldırmıştı. Bunu gören müşrikler: "Eğer tam şu sırada müslümanlara bir yüklensek, hepsini kılıçtan geçirmiş oluruz!" dediler. Bazıları da: "Onların bir kaç saat sonra bir namazları daha var ki, onlar bu namazları evladlarından çok daha fazla severler. îşte o sırada onlara hamle yapıp, hepsini kılıçtan geçirelim!" dedi. Cebrail (a.s.) da gelip durumu Peygamber efendimize haber vermiştir. Peygamber efendimiz de durumu bize haber verdi ve bize Salatü'l Havfı kıldırdı." [54]

Ahmed, Beyhakî, Ebu Ayyaş el-Züraki'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Usfan'da biz Rasulülîah ile birlikte idik. Müşriklerin kumandanı ise Halid bin Velid idi. Rasulülîah bize öğle namazını kıldırdı. Müşrikler dediler ki: "Elimize Öyle bir fırsat geçmişti ki, ansızın saldırıp hepsini kılıçtan geçirecektik!" Öğle vakti ile ikindi vakti arasında "namazın kısaltılması" ile ilgili ayet nazil oldu."

(İşte bu, Usfan'da kılınan ilk "korku namazı" idi ve bu şekilde kılınan namaz da ikindi namazı idi.)

Müslim, Beyhakî ve Ebu Nuaym Cabir bin Abdullah'tan şöyle rivayet ederler: "Biz Zatür-Rika gazvesinde Peygamber (s.a.v.) ile birlikte yola çıkıp geniş bir vadiye indik. Rasulülîah efendimiz haceti için ayrılıp hayli uzağa gitti. Ben de onun peşi sıra su kabını götürdüm. Rasulülîah şöyle bir etrafına bakındı, hacetini yaparken gizlenecek bir şey göremedi. Bir de baktı ki vadinin kenarında bir ağaç var. Onun yanına kadar gidip dallarından birini tuttu ve: "Allan'in izniyle haydi benimle gel" dedi. Dal sanki burnundan zincirle yedilen bir deve gibi, onun peşi sıra geldi. O diğer bir' ağacın yanında durup onun da bir dalma asılarak: "Haydi sen de Allah'ın iziniyle benimle gel!" diyerek çekti ve o da geldi. Efendimiz onu diğer dal ile birleştirerek arkasına gizlenip hacetini yaptı.

Ben bu sırada kendi kendimle konuşup bekliyordum. Bir de baktım ki, Rasulülîah bana doğru gelmekte ve başı ile: "İşte şuraya, işte şuraya!" diyerek sağına ve soluna işaret etmekte. Peygamberimiz başı ile bu işareti yaparken orada duraklamıştı. Yanıma geldiği zaman: "Durup başımla sağıma ve soluma işaret ettiğim yeri gördün mü?" diye bana sordu. Ben de: "Evet ey Allah'ın rasülü" dedim. Bunun üzerine Rasulülîah bana: "Öyleyse haydi o iki ağacın yanına kadar git, her ikisinden birer dal kes ve o dalları getirip işarette bulunduğum yerlere birer tane bırak" buyurdu. Ben de Rasulüllah'm emri gereğince gidip bir taş aldım. Onun bir kenarını keskinleştirerek birer dal kestim, dalları sürüyerek Rasulüllah'm işaret ettiği yere kadar getirip koydum. Sonra Rasulüllah'a gelerek, buyurduklarını aynen yerine getirdiğimi haber verdim. Bu sırada Rasulüllah efendimiz buyurdular ki: "işte ben, oradan geçerken işarette bulunduğum her iki yerde, iki kabir bulunmakta olduğunu gördüm. Onlar azab içinde idiler. îstedim ki, kendilerine şefaatim sebebiyle azapları hafifletilsin. îşte bu iki yaş dal, onların kabirleri üzerinde kuruyacakları zamana kadar onların azabının hafîfletilmesine vesile olacaktır,"

Bundan sonra biz, askerin yanma geldik. Peygamber efendimiz bana: "Ey Cabir, bana abdest almam için su getirmelerini söyle!" diye emretti. Ben de: "Abdest almak için su! su!" diye bağırdım, hiç su getiren olmadı. Kafilenin bu husustaki durumunu sordum; bir damla su olmadığı cevabını aldım. Gelip. Rasulüllah'a bilgi verdim. Ensardan biri, daima Rasulüllah için serin su bulundurmakla vazifeli idi. Rasulüllah efendimiz, onun serinlettiği suyu içerlerdi. Derhal beni o adama gönderdi. Ben de derhal o adama gittim, maalesef, onun su kırbasında bir içimlik dahi su yoktu. Sadece kırbanın ağzında bir damla su bulunmakta idi ki, onu kırbanın içine bıraksam, kırbanın kuru kısımlarını ıslatacak kadar bile yoktu. Dönüp geldim. Durumu Rasulüllah'a arz eyledim. Rasulüllah da bana: "Git, o su kırbasını bana getir!" buyurdu. Ben de derhal gidip'getirdim. Bu su kabını mübarek eline alan Peygamber (s.a.v.) efendimiz bazı şeyler konuşup okudu. Fakat ben, neler konuştuğunu fark edemedim.

Peygamberimiz, su kırbasını eliyle yokladıktan sonra bana hitaben: "Ey Cabir, bize geniş bir su kabı getirmeleri için nida et!" buyurdu. Ben bütün sesimin çıktığınca: "Geniş bir su kabı getiriniz!" diye bağırdım. Derhal getirdiler, ben de onu Rasulüllah'ın önüne koydum. Rasulüllah bana eliyle işaret ederek benim elimde bulunan su kırbasını, getirilen geniş kabın üzerine yaymamı söyledi. Ben de yaydım. Sonra mübarek parmaklarını birbirinden ayırarak, onun üzerine koydu ve onu geniş su kabının dibine indirdi. Sonra bana hitaben: "Onu al kaldır ve üzerime dök, "Bismillah!" diye de söyle" buyurdu. Ben de öyle yaptım. Mübarek parmaklarından su akmaya ve geniş su kabı dolmaya başladı. "Ya Cabir, suya ihtiyacı olanların, gelip su almaları için ilan et!" buyurdu. Ben de ilan ettim, insanlar geldiler, diledikleri kadar su aldılar. İyice suya kandılar. Rasulüllah efendimiz elini geniş su kabından kaldırdığı zaman o yine su dolu idi."

Susuzluklarını iyice gidermiş bulunan insanlar, biraz sonra Rasulüllah'a açlıktan şikayet ettiler. Rasulüllah da onlara: "Çoğa varmaz yüce Allah, açlığınızı da giderecek bir imkan lütfeder" buyurdu. Derken Seyfül-Bahr denilen yere gelcliğimizde, bir hayvanın denizden karaya vurduğunu gördük. Bunun yarısıyla bütün asker doyuma erdi. Kızarttılar, pişirdiler, yediler ve doydular." [55]

Cabir der ki: Bu kıyıya vuran hayvan o kadar büyüktü ki, onun göz çukuruna beş kişi girip saklan sa kimse onları göremezdi. Dönüşte yan tarafından bir parçayı en kuvvetli devemize yükleyerek Medine'ye getirdik. Fakat onu getiren deve, zorlanarak iki büklüm haline geliyordu." [56] Buhari ve Müslim Cabir'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Ben Rasulüllah efendimizle gazaya çıkmıştım. Fakat devem geride kalıyor ve beni yoruyordu. Ne kadar iyi yürümesi için uğraştımsa faydası olmadı. Durumu farkeden Rasulüllah efendimiz: "Ey Cabir, sana ne oluyor? Neden arkalarda kalıyorsun?" diye sordu. Ben de: "Devem yürümüyor ya Rasüîailah" dedim. Bunun üzerine elindeki mihceni ile deveme bir iki kere vuran Rasulüllah: "Haydi devene bin ve onu sür. Artık geri kalacak diye hiç korkma" buyurdular. Ben de binip sürdüm, devem gerçekten o kadar süratlenmişti ki, Rasulüllah'm önüne geçmesin diye onu zor tutuyordum.

Ebu Nuaym'ın Cabir bin Abdullah'tan bir rivayeti de aşağı yukarı bu merkezdedir. Yine Ebu Nuaym'ın Cabir'den bir rivayeti vardsr. Bu rivayet dahi bu mealde olmakla beraber, bunda farklı olarak Rasulüllah'm Cabir'in devesine bir İki vurduktan sonra, "Haydi Bismillah de, devene bin!" buyurduğu ifade edilmektedir.

Yine aynı olayla ilgili olarak Cabir'den Ahmed bin Hanbel'in de bir rivayeti bulunmakta ve bu rivayette şöyle denilmektedir:

"Ben geceleyin devemi kaybetmiştim. Rasulüllah'a uğradığımda o bana: "Neyin var?" diye sordu. Ben de devemi kaybettiğimi söyledim. Rasulüllah bana belli bir yeri işaretleyerek: "îşte deven oradadır, git al!" buyurdu. Ben gittim ise de devemi göremedim. Rasulüllah'a döndüğüm­de o bana yine: "îşte deven orada, git al!" buyurdu. Gittim, aradım, yine bulamadım. Döndüğümde Rasulüllah beni yanına alarak, işaret ettiği yere götürdü ve devemi elime teslim etti. Ben devemin yularından çekerek götürüyordum. Baktım, yazık dedim; "Benim böylesine küçük

adımlarla yürüyen şaşkın bir devem olsun!" diye hayıflandım. Rasulüllah: "Ya Cabir, kendi kendine neler söyleniyorsun?" buyurdu. Ben de söylediklerimi kendisine haber verdim. Rasulüllah elindeki kamçısı ile devenin arkasına vurdu. Deve Öylesine süratlendi ki, şimdiye kadar onun kadar süratli bir deveye hiç binmiş değilim. Adeta devemi zor zapt ediyordum."

Vâkıdî ve Ebu Nuaym Cabir bin Abdullah'dan şöyle rivayet ederler: "Peygamber efendimiz Zatür-Rika savaşma çıkmaya karar verdiği zaman, Ulbe bin Zeyd, üç adet deve kuşu yumurtası getirdi ve dedi ki: "Ey Allah'ın rasülü, bunlar deve kuşunun yuvasına bıraktığı yumurtalardır." Efendimiz de bana hitaben: "Onları al, hazırlayıp getir" buyurdular. Ben de hemen gidip onları bir sahan içinde pişirerek getir­dim, ne kadar ekmek aradımsa da bulamadım. Çaresiz ekmeksiz olarak Rasulüllah'm huzuruna koydum. Rasulüllah ve ashabı da onu ekmeksiz olarak yemeye başladılar. Herkes yedi ve doydu. Fakat sahandaki yumurta hiç eksilmeden duruyordu. Peygamberimiz ve onunla birlikte yiyenler kalktılar, sonra ashabtan diğerleri geldi. Onların da hepsi bu yumurtadan yiyip doydular. Sonra, hava serinleyince yerlerimizden kalkıp yolumuz-a devam ettik."

Beyhakî, Cabir bin Abdullah'tan şunu nakleder: "Biz Rasulüllah ile birlikte Benî Enmar savaşma çıktığımızda yolda giderken Peygamber efendimiz, bir adam hakkında: "Allah onu kurban eylesin" dedi. Adamcağız: "Ey Allah'ın rasülü, Allah yolunda değil mi?" dedi. Peygamberimiz de: "Evet Allah yolunda" buyurdu. Hakikaten bu adam, Allah yolunda kurban oldu, yani şehid düştü."

(Benî Enmar savaşı, Zatür-Rika savaşıdır.) Ayrıca bir bilgi olarak bu rivayeti, sahihtir kaydıyla Hakım'ın dahi rivayet ettiğim kaydedelim. Ancak Hakim, gazalara dair yazdığı bazı eserlerde, bu adamın Yemame savaşında şehid olduğunu zikretmiştir.[57]

 

Hendek Gazvesinde Görülen Ayetler Ve Mucizeler

 

Beyhakî Katade'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Bize anlatıldığına göre Peygamber (s.a.v.) Ahzab gününde buyurmuş ki: "Bu günden sonra artık müşrikler bize savaş açamazlar!" Gerçekten de Rasulüllah'ın buyurdukları gibi, Ahzab savaşından sonra müşrikler bir daha müslümanlara karşı savaş açamamışlardır." [58]

Buhari Süleyman bin Sürad'dan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Rasulüllah efendimiz Ahzab günü, düşmanlar savulduktan sonra buyurdular ki: "Şu andan itibaren savaşan bizler olacağız! Artık onlar bize değil, biz onlara savaş açacağız!"

(Ebu Nuaym da Cabır'den benzen bir rivayet nakletmiştir.)

Buhari Cabir bin Abdullah'tan rivayet ediyor. O şöyle demiştir: "Biz Ahzab günü hendek kazıyorduk, çok sert ve sağlam bir kayaya rastladık, onu bir türlü paçalayamadık. Ashab gidib durumu Peygam­ber efendimize arz ettiler. Peygamberimiz: "Hendeğe ben ineyim" buyurdu ve ayağa katktı. Bu sırada açlıktan karnına taş bağlamış olduğu görüldü. Gerçekten bizler tam üç gündür hiç bir şey yememiştik. Peygamberimiz hendeğe indi, balyozu eline alıp kayaya vurdu. Kayanın yumuşak bir toz yığını haline geldiği görüldü. Ben dedim ki: "Ya Rasülallah eve gitmem için bana izin veriniz." O da izin verdi. Ben eve gidip hanımıma dedim ki: "Ben Peygamber efendimizin dahi aç olduğuna muttali oldum. Kendisine yedirebileceğimiz bir şey yok mudur?" Hanımım da bana: "Bir miktar arpa ile oğlağımız var" dedi. Ben derhal oğlağı kestim. Hanım da arpayı öğüttü. Eti tencereye koyduk.

Ben derhal Peygamberimize gelip: "Ya Rasülallah az miktar yiyeceğimiz var. Sizi ve bir iki arkadaşınızı hanemize buyur ediyoruz" dedim. Peygamberimiz yiyeceğin miktarını sordu, ben de bildirdim. Bunun üzerine o: "Bu çoktur ve hoştur" buyurdu ve bana hitaben:"Git hanımına söyle, ben gelmeden tencereyi indirmesin, ekmeği de pişirmesin" buyrdu. Bütün ashabına hitaben de: "Haydi hepiniz Cabir'in yemeğine" diyerek davette bulundu. Bütün muhacirler ve ensar kalktılar. Ben bu durumdan telaşlanarak eve koştum, hanımıma: "Vay halimize Peygamberimiz bütün ashabını ve onlarla beraber olanları alarak yemeğe geliyor" dedim. Hanımım bana: "Neyimiz olduğunu Peygamberimiz sormadı mı?" dedi. Ben de: "Sordu" dedim. Hanım: "Öyleyse telaşa mahal yok! Hepsi gelsinler!" Peygamberimiz ashabı ile birlikte geldi. Ashabına hitaben: "Haydi giriniz birbirinize sıkıntı vermeyiniz!" buyurdu. Sonra hamurdan küçük parçalar alıp üzerine bir miktar et koyarak mübarek tükrüğü ile bunu tencere ve fırını ilaçlayıp mayaladı. Sonra fırında pişen etli ekmekleri alıp ashabına verdi. Bu minval üzere buna devam etti ve bütün ashabını bu şekilde doyurdu. Yine de hayli yiyecek kaldı. Buyurdu ki: "Bundan kendiniz de yiyiniz, ayrıca komşularınıza da hediye ediniz. Zira bütün insanlara açhk isabet etmiş durumdadır."

Buhri'nin Müslim ile beraber (yani ittifak halinde) yine Cabir'den olan diğer rivayetleri de aynıdır, ancak şu farklılık vardır:

"...Sonra bereketlenmesi için dua buyurdular. Ben, Allah'a yemin ederek ifade edeyim ki, ashabın sayısı bin kadar olduğu halde, hepsi bundan yiyip doydular. Kalkıp gittikleri zaman da tenceremizde hâlâ et kaynıyordu. Gerek etimiz, gerek ekmeğimiz, sanki hiç yenilmemiş gibiydi."

Vâkıdl ve İbni Asakir Abdullah bin Mugayyes el-Ensari'den şöyle rivayet ederler: "Hendek savaşı sırasında Ümmü Amir el-Eşheliye Peygamber efendimize bir tas içinde Hays denilen (ve et suyu ile undan yapılan) çorba gönderdi. Bu sırada efendimizin yanında Ümmü Seleme de vardı. Ümmü Seleme bu çorbadan karnını doyurdu. Rasulüllah da bir miktar içtikten sonra, Rasulüllah'ın münadisi hendek ehlini bu çorbadan içmeye çağırdı. Onlar da gelip bu çorbadan içtiler ve doydular. Sonunda bu çorba sanki hiç içilmemiş gibi duruyordu."

(Vâkıdînin ve ibni Asakir'in bu haberi, mürseldir.)

Ebu Yala ve İbni Asakir, Abdullah bin Ali bin Ebu Rafi'den naklederler. Onun ninesi Selma, kendisine şöyle haber vermiştir: "Hendek günü Peygamber (s.a.v.) Ebu Rafİ'e bir koyun göndermiş, bunun kesilip kızartılmasını istemiş. Ebu Rafi de bunu kesip kızarttıktan sonra bir sepete koyarak Rasulüllah'a getirmiş ve bu koyunun iki ön bacağı (döşleri) bile hiç umulmadık derecede bereketlenmiştir."

Ebul-Kasım el-Beğavi, kendisinin Mu'cem adlı eserinde Muaviye bin Hakem'den şu haberi nakletmiştir: "Bizler hendekte Rasulüllah ile birlikte çalışıyorduk. Derken kardeşim Ali bin Hakem'in ayağı hendeğin duvarına çarparak yaralandı. Yarası oldukça ciddi olup kanıyordu. Derhal Peygamberimize geldi. Peygamber efendimiz de onun bu yarasını mübarek eliyle sıvadı ve: "Bismillah" dedi. Kardeşimin ayağı iyi olup, hiç kendisine rahatsızlık vermedi."       

Beyhakî îbni îshak tarikiyle şöyle rivayet eder: Selman-ı Farisi'den bana gelen habere göre, o demiştir ki: "Hendek günü ben, bir kısmın kazılması için çalışıyor fakat güçlük çekiyordum. Bana iltifat edip çektiğim güçlüğün farkına varan, Rasulüllah efendimiz, hendeğe inip elimden balyozu aldı ve şiddetle vurdu. Bu sırada balyozun altından bir kıvılcım çıktı. Bir daha vurdu, yine altından kıvılcım parladı. Bir daha vurdu. Yine altından bir kıvılcım parladı. Ben dedim ki: "Ey Allah'ın rasülü. Bu parlayan kıvılcımlar nedir?" Efendimiz de buyurdular ki: "Birinci kıvılcım, Allah'ın bana Yemen'i fethedeceğini gösterir, ikincisi: Şam'ın ve batının fethim gösterir. Üçüncüsü ise, Allah'ın bana doğuyu da fethedeceğinin işaretidir." [59]

tbni îshak der ki: Kendisine itimad ettiğim kimselerin bana anlattığına göre, Ebu Hureyre, Ömer ve Osman zamanlarında şöyle konuşurmuş: "Ey müslümanlar! Bütün güç ve imkanlarınızla Allah yolunda cihad edip ülkeler fethediniz! Ben varlığım elinde olan Allah'a yemin ederek söylerim ki, sizin fethettiğiniz ve kıyamete kadar da fethedeceğiniz hütün şehir ve ülkelerin anahtarlarını, şanı yüce Allah; sevgili Rasülü Muhammed'e vermiştir."

Beyhakî ve Ebu Nuaym Bera bin Azib'ten rivayet eder. O şöyle demiştir: "Bizler hendek kazımmda çalışırken, büyük ve sert bir kayaya rastladık. Bir türlü onu parçalayamadık. Şikayetimizi Rasulüllah'a götürdük. O balyozu eline aldı ve "Bismillah" diyerek bir darbe indirdi. Derhal kayanın üçte biri parçalanmıştı. Akabinde Peygamber efendimiz: "Allahü ekber" diyerek tekbir getirdi ve: "Allah bana Şam'ın anahtarını vermiştir. Vallahi ben oradaki kırmızı köşkü görüyorum" buyurdu. Sonra ikinci defa vurdu, bu seferinde de üçte biri daha ufalanıvermişti. Peygamberimiz derhal "Allahü ekber" diyerek tekbir getirdi ve: "Faris'in anahtarları bana verilmiştir! Vallahi ben Medain'in beyaz köşkünü görmekteyim" buyurdu. Sonra üçüncü defa vurdu ,ve o kocaman kayayı kum yığını haline getiriverdi. Derhal "Allahü ekber" diyerek tekbir getirdi ve: "Bana Yemen'in anahtarları verildi! Şu anda ben oranın başşehri olan San'a'nm kapılarını görmekteyim" buyurdu." [60]

îbni Sad, îbni Cerir, îbni Ebu Hatim, Beyhakî ve Ebu Nuaym Kesir bin Abdullah tarikiyle; babası vasıtasıyla dedesinden şu haberi vermektedirler: "Hendek kazarken beyaz ve sert bir kaya çıktı. Bunu kırmaya çalışırken demirimiz kırıldı, tyice zorlanmıştık. Nihayet durumu Peygamber efendimize arz eyledik. O da Selman'm elindeki balyozu alarak bu beyaz ve yuvarlak kayanın üzerine şiddetle vurdu. Kaya sarsıldı ve balyozun altından bir ışık çıktı. Sanki Medine'nin iki yakası arasını aydınlatmıştı ve karanlık bir gecede parlayan bir kandil gibi gözlerimize aksetmişti. Bunun üzerine tekbir getiren Peygamber efendimiz, ikinci bir darbe daha indirdi. Kayadan yine bir sarsıntı ve bir ışık çıktığını gördük. Yine tekbir getiren Peygamberimiz; üçüncü defa kayaya şiddetle vurdu ve kayayı kum yığını halinde par çalayı verdi. Yine Medine'nin iki yakasını aydınlatırcasma bir nur çıktı. Efendimiz derhal tekbir getirdi. Biz de gördüğümüzü ve Peygamber efendimizin tekbir getirişini kendisine arz edip, hikmetini sual eyledik. Buyurdular ki: Birincisinde bana Hire ve Medâin şehirleri gösterildi ve Cebrail ümmetimin buraları fethedeceğini bildirdi, ikincisinde Rum diyarının kırmızı köşkleri gösterildi. Buralarının da ümmetim tarafından fethedileceği Cebrail tarafından bildirildi. Böyle bir fetih ve zaferle şimdiden sevinebilirsiniz. Üçüncüsünde ise, San'a'nm köşkleri gösterildi ve burasının da fethedileceği haberi verildi. Sizler de bu müjdeli haberlere sevinebilirsiniz."

Bu sırada münafıkların nifak dolu sözleri işitilmeye başladı. Onlar diyorlardı ki: "Muhammed, bir taraftan sizlere büyük müjdeler veriyor; kendisi Medine'de olduğu halde Hire ve Medain'deki köşkleri gördüğü­nü söylüyor, diğer taraftan bakıyoruz, hendek kazmakla meşgulsünüz? Gelecek olan düşmanın karşısına çıkmaktan bile acizsiniz!" işte münafıkların ve kalbinde hastalık olanların bu kabil sözleri üzerinedir ki, şanı yüce Allah Kerim Kitabındaki şu ayeti indirmiştir:

"Münafıklar ve kalblerinde hastalık bulunan kimseler: "Allah ve rasülü bize Sadece boş vaadlerde bulundu" diyorlardı." [61]

Beyhakî ve Ebu Nuaym îbni Ishak tarikiyle Said bin Meynadan naklederler. O da Numan bin Beşir'in kız kardeşinden nakleder. O demiştir ki: "Annem, elbisemin bir kenarına bir miktar hurma koyarak, bunu hendek kazmakta olan babam va dayıma götürmemi istedi. Giderken Rasulüllah'a uğradım. Beni çağırdı, ben de yanma gittim. Hurmaları iki avucuna aldı, yere bir yaygı yayılmasını emretti, elindeki hurmaları yerdeki yaygının bazı yerlerine sepeledi. Sonra hendek kazmakta olanları çağırıp bu hurmaları yemelerini emretti. Onlar da gelip toplandılar. Onlar hepsi bu hurmadan yediler ve doydular. Kalkıp gittikleri zaman, yaygının üzerinde hâlâ hurma vardı, [62]

Ebu Nuaym îbni Abbas'tan şöyle nakleder: "Mugire oğullarından bir adam: "Ben vallahi Muhammed'i öldüreceğim" diyerek atma biner ve atını hendeğe sürer. Hendeğin içine yuvarlanıp boynu kırılarak telef olur. Karşı taraf: "Ey Muhammed onun ölüsünü bize teslim et, biz sana onun diyetini verelim" derler. Fakat Peygamberimiz bunu kabul etmez ve: "Bırakınız onu, o habis bir adamdır, onun diyeti de elbette habistir" buyurur.

Beyhakî Katade'den şöyle nakleder: "Şanı yüce Allah, Bakara süresindeki şu ayetini inzal buyurur:

"Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu ki, iyice sarsılmışlardı." [63] işte müminler Hendek savaşı sırasında Ahzab'a yani kabileleri toplu olarak karşılarında gördükleri zaman: "Bunlar hiç şüphesiz Rabbimizin ilgili ayetinde bize haber verdiği durumdan başkası değildir" dediler.

Buhari ve Müslim'in ittifakla îbni Abbas'tan rivayet ettikleri bir hadiste Rasül-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Ben, hendek savaşında Ahzab'a (müttefik düşman ordularına karşı) saba rüzgarı ile zafere kavuşturuldum! Vaktiyle Ad kavmi de, Debûr (Lodos) rüzgarı ile helak olmuştu."

Ebu Nuaym ile îbni Ebu Hatim'in seukettikleri îbni Abbas hadisi ise şöyledir: "Ahzab harbi sırasında kuzey güneye gelip dedi ki: Haydi rüzgarını sal da Allah'a ve rasülüne yardım eyle!" (Allah ve Rasülünün düşmanlarını perişan et!) Güney de kuzeye dedi ki: "Geceleyin sıcak bir esinti cereyanı olmaz. Sen onların üzerine saba rüzgarını gönder de hepsi perişan olsunlar." Derken saba rüzgarı esmeye başladı. O kadar şiddetle esti ki, düşmanların ateşleri söndü, çadırlarının ipleri kopup darmadağın oldu. Eşyaları, atları, develeri birbirine karışıp tam bir felaket ve hezimet oldu. işte bu durumu kastederek Peygamber efendimiz de: "Ben saba fırtınası ile zafere kavuşturuldum. Vaktiyle Ad kavmi de Debûr rüzgarı ile helak olmuştu!" buyurdular.

Imam-ı Mücahid'in Ahzab (birleşik ordular) harbiyle ilgili olarak nazil olan Ahzab suresinin: "Ey Müminler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın, hani bir zaman size ordular gelmişti de, biz onların üzerine bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah, bütün yaptıklarınızı görmektedir" [64]anlamındaki ayetiyle ilgili olarak şu açıklamada bulunduğu bildirilmektedir: "Ayetteki "Bir rüzgar" ile Cenab-ı Hak, saba rüzgarını murad etmektedir ki birleşik orduların üzerine bu rüzgarı göndermiş, Hendek savaşı sırasında düşmanların ateşini onunla söndürmüş, tencere ve kazanlarını, ip ve çadırlarını söküp altüst eylemiştir. O derece ki, onlar orada tutunamayıp ric'ate mecbur olmuşlardır. Yine Cenab-ı Hak, "...Ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik" buyurmakla da; tarafı üahiyesinden gönderilen melekleri kasdetmektedir. Çünkü bu savaşta da bilfiil savaşa katılmamakla beraber melekler gönderilmiştir."

Beyhakî Huzeyfetü'bnül Yeman'dan şöyle rivayet eder. O demiştir ki: "Biz Rasulüllah (s.a.v.) ile birlikte hendekte bulunduğumuz bir gece, gördüm ki çok şiddetli bir rüzgar esmektedir ve hava da inadına soğuk olmuştur. Bu sırada Rasulüllah efendimiz buyurdular ki: "Düşmanın ne yaptığına dair kim bir> haber getirirse, kıyamet günü ona şefaat edeceğim!" Rasulüllah'ın bu davetine içimizden icabet eden olmadı. Rasulüllah: "Düşmanın durumu hakkında kim bir bilgi getirecek?" diye ikinci ve üçüncü defa davette bulunduğu halde gönüllü olarak kalkıp ta "ben getireceğim!" diyenimiz çıkmadı[65]Sonunda efendimiz, doğrudan bana hitabla: "Ey Huzeyfe kalk! Git ve düşmanın durumu hakkında bilgi getir!" diyerek emrettiler. Ben hemen kalkıp gittim, düşmanın durumu hakkında bilgi alıp getirinceye kadar sanki hamam­da yürür gibiydim. Havanın çok soğuk olmasına rağmen hiç üşümemiş-tim. [66]Rasulüllah'a: "Ya Rasülallah, ben soğuğun şiddetinden korkarak size icabet edememiştim" diyerek özür dilemiştim. Rasulüllah da bana: "Haydi git, ne soğuktan, ne de sıcaktan korkun olmasın" buyurmuştu. Hatta: "Allah'ım, onu önünden, arkasından, sağından, solundan, üst tarafından ve alt tarafından gelebilecek olan fitne ve zararlardan koru!" diyerek dua buyurmuştu.

Ben aslında düşman karşısında cesareti de az olan bir kişi idim. Rasulüllah'ın duaları bereketiyle ne bir korku, ne bir zarar veya fitne gömleksizin gidip vazifemi ifa eyledim. Düşman saflarına usulca daldım, etrafı güzelce gözetledim. Düşman tam bir perişanlık' ve şaşkınlık içindeydi. Herkes: "Haydin göç, göç!" diye bağırışıyordu. Fakat kimse   fırtınanın  şiddetinden  yerinden  kıpırdayamıyordu. Binit hayvanlarının çadır ve yataklarının üzerine taşlar geliyordu. Sanki iki kuvvetli ordu birbirine girmiş, kılıç harbi yapıyormuş gibi sesler geliyordu. Ben, durumu gözlerimle gördükten sonra geri döndüm. Dönüş yolunu yarıladığım sırada sayıları yirmi kadar görülen atlılara rastladım. Bu başları sarıklı süvariler bana dediler ki: "Peygamberinize müjde ve haber eyle, Allah yardımını gönderip düşmanlarınızı perişan etmiştir!" Ben yoluma devam ederek Rasuîüllah'ın yanına geldim. Döner dönmez de yine eskisi gibi üşümeye başladım. Tam bu sırada şanı yüce Allah, ehli İslama olan yardımını beyan eden ayeti celilesini inzal buyurdu. (Ki bu ayeti celile, az yukarda mealini gördüğümüz Ahzab suresinin dokuzuncu ayetidir.)

Sahihtir kaydıyla Hakim'in ve Ebu Nuaym'ın diğer bir rivayetinde şu farklılık vardır:

Huzeyfe der ki: Rasulüllah bu sırada bana hitaben: "Ey Huzeyfe, düşmanın durumunu öğrenmeye sen gider misin?" diye teklifte bulundu. Ben de dedim ki: "Ey Allah'ın rasülü, Bilirsiniz ki ben öldürülüp şehid olmaktan asla korkmayan bir adamım! Fakat doğrusu bu ki, düşman eline esir düşmekten korkmaktayım." Bunun üzerine efendimizin bana kelamı: "Korkma ey Huzeyfe, sen esir olmayacaksın!" oldu. Ben de bunu üzerine gittim. Düşman içlerine kadar ilerledim. Gördüm ki, fırtınanın şiddetinden müşriklerin çadırları yıkılmakta, etrafta kab kaçakları uçuşmakta, atları ve develeri birbirine girmekte. Herkes: "Haydin göçüyoruz göçüyoruz!" diye bağrışmaktadır."

Buhari ve Müslim (hadis ve rivayet ilminde kendilerinden şeyhayn diye bahsedilir. Burada da müellifimizin "şeyhayn-yani iki büyük üstad rivayet ettiler ki" ibaresi ile başladığını görüyoruz. Daha önceleri de bir çok yerde aynı tabiri kullanmıştır. îşte bu iki büyük üstad ve imam); Abdullah bin Evfadan ittifakla rivayet ederler: O demiştir ki: "Ahzab (Hendek) savaşında Rasulüllah (s.a.v.) şöyle dua buyurdular:

"Allah'ım sen, kitabı indiren, hesabı seri olansın! Birleşik ordular halinde de karşımıza gelip bizi ve dinimizi yok etmek isteyen şu orduları perişan eyle! Allah'ım, onları iyice sars ve tam manası ile perişan eyle!" [67]

Yine Buhari ve Müslim Ebu Hureyre'den naklederler. O şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.v.) buyururlar ki:

"Allah'tan başka ilah yoktur! O birdir! O, kendi askerini aziz ve muzaffer kılmıştır! Kulu Muhammed'e yardım eylemiş, Ahzab'ı (müttefik ordularını) perişan kılmıştır. O birdir, O'ndan başka sığınılacak, yardım ve imdad dilenilecek başka bir varlık yoktur!"

İbni Sad, Said bin Müseyyib'den rivayet eder t* O demiştir ki: "Hendek savaşı sırasında Peygamber (s.a.v.) muhasara altında kalmıştı. O ve ashabı yirmi güne yakın muhasarada tutuldu. Hepsi çok sıkıntı ve üzüntü duydular. Nihayet Peygamber efendimiz Cenabı Allah'a dua ve niyazda bulunup: "Ey Allah'ım, bize olan ahdini ve vadini yerine getirmeni istiyorum! Allah'ım bize yardım ve imdad eyle! Allah'ım eğer istersen (düşmanlarımıza imkan ve fırsat verirsen), kıyamete kadar sana kulluk eden olmaz!" diyerek islamî tevhidin gereği, yüceler yücesi Allah'a sığınıp O'ndan yardım ve zafer dileğinde bulunmuştur."

îbni Sa'd, Cabir bin Abdullah'tan nakleder. O demiştir ki: "Peygamber (s.a.v.) efendimiz, Ahzab mescidinde pazartesi, salı ve çarşamba günleri Cenabı Hakka dua ve münacatta bulundu. Çarşamba günü öğle namazı ile ikindi namazı arasında duasının kabul buyuruldu-ğuna dair işaret aldı. Bizler de O'nun mübarek yüzünün neşe ve sürurundan, bunun farkına vardık. Şahsen dahi; nice sıkıntı ve zorluklarım için dua ve niyazda bulunup ta Allah tarafından kabul edildiğini görmek isterdim. Tam bugünü bir fırsat bilerek, aynı saat içinde Cenabı zül-Celal'e dua ve niyazlarda bulundum. Kabul edildiğinin işaret ve emmarelerine de nail oldum."

İbni Sa'd, Vâkıdî tarikiyle onun üstatlarından. Onlar da Amr bin Abd-i Vedd'den naklederler. Bu adamcağız Hendek savaşında sesinin çıktığı kadar bağırıp kendisine mübariz istemiş. Ali bin Ebu Talib (r.a.) de: "Ben ona mübariz olarak çıkmak istiyorum!" demiş. Bunun üzerine Peygamber efendimiz kendisini hazırlayıp kılıcını kuşandırmış, sarığım sarmış ve: "Ey Allah'ım düşmanına karşı Ali'ye yardım eyle!" buyurarak Ali hakkındaki duasını etmiş. Sonra onu mübarezeye çıkarmıştır. Her ikisi kıyasıya çarpışmış, ortalığı toz duman kaplamış. Bu sırada Ali, Amr'in boynunu vurarak öldürmüştür. Amr'in arkadaşları da çareyi kaçıp geri çekilmekte bulmuşlardır."

Ebu Nuaym Urve ve îbn-i Şihab'tan şöyle nakleder: "Nuaym bin Mesud Peygamber'e (s.a.v.) gelerek şunları söylemiştir: "Ya Rasülallah Kureyş harpten usanmış ve neticeden ümid kesmiş bir durumdadır. Bana onlardan, haber geldi. Diyorlar ki: "Biz hayli zor durumdayız, zaman da hayli uzamış bulunuyor, yiyecek sıkıntısı da başlamıştır. Şu işi bir an evvel bitirmemiz için bize önçmli bi yardımınız gerekiyor." .Ben de kendilerine (ki onlar benim müslümanlığımı gizlemem sebebiyle, halâ beni kendilerinden sanıyorlar) şu haberi yolladım: "Dediğiniz çok güzel ve yerinde. Fakat size tam itimat edemeyiz. Bunun için bazı adamlarınızı rehin vermeniz gerekir. Bu takdirde size yardımcılar gönderebiliriz." Bunun üzerine Rasulüllah da bana dedi ki:

Kureyzalılar sulh için bana haber göndermişler. Ben de kendilerine. "Nadir oğullarını mallarıyla birlikte yurtlarına iade edebileceğimi" söyledim. Bu durumda Kureyzalılar benimle barışıp harpten çekilebi­lirler." Bunun üzerine ben Gatafanlılara gidip: "Haberiniz olsun, ben yahudilerin sizi aldatmak üzere bulunduklarına muttali oldum. Bu hususta ben size iyilik etmek istiyorum. Bana inanınız, yahudilere kanmayınız! Biliniz ki Muhammed, daima doğru söylemiştir. Ben onun: "Kureyzalılar benimle yeniden sulh yapıp harpten çekilmek istiyorlar" dediğini kendi kulağımla duydum. Onların kardeşleri bulunan Nadir oğullarını, mallan ile birlikte yurtlarına iade etmek şartıyla, bu barışı yapmaya hazır imişler" dedim.

(Benim bu çalışmam ve sözlerim üzerine düşman cephesinde birleşmiş olanların arası açılıp, birbirine olan itimatlarını kaybederek büyük tereddüt ve sıkıntılara düştüler. Bunun da Kureyşin durumunun sarsılmasına ve neticenin onlar için bir hezimet olmasına çok etkisi olmuştur.)

Yukarıda ki haberi kısaca bu şekilde aktaran Ebu Nuaym der ki: "Bu haber de delalet eder ki, dostun da, düşmanın da daima söyleyip durduğu, zaman zaman dilinden eksik etmediği, söylendiği zaman itiraz da etmediği bir şey vardır. O da: "Muhammed (a.s.)'m; hep doğru söylediği, Muhammed'ül-Emin olduğudur."

îbni Adiyy, Beyhakî ve îbni Asakir el-Kelbi tarikiyle Ebu Salih'ten, o da îbni Abbas'tan şöyle rivayet ederler: Yüce Allah'ın kerim kitabındaki ayeti celilesi şöyledir:

"Belki de Allah sizinle onlardan düşman olduklarınız arasına bir sevgi koyar. Allah buna kadirdir. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." [68]

îşte bu ayeti celilede beyan buyurulan sevginin tecelli ve tahakkuku cümlesindendir ki, Peygamber (s.a.v.) efendimiz Ebu Süfyan'm kızı Ümmü Habibe ile evlenmiştir de, Ümmü Habibe "müminlerin annesi" sıfatına nail olmuştur. Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye de müminlerin dayısı durumuna gelmiştir. [69]

Tahavi'nin naklettiği haberler arasında: "Peygamber (s.a.v.) hen­dek savaşı sırasında ikindi namazını kılamamıştı. Cenabı Hak, batan güneşi geri çevirip batı ufkunda gösterip tuttu, Peygamberimiz de ikindi namazını kıldı. Sonra güneş tekrar battı" diye bir rivayet bulunmaktadır.

(Bu rivayetin münakaşası, ilerde gelecektir.) Nevevi'nin bu husustaki ondan nakli: "Bu rivayetin ravileri, sikadır" şeklindedir. Nevevi bunu, Müslim üzerine yazdığı şerhte de söylemiştir.[70]

 

Kurayza Savaşında Vukua Gelen Fevkalâdelikler

 

Sahihtir kaydiyle Hâkim ve Beyhakî Aişe validemizden rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Peygamber Efendimiz benim yanımda idi ve biz evde bulunuyorduk. Bir adam gelip bize selam verdi. Bu selamı işiten Peygamberimiz derhal dışarı çıktı. Ben de onun peşinden çıktım. Dışardaki selam veren Dıhyetü'l Kelbî idi. Peygamberimiz: "Bu Cebrail'dir, bana Kurayza Oğullarıyla savaşa çıkmamı emrediyor" buyurdu. Cebrail şöyle diyordu: "Siz silah yere, etmişsiniz. Halbuki bizler, müşrikleri Hamrâü'l-Esed'e kadar tâkîb ettikten sonra, silahlarımızı bırakmadık!" Bu ise Hendek Savaşından sonra olmuştu. Peygamberimiz de hazırlanıp çıktı. Kurayza Oğuilarına giderken bir topluluk ile karşılaştı ve onlara: "Buradan birisi geçti mi?" diye sordu. Onlar da: "Bir alaca katıra binmiş olan Dıhyetü'l-Kelbî geçti" dediler. Peygamberimiz kendilerine: "O Dıhye değildir! Kendilerini sarsmak ve kalblerine korku salmak için ordusuyla birlikte Kurayza Oğullarına gitmiş bulunan Cebrail'dir" karşılığım vermiştir. [71]

Yine îbn-i Sa'd, Numeyd bin Hilâl'dan nakleder: "Peygamberimiz ile Kurayza Oğulları arasında andlaşma vardı. Hendek Savaşı sırasında Kurayzalılar, Kureyş'e yardım ederek andlaşmayı bozdular ve böylece Allah'ın Resulüne hiyânet etmiş oldular. Fakat Yüce Allah'ın yardımı ile, şiddetli ve kuvvetli bir rüzgar vermesi ile birleşik ordular hezimete uğrayarak kaçtılar. Kurayza Oğulları ise, kâralarında kaldı, işte bu sırada Resûllah da silahlarını bırakmıştı. Cebrail gelip: "Biz, henüz silahlarımızı bırakmadık! Sen derhal hazırlanıp Kurayza'ya gitmelisin!" dedi. Resûlüllah da: "Ashabım yorgundur, ey Cebrail onlara birkaç gün mühlet versen!" buyurdu. Cebrail, mühlet vermenin söz konusu olmadığına işaretle: "Derhal onlara savaşa çıkacaksın, ben dahî onları sarsmak, kalblerine korku salmak üzere derhal oraya gidiyorum!" dedi ve dönerek gitti. Cebrail, beraberindeki meleklerle Ansardan Ganem Oğullarının yurdundan geçerken ortalığı toz-dumana boğmuştur. Hendek Savaşı sırasında kaşından yaralanan Sa'd bin Muaz'ın yarası iyileşmiş, kanaması dinmişti. Sa'd bin Muaz'm bu sırada, Cenâb-ı Hakk'^ şöyle dua ettiği duyuldu: "Allah'ım, Sevgili Peygamberimizi büyie nazik bir zamanda hiyânet eden Kurayza ile savaşmadıkça, benim canımı cima."

"Kurayzahlar ise, Resûlüllah'm kendileriyle savaşmak için geldiğini öğrenince korku ve üzüntüleri çok büyük olmuştur. Nihayet Sa'd bin Muaz'm hakemliğine râzî oldular. Sa'd bin Muaz da, harbe katılanların öldürülmesi ve kalanların esir edilmesi hakkında hükmünü verdi. Bu şekilde, Kurayzahlar cezasını bulmuş oldular." [72]

Beyhakı îbn-i İshâk tarikiyle şöyle nakleder: Bana Amr bin Hizam'm oğlu Muhammed'in torunu Abdullah bin Ebû Bekr anlattı: Kurayza Oğullarının harbe katılmayanları esir edildiği zaman, esirler arasında bulunan Amr kızı Reyhâne'yi Peygamber Efendimiz kendileri için seçmişler. Reyhâne, Müslüman olmayı kabul etmediği için Peygam­berimiz tarafından azledilmiş. Bir gün Peygamberimiz, ashabı ile sohbet ederken bir ayak sesi duymuş ve bunun üzerine şöyle buyurmuş: "Duyulan bu ayak sesleri, İbn-i Süayye'ye aittir: O, Reyhâne'nin Müslümanlığı kabul ettiğini müjde etmeye gelmektedir!"

Yine îbn-i îshâk tarikiyle Beyhakı, îbn-i Seken ve Ebû Nuaym rivayet ediyorlar. Asım bin Ömer bin Katâde, Benî Kurayza'lı bir ihtiyardan şöyle nakleder: "Müslümanlık haberinin çıkmasından önceleri idi. Bize Şam'dan bir haham gelmişti. îbn-i Heybân adındaki bu yahûdî, çok bilgili ve iyi bir zât idi.

Biz Kurayzahlar, yağmurların kesildiği zamanlarda kendisine gider: "Dua et de Allah rahmetini ihsan eylesin!" diye ricada bulunur­duk. O da derdi ki: "duaya çıkmazdan önce fakirlere iyilik edip onları sevindirmeniz lâzım" Biz de Öyle yapar, sonra yağmur duasına çıkardık. Ve her defasında Allah onun duası bereketiyle bize yağmur ihsan ederdi. Bu çok bilgili ve muhterem zât, hastalandığı zaman şöyle konuştu: "Benim şâm gibi yeşillik ve bolluk bîr yeri bırakarak böyle açlık ve kıtlık yurdu olan bir yere niçin geldiğimi sanıyorsunuz?" Biz kendisine "Bilmiyoruz, bunu sen bileceksin" dedik. O da dedi ki: "Çık­ması çok yaklaşmış bulunan bir Peygamber'in çıkışını görmek ümidiyle gelmiştim. O'nun hicret Yurdu ise burası olacaktır, ihtimâl ben kendisine kavuşamıyacağım. Fakat sizlere samimiyetle tavsiye ediyorum, O çıktığı zaman, hiçbir engel tanımadan kendisine inanıp ittibâ ediniz! Hem de herkesten evvel davranınız." işte o, böyle nasihat etmiş ve az sonra da vefat etmişti. Kurayza kal1 asının müşlümanlar tarafından kuşatıldığı gece, Süayye'nin iki oğlu Salebe ile Üseyyid'in müslüman olmaları ve Ubeyd oğlu Esed'in İslâm'ı kabul etmelerinin sebebi de bu olmuştur."

(Bu rivayeti îbn-i Seken; yine Ibn-i Ishâk tarikiyle ve fakat Asım bin Ömer'in Saîy bin Cübeyr'den, onun da Câbir'den sevkettiği bir rivayet olarak kaydetmiştir.)

îbn-i Sa'd, Yezid bin Râmân ve Asım bin Ömer'den rivayetle der ki: "Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Kurayza Oğullarının kal'asmı kuşattığı zaman, Ka'b bin Esed Kurayzalılar'a şöyle demiştir: "Ey yahûdî cemâati! Şu Peygamber'e tabî olunuz! Allah'a yemin ederim ki, bu zât, hak peygamberdir! O'nun gerçekten peygamber olduğunu, sizler dahî yakînen öğrenmiş bulunuyorsunuz. Tevrat'ın haber verdiği, İsa'nın müjde eylediği zâtın, bu zât olduğunda bir şüpheniz kalmamıştır. O halde, O'na tabî olmamanız için bir sebep yoktur.. " Kurayzalılar şu karşılığı verdiler: "Evet, bu zat, O'dur! Buna bir diyeceğimiz yoktur. Fakat bizler Tevrat'ı bırakıp da O'na tabî olmayız!"

Yine îbn-i Sa'd'ın Salebe bin Ebû Mâlik'ten sevkettiği rivayet de şöyledir: "Süayye Oğlu Salebe ile Üseyyid ve Esed bin Ubeyd, Kurayzalılar'a dediler ki: "Ey Benî Kurayza topluluğu, Allah'a yemin ederiz ki, sizler Muhammed'in hak peygamber olduğunu biliyorsunuz! O'nun sıfatı sizce malumdur, bunu bizlere daha evvel âlimlerimiz haber vermiştir. îşte Huyey bin Ahtab, [73]onların ilkidir, nitekim Nadir Oğullarının âlimleri de bunu bize haber vermiş durumdadırlar. İnsanların en gerçek sözlüsü olarak kabul ettiğimiz haham Ibn-i Heymân'm sözleri ve vasiyeti de hepimizce bilinmektedir. Bu durumda, Muhammed'e tabî olmamanız için hiçbir sebeb görünmemektedir." Onlar da dediler ki: "Biz, Tevrat'ı bırakıp da Muhammed'e tabî olmayız!" îşte bunun üzerinedir ki, bu üçü, kal'adan inerek Peygamber'in yanına gittiler ve müslüman oldular.."

Buharı ve Müslim Aişe validemizden rivayet ederler. O şöyle demiştir: Hendek Savaşında Sa'd bin Muaz kaşından yaralanmıştı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, yakından kendisini ziyaret edebilmek için Mescid'in içine bir çadır kurdurmuş, onu bu çadıra aldırmıştı. Peygamberimiz, Jîendek Savaşından dönüp geldiği zaman, silahını koyup yıkandı. Bıi sırada Cebrail gelip selâm verdi. Peygamberimiz ise başını tarıyordu. Cebraîl: "Yâ Muhammed, sen silah yere etmişsin! Biz ise henüz silahlarımızı koymadık. Hemen hazırlanıp onlara karşı çıkmalısın!" dedi. Peygamberimiz: "Nereye?" diye sordu. Cebraîl, Kurayza Oğullarına işaret etti. Peygamberimiz de ashabını alarak onlara gitti. Onlar da Peygamberimiz'in hükmüne teslim oldular. Peygamberi­miz ise, Sa'd bin Muaz'ı hakem tayin etti. Onun bu hakemliğini Kürayzalılar da kabul ettiler. Sa'd bin Muaz ise: "Ey Allah'ın Resulü, onların harbe katılanlarının öldürülmesine, katılmayanların da esîr edilmesine, mallarının da ganimet olarak alınmasına hükmediyorum!" dedi.

Sonra Sa'd bin Muaz şu şekilde dua edip münâcâtta bulundu:

"Allah'ım Sana malumdur ki, Senin Resulünü yalanlıyan şu kavm ile savaşmayı sevdiğim kadar, başka birisini sevmiş değilim! Allah'ım sanıyorum ki şu Kureyş ile olan savaşı sona erdirmiş bulunuyorsun! Eğer onlarla dahaftsavaşılacaksa, bana biraz daha Ömür ver!. Eğer onlarla savaş bitmiş bulunuyorsa, dinmiş gibi görünen yaramın kanının akmasına izin ver de, ölümüm bu .yüzden olsun! Çünkü bu yarayı ben, ancak Senin yolunda almış bulunuyorum!"

Sa'd bin Muaz'm, bu duadan sonra yarasının kanı yine akmaya başladı ve bu yüzden vefat etti.."

Beykakî Câbir'den rivayet eder: "Ahzâb (yâni Hendek) Savaşında Sa'd bin Muaz kaşından yaralanmıştı. Kanı dinmeyince, kaşının kesilmesi ile bir nevî ameliyat yaptılar. Fakat kanını din diremediler. Sa'd bin Muaz, bunun üzerine Yüce Allah'a teveccüh ederek şöyle bir niyazda bulundu:

"Allah'ım, ben, şu Kürayzalılar1 a karşı da Senin yolunda vezife yapmak isterim! Böyle bir cihâdı yapmadıkça, benim canımı alma!"

O, böyle bir duada bulundu ve duasını bitirince, yarasının akmakta olan kanı durdu. Kurayza Oğulları Savaşında, hakemlik vazifesini de yaptıktan sonra, yarasının kam akmaya başladı ve bu yüzden vefat etti.."

Beyhakî İbn-i Ömer'den şöyle rivayet etmektedird: Peygamber (s.a.v.), Sa'd bin Muaz hakkında buyurdular: "O' nun vefatı sebebiyle Arş harekete gelip titredi ve onun cenazesinde yetmiş bin Melek bulundu."[74]

Yine Beyhakî Câbir'den nakleder: Cebrail geldi ve Peygamberimi­ze hitaben: "Şu vefat eden bahtiyar ve iyi kul, kimdir? Onun için Arş titremiş ve göklerin kapıları açılmıştır!" dedi. Peygamberimiz de bunun üzerine dışarı çıktı, vefat eden zâtın, Sa'd bin Muaz olduğunu gördü."

Beyhakî îbn-i îshâk tarikiyle Muaz bin Rifâa'dan, o da RâfV el-ZürakVden naklediyor."Bana kendi kavminden bâzı adamlar haber verdi" diye söze başlıyor ve şöyle diyor: "Cebrail Peygamber Efendimiz'e gelip sormuş: "Bu gece vefat eden bahtiyar adam kimdir? O'nun için Arş titredi, semâların kapıları açıldı!" Bunun üzerine Peygamberimiz, hızla yerinden kalkıp Sa'd bin Muaz'ın yanma gitti. O'nun vefat etmiş olduğunu gördü."

Yine Beyhakı'nin Hasan-ı Basrî'den nakline göre, o şöyle demiştir: "Sa'd bin Muaz'ın vefat ederek ruhunun Mele-i Alâ'ya yükselmesi üzerine, Arş-ı ilâhî sevincinden hareket edip titremiştir."

Ebû Nuaym, Sa'd bin Ebû Vakkâs'ın torunu Eş'as bin îshâk'tan nakleder. O şöyle demiştir: "Peygamber sallalâhü aleyhi vesellem Efendimiz, Sa'd bin Muaz'ın vefatı üzerine onun yanma gitmişti. Bir ara dizlerini birbirine yapıştırdı. Kendisine niçin bpvle yaptığı sorulduğun­da, meleklerin çokluğu ve sıklığı sebebiyle böylle yaptığını söylediler. Sa'd'm cenazesini kaldırdıkları zaman, münafıklardan bâzısı: "Biz, bu kadar hafif bir cenaze görmedik" dedi. Halbuki Sa'd, uzun boylu ve büyük vucudlu idi. Efendimiz de bunun üzerine buyurdular ki: "Sa'd'ın cenazesine, yetmiş bin aded melek katılmıştır kî, bu melekler daha önce hiç yeryüzüne inmemiştir!"

îbn-i Sa'd'ın Hasan-i Basrî'den rivayeti de şöyledir: "Sa'd bin Muaz, gerçekten kuvvetli ve uzun boylu idi vefat ettiği zaman, cenazesinin hafifliği üzerine münafıklar dedi-kodu ettiler."Bu günkü kadar hafif bir cenaze görmedik" dediler ve bunun sebebinin, Kurayzahlar'a karşı yaptığı hakemlik sebebiyle olduğunu ve bunun, onun aleyhine tecellî ettiğini söylediler. Peygamber Sallalâhü aleyhi vesellem buna muttalî olunca: "Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onun cenazesine şahit olan melekler dahî cenazesini yüklenmiştir." buyurmuştur."

(Bu rivayeti, Hâkim de Katâde tarikiyle Enesten nakletmiştir.) [75]

îbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym'in, Muhammed bin el-Münkedir tarikiyle Muhammed bin Şürahbil bin Hasene'den bir rivayeti var. Bu rivayette de şöyle denilmektedir: "Sa'd bin Muaz'ın cenazesi defnedildikten sonra, adamın biri onun kabir toprağından bir miktar eline almış, bunun misk gibi koktuğuna şahit olmuştur. Peygamber Efendimiz de: "Sübhânellah! Sübhânellah!" diyerek hayretini ifâde etmişşlerdir. Sonra büyük bir sürür içinde şöyle buyurmuşlardır: "Allah'a hamdolsun! Eğer herhangi bir kimse, kabir sıkmasından tam manâsı ile kurtulmuş olsaydı, muhakkak Sa'd, o kişi olurdu. Kabir onu, biraz sıkmış, sonra Yüce Allah kendisini bundan halâs eylemiştir."

îbn-i Sa'd'ın biri de Ebû Saîd el-HudrVden bir rivayeti vardır. O da demiştir ki: "Ben, Sa'd bin Muaz'm kabrini kazananlar arasında idim. Kabri kazarken devamlı olarak açılan topraktan misk kokusu geliyordu." [76]

 

Ebu Râfi'nin Öldürülmesinde Görülen Fevkaladelik

 

Buhârî'nin Berâ bin Azib'ten rivayetine göre, Abdullah bin Atik, Ebû Hâfii öldürdüğü zaman, evin merdiveninden inerken düşüp ayağını kırmıştı. Kendisi der ki: "Ben durumumu gidip Hz. Peygamber'e arz ettim. O da bana hitaben: "Ey Abdullah, haydi şu ayağını güzelce uzat!" buyurdu. Ben de uzattım. O günden sonra, ayağımın hiçbir ağrısını duymadım." [77]

 

Süfyan Bin Nebih El-Hüzelî’nin Öldürülmesinde Görülen Fevkaladelik

 

Beyhakî ve Ebû Nuaym, Abdullah bin Üneys'ten rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber Efendimiz beni çağırdı ve şöyle buyurdu: "Bana ulaşan habere göre, Süfyân bin Nebîh el-Hüzelî, insanları toplayıp bizimle savaşmaları için kışkırtıyormuş. Sen gidip onu Öldürmelisin!" Ben de dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben o adamı tanımıyorum, onu bana tarif ediniz." Bunun üzerine peygamberimiz: "Sen onu tanıyacaksın, onu görür görmez korkup titremeye başlayacak­sın, îşte sana alâmet budur" buyurdu. Ben de derhal yola çıkıp ona vardım. Onu gördüğüm zaman, gerçekten titremeye başladım. Ben, kendisiyle bir müddet yürüdüm. Derken fırsatını bulup üzerine hamleyi yaptım ve kendisini öldürdüm. Dönüp peygamber Efendimiz'e geldiğimde, bana, "Tamam mı" buyurdu. Ben de kendisine: "Evet, yâ Resûlellah" dedim. Bana: "Doğru söylüyorsun" buyurdu ve ayrıca bir asâ hediye etti ve: "Bu asayı yanında sakla, bu benim sana hediyemdir" dedi. Ben, "Ey Allah'ın Resulü, bu asayı bana niçin verdiniz?" diye sordum. O da buyurdu ki: "Bu asâ kıyamet gününde seninle benim aramda bir alâmet olacaktır. İnsanların o gün yükü en hafif olanları, asaya dayananlardır!" "Abdullah bin Üneys, Resûlüllah'ın verdiği bu asayı kılıcının yanma koydu. Ölünceye kadar, kılıcıyla beraber onu da taşıdı. Öldüğü zamanda kefeninin içine ve yambaşma konulmasını emretti ve öyle yapıldı."

(Bunu, îmain Ahmed bin Hanbel de rivayet etmiştir. Ayrıca îbn-i Kesîr de El-Bidâye adlı tarihinde, hicri beşinci seneye âit olaylar arasında bunu zikretmiştir.)

Beyhâki ve Ebû Nuaym, Mûsâ bin Ukbe'den ziaklederler, Abdullah bin Üneys bu hususta demiştir ki: Ben onu, gördüğüm zaman gerçekten bir korkuya kapılmıştım. Halbuki ben korku nedir bilmeyen bir adamım! Kendi kendime: "Gerçekten Resûlüllah doğru söylemiştir" dedim. Heyacânımı kendisine belli etmemeye çalıştım. Bir müddet kendisiyle konuşup yürüdüm. Tam fırsatını bulunca da kılıcı ensesine indirip onu öldürdüm."

(Bu hususta bâzı kimseler derler ki: "Abdullah bin Üneys, henüz dönmemişti ki, Resûlüllah onun vazifesini yapmış olduğunu, yanındakilere haber vermiştir.")[78]

 

Mustalık Oğulları Savaşında Vukua Gelen Bazı Özellik Ve Mucizeler [79]

 

el-Vâkidi der ki: Bana Sâid bin Abdullah bin Ebu'l-Ebyaz söyledi. Ona da babası, Cüveyriye Vâlidemiz'in azadlısı olan ninesinden naklen anlatmıştır. Şöyle ki: Ben Cüveyriye Bint-i Hâris'ten işittim. O bana dedid ki: "Resûlüllah bize geldiği zaman biz Müraysi'de idik. Babam diyor ki: Bizim asla kendilerine karşı koymaya gücümüz yetmeyecek olan bir kuvvetli ordu geldi." Hakikaten gelen askerlerin ve silahların çokluğu, anlatılmayacak derecede idi. Nihayet ben müslüman oldum ve Resûlüllah beni nikahladı. Medine'ye dönüşümüz sırasında ben, islâm askerinin durumuna bir daha baktım, onları daha önceki kadar çok sayıda göremedim. Anladım ki, daha önceki gördüğüm; Allah'ın dilemesi ve yaratması ile müşrikleri korkutmak içinmiş. Nitekim bizim kabileden müslüman olan biride, "Biz bu sırada, daha önce hiç görmediğimiz şekilde ve çoklukta askerler gördük! Bunlar alaca atlara binmiş, beyaz elbiseli adamlar suretinde idi." demiştir.."

(Bu haberi bu şekilde Beyhâki ve Ebû Nuaym sevketmiştir.)-El-Vâkidi ise şöyle demektedir:

Bana Hizam bin Hişam'in anlattığına göre, Cüveyriye validemiz şöyle demiştir: Ben, Peygamber Efendimiz'in gelişinden üç gün önceki rüyamda, Ay'ın Medine'den hareket edip geldiğini ve benim kucağıma düştüğünü görmüştüm. Ben bu rüyamı herhangi bir kimseye söylemek istememiştim. Nihayet üç gün sonra Peygamberimiz askeriyle birlikte geldiler. Bizi esir aldılar. Ben, gördüğüm rüyamı hatırladım ve ümîd ettiğim gibi çıkacağını bekledim ve ben müslüman oldum. Resûlüllab da beni azâd etti ve nikâhı altına alarak benimle evlendi."

(Bunu bu şekilde Beyhakî de rivayet etmiştir.)

Müslim Câbir'den şöyle rivayet eder: "Peygamber (s.a.v.) bir seferden dönmüştü. Medîneye yaklaştığı sırada, öylesine şiddetli bir fırtına esti ki, neredeyse devesine binmiş adamı devesiyle beraber kumlara gömecek gibiydi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Bu fırtına, bir münafıkm ölümü sebebiyle gönderilmiştir" buyurdu. Medine'ye geldiğimizde de, münafıkların en büyüklerindi! birinin Ölmüş olduğunu öğrendik."

(Bu haberi, Beyhâki ve Ebû Nuaym da Mûsâ bin Ukbe tarikiyle rivayet etmişlerdir.)

Beyhâki'nin rivayetinde şu fazlalık vardır: Şiddetle esmekte olan fırtına akşama doğru dindi. İnsanlar fırtınanın şiddetiyle dağılmış bulunan develeri topladılar. Bu sırada Resûlüllah'm devesinin kaybol­duğu görüldü ve aranmasına başlanıldı. Ânsardan bir gurup sahabfnin yanında bulunan bir münafık, ileri-geri laf edip: "Madem ki Muhamme-d'e kaybolan bir deveden daha mühim işler hakkında semâdan haber geliyor, o halde devesinin de nerede olduğunu Allah kendisine haber verse ya" dedi. Sonra bu sahâbîlerin yanından ayrılarak Peygamber'in yanına gitti. Peygamberimiz de bu sırada konuşurken: "Münafıklardan birisi: Peygamberin kaybolan devesinin nerede olduğunu Allah kendisine haber verse ya!" diyerek saygısızlıkta bulunmuştur! İyi biliniz ki, devenin nerede olduğunu Allah bana haber vermiştir! Kaybolan devem, işte sizin tam karşınıza düşen şu vâdîdedir ve yuları bir ağaca takılmış vaziyette beklemektedir! Ve yine iyi biliniz ki, gaybı da Allah'tan başka kimse bilmez!" diye söylemiştir. Ashabdan bazıları da hemen karşı vadiye koşmuşlar ve onu orada Peygamberimiz'in buyurdukları gibi, yularından bir ağaca takılmış bir vaziyette bulup getirmişlerdir. Münafıklar ise, hızlıca daha önceki konuştuğu yere gitmiş, onların hepsinin orada oturmakta olduğunu hiç birinin yerinden ayrılmadığını görmüştür. Buna rağmen, "Allah aşkına doğru söyleyiniz, içinizden gidip de benim söylediğim sözleri Peygambere haber veren olmuş mudur? diye sormaktan da kendini alamamıştır. Onlarda kendisine: "Allah'a yemin ederiz ki, içimizden bir tek kişi yerinden ayrılmamıştır!" Cevabını vermişlerdir. O münafık da demiştir ki: "Zira ben, buradan kalkıp Peygamber'in yanına gittim ve benim burada Söylediğim sözden kendisinin haberdâr olduğunu gördüm. Eğer benim, O'nun gerçek bir Peygamber olduğunda bir şüphe ve tereddüdüm bulunuyorsa, kesin olarak şehâdet ediyorum ku, O gerçekten Allah'ın Resulüdür!"

(Bu rivayetin bir benzerini üstadlarmdan nakleden Ibn-i îshâk, Medine'ye dönüş sırasında vefat ettiği öğrenilen münafığın, Rifâa bin Zeyd bin el-Tâbût olduğunu söylerler.)

Ebû Nüaym'in Câbir'den seukettiği rivayet de şöyledir: "Biz, bir seferde Resûlüllah (s.a.v.) ile birlikte idik. Fena koku yayan bir rüzgar esti. Peygamber Efendimiz de: "Münafıklardan bâzıları, bâzı mü'minleri çekiştirip gıybet ettiler. Bu sebeple bu fena kokan rüzgar esmiştir!" buyurdular." [80]

îbn-i Asâkîr, îbn-i Azi tarikiyle Muhammed bin Şuayb'tan, o da Abdullah bin Ziyâd'tan rivayet ediyor. O demiştir ki: "Mustalık Oğulları savaşında Müreysi denilen yerde esîr edilenler arasında Cüveyriye de vardı. Babası onun fidyesini vererek kurtarmak için gelip mürâcâtta bulundu. Yolda gelirken, Akıl denilen yere geldiği zaman fidye develeri arasında bulunan seçkin iki deveyi ayırarak vâdîye saldı. Onları fidye için ayırmışken, sonradan vermeye kıyamadı. Sonra Peygamber Efendimiz'e geldiği zaman "Ya Muhammed kızımı esîr aldınız. Ben de onun fidyesi olarak develeri getirdim. Fidye karşılığı olarak kızımı serbest bırakmanızı istiyorum!" diyerek mürâcâtta bulundu. Peygambe­rimiz de kendisine: "Fidye için yola çıkarmışken, Akîk vadisinde ayırıp da orada bıraktığın seçkin iki deveyi ne yaptın" buyurdu. Haris bunun üzerine hayret edip: "Ben şehâdet ederim ki sen, gerçekten-Allah'm Resulüsün! Evet, ben o develerin ikisini ayırıp sakladım. Bunu ise Allah'tan başka bilen yoktu! Muhakkak bunu sana Allah haber vermiştir!" Haris bu sözleri söyleyip müslüman oldu."

Buhâri ve Müslim Aişe Vâlidemiz'den şöyle rivayet ederler. O demiştir ki: "Resûlüllah (s.a.v.) bir sefere çıktıkları zaman, zevceleri arasında kura çekerdi. Kur'âda hangisi çıkarsa sefere onunla birlikte çıkardı. Bir gavzeye çıkmak üzere iken de böyle kur'â çekdi ve bana çıktı. Ben de Resûlüllah ile birlikte çıktım. Bu sırada hicâb âyetleri de inmiş bulunuyordu. Ben hicabıma bürünmüş olarak hevdecin içine. girdim, hevdecide beni taşıyacak olan deveye yüklediler. Böylece hevdec ile taşmıyor, hevdec ile birlikte iniyordum. Çıkılan bu gavze sona erdikten sonra dönmek üzere yola çıktık, kafilemiz yoluna devamla Medine yakınlarına kadar gelmiştik. Bir yerde konakladık. Ben gecele­yin hacetim için orduyu geride bırakacak kadar yürüdüm, hacetimi bitirdikten sonra binit deveme döndüm. Göğsümü yokladığımda gerdanlığımın olmadığını gördüm. Hacetimi defettiğim yere gidip, esasen bende emânet olan bu gerdanlığı aramaya başladım. Aramakla epey uğraşmış olacaktım ki bu sırada kafile yola çıkmış. Hevdecimi de kaldırıp binit devemin üzerine koymuşlar.

Ben vücutça o yıllarda oldukça hafif olduğum için, beni hevdecimin içinde sanmışlar. Ayrıca yaşımda küçük idi. Üstelik kilo alacak miktarda yemek yiyemezdik. Bu itibarla hevdecin hafifliğini hic de yadırgamamışlar. Ben, haylice aradıktan sonra kaybolan gerdanlığı­mı buldum ve kafilenin mola verdiği yere geldim. Bir de baktım ki, ortalıkta kimseler yok! Benim hevdec içinde olmadığımı anlayarak beni almaya gelirler kanaatiyle, yerimde oturup beklemeye başladım. Derken üzerime uyku bastı ve oracıkta uyumaya başladım... Derken üzerime uyku bastı ve oracıkta uyumaya başladım. Derken ordunun arkasında gelmekte olan Safvân bin Muattıl el-Sülemî, sabahleyin benim uyumakta olduğum yere gelmiş ve birisinin uyumakta olduğunu görmüş. Dikkat edince beni görüp tanımış. Hicâb âyeti gelmezden önce, beni görüp tanımakta idi. Onun: "Innâ lillah!11 diyerek istircâda bulunması üzerine uyandım ve derhal cilbâbımla yüzünü örttüm.

Allah'a yemin ederim ki, ne o bana birtek kelime söyledi, ne de ben ona. Onun, sâdece istircâ etmesi "Inna Lillah!" demesi sırasında sesini duydum. Safyân devesinden indi ve devesini yere çöktürdü. Beni devesine bindirdi, kendisi de deveyi yularından yederek çekti. Bu şekilde yola devam ederek orduya yetiştik. Onlar kaba kuşluk vakti, sıcağın şiddeti sebebiyle mola vermişlerdi. Benim bu durumda orduya yetişmem sebebiyle, kötü düşünceye saplanarak helak olan, helak olup gitti. Şüphesiz hakkımda uydurulan ve söylenen o büyük iftiranın başı, Abdullah bin Ubeyy bin Selûl idi. Kendisi, zâten bütün münafıkların da reisi idi. Derken oradan hareketle geçip Medine'ye geldik. Ben Medine'ye gelişimden sonra, bir ay kadar rahatsız olmuştum, insanlar, iftiracıların uydurdukları söz üzerine ileri geri konuşurlarmış. Benim ise, hiç birşeyden haberim olmamıştı. Fakat yadırgadığım bir hal vardı. O da diğer rahatsızlıklarım sırasında Resûlüllah Efendimizden görmeye alışık olduğum sıcaklık ve ilgiyi görmemiş olmamdır. Resûlüllah, yanıma geliyor, selâm veriyor ve: "Nasılsın?" diyor, sonra da çıkıp gidiyordu. Onun bu hâli beni düşündürmüyor değildi. Fakat, hakkımda söylenenlerden kesinlikle hiçbir şey bilmiyordum. Derken iyileşmeye başladım

Bir gün Ümmü Müsattah ile birlikte helaya gitmiştik. Biz, zâten geceden geceye dışarı çıkardık. Bu çıkışımız da geceleyin olmuştu. Giderken Ümmü Müsattah, ayağı sürçmüş olacak ki, yere düştü ve bu sırada: Müsattah'ın burnu yerlerde sürtülsün!" diyerek kendi oğlu hakkında bedduada bulundu. Ben de: "Sen ne diyorsun? Hiç Bedir'e katılmış bir müslüman için beddua mı edilir?" dedim. O da bana: "Ey kızım, o neler söylüyor, sen duymuyor musun?" dedi. Ben: "Neler söylüyor?" dedim. O da bana, bunun üzerine iftiracıların söylediklerini haber verdi. Ben bunun üzerine tekrar hastalandım ve hastalığım arttı. Dönüp evime gittiğim zaman, Resûlüllah odama girdi, selam verdi ve "Nasılsın?" dedi. Ben de kendisine: "Ben, ana ve babamın evine gitmek istiyorum, bana izin verirmisin?" dedim. Resûlüllah bana izin verdiler. Ben de ana babamın evine gittim. Ben, hakkımda söylenenler için, onlardan sağlam bir bilgi ve haber almak istiyordum. Anama hitaben: "Anneciğim, insanlar benim hakkımda neler söylüyor? diye sordum. Anam: "Anam kızcağızım, kendine iyi davran! Allah'a yemin ederim ki, senin gibi bir kaç kuması olan, kocasının yanında çokça sevilen güzel bir kadın, birtakım kötü söylentilerden kolay kolay kurtulmaz" diye konuştu.

Ben hayretler içinde kalarak: "Sübhânellah! demek insanlar öyle şeyler mi söylüyorlar?" demekten kendimi alamadım. O gece, sabaha kadar ağladım. Gözyaşlarını sabaha kadar hiç dinmedi, uyku nedir bilmedim. Peygamber (s.a.v.) ise, Ali bin Ebû Tâlib'i çağırıp kendisiyle benim hakkımda konuşmuş, Üsâme bin Zeyd ile de görüşüp konuşmuş. Üsâme bin Zeyd: "Ey Allah'ın Resulü, kendimi ve kendi ehlimi nasıl biliyorsan, sizin ehlinizi de öyle biliyorum. Sizin ehliniz için, hayırdan başka bir şey bilmiyorum" demiştir. Fakat Ali bin Ebû Tâlib: "Ey Allah'ın Resulü, Aişe'den başka kadın mı yok!" diyerek karşılık vermiştir. Ayrıca, Hizmetçileri Büreyre'ye sormasını da sağlık vermiş. Peygamberimiz de Büreyre'ye hitaben: "Ey Büreyre, sen Aişe hakkında hiç seni şüpheye düşüren bir şey gördün mü?" diye sormuş. Büreyre'de: "Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, onun hakkında yadırgadığım hiç bir şey görmedim! Şu kadar var ki, Aişe anası evinde küçücük kızken, hamur yoğurmakta iken uyur kalırdıı. Evin keçisi de hamuru yerdi" diye cevap vermiştir.

O gün, Hz. Peygamber, iftiracıların başı Abdullah bin Übeyye gidip özür dilemesini söylemiş. Ben ise, bütün gun boyu ağlamaya devam etmiştim. Asla gözyaşım dinmiyor, uyku diye bir şey gelmiyordu. O kadar şiddetli ağlıyordum ki, ciğerlerimin parçalanacağını zannetmiştim. Ben bu şekilde ağlarken, anam ve babam başucumda oturuyorlardı. Bu sırada ansardan bir kadın geldi. Yanıma gelmesi için izin istedi, ben de kendisine izin verdim. Gelip yanıma oturdu ve benimle birlikte ağlamaya başladı. Biz işte bu durumdayken Resûlüllah çıkageldi. Selam verip oturdu. Hakkımda söylenti çıkardıkları günden beri, hiç yanımda oturmamıştı. Aradan bir ay gibi bir zaman geçmesine rağmen benim hakkımda bir vahiy de gelmemişti. Bu sefer oturduktan sonra şehâdet getirdiler ve sonra dediler ki: "Ey Aişe, senin hakkında bana, şöyle şöyle sözler geldi. Sen hakikaten bu hususta suçsuz isen  şüphesiz Allah, seni beraat ettirecektir. Eğer bir günah işlemişsen Allah'a tevbe ve istiğfarda bulun, zira günahını itiraf edip tövbe ve istiğfarda bulunan kulunu Yüce Allah Affeder."

Peygamberimiz sözünü bitirince, gözyaşını dindi, bir damla bile düşmez oldu. Babama dedim ki: "Resûlüllah'a cevap ver." Babam: "Ben Resûlüllah'a ne diyeceğimi bilmiyorum dedi. Bunun üzerine ben anama hitaben: "Anacığım, benim namıma Resûlüllah'a cevap ver!" dedim. O da babam gibi: "Vallahi ben ResûldUah'a ne diyeceğimi bilemiyorum!" dedi. Bunun üzerine ben şu şekilde konuştum: "Ben yaşı küçük olan bir kızcağızım. Kur'âri'dan çok şey de bilmiyorum. Demek ki, insanlar benim hakkımda o şekilde konuşuyorlar ve onların bu konuşması da sizlerin içine iyice işlemiş durumda ve siz buna inanmış görünüyorsunuz. Eğer ben sizlere: "Ben öyle biv şeyden kesinlikle berîim (uzağım)!" desem, siz bana inanmayacaksınız. Eğer bir şey hakkında size itirafta bulunsam, hepiniz bana inanacaksınız. Halbuki yüce Allah benim öyle bir şeyden berî olduğumu bilmektedir. Vallahi sizinle benim durumum, ancak Yusufun babasının durumu gibidir! Nitekim o, o sırada: "Ben, Allah'ımdan sabr-ı cemîl niyaz ederim! Sizin dediklerinize karşı, kendisine ve yardımına sığınacak olan da ancak Allah'tır!" demişti. Sonra ben, dönüp yatağıma uzandım. Kesin olarak biliyordum ki, Allah beni beraat ettirecektir.

Fakat benim hakkımda Özel olarak vahiyy geleceğini hiç de düşünemiyordum. Şüphesiz naçiz bir kul olarak, Allah'ın benim hakkımda devamlı okunacak bir vahiyy göndereceğini düşünemezdim de. Belki diyordum, Resülüllah efendimiz benim berâtim hakkında bir rü'ya görür de böylece suçsuzluğum anlaşılmış olurdu, işte ben ancak böyle zannediyordum. Fakat yüce Allah'ın hikmetine ve tecellisine bakınız ki, ne Resülüllah oturduğu yerden intikâl etmişti, ne de oradakilerden herhangi birisi yerinden ayrılmıştı ki Yüce Allah'ın vahyi imdadıma yetişti. Resülüîlah'a vahiyy geldi ve kendileri vahiyy hâline girdiler. Mübarek yüzlerinden inci daneleri gibi ter döktüler. Sonra vahiyy hali O'nun üzerinden açıldı. O da gülümsemeğe başladı. îlk söylediği söz de şu oldu: "Ey Aişe Allah seni beraat ettirdi." Anam, hemen bana "haydi kızım, Resülüllah'm yanına dikil" dedi. Ben: "Vallahi O'nun yanına kalkmam, O'na teşekkür de etmem! Sadece Allah'a hamdederim!" diyerek anama karşılık verdim ve bu hususta yüce Allah, Kerim kitabındaki şu on âyeti inzal buyurdu."

Bu âyetleri, meâlen arz edelim:

"O yalan haberi getirip ortaya atanlar, içinizden bir topluluktur. Siz, onu sizin için bir şer sanmayınız. Bil'akis o sizin için hayırdır.

Onlardan her kişiye, kazandığı günahın cezası vardır. Onlardan o yalanın en büyüğünü idare edene de büyük bir azâb vardır."

"Onu işittiğiniz zaman inanan erkek ve kadınların kendiliklerinden güzel zanda bulunup: "Bu, apaçık bir iftiradır!" demeleri gerekmez miydi?"

"Ona dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şahitleri getirmediler, o halde Allah yanında yalancıların tâ kendileridir."

"Eğer siz dünyada ve âhirette Allah'ın lutfu ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız bu yaygarada size mutlaka büyük bir azâb dokunurdu."

"Çünkü siz onu dillerinizle birbirinizden alıveriyorsunuz ve hakkında hiç bilginiz olmayan bir şeyi, ağızlarınızla söylüyorsunuz ve onu önemsiz bir iş sanıyorsunuz. Oysa o, Allah katında büyük bir günahtır."

"Onu işittiğiniz zaman, bunu konuşmamız bize yakışmaz, Hâşâ bu, büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi?"

"Allah size öğüt veriyor ki, eğer inanan insanlar iseniz, böyle bir şeye bir daha asla dönmeyiniz."

"Allah size âyetlerini açıklıyor. Allah bilendir, hikmet sahibidir."

"inananlar içinde edepsizliğin yayılmasını isteyenler için dünyada da, âhirette de acı bir âzab vardır. Allah bilir siz bilmezsiniz."

"Eğer size Allah'ın lutfu ve rahmeti olmasaydı, Allah çok merhametli olmasaydı, şüphesiz bu iftiranız sebebiyle büyük bir azaba uğrardınız!"

"Ey inananlar! Şeytanın adımlarını izlemeyiniz! Kim şeytanın adımlarını izlerse, o ona edepsizliği ve kötülüğü emreder. Eğer size Allah'ın lutfu ve rahmeti olmasaydı, hiç birinizi asla temizliğe erdirmezdi. Fakat Allah dilediğini temizler. Allah işitendir, bilendir." [81]

Allâme Zemahşeri, Keşşâfü'l-Kur'an adlı meşhur tefsirinde der ki:

"Herhangi bir günahla ilgili olarak inmiş bulunan âyetlerin hiç birinde, Hz. Aişe hakkındaki iftira günahıyla ilgili olarak inen âyetlerdeki kadar ağır bir suçlama vâki olmamıştır. Hz. Aişe'ye yakıştırılan iftira ile ilgili inen âyetlerde ise, muhtelif tahrikler ve çeşitli üslûblar ile pek ağır suçlama ve şiddetli azâb ile korkutma vardır. Bunların her biri şüphesiz irtikâb edilen suçun ağırlığını göstermektedir. Hatta iyi düşünecek olursak, Hz. Aişe'ye iftira suçunun günahının ağırlığı ve bu iftirayı irtikâb edenlere verilecek olan cezanın şiddetinin, putlara tapmanın günah ve cezasından daha ağır olduğunun gösterildiğini farkedebiliriz. Bu ise hem Aişe validemizin taharet ve iffetini, hem de Resülüllah Efendimiz'in Allajı yanındaki üstün mertebesini ifâde eder."

Allâme Ebû Bekir el-Bakıllânı de bu konuda der ki: "Yüce Allah, müşriklerin kendisine isnâd ettikleri şeyleri Kur'ân'da zikrettiği zaman, Kendi Zâtını tesbîh ve tenzih eder. Meselâ bir âyet-i celîlesinde şöyle buyurur: "Onlar (yâni müşrikler), "Allah bir çocuk edindi!" dediler. Sübhâneh = Halbuki Allah böyle bir şeyden münezzehtir!" [82]Ve daha buna misâl olarak zikredebileceğimiz pek çok âyet var. Fakat münafıkların Hz. Aişe'ye isnâd ettikleri şeyi zikrettiği zaman da zâtını tenzih ve tesbîh etmiştir ve "Sübhânek hazâ bühtânün azîm!" =Hâşâ, bu büyük bir iftiradır, buyurmuştur. Hz. Aişe'nin öyle bir şeyden berâetini beyân sadedinde kendisini tesbîh etmek suretiyle, Aişe vâlidemiz'in suçsuzluğunu çok üstün ve nezîh bir beyânla, kullarına bildirmiştir."

Müfessir îbn-i Cerîr, Abdullah bin Caşh'ın oğlu Muhammed'ten şöyle nakleder: "Hz. Aişe ile Hz. Zeyneb, bir gün kendi aralarında iftihar ediştiler. Zeyneb validemiz: "Ben Peygamberle nikâhı hakkında Allah'ın âyet indirdiği bir kimseyim!" diyerek îftihâr etti. Aişe validemiz de: "Ben suçsuzluğu hakkında Allah'ın âyet ettiği kimseyim!" diyerek iftiharda bulundu. Bunun üzerine Zeynep Validemiz, Hazreti Aişeye hitaben: "Gerçekten ey Aişe, sen yapayalnız kaldığın o karanlık gecede nasıl duâ ve niyazda bulundun; diye sordu. Aişe validemiz de şu karşılığı verdi: "Hasbiyallahü ve ni'mel vekîl=Bana Allah yeter, O ne güzel vekil'dir!" diyerek duâ ve niyazda bulundum; yegâne vekilimiz bulunan Allah'a sığındım!"

Benim halam ve mü'minlerin de anası bulunan Zeyneb, Aişe validemizin bu cevabı karşısında: "Kulti kelimete'I mü'minîn= Gerçekten ey Aişe sen ehli imanın sözünü söylemişsin!" diyerek takdirlerini belirtti.

îbn-i Ebû Hâtim'in çıkardığı bir habere göre, Sâid bin Cübeyr şöyle demiştir: "Nur süresindeki .on âyetten başka beş âyet daha vardır ki, bunların hepsi, yani on beş âyet, Hz. Aişe'ye iftira edenlerin tekzibi ve Hz. Aişe'nin beraatı ile ilgili olarak nazil olmuştur." Yine tbn-1 Ebû Hâtim'in çıkardığı bir habere göre, îbn-i Abbas da şöyle demiştir: "Nûr süresindeki: "O namuslu, bir şeyden habersiz ve inanmış kadınlara zina iftira edenler, dünyada da âhirette de lanetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azâb vardır" mealindeki âyet-i kerîme, özel olarak Hz. Aişe hakkında nazil olmuştur."

Saîd bin Mansûr ile îbn-i Cerîr'in îbn-i Abbas'tan olan rivayetleri ise şöyledir: îbn-i Abbâs bu âyeti okumuş sonra şöyle demiştir: "Bu âyet özel olarak Aişe ve diğer peygamber zevceleri hakkında inmiştir ve onlar hakkında bu âyette tevbeden bahsedilmemiştir. Diğer âyet ki:

"Namuslu kadınlara zina suçu atıp da sonra dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurunuz" buyurulmuştur, bunu tâkîb eden âyette de o zina iftirasında bulunanlar için: "Artık bundan sonra tevbe edip islâh-ı nefs edenler hâriç. Çünkü Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir" buyurulmuştur. Yâni: mü'minlerin kadınlarına iftira edenlerin bu iftira suçu için, sonra islâh-ı nefs ettikleri takdirde tevbe hakkı tanınmıştır. Fakat peygamber zevcelerine zina suçunu isnâd edenlerin bu günâhına, bir tevbe hakkı tanınmamıştır. Onların tevbelerinin kabul edilmeyeceğine işarette bulunulmuştur." [83]

Teberânî'nin çıkardığı bir habere göre, Husayf demiştir ki: "Bir defasında ben, Saîd bin Cübeyr'e sordum: "Ey imam, zina suçunu irtikâb etmek mi, yoksa namuslu bir insana zina isnadında bulunmak mı daha büyük bir günahtır?" dedim. O, verdiği cevapta: "Zina etmek daha büyük bir günahtır" dedi. Ben kendisine: "Yâ imam, ilgili âyet, namuslu insanlara zina iftirasında bulunanların, dünyâda da âhirette de lanetlenmiş olduğunu haber vermektedir. Ayetin bu beyânı, zina iftirasında bulunmanın daha büyük günah olduğunu göstermiyor mu?" dedim. O da bana verdiği cevapta: "Evet, gösterir. Fakat bu âyet-i kerîme, validemiz Aişe ile ilgilidir" dedi.

Yine Taberânî, Dahhâk bin Müzâhim'den şu haberi nakletmiştir: "Bu âyet-i kerîme, Peygamber'in (s.a.v.) zevceleri ile ilgili olarak inmiştir."

Bu konuda, Feryâbî, tbn-i Cerir ve îbn-i Ebû Hâtim'in tefsirlerinde, îbn-i Abbas'tan şöyle rivayet ettiklerini görmekteyiz. O demiştir ki: "Peygamberlerden hiç birinin, hiç bir hanımı, asla zina etmemiştir! Böyle bir ayıbı, şanı yüce Allah, hiçbir peygamberin başına getirmemiştir." [84]

 

Uraniyyin Olayında Vukua Gelenler

 

Buhârî ve Müslim Enes'ten rivayet ederler, O demiştir ki: "Ukel veya Ureyne'den birkaç adam Medîne'ye gelip Peygamberimiz'e mürâcâtta bulundular; müslüman olduklarını söylediler ve müslüman oldukları kabul edildi. Onlar, birgün Peygamber Efendimiz'e debiler ki:

"Ey Allah'ın Resulü, biz yayla havasına alışmış, süt ile gıdalanan kimseler idik. Şimdi şehre gelince, buranın havası bize yaramadı, hepimiz hastalandık." Peygamber (s.a.v.) de kendilerine Beytü'l-Mâl'e ait develerin yanına gitmelerini, develerin süt ve bevlini içerek tedâvî olmalarını emretti. Onlar da bunun üzerine Medine'den çıkarak develerin yanına gidip bir müddet kırda kaldılar ve orada iyileştiler. Bir gün, kendileri ve devlete âit develer ve bu devletin çobanları Harra yakınlarında iken, çobana saldırıp onu oracıkta öldürdüler. Devlete âit develeri de önlerine katarak, İslâm'dan da irtidâd ederek gittiler. Durumdan haberdâr olan Peygamber Efendimiz, bu mürted ve katillerin peşine adamlar gönderdi. Bunlar onların izini tâkîp ederek kendilerini yakaladılar. Gözlerini oyarak, ellerini keserek oracıkta bıraktılar. Devletin develerini de alarak geri döndüler. Onlar da orada cezalarını buldular, ölüp gittiler."

Beyhâki de bunun bir benzerini Abdullah bin Câbir'den rivayet eder ve fazladan olarak şunları kaydeder: "Peygamberimiz bu katil ve mürtedlerin arkasından adamlar gönderdi ve onların aleyhine duâ etti. Buyurdu ki; "Allah'ım, yolu onlar üzerine kapat! Gepgeniş yol, başlarına dar gelsin, bîr bilezik kadar küçülüp onlara geçiş vermesin! Hâinler cezalarını bulsun." Gerçekten gepgeniş yollar başlarına dar gelmiş, kendilerine geçit vermemiştir. Peşlerinden giden müslümanlar, kolayca kendilerini yakalayıp cezalandırmıştır. Ellerini, ayaklarını keserek, gözlerini oyarak onları ölüme terketmiş, onlar da orada ölüp gitmişlerdir." [85]

 

Dümetü’l-Cendel Seriyyesinde Vukua Gelenler [86]

 

îbn-i Sa'd el-Vâkidî tarikiyle onun üstadlanndan şöyle nakleder: "Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem Abdurrahmân bin Avfı, Dûme- tü(l-Cendel'e gönderdiği seriyyesi (askerî birlik) içinde göndermişti. Ona demişti ki: "Onları İslâm'a davet ettiğimizde, eğer icabet ederlerse, onların hükümdarlarının kızı ile evlen!" Abdurrahman, o askerî birlikle beraber Kelb kabilesine gitti. Oraya vardıkları zaman onları islâm'a davet ettiler, üç gün mühlet verip beklediler. Kelb kabilesinin reîsi bulunan Esbağ bir Amr, islâm'ı kabul etti. Kendisiyle beraber kabilesinden pek çok kimseler de müslıhnan oldular. Esbağ, daha önce nasrânî idi. Müslüman olduktan sonra kızı Temâzar'ı, Abdurrahman ile evlendirdi. Aynı kabileden bazıları ise, cizyelerini vermek üzere kendi dinlerinde kalmayı tercih ettiler. Abdurrahman bin Avf, Medine'ye Temâzar ile birlikte döndü. Efendimiz'in kendisine söylediği de, böylece gerçekleşmiş oldu."

Yukarıdaki rivayeti İbn-i Asâkîr de el-Vakidîtarikiyle rivayet etmiştir.[87]

 

Hudeybiye'de Vukua Gelen Ayetler Ve Mucizeler

 

"Muhammed, Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik." [88]

Beyhâki, Mücemmi bin Câriye'den şöyle nakleder: "Biz Hudeybiyede bulunduk. Orada yapılan andlaşmadan sonra döndük ve dönüş sırasında Kurâu'l-Ganim denilen yere geldiğimiz de Resûlüllah Efendimiz'e: "Yâ Muhammed, biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik" mealindeki âyet nazil oldu. Peygamberimiz bu âyeti okuduğu zaman, kendisine "Ey Allah'ın Resulü, bu Hudeybiye andlaşması bir fetih midir?" diye soruldu. Peygamberimiz de cevabında: "Evet varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bu bir fetihtir!" buyurdular.

Beyhâki Abdurrahman bin Ebû Leylâ'dan şöyle rivayet eder: "Cenâb-ı Hak, Fetih sûresi'indeki bir âyette:" ve Allah onlara yakın bir fetih daha verdi" buyurmuştur. [89]Bu Hayber'in fethidir. Yine bu sûredeki bir âyetinde: "Size bir başka fetih daha vermiştir ki, henüz sizler ona güç yetiştirmiş değilsiniz" buyurmuştur. [90]Bu da, iran'ın ve Anadolu'nun fethine işarettir."   

Buharı, Berâ bir Azib'ten şu haberi nakletmiştir: "Sizler, fetih denilince-sâdece Mekke'nin fethini anlıyorsunuz. Evet Mekke'nin fethi, büyük bir fetihtir. Fakat biz sahâbiler, fetih söz konusu olunca, bununla Hudeybiye günündeki "Rıdvan BîatTni hatırlarız. Biz, bindörtyüz kişilik bir ordu hâlinde Resûîüllah ile birlikte çıkmıştık. Hudeybiye'ye geldiğimiz de, kuyunun suyunun bir damlası kalmaymcaya kadar

çektik. Susuz kalışımız Peygamber (s.a.v.)'e malum olunca, gelip kuyunun kenarında oturdu ve bir miktar su getirilmesini istedi. Suyu getirdiler, Peygamber efendimiz bu su ile abdest aldılar. Sonra mazmaza yapıp duâ buyurdular, sonra bu suyu kuyuya döktüler. Orada bir müddet bekledik. Fazlaca bir vakit geçmedi ki, kuyu feveran edip hepimizin ihtiyacına kâfi gelecek şekilde suyunu kabarttı. Hem kendilerimiz, hem de hayvanlarımız için yetti ve arttı."

Buhâri, Misver bin Mahreme'den ve Meruân bin Hâkem'den rivayet eder. Bu ikisi demiştir ki: "Resûlülîah (s.a.v.), Hudeybiye gününde bin kusur kişi ile yola çıktılar. Zü'1-Huleyfe'ye geldikleri zaman hedy kurbanını taklîd ve iş'âr etti (Harem-i Şerîf için adanmış kurbanlığının gerdanına ip bağladı ve belli olsun diye örkücünün sağ tarafını yararak kanını orada bıraktı) Kurbanlığını bu şekilde işaretledikten sonra, Umre için ihrama girdi. Sonra kureyş hakkında bilgi getirmesi için gözcü gönderdi. Sonra yoluna devam ederek Usfân yanındaki Gadîrul-Eştâd denilen yere geldiğinde, gönderdiği gözcü geri geldi ve dedi ki: "Kureyş büyük bir topluluk hâlinde bir araya gelmiş ayrıca diğer kabilelerden de adamlar toplanmış. Sizin umrenizi engellemek, sizi Mekke'ye sokmamak için harbe hazırlanmış bir vaziyetteler."

Peygamber Efendimiz, bu haberi aldıktan sonra, ashabına hitaben: "Ey nâs, bu husustaki fikrinizi söyleyiniz! Bizi Mekke'den uzaklaştırmak için kararlı görünen bu adamlarla savaşmaya mı karar verelim, yoksa niyet ettiğimiz gibi Umremizin ifâsına yönelip de engel olmaya kalkıştıkları takdirde, biz de onlara karşı mı koyalım?" Açılan bu istişare üzerine Ebû Bekir: "Ey Allah'ın Resulü, madem ki Umre için yola çıktınız, herhangi bir kimseyle savaşmak niyetimiz de yoktur, o halde Umreyi ifâ için teveccüh ediniz, eğer onlar engel olmaya kalkışacak olurlarsa, bu takdirde kendileriyle savaşırız." Peygamberi­miz de onun bu konuşması ve fikri üzerine: "Uygundur o halde Allah'ın ismi üzerine yürüyünüz!" buyurdular.

Bir müddet ilerledikten sonra Peygamberimiz" Hâlid bin Velîd, Kureyşe âit atlar içinde gözcülük yapmaktadır. Bunun için sağ tarafı takîb edelim!" buyurdular. Hayli ilerledikten sonra Gudratü'l Ceyş denilen asker geçidinden geçerlerken Halîd kendilerini görmüş oldu ve tehlikeyi haber vermek üzere atına tepinerek Kureyş'e gitti. Peygamber Efendimiz yoluna devamla Seniyye'ye geldiği zaman devesinin çöktüğü görüldü. İnsanlar "Hal, hal!" diye bağırarak deveyi kaldırmak istediler ve "Ey Allah'ın Resulü, deveniz Kusvâ yorulup yılgınlık gösteriyor, yerinden kalkmıyor" dediler. Peygamberimiz de: "Hayır, Kusvâ yılgınlık göstermiyor. Onu Kabe'yi tahribe gelen ashab-ı filin fillerini hapseden hab s etmiş tir. Vallahi onlar benden, içinde Allah'ın şiarlarına hürmet edilen herhangi bir yer isteseler, orasını onlara vermekte hiç tereddüt etmezdim!" buyurdu. Kalkması için devesine ihtarda bulundu, deve de sıçrayarak kalktı. Peygamberimiz de Kureyş'in üzerine sarkacak bir yerde iken, yön değiştirip Hudeybiye'nin tâ ilerisinde çukur bir yere indi. Burada su az idi. İnsanlar ancak az az su alabiliyorlardı. Derken bir damlası kalmayacak şekilde kuyunun suyunu bitirdiler. Susuzluktan dolayı Resûlüllah'a mürâcât ettiler. Efendimiz de bunun üzerine okdanhğından bir ok çıkardı ve bunu kuyuya saplamalarını söyledi. Kuyunun suyu öylesine coştu ki, hepsi kana kana içtiler, hayvanlarım da suladılar. Derken Hudâa'lı Bedîl bin Verkâ yanında kabilesinden bâzı kimselerle birlikte oraya geldi. Dedi ki: "Ben Ka*b bin Luiy ve Amîr bin Luiy'i Hudeyb iye'deki su başlarını tutmuş olarak gördüm. Uzun sürecek bir mukâteleyi göze alarak ve düşünerek geldikleri belli ki, yanlarında sağılır develeri de getirmişler. Sizi Kabe'ye sokmamak üzere savaşmakta kararlı görünüyorlar. Durumu size haber verelim dedik."

Peygamberimiz de buna karşı dediler ki: "Biz kimseyle savaşmak için gelmedik! Biz ancak umre yapmak için geldik. Kureyş'e gelince, Önceki savaşlar onları iyice hırpalamıştır, dolayısiyle savaşmayı göze alabileceklerini sanmıyorum. Eğer dilerlerse kendileriyle bir müddet için anlaşabilirim: Bu müddet zarfında ben İslâm'ı tebliğe davet ederim, İslâm iyice yerleşir ve kabul edilmiş olursa, onlar dahî diledikleri takdirde diğer insanlar gibi İslâm'ı kabul ederler. Aksi halde İslâm'ın istikbâli ile ilgili işlere karışmamış ve zarar görmemiş olurlar. Eğer bana bir müddet tanımazlar ve mutlak suretle karşı koyup engel olmaya kalkışırlarsa; ben de kanımın son damlasına kadar onlarla çarpışırım: Yâ bu uğurda şehîd olurum, yahut da Allah enirini infaz eder!"

Bedîl: "Senin bu söylediklerini gider Kureyş'e tebliğ ederim" dedi ve gidip Kureyş'e: "Biz Muhammed'in yanından geliyoruz. O, bazı şeyler söyledi. Eğer onları size arz etmemi istiyorsanız arzederim" dedi. Ku-reyş'in akılsızlarından bazıları: "Bize Muhammed'den hiç birşey anlatmanı istemiyoruz!" dediler. Bâzı akıllıları ise: "Onun ne dediğini bize arz et!" dediler. Bedîl de kendilerine Hz. Peygamberin söyledikleri­ni nakletti. Bu sırada Urve bin Mes'ûd ayağa kalkıp dedi ki: "Ey kavmim, siz ata değilmisiniz? Siz evlâd değil misiniz?" diye ayrı ayrı sordu. Her defasında da Kureyş: "Evet" karşılığını verdi. Urve: "Beni herhangi bir şekilde itham edebilir' misiniz? dedi. Kureyş: "Hayır" karşılığını verdi. Urve: "Bilmez misin ki, Ukazhlar bana karşı haksızlık ve saygısızlık ettikleri zaman, çoluk çocuğumu alarak oradan uzaklaş­tım ve size geldim. Bana itaat edenleri de beraberimde getirdim!" Kureyş: "Evet" dedi. Urve: "Şimdi bu adam size, doğru ve iyi bir teklifte bulunuyor. Siz bu teklifi kabul ediniz ve bırakınız ben gidip kendisiyle konuşayım!" dedi. Kureyş de kendisine: "Peki git, konuş" dedi. Bunun üzerine Urve derhal yola çıkıp Peygamber (s.a.v.)'e geldi ve O'nunla konuşmaya başladı. Peygamberimiz de kendisine, daha evvel Bedil'e söylediklerinin aynısını söyledi. Bu sırada Urve: "Ey Muhammed, eğer sen kavminle savaşa tutuşup onların kökünü kazırsan, hiç duydun mu ki senden evvel Araplardan biri çıkmış da kavminin kökünü kazımış? Hiç bu olur mu? Eğer tersine olursa, yâni onlar sana gelebe çalacak olursa; netice ne olacak? Ben şu anda senin yanındaki adamları da zaten böyle bir çatışma anında soluğu kaçmakta alacak kişiler olarak görüyorum. Bu takdirde yapayalnız kalacaksın." dedi.

Urve'nin bu sözlerini dikkatle dinlemekte olan Ebû Bekir, derhal ona karşılık verdi ve: "Ey Urve! Sen tapınmakta olduğun putunun bıdrmı yala! Sen bizleri kaçacak ve Peygamber'i yanlız bırakacak kimseler mi sandın!" diye haykırdı. Onun bu sözlerine muhatab olan Urve: "Bu kim?" demekten kendisini alamadı. Peygamberimiz de: "Bu, Ebû Bekir'dir" dedi. Urve de: Eğer vaktiyle senden gördüğüm bir iyilik olmasaydı, şimdi sana nasıl cevap verdiğimi görürdün!" diye konuştu ve yine Hz. Peygamber ile konuşmaya başladı. Konuşmasını yaparken Peygamberimizin sakalından tutmaya başladı. Mugîre bin Şu'be ise elinde kılıcı ve başında mihferi ile Peygamberimizin başucunda beklemekte idi. Urve elini yine Hz. Peygamberin sakalına uzatınca, Mugîra elindeki kılıcın kabzası ile onun eline vurdu ve kendisine hitaben: "Ey Urve, elini Peygamberin sakalından çek!" dedi. Urve başım yukarı kaldırıp: "Bu kim?" diye sordu. Dediler ki: "Bu Mugîre bin Şûbe'dir." Bunun üzerine Urve: "Ey haddini bozan vefasız adam, senin vefasızlığının yükünü ben çekmedim mi?" diyerek Mugîre'yi azarlamak istedi. Bunun sebebi ise şuydu: Mugîre, vaktiyle câhiliye devrinde bir topluluğa arkadaşlık etmiş, sonra onları öldürmüş, mallarını da alarak gelip müslüman olmuştu. Bu durumda Peygamber Efendimiz de: "Ey Mugîra: Senin gelip müslüman olmana hiçbir diyeceğim yoktur! Fakat öldürdüğün adamların malları hakkında hiçbir mes'ûliyet kabul edemem" buyurmuştur.

Sonra Urve, Peygamberimizin ashabını süzmeye başladı. Gördü ki, ashabın Hz. Peygamber'e olan hürmeti ve itaati, görülmemiş derecede kuvvetli ve şiddetlidir. Her emir ve işaretini derhal yerine getirmekteler, her bir sözünü tam bir sessizlik ve dikkatle dinlemekte-ler. Hz. Peygamber'e olan saygının büyüklüğünden, başlarını kaldırıp da O'na bakamamaktadırlar. Bu durumu da böylece tesbît eden Urve bin Mes'ûd Kureyş'e döndüğü zaman dedi ki: "Ey kavmim, vallahi ben vaktiyle bâzı hükümdarlara elçi olarak gittim. Iran Şah'ma, Rum Kayser'ine ve Yemen Necâşfsine de gidip gördüm. Vallahi Muhamme-d'in ashabının kendisice olan saygısı kadar kendisine saygı gösterilen bir hükümdarı şimdiye kadar görmüş değilim! Ve Muhammed'in size olan teklifi, gayet yerinde ve doğru bir tekliftir, bunu kabul etmenizi tavsiye ederim!"

Bu sırada Kinâne kabilesinden bir adamın: "Bana yetki veriniz, gidip kendisiyle görüşeyim" dediği duyuldu. Kureyş de hadi git de konuş dedi.  Bunun  üzerine  yola çıkan Kinâne'li  adam,  müslümanlara

yaklaştığı zaman, Hz. Peygamber şöyle buyurdular:

"Şu gelen Kinâne'den bir adamdır ve Kabe'ye adanan kurbanlıkla­rı çok seven bir kabiledendir. Bu itibârla üzerleri işaretlenmiş kurbanlık hayvanlarımızı onun Önüne sürün de, durumu gözleriyle görsün!"

Ashâb, bu emr-i nebevi gereğince kurbanlık hayvanları derhal ona doğru sürdüler ve "Lebbeyk Allahümme lebbeyk!" diyerek telbiye okumaya başladılar. Bunu gören Kinâne'li adam: "Sübhânellah! Bu adamlar Umre için gelmiş kurbanlıklarını da işaretlemiş durumdalar! Böyle bir topluluk Kabe'yi ziyaretten menedilemez!" demiş ve bu müsbet intiba ile Kureyş'e dünmüştür ve demiştir ki: "Adamlar umre için gelmişler, kurbanlıklarının kilâdesini asıp işaretlerini de yapmış­lar. Kendilerini Beytüllah'ı ziyaretten menetmek doğru olmaz." Bunun üzerine Kureyş'den Mikraz bin Hafs adındaki adam ayağa kalkıp: "Bana izin verirseniz gidip onlarla görüşeyim!" demiştir. Kureyş de kendisine izin vermiştir. Müslümanlara yaklaştığı zaman Peygamberi­miz: "Bu gelen de Mikraz bin Hafs'tır. Hileci ve fâsık bir adamdır, kendisine dikkat edelim" buyurmuştur. Mikraz, Peygamberimizle konuşmaya devam ederken Süheyl bin Acar'ın dahî gelmekte olduğunu gördü. Bunun üzerine Süheyl'in adının güzelliği ile tefe'ül buyuran Peygamber (s.a.v.):

"Ashabım, işte Süheyl göründü, işiniz de kolaylaştı, demektir" buyurdu."

Muammer Zührî'nin bu konuda şöyle dediğini nakleder: "Süheyl bin Amr gelip "Kağıt kalem getiriniz, aramızda bir anlaşma yapıp yazıya alalım!" dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de kâtip talebinde bulundu. Ali, bu kâtiplik görevini üstlendi. Peygamberimiz Ali'ye: "Ey Ali önce Bismillahirrahmânirrahîm yaz!" diye emretti. Süheyl buna itiraz etti ve: "Bu sizin Besmele'nizde bir de Rahman adı geçmektedir. Ben Rahman'm ne olduğunu bilmiyorum. Bu şekilde yazmanızı kabul edemem. Ancak bizim Besmele'mi z olan BÎSMÎKE ALLAHÜMME (Ey Allah'ım ancak senin adınla)" diyerek yazabilirsi­niz" dedi. Müslümanlar da Süheyl'e itiraz edip: "Vallahi biz, ancak "Bismillahirrahmânirrahîm = Ey Rahman ve Rahîm olan Allah'ımız, ancak Senin adınla!" diyerek kendi Besmele'mizin yazılmasını kabul ederiz!" diyerek bağırdılar. Peygamber Efendimiz ise Ali'ye "Süheyl'in dediği gibi yaz!" diyerek emretti. Ali de yazdı. Sonra: "Ey Ali, "Bu, Allah'ın Resûlu Muhammed'in üzerine imza koyduğu hükmüdür" diyerek yaz!" buyurdu. Süheyl buna da itiraz edip: "Vallahi bizler, senin Allah'ın resulü olduğunu kabul etmiş olsaydık, seninle böyle bir andlaşma yapmamıza zâten lüzum kalmazdı. Ancak: "Abdullah'ın oğlu Muhammed'in hükmüdür" diyerek yazabilirsiniz" dedi. Peygamber Efendimiz de: "Vallahi sizler her ne kadar yalanlarsanız da, Ben Allah'ın Resulüyüm! Fakat senin dediğin gibi de yazabiliriz. Ey Ali,

haydi onun dediği gibi: "Abdullah'ın oğlu Muhammed" diye yaz!" buyurdu.

Zührî der ki:,"îşte Peygamber Efendimiz'in: "Vallahi onlar bana, içinde Allah'ın şiarlarına hürmet edilecek herhangi bir yer isteseler, bunu onlara vermekte hiç bir tereddüt göstermem!" buyurması, burada böylece kendisini göstermiş oluyordu ve yine, onların elçisinin istediği gibi yazılıyordu."

Peygamberimiz bundan sonra: "Ey Süheyl, Beytullah ile bizim aramıza girmeyeceksin, Umre için tavafımıza engel olmayacaksın! Andlaşmamızm birinci maddesi budur" buyurdu. Süheyl şu karşılığı verdi: "Bu taktirde Araplar bizim zayıflığımıza hükmederler. Ancak, gelecek sene gelip Umre'nizi yapabilirsiniz." Peygamberimizin de bunu kabul etmesiyle, birinci madde bu şekilde iki taraf arasında kabul edilmiş oldu, İkinci madde üzerinde Süheyl: "Ve sana müslüman olarak içimizden ayrılıp sığman olursa, onları bize iade edeceksin" dedi. Müslümanlar bunu hayretle karşılayıp: "Müslüman olarak bize gelen birisi, müşriklerde nasıl iade edilebilir?" diyerek red ettiler. Tam bu sırada Süheyl bin Amr'in oğlu Ebû Cendel, ayaklarındaki zincirler sebebiyle ağır ağır yürüyerek geldi ve müslümanlara sığındı. Derhal Süheyl: "İşte ey Muhammed, yaptığın andlaşmaya riâyet ederek uygu­layacağın ilk şey! Onu derhal bize iade etmelisin!" dedi. Peygamberimiz: "Ey Süheyl, bu hususta henüz andlaşmaya varmış değiliz!" buyurdu. Süheyl ise diretip: "Vallahi siz bunu kabul etmezseniz, ben de sizinle bir andlaşma yapmam!" diyerek bağırdı. Peygamberimiz: "Bu adamcağızı bana bağışlayınız!" dedi. Süheyl, "Asîâ onu sana bağışlayacak değilim" dedi. Peygamberimiz: "Bağışlarsın, haydi dediğimi yap! dedi. Bu sırada söze karışan Mikraz: "Niçin olmasın, onu size bağışlarız" dedi. Derken Ebû Cendel'in şöyle feryâd ettiği duyuldu: "Ey müslümanlar topluluğu, ben size müslüman olarak gelip sığınmışken beni müşriklere nasıl iade edersiniz? Benim müşriklerin elinden neler çektiğimi görmüyor musunuz?"

Gerçekten Ebû Cendel, müşriklerden çok çekmiş, îslâm uğrunda nice çile ve işkencelere katlanmış idi. O gün onu müşriklere iade etmeye, müslümanlardan hiç birinin yüreği razı olmazdı. Nitekim bunu, daha önce müslümanlar da dile getirmişlerdi. Fakat, sıradan bir-müslümanm sırrına nüfûs edemiyeceği kadar mesele büyük ve derin idi. Nitekim bu mevzuda koskoca Hz. Ömer bile bocalamıştı. Nitekim kendisi bu durumu şöyle anlatır:

"Ben, Peygamber (s.a.v.)'e gidip: "Sen, hak olarak Allah'ın elçisi değil misin?" dedim. O da bana: "Evet" dedi. Ben kendisine: "Bizler de müslümanlar olarak hak üzere bulunup, düşmanımız olan müşrikler ise bâtıl üzere değiller midir?" dedim. O da bana: "Evet" dedi. Bunun üzerine ben: "Madem öyle, o halde niçin dînimizde bizleri alçaltan bir ta'vîzi vermeye yanaşıyoruz?" dedim. Resûlüllah da bana cevâbında:

"Ben Allah'ın Resülü'yüm! Allah'a isyan edemem ve O benim yardımcım'dır!" buyurdular. Ben yine kendimi alamayıp: "Yâ Resûlallah, Sen bizlere Kabe'ye varıp tavaf edeceğimizi söylemedin mi?" dedim. Peygamber Efendimiz de: "Evet yâ Ömer. Fakat "bu sene" diye size zaman tayîn ettim mi?" buyurdu. Ben de: "Hayır yâ Resûlallah, zaman tayîn etmediniz" dedim. Peygamberimiz: "Ben sizlere yine söylüyorum, Kabe'ye varıp onu tavaf edeceksiniz!" buyurdular. Bunun üzerine ben, Ebû Bekir'in yanına gittim, Peygamberi mi z'e söyleyip sorduğum şeyleri, aynen ona da söyleyip teker teker sordum. Ondan da, aynen Peygamberimiz'den aldığım cevapları aldım. O da sözünü: "Peygamberimiz bizlere, bu sene tavaf edeceksiniz şeklinde söylemedi. O halde, aynen Peygamberimizin haber verdikleri gibi, Kabe'ye varacağız ve onu tavaf edeceğiz! Bunda hiç şüphen olmasın ey Ömer!" diyerek tamamladı. [91]

İmam-ı Zührî der ki: Ömer bu hususta demiştir ki: "Ben, bu olaydan sonra çok korktum ve üzüldüm. Bu söylediklerime keffâret olsun diye, pek çok amellerde bulundum."

Peygamberimiz (s.a.v.), andlaşmanm yazılıp imzalanması bitirildikten sonra ashabına hitaben buyurdular ki: "Ashabım, haydi kalkınız kurbanlıklarınızı burada kesiniz, sonra tıraş olarak ihramdan çıkınız!"

Fakat ne kadar şaşılacak bir şeydir ki, ashaptan hiç biri kalkıp da Peygamber'in kendilerine olan bu emrini, yerine getirmedi. Nihayet Peygamber Efendimiz bu emrini üç defa tekrarlamak zorunda kaldı. Fakat üçüncü defa emrini tekrarladıktan sonra dahî, ashâbtan hiç biri kalkıp da kurbanlığını kesmedi. Tıraşını olup da ihramından çıkmadı. Bunun üzerine Peygamberimiz çok üzülmüş bîr vaziyette, içinde Ümmü Seleme vâlidemiz'in bulunduğu çadırına girdi. İnsanların bu şaşılacak hâlini orada Ümmü Seleme'ye anlattı. Ümmü Seleme Validemiz de kendilerine şu tavsiyede bulundu: "Ey Allah'ın Resulü, Sen çadırından çık, hiç kimseye bir şey söylemeden kendi kurbanını kes, berberini çağır ve tıraşını olarak ihramdan çık! Mes'ele bu şekilde halledilmiş olacaktır."

Peygamber Efendimiz, Ümmü Seleme'nin kendisine söylediği gibi, çadırından çıkıp kimseyle bir tek şey konuşmadan hedy kurbanını kesti, berberim çağırarak tıraş oldu ve böylece Umre'sinin ihramından çıkmış oldu. Peygamber Efendimizin böyle yaptığını gözleriyle görmüş bulunan ashâb-ı kiram da, hemen kalkıp hedy kurbanlarını kestiler ve birbirlerini tıraş ederek ihramdan çıktılar. Daha önce bu hususta ağır davranan ashâb, şimdi bunu ifâ ederken o kadar acele ediyorlar ve o kadar üzüntülü görünüyorlardı ki, neredeyse birbirini çiğneyeceklerdi." [92]

Bir müddet sonra mü'mine kadınlar geldiler. Yüce Allah onlar hakkında şu âyet-i kerîmeyi indirdi:

, "Ey mü'minler! mü'min kadınlar göç ederek size geldiği zaman, onları imtihan ediniz. Allah onların îmanlarını daha iyi bilir. Eğer onların gerçekten inanmış olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri döndürmeyiniz. Ne bu kadınlar o kâfirlere helâldir, ne de onlar bunlara helâldir. Onların kâfir kocalarının bunlara sarfettikleri mehirlerini onlara veriniz. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz taktirde, bu kadınlar­la sizin evlenmenizde bir günâh yoktur. Kâfir kadınların ismetlerini, (nikâh veya akrabalık bağlarını) tutmayınız ve kâfirlere katılan kadınlara harcadığınız mehirleri isteyiniz. Onlar da size katılan mü'min kadınlara  harcadıkları  mehirleri  sizden  istesinler.  Bu,  Allah'ın hükmüdür. Allah bilendir, hikmet sahibidir."[93]

Bu nazil olan âyetteki Allah'ın hükmü gereğince yapılan imtihan neticesinde, Ömer (r.a.),- vaktiyle şirk zamanında nikahladığı iki hanımını boşadı. Bunlardan birini Ebû Süfyân oğlu Muaz [94]diğerini de Ümeyye oğlu SafVân nikahladı. Sonra Peygamber (s.a.v.) Medine'ye döndü. Bu sırada Kureyş'ten müslüman olan Ebu Basîr adındaki adamın kaçarak Medine'ye gelip Peygamber'e sığındığı görüldü. Kureyş de kendisini yakalamak için peşinden iki adam göndermişti. Bu iki Kureyş'li Medine'ye gelip, andlaşma gereğince Ebû Basir'in kendilerine teslim edilmesini istediler. Peygamber Efendimiz de teslim etti. Mekke'ye dönerlerken Zü'1-Huleyfe'ye vardıkları sırada develerinden inip hurma yemeğe başladılar. Ebû Basir, yanındaki iki adamdan birine:

- "Kılıcın ne kadar da güzelmiş!" dedi. Adam:

-  "Evet" dedi, ben bu kılıcı savaşlarda çok tecrübe ettim. Ebû Basir:

-  "Bakmama müsâde eder misiniz?" dedi. Adam da kılıcını ona verdi. Bunu fırsat bilen Ebû Basir, bir vuruşta adamın kellesini yere düşürdü. Diğer Kureyşli de bu sırada kaçmayı başardı. Medine'ye geri gelip   doğruca  Peygamber'e  gitti.  Yaklaşırken  kendisini   gören Peygamberimiz:

-  "Bu adam muhakkak korkunç birşeyle karşılaşmış" buyurdu. Adam geldi ve:

- "Arkadaşım öldürüldü, ben de öldürülmekten kıl payı kurtuldum, dedi. Derken Ebû Basir de çıka geldi. Dedi ki:

-  "Ey Allah'ın Resulü, sen vallahi andlaşmana uyarak ahdini yerine getirdin. Beni onlara teslim ettin. Allah da bana yardım ederek fırsat   verdi,   ben   de   düşmanımı   öldürerek   kurtuldum!"   dedi. Peygamberimiz bunun üzerine:

- "Hayret! Bu, harb ateşinin yeniden tutuşmasına sebeb olabilir!" buyurdu.

Peygamberimiz'in bu sözünden kendisini tekrar Kureyş'e iade edeceğini sezen Ebû Basir, soluğu kaçmakta aldı. Medine'den ayrılarak Seyfü'l-Bahr'a gitti. Süheyl'in oğlu Ebû Cendel de bir fırsatını bularak Mekke'den kaçtı ve Seyfü'l-Bahr'a giderek Ebû Basir ile birleşti. Kureyş'ten her kim müslümanhğı kabul etse, soluğu Ebû Basir'in yanında alıyordu. Derken buradaki müslümanlar bir topluluk hâline geldiler.

Kureyş'in Şam'a sevkettiği kervanları haber alır almaz, kervanın önünü kesiyor, bâzılarını öldürüyor, mallarını da ele geçiriyorlardı. Kureyş, böylece kendilerinden iyice rahatsız ve şikayetçi idi. Nihayet Peygamber'e adamlar gönderip "Allah aşkına ve aradaki akrabalık hürmetine" diyerek onları oradan aldırmasını istirham ettiler ve kendilerine ilişilmezlik hakkı tanıdılar. Peygamberimiz de adamlar gönderip onları oradan aldırdı. Bu olay üzerine de şu âyet-i kerimeler nazil oldu:

"Mekke vadisinde onlara karşı size zafer verdikten sonra, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çeken Allah'tır! Allah, yaptıklarınızı görmektedir."

"Onlar öyle kimselerdir ki, inkâr ettiler, sizi mescid-i harâm'ı ziyaretten ve bekletilen kurbanlıkları yerlerine varmaktan alıkoydular. Eğer orada, kendilerini tanıyamayacağınız için tepeliyeceğiniz ve bilmiyerek tepelemenizden ötürü, kendileri yüzünden bir belâya uğrayacağınız inanmış ve masum bazı erkekler ve kadınlar olmasaydı; (Allah sizin onlarla savaşmanıza engel olmazdı. Allah böyle yaptı) ki, dilediği kulları rahmetine kavuştursun! Eğer inananlar ile inanmayanlar birbirlerinden ayrılmış olsalardı, elbette onlardan inkar edenleri acı bir azaba çarptmrdık."

"O zaman inkâr edenler, kalblerine kızgınlık ve gayreti, o câhiliye çağının kızgınlık ve gayretini koymuşlardı. Allah da Elçisi'ne ve mü'minlere huzur ve güvenini indirdi; onları takva kelimesine (sebata ve ahde vefaya) bağladı. Zaten onlar, buna layık ve ehil idiler. Allah her şeyi bilendir." [95]

İlgili ayet-i kerime'de işaret olunan "câhiliye çağının kızgınlık ve gayreti" Peygamber (s.a.v.)'in peygamberliğini ikrar etmemeleri ve sırf câhiliye taassubu ile Besmele'nin "Bismillahirrâhmanirrahim" şeklinde yazılmasına karşı çıkmaları idi. Aynı zamanda müslümanlarm sırf islâmi bir ibâdet olarak Umre'yi yapmalarına mâni olmaları idi."

Ahmed, Nesâî ve sahihtir kaydiyle Hâkim, Abdullah bin MugaffeVden şöyle naklederler: Biz, Kur'ân'da da zikri geçen ve altında "Rıdvan Biati" alınan ağacın gövdesinin yanında idik. [96]Bu ağacın dalları, Peygamber (s.a.v.)'in sırtına sarkıyordu. Andlaşmayı yazacak olan Ali bin Ebû Tâlib ile Süheyl bin Amr de Resûlüllah'ın önünde idiler. Peygamber (s.a.v.) Ali'ye:

- "Bismillahirrâhmanirrahim" diye yaz!" buyurdu. Süheyl derhal Ali'nin elini tuttu ve:

-  "Bu şekilde    Besmele yazamazsın! Biz Kureyşliler olarak Rahman  ve  Rahîm  ne  demektir  bilmeyiz.   Bildiğimiz  şekliyle yazabilirsin" dedi. Peygamberimiz de:

-  "Peki, Bismikallahümme şeklinde yaz!" buyurdu. Ali de yazdı. Sonra Peygamberimiz: "Bu, Allah'ın Resulü Muhammed ile Mekke Ehli arasında bir andlaşmadır" diye yaz!" buyurdu. Süheyl buna da itiraz etti, Ali'nin elini tuttu ve:

-  "Sen gerçekten Allah'ın Resulü isen, bu takdirde biz sana zulmetmiş  oluruz.  Bizim  an dlaş m al arımız da  adet olan şekliyle yazabilirsin!" dedi. Peygamberimiz de bunun üzerine Ali'ye hitaben:

-  "Bu Abdullahoğlu Muhammed ile Mekke Ehli arasında bir andlaşmadır" diye yazmasını emretti. Tam bu sırada üzeri silahlı otuz kadar genç çıkageldi. Üzerimize hücum ettiler. Derhal Resûlüllah Efendimiz, onların kulaklarının sağır -gözlerinin de kör- olması için duâ ettiler.  Bizler de yerimizden sıçrayıp onları yakalayıp  getirdik. Peygamberimiz  kendilerine:  "Buraya  gelmeniz  için herhangi bir kimseden bir sözleşme veya emân aldınız mı?" diye sordu. Onlarda:

- "Hayır hiç bir kimseden izin almadık" dediler. Peygamberimiz de kendilerini serbest bıraktı. (Bu olay üzerine de yukarıda mealleri yazılmış bulunan âyetler nazil oldu.)

Müslim Câbir'den rivayet eder. O demiştir ki: "Hudeybiye'ye varıldığında Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Şu Seniyetü'l-Mürâr'a kim çıkacak olursa, ondan vaktiyle îsrâil Oğullarından affedildiği kadar günah ve hatâlar affolunur!" Bu nebevi ferman üzerine o gözetleme tepesine ilk çıkanlar Hazreç'in atlıları oldu. Sonra herkes sür'atle o tepeye koştu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Hepiniz Allah'ın mağfiretine nail oldunuz! Ancak şu kırmızı deve sahibi hariç" buyurdular. Ashâb, o kırmızı deve sahibine dediler ki: "Haydi gel de Peygamber (s.a.v.) senin için Allah'tan mağfiret isteyiversin!" O adam da, şu karşılığı verdi: "Vallahi, benim kaybolan devemi bulmak, arkadaşınız Muhammed'in bana istiğfar edivermesinden benim için daha sevimlidir!" O böyle dedi ve kaybolan devesini aramakla meşgul oldu."

(Ebû Nuaym'in el-Vâkidî'den sevkettiğİ bir rivayette, bu kırmızı deve sahibinin, Damura Oğullarından bir bedevî olduğu, Resûlüllah'ın askerine dâhil olmadığı, o sırada kaybolan devesini aramak için askerin içine sokulduğu, devesini aramak maksadiyle Sürâvi' dağına kadar gittiği, orda tehlikeli bir noktada sağı solu gözlerken dengesini kaybederek aşağıya düşüp parçalandığı, cesedinin yırtıcı hayvanlar tarafından yenildiği şeklinde fazladan bilgiler vardır.)

Ebû Nuaym Ebû Saîd el-HudrVden rivayet eder, O şöyle der: "Hudeybiye yılı biz, Resûlüllah (s.a.v.) ile birlikte çıktık. Usfân denilen yere vardığımızda gece yürüyüşüne devam ettik. Nihayet geçilmesi zor bir tepeye geldik. Ebû Cehil karpuzu denilen bitkisi bol ve çetin bir tepe idi burası. Bu yüzden Peygamber Efendimiz: "Burada karşılaştığınız bu zorluk, Benî Isrâîi'in karşılaştığı ve girmekte, zorluk çekerek imtihan verdiği kapuya benzer. Burada bu zorluğu yenerek tepeyi aşanlara, muhakkak Allah'ın mağfireti vardır" buyurdular. Hamdolsun selâmetle tepeyi aştık. Sabah da olmak üzere idi. Sonra binitlerimizden inerek mola verdik. Ben Hz. Peygamber'e yaklaşarak: "Ey Allah'ın Resulü, Kureyş ateşimizi görürse, bizim için tehlikeli olmaz mı?" dedim. Peygamberimiz de: "Asla onlar sizi goremiyecek!" buyurdu. Sabah olunca Efendimiz bize sabah namazını kıldırdı? Sonra şöyle buyurdu:

"Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bu gece kafilemizde bulunanların hepsi Allah'ın mağfiretine nail oldular! Ancak bir adamcağız müstesna!"

Kafilemizin adamları, o adamcağızın kim olduğuna baktıklarında kafilemizden olmayan bir yabancı bulunduğunu görüp anladılar. Baktık, kaybolan devesini aramak için yakınımıza kadar gelmiş bir ârabî idi. Sonra Peygamber Efendimiz, "Yakında öyle bahtiyar müslümanlar gelecektir ki, onların amellerinin çokluğuna bakarak, kendi amellerinizi azımsarsımz" buyurdular. Biz de: "Ey Allah'ın Resulü, Onlar Kureyşten midir?" dedik Resûlüllah Efendimiz ise: "Hayır onlar Kureyşten değil Yemendendir; kalbleri sizden daha yufka ve daha yumuşak olan kimselerdir" buyurdu. Biz yine: "Ey Allah'ın Resulü, bu müslümanlar bizden daha mı hayırlı olacaklar?" diye sorduk. Bizim bu sorumuz üzerine de Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular:

"Eğer bir kimsenin altından bir dağı olsa ve bütün bu altını Allah yolunda harcasa, sizden birinizin bir müd veya onun yarısı kadarı ile (bir kısımlık) yaptığı hayır ve sadakanın sevabına bile yetişemez! Haberiniz olsun ki, bizimle diğer müslümanların arasındaki farkı, yâni bizim büyük özelliğimizi beyân eden, Allah'ın şu âyetidir:

"Neden sizler Allah yolunda harcamıyacaksınız ki? Göklerin ve yerin mîrâsı zâten Allah'ındır. Elbette içinizden Mekke'nin fethinden Önce Allah yolunda harcayan ve savaşanlar, ötekilerle bir olmaz. Onların derecesi, sonradan infâk eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine en güzel sonucu va'detmiştir. Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdârdır." [97]

Ebû Nuaym, îbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Peygamber (s.a.v.) Hudeybiye'ye indiği zaman, sıcak çok şiddetli idi. Asker de kalabalık idi. Kuyuda ise bir damla su kalmamıştı. Bunun üzerine Peygamberimiz biraz su getirilmesini istedi. Getirilen kuyuya âit bu kova içinde abdest aldı. Mazmaza yapıp ağzındaki suyu da âit bu kovanın içine bıraktı. Sonra kovadaki suyu kuyuya döktü. Derken kuyunun suyu yükseldi. Ashâb kuyunun etrafında idiler. Kuyunun suyunun coştuğunu görünce, su kablarım getirip, bol bol su aldılar."

Ebû Nuaym el-Vâkidî'den nakleder. O şöyle der: "Naciye bin A'cüm derdi ki: "Hudeybiye'de suyun yokluğundan şikâyet edildiği zaman Peygamber (s.a.v.) beni çağırdı ve "Şu oku al!" diyerek okdanlığından çıkardığı oku bana verdi. Sonra bir kova istedi ve bu kovanın içinde abdest aldı. Ağzında mazmaza yaptığı suyu da bunun içine boşalttı. Sonra bana hitaben: "Haydi kuyuya in, elindeki oku kuyunun zeminine sapla, bu kovayı da oraya boşalt ve çek!" buyurdu. Ben de kuyuya indim ve O'nun buyurduğunu aynen yerine getirdim. Allah'a yemin ederim ki, kuyunun suyu derhal öylesine coştu ki, çıkarken peşimden beni suya garkedecek diye endişe ettim. Su, adetâ tencerenin kaynaması gibi kaynıyordu. Nihayet su yükselip kuyunun ağzına kadar doldu. Etrafımda bekleşmekte olan Ashâb, koşarak kaplarını getirdiler, hepsi bol bol su aldılar. Kendilerinin ve hayvanlarının bütün su ihtiyacını karşıladılar."

Bu sırada, kuyunun yakınında münafıklardan da bâzıları vardı. Bu mucizeyi onlarda gözleriyle gördüler. Suyun coşarak yükselişine bakmakta olan Abdullah bin Ubeyye hitaben Evs bin Havlı dedi ki: "Ey Ebu'l-Habbâb, üzerinde bulunduğun şey hakkında basiret sahibi olmanın zamanı, hâlâ gelmedi mi? Gözlerinle gördüğün şu mucizeden sonra, daha neyi görmek istersin? Senin de bildiğin ve gördüğün gibi, buraya geldiğimizde kuyunun suyunu çektim, bir içimlik dahî su kalmamıştı. Peygamber Efendimiz kovada abdestini alıp bu suyu kuyuya döktürmesi ile, kuyunun suyunun coşup hızla yükseldiğini hepimiz gördük. Buna rağmen, hâlâ basiret ehlî olmayacak mısın?"

Abdullah bin Übeyy, Evs bin Havlî'nin bu sözlerine karşılık: "Biz, bu gibi şeyleri daha önce de gördük" (?) demekle yetindi. Aldığı cevap karşısında hayretler içinde kalan Evs bin Havlı: "Allah, senin de, senin sakat düşüncenin de cezasını versin!" demekten kendisini alamadı. Abdullah Bin Übeyy, derhal oradan ayrılarak Hz. Peygamber'in yanma gitti. Peygamberimiz de kendisine: "Bugün, şu gördüğün mucize karşısında ne dersin?" buyurdu. Abdullah: "Böyle bir şeyi şimdiye kadar hiç görmemiştim!" dedi. Peygamberimiz de: "O halde demin o söylediklerini niçin söyledin?" buyurdu. Abdullah: "O söylediklerim için Allah'tan mağfiret dilerim!" karşılığını verdi. Bu baş münafığın oğlu Peygamberimiz'e: "Ey Allah'ın Resulü, babam için istiğfar ediver de Allah onu affetsin!" dedi. Peygamberimiz de onun için istiğfarda bulundu. "([98]

Buhari Câbir'in şöyle dediğini rivayet eder: "Hudeybiye'de insanlar susadı. Resûlullah Efendimiz önündeki su kovasından abdest aldıktan sonra insanlara dönüp: "Neyiniz var?" diye sordu. İnsanlar da: "Sizin önünüzdeki su kovasında bulunan sudan başka abdest almak ve içmek için hiç su yoktur" dediler Bunun üzerine Peygamberimiz elini, önündeki su kovasına soktu, parmakları arasından çeşme gibi su akmaya başladı. Biz bu sudan hem içtik, hem de abdest aldık."

Bu hususta Câbir'e denildi ki: "Siz o gün orda kaç kişi idiniz?" Câbir de onlara şu karşılığı verdi: "Eğer biz orda yüz bin kişi bile olsaydık, o su bize yine kâfi gelecekti. Fakat biz o gün orda bin beş yüz kişi idik." [99]

(Câbir'den çeşitli tarîklerle bu şekilde rivayet edilmiştir. Beyhakî ve başkaları ise, paygamber efendimizin mübarek parmakları arasından su akması mucizesinin birkaç kere vukua geldiğini naklederler, az ileride bu hususta bir bölüm gelecektir.)

Müslim, Seleme bin el-Ekva'dan nakleder. O şöyle der: "Biz, bir gazvede Resûllüllah ile birlikte idik. Bir ara şiddetli bir şekilde yiyecek sıkıntısı çektik. Hattâ binit develerimizden bâzılarını kesmek istedik. Peygamber (s.a.v.) ise, bizlere yiyecek olarak bütün bulunanları bir yere toplamamızı emretti. Biz de bir yaygı serdik ve bu yaygının üzerine neyimiz varsa getirip koyduk. Ben, toplanan yiyeceklerin yekûnunun miktarını tahmin etmek için yaygıyı toprarlayıp kaldırdım. Hepsi, bir oğlağı doyuracak kadardı. Biz ise, bin dörtyüz kişi idik. Hepimiz bu yaygı üzerindeki yiyecekten yedik ve doyduk. Sonra kablanmızr yiyecek ile doldurduk. Sonra Resûllüllah Efendimiz: "Abdest almaya su var mır**r?" buyurdu. Birisi, içinde çok az su bulunan su kabını getirdi ve bir tasın içine döktü. Hepimiz bu sudan abdestimizi aldık. Biz yine bin dörtyüz kişi idik." [100]

îbn-i Sa'd, sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhakî ve Ebu Nuaym Ebu Artırandan rivayet ederler. O şöyle der: "Biz bir gavzede Peygamber (s.a.v.) ile birlikte idik. İnsanlar aç kaldılar. Bâzı binit develerinin kesilmesi için Peygamber Efendimiz'den izin istediler. Ömer ortaya atılıp: "Yâ Resûlellah, bugün bu şekilde karnımızı doyurduk diyelim! Peki yarın düşmanla hem aç, hem de yaya bir şekilde karşılaştığımızda hâlimiz nice olur?" dedi ve ilâve etti: "Ey Allah'ın Resulü, eğer dilerseniz insanların arta kalan yiyeceklerini bir yaygı üzerinde toplamalarını emrediniz, sonra bunun bereketlenmesi için dua buyurunuz, Allah'ın bizi duanız bereketiyle gayemize erdireceğini ümîd ederiz!"

Bunun üzerine Peygamberimiz, bir yaygı yazılıp üzerine bütün arta kalan yiyeceklerin getirilip birleştirilmesini emretti. Az veya çok herkes nesi varsa getirip döktü. Bütün arta kalan yiyecekler yaygı üzerinde birleştirildi. Sonra Peygamberimiz bir müddet dua buyurdular. Sonra askere: "Herkes kabını getirsin, elleriyle yaygıdan alarak kabını doldursun!" diye ilân etti. Kabını bu yaygı üzerindeki yiyecekten doldurmayan kalmadı. En sonunda yaygının üzerinde bir o kadar daha yiyecek kaldı. Bunu gören Peygamber (s.a.v.), büyük bir sevinç duydular ve şöyle buyurdular:

"Ben şehâdet ederim ki Allah'tan başka bir ilâh yoktur! Yine şehâdet ederim ki ben Allah'ın Rasulüyüm! Her kim, Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in de Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet eder olduğu halde Allah'a kavuşacak olursa; muhakkak cehennemden halâs olur!"

Beyhâki Urve'den şu haberi nakletmiştir: "Peygamber (s.a.v.), Hudeybiye'ye indiği zaman Osman bin Affân'ı Kureyşe elçi olarak gönderdi ve ona şu emri verdi: "Onlara, bizim savaşmak için değil, sâdece Umre yapmak için geldiğimizi haber ver! Aynı zamanda kendilerini islâm'a da davet et!"

Peygamberimiz ayrıca Osman'a, Mekke'deki kadın ve erkek mü'minleri ziyaret edip görmesini ve fethin yakın olduğunu müjdeleme­sini, çok yakın bir zamanda Allah'ın dînini gâlib kılarak Mekke'de hiçbir kimsenin îmânını gizlemeye mahal kalmıyacağını haber vermesini de söyledi. Osman, bu emirle Mekke'ye gitti. Orada Kureyş'i görüp elçiliğini tebliğ etti. Kureyş ise kabul etmedi ve harbe hazırlandı. Peygamberimiz de bunun üzerine ashabından bîat aldı ve birisi şu nidayı yaptı: "Herkes duysun! Peygamber'e bîat edilmesi üzerine Cebrail (a.s.) (ilâhi emirle) inmiştir. Bunun üzerine müslümanlar, ebediyen Peygamberi yalnız bırakmıyacaklarına daîr biat ettiler. Bu suretle Allah, müşriklerin kalblerine büyük bir korku saldı. Müslümanlardan rehin aldıklarını serbest bıraktılar ve Hz. Peygamberden sulh andlaşması yapılmasını istediler.

Bu sırada müslümanlar, Osman bin Affân'm Mekke'de Kabe'yi ziyaret şerefine nail olduğu hakkında konuştular. Resûlüllah Efendimiz onların bu sözüne karşılık: "Biz burada mahsur kalmışken> Osman'ın tek başına Kabe'yi ziyaret edeceğini zannetmiyorum!" buyurdu. Derken Osman çıkageldi. Müslümanlar kendisine Kabe'yi tavaf ettin mi?" diye sordular. Osman şu karşılığı verdi: "Ne kötü zanda bulunuyorsunuz! Allah'a yemin ederim ki, Resûlüllah Hudeybiye'de mahsur kalmışken, ben Mekke'de bir sene kalsam dahî tek başıma tavaf etmeyi asla düşünmezdim! Aslında Kureyş bana, Kâbeyi tavaf etmemi teklîf bile etti. Fakat ben kabul etmedim!" Müslümanlar da bunun üzerine: "Gerçekten Allah'ın Resulü, hepimizden daha iyi biliyor ve daha güzel zanda bulunuyor" demekten kendilerini alamadılar."

Beyhakî îbn-i îshak'tan nakleder. O der ki: Bana Yezîd bin Süfyân Muhammed bin Ka'b'ın şöyle dediğini söylemiştir: "Hudeybiye sulh andlaşmasında. Peygamber Efendimizin kâtibi, Ali bin Ebû Tâlib idi. Peygamberimiz kendisine: "Haydi yâ Ali, "Bu, Muhammed bin Abdullah'ın Kureyş ile andlaşmasıdır" diye yaz!" dediği zaman, Ali, ağırdan alıyor ve bu şekilde yazmak istemiyordu. O, ancak; "Allah'ın Resulü Muhammed ile" şeklinde yazmak istiyordu. Peygamberimiz de bunun üzerine kendisine: "Haydi Ali yaz! İleride aynı durumla sen de karşılaşacak ve istemediğin halde aynı tâvîzi vermek zorunda kalacaksın!" diyordu." [101]

Ahmed ve Beyhakî, îbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet ederler: "Peygamberimiz'in ve ashabının sevkettikleri hedy kurbanları, yetmiş kadar vardı. Bunlar, Hudeybiye Musâlahası gereğince umrelerini seneye kaza etmek üzere bu hedy kurbanlarını burada kestiler. Bu kurbanlık develer, Beytullah'tan menediîmeleri sebebiyle, yavrularının hasretiyle inledikleri gibi acı acı inlediler."

El-VâkıdVnin Abdullah bin Ebû Bekir'den çıkardığı bir habere göre, Huvaytıb bin Abdü'l-Uzzâ demiştir ki: "Ben, Hudeybiye andlaşma-sınm imzalanmasından sonra geri döndüğüm zaman, Muhammed'in az.

zaman sonra kesin galebeyi elde edeceğine muhakkak nazarıyla bakıyordum. Mekke'ye bu görüşle dönmüştüm. Düşündüğüm gibi de oldu."

Beyhakî îbn-i Mes'ûd'un şöyle dediğini rivayet eder: "Peygamber (s.a.v.) Hudeybiye'den dönüşü sırasında yolda mola verdi, inip istirahata geçtiğimiz sırda Hz. Peygamber:

- "Bizi kim bekleyecek?" buyurdu. Ben hemen:

- "Ben bekliyeceğim!" dedim. Resûl-i Ekrem bana:

-  "Sen uyur kalırsın!" buyurdu ve yine: "Bu gece bizi kim bekliyecek?" dedi. Ben yine:

-  "Ben beklerim!" karşılığını verdim. Bu sefer Hz. Peygamber kabul etti ve:

- "Peki, sen bekliyeceksin" buyurdu.

Peygamberimiz ve ashâb istirahata geçtiler, ben de bekçilik yapmaya başladım. Sabah olurken, Peygamberimiz'in buyurduğu başıma geldi. Olduğum yerde uyuyakalmışım! Uyandığımda güneş doğmuş idi. Peygamberimiz ve ashâb da uyandılar. Peygamber Efendimiz bu hususta şöyle dediler: "Eğer Allah Teâlâ, uyumamanızı dileseydi, sizler de uyuyakalmaz ve sabah namazını vaktinde kılardınız. Fakat Yüce Allah, bu hususta bizden sonrakilere bir örnek kılmak istemiştir." Sonra kalkıp namaza hazırlandı ve sabah namazı kaza edildi. Sonra şöyle buyurdular: "Ümmetimden herhangi birisi, bu durumda kaldığı zaman, o da böyle yapar, yâni namazını kaza eder." [102]

Sonra insanlar, develerini arayıp toplamaya başladılar. Bu arada Hz. Peygamber'in devesi bulunamadı. Peygamber Efendimiz bana, "Haydi şu tarafa git ve ara!" buyurdu. Ben de derhal Hz. Peygamber'in dediği tarafa gittim ve arayıp devesini buldum. Devenin yuları bir ağaca dolaşıp kalmıştı ve el ile çözülmesi adetâ imkansızdı. Çalışıp çözdüm ve alarak getirdim. Durumu da Hz. Peygamber'e arz ettim." [103]

Beyhâki Mücâhid'in şöyle dediği haberini nakletmiştir: "Peygam­ber (s.a.v.) Efendimiz, Hudeybiye'de Mekke'ye vardığı ve ashâbıyla birlikte umre'lerini yaptıkları, tıraşlarını olarak ihramdan çıktıkları şeklinde bir rüya görmüş ve bu rüyasını ashabına haber vermişti. Kabe'ye gitmek mümkün olmayıp kurbanlıklarını Hudeybiye'de keserek ihramden çıkıldıktan sonra ashâb: "Ey Allah'ın Resulü, siz bizim umremizi edâ ettiğimiz şeklinde bir rü'yâ görmüştünüz?" dediler. [104]Peygamber (s.a.v.)-, onların böyle bir sorusu ile karşılaşınca, Yüce Allah derhal şu âyetini inzal buyurdu:

"Andolsun, Allah, elçisinin rü'yâsını doğru çıkardı. înşaallah, emniyet içinde kiminiz başlarını tıraş ederek, kiminiz saçlarını kısaltarak, hiçbir korku duymaksızın Mescid-i Harâm'a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bildi ve bundan önce size yakın bir fetih ihsan eyledi." [105]

Böylece islâm ordusu Hudeybiye'den geri döndü. Dönüşte de Hayber'in fethi kendilerine müyesser oldu. Andlaşmada kaydedildiği gibi, ertesi sene de gidip Mescid-i Harâm'a emniyet içinde girdiler, Um­relerini yerine getirdiler. Peygamber Efendimîz'in gördükleri rü'yâsınm tasdiki de böylece gerçekleşmiş oldu. Yâni rü'yânın görüldüğü sene değil de, ertesi sene yerini bulmuş oldu."

Beyhakî, Ebû Nuaym, Ebû Hüreyre'den şu haberi nakletmiştir: "Peygamber (s.a.v.), yatsı namazını kıldıktan sonra, son rek'atinde şöyle dua ederdi: "Allah'ım, Velîd bin Velîd'e kurtuluş ver! Allah'ım, Seleme bin Hişam'a kurtuluş ver! Allah'ım Ayyaş bin Ebû Rabîa'ya kurtuluş ver! Allah'ım, mü'minlerden müstez'af olanlara kurtuluş ihsan eyle! Allah'ım, Mudar üzerine de şiddetli bir belâ ver! Onlara, Yusufun seneleri kadar açlık ve kıtlık seneleri ver!"

Gerçekten Mudarlılar, çok şiddetli bir açlık ve kıtlığa mübtelâ oldular. O derecede ki, kan ve idrar karışımını bile yemek zorunda kaldılar. Peygamber Efendimiz ise, müstez'af olan (Mekkelilerîn elinde kalan) mü'minleri kurtuluşa ermelerine kadar, onlar lehine olan duasına devam ettiler. Sonunda Allah onlara kurtuluş verdi. Peygamberimiz de, onlara hâs olan duasını bıraktı."

Heysem bin Adiyy El-Ahbâr adlı eserinde Saîd bin el-As'tan şöyle nakleder: Ebu'l-As, Bedir'de katledildiği zaman ben, amcam Ebân bin Saîd'in kucağında idim. Amcam, ticâret maksadiyle Şam'a gitti ve bir müddet orda kaldı. Peygamber'e (s.a.v.) çokça sövüyordu. Şam'dan döndüğü zaman da ilk sorduğu şey; "Muhammed ne yaptı?" sorusu olmuştu. Amcam Abdullah, kendisine §u cevabı vermişti: "Vallahi Muhammed şimdi, eskisinden daha kuvvetli ve daha izzetli durumdadır!"

Bunun üzerine amcam Ebân, sükût etti ve eski âdeti veçhile sövmedi. Sonra Kureyş'in iîeri gelenlerine bir ziyafet verdi. Yemek sırasında onlara dedi ki: "Ben Şam'a gittiğim zaman bir karyede iken, bir râhib gördüm ve kendisi ile tanıştım. Manastırından tam kırk sene hiç inmemiş. Bir gün manastırından inip halka va'z etti. Halk kendisini dinlemek ve görmek için toplanmıştı. Konuşmasını bitirdiği zaman ben kendisine sokuldum ve kendisiyle konuşmak istediğimi söyledim. O da kabul etti ve benimle yalnız olarak konuşmayı tercih etti. Ben kendisine dedim ki: "Ben Kureyş'ten bir adamım. Bizde bir adam zuhur etti ve kendisinin Allah'ın Resulü olduğunu iddiada bulundu." Râhib bunun üzerine bana: "O adamın adı nedir?" diye sordu. Ben: "Onun adı Muhammed'dir" dedim. Râhib tekrar: "Peygamberliğini ilân edeli ne kadar oldu?" diye sordu. Ben: "Yirmi sene oldu" dedim. Râhib: "Ben sana O'nun kim olduğunu anlatayım mı?" dedi. Ben de: "Evet" dedim. O'nu bana öyle anlattı ki, O'nun hiç bir sıfatında hata etmedi. Sonra da şu sözlerde bulundu: "O, vallahi şu ümmetin peygamberidir ve O, Ailah'a yemin ederim ki davasını izhar edecektir!" Böyle dedikten sonra da benden ayrılıp manastırına girdi. Ayrıca bana şu tenbihde de bulunmuştu: "Sen, o peygamberliğini ilân eden Muhammed'e benden selâm götür!" Benim o rahiple konuşmam, Hudeybiye andlaşmasımn yapıldığı zamana rastlıyordu."[106]

 

Halid Bin Velid'in Müslüman Oluşu

 

îbn-i Sa'd ve Beyhakî Hâlid bin Velîd'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Azız ve Celîl olan Allah, benim hakkımda hayır ve hidâyet dilediği zaman, benim kalbime müsîümanlık sevgisini attı. Doğruyu görmeyi bana nasîb etti. Zaten ben kendi kendime: "Bugüne kadar Peygamber'in aleyhine katıldığım bütün vak'a ve harblerden döndüğüm sırada, isabetli hareket etmediğimi düşünür, er veya geç Muhammed mutlaka davasında başarılı olacaktır" derdim. Benim yine böyle bir vicdan muhasebesi yaptığını sırada, Peygamber (a.s.) Hudeybiye seferi­ne çıkmıştı. Ben de müşriklere âit süvariler arasında çıkmış, îslâm Ordusuna yaklaşmış, Usfân denilen yere gelip tam peygamber'in hizasında vaziyet almıştım. Peygamber ashabına bizim önümüzde öğle namazını kıldırıyordu. Biz bu sırada Kureyş'in atlıları olarak ve tam zamanıdır diyerek onlara saldırmayı tasarlamıştık. Fakat bu düşüncemizi tatbik etmedik. Peygamber ise bizim bu kasdımızdan haberdâr edildi. İkindi namazını ashabına Havf Namazı olarak, yâni nöbetleşe bir şekilde kıldırdı. [107]

O'nun böyle bir tedbîr alması, namazı kıldırırken bile bir tedbîre tevessül etmesi; doğrusu bizim üzerimizde çok te'sîr etti. Ben kendi kendime dedim ki: "Bu adam, muhakkak Allah tarafından -korunuyor." ^onra^nvâri-kuvvetleri-otaral^bırînrimizden ayrılıp değişik yerlerde mevzilendik. Peygamber bu hareketimize karşı dahî tedbîr aldı ve bizim atlıların yolundan saparak sağ istikâmeti takîb etti. Ben de yolumu takîbederek Kureyş'e durumu haber vermeye gittim.

Peygamberimiz, Hudeybiye'de Kureyş ile bir barış andlaşması yaparak geri döndüğü zaman, kendi kendime sordum: "Şimdi geride ne kaldı? Ne yapmam, nasıl hareket etmem doğru olur? Yemen kiralı Necâşî'ye gitsem, O, Peygambere tâbi olmuş ve Peygamberin ashabını himayesine almış durumda. Yoksa Rûm diyarının kiralı Herakliyus'a mı gitsem? Yahut da kendi dînim olan putperestliği bırakarak hiristi-yanlığa veya yahûdîliğe mi girsem? Yoksa kalkıp Acem diyarına giderek onların dînine mi girsem? Arabın dîninden Acemin dînine geçmek de benim için ne kadar ayıp olur? Yoksa, kendi ülkemde kendin dînimde, diğer araplar gibi sabır ve sebat mı etsem?" îşte ben, böyle tereddüdler içinde kıvranırken Peygamber (s.a.v.), Kureyşle olan andlaşması gereği Umresini kaza için asn âbı ile birlikte Mekke'ye geldi. Demek ki aradan bir sene geçip gitmişti. Peygamberle birlikte kaza umresi'ne gelenler arasında kardeşim Velîd bin Velîd de vardı. Ben, müslümanların Mekke'ye girişlerini ve Umre yapışlarını görmemek için, ortalıktan kayıp oluverdim. Kardeşim beni hayli aramış ve bulamamış. Nihayet bana bir mektup yazıp göndermiş. Mektubunda ise şöyle diyordu:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Bundan sonra derim ki:

Kardeşim, sen hem bu kadar akıllı ol, hem de islâm'dan kaçıyor ol, doğrusu bunun kadar şaşılacak bir şey görmedim! İslâm'ın ne olduğuna gelince: Şimdi bunu bilmiyen mi var? Peygamber efendimiz, seni benden sordu ve, "Halid nerededir?" buyurdu. Ben de: "İnşaallah gelir" dedim. O da buyurdu ki: "Halid gibi biri, İslâm'ın ne olduğuna cahil kalmış olamaz! Şimdi o, gücünü ve kahramanlığını müslümanlarla birleştirmiş olsa, kendisi için ne kadar da hayırlı olur!"

Kardeşim hiç durma, acele et! Kaçırdığın nice güzel fırsatları, derhal telafi eyle!"

işte ben kardeşim Velîd'in bu şekilde yazdığı mektubunu alınca, islâm'a rağbetim arttı ve Resûlüllah'ın sözleri beni çok sevindirdi. Zâten o günlerde şöyle bir rü'yâ da görmüştüm: "Sanki ben, dar ve bitkisiz bir arazide idim ve buradan çıkıp geniş ve yeşillik bir arazîye gitmişim." Kardeşimin bu mektubunu alınca, tamam dedim, benim gördüğüm rü'yâ da buna çıksa gerekir. Yani böyle yorum yaptım. Medine'ye vardığımız zaman, bu rü'yâmı Ebû Bekime muhakkak açmalıyım, dedim ve kendisini görerek rü'yâmı ona naklettim. O da bana dedi ki;

"Bak Hâlid, gördüğün bu rü'yâdaki dar ve bitkisiz arazî, senin içinde bulunduğun şirk hâlini gösteriyor. Çıkıp gittiğin yeşillik ve bol arazî ise, Allah'ın seni hidâyette kılacağı islâm demektir."

Bunun üzerine ben, Peygamber Efendimiz'e gitmeye kesin karar verdim. Fakat yalnız olarak gitmek de istemedim. Acaba bana kim ar­kadaş olur? diye düşünürken, yolda Safvân bin Ümeyye ile karşılaştım. Ona dedim ki: "Ey Ebû Vehb, içinde bulunduğumuz durumu, düşünüp görmüyor musun? Artık Muhammed'in Arab'a ve Acem'e galebe çaldığı açıkça ortaya çıkmıştır.- Birlikte O'na gitsek ve güzelce müslüman olsak, bizim için ne kadar hayırlı olacak! Hem, Muhammed'in şerefi bizim şerefimiz, O'nun üstünlüğü bizim üstünlüğümüz değil midir? Safvân, benim bu teklîfîmi şiddetle red etti ve: "Tek başıma kalsam, yine de ben ebediyen Muhammed'e tabî olmam!" karşılığını verdi.

Bunun üzerine ayrıldık. Ben giderken kendi kendime: "Bu adamın kardeşi ve babası Bedir'de öldürüldüğü için bu derece şiddet ve öfke ile dolu" dedim ve bu sefer de Ebû Cehl'in oğlu tkrime ile karşılaştım. Kendisine Safvân bin Ümeyye'ye söylediklerimin aynısını söyledim. O da bana, Safvân'ın verdiği cevâbın aynısını verdi. Fakat ben kendisine: "Ey Ikrime, sana olan bu teklifimi bir sır olarak sakla" dedim. O da: "Olur, kimselere söylemem" dedi. Ben, Hz. Peygamber'in yanma mutla­ka bir arkadaşla gitmek istediğim için, bu durumda evime döndüm ve binit devemin hazırlanmasını emrettim. Sonra deveme binerek Osman bin Talha'nın yanma gittim. Ona da aynı teklifi yapmak istiyordum. Fakat onun da atalarından öldürülenleri hatırlıyor, diğerleri gibi onun dahî teklifimi red edeceğinden endişe ediyordum. Fakat bu tededdüdü-mü yenerek, derhal ona gittim. Durumu kendisiyle etraflı olarak görüştüm ve: Bu durumda biz, inine bir kova su atılsa derhal çıkacak durumdaki bir tilkiye benziyoruz. Küçük bir bahane ile içinde bulunduğumuz şirk yuvasından ayrılıp müslümanlığa kavuşmamız, çok kolay ve yakındır" dedim ve Öncekilere yaptığım teklifi, açıkça ona da yaptım. Osman ise, derhal teklifimi kabul etti ve bana dedi ki: "Derhal hazırlıklarımızı yapalım ve yola çıkalım. Ye'cic'de buluşalım, oraya ben erken varırsam seni bekleyeyim, sen erken varırsan beni beklersin" dedi. Ben de peki dedim ve evime dönerek hazırlığımı tamamladım. Seher vakti yola çıktık, şafak atmadan da Ye'cic'de birleştik. Birlikte yola devam edip Hüdde denilen yere geldiğimiz zaman, Amr bin el-As ile karşılaştık. O bize "Merhaba arkadaşlar!" diye hitap etti. Biz de kendisini "Merhaba" diyerek karşıladık. Sonra bize "- yolculuk nereye?"

diye sordu. Biz de kendisine "- Sizin çıkış sebebiniz nedir?" dedik. O tekrar sordu:"- Sizin çıkış sebebinizin ne olduğunu söyler misiniz?" Biz de kendisine: "- Biz müslümanlığı kabul etmek maksadıyla yola çıktık" cevabını verdik. Amr da aynı maksatla yola çıktığını bildirince, birlikte yolumuza devam ettik. Nihayet Medine'ye vardığımız da binit develeri­mizi Harra'nm ortasında ıhtırdık. Gelişimiz, Peygamber'e (s.a.v.) haber verilmiş ve kendileri bundan çok sevinç duymuşlar. Harra'da hazırlığı­mızı yaptık. Ben en güzel elbisemi giyerek Hz. Peygamberin huzuruna çıkmak istedim ve Öyle de yaptım. Beni ilk karşılayan kardeşim Velîd oldu ve bana: "Hemen huzura çık, sizin gelişiniz Peygamber Efendimiz'e haber verilmiş ve kendileri bundan çok sevinmiştir! Ve şu anda O, sizleri beklemektedir" dedi. Biz de hızla yürüyerek O'nun huzuruna gittik. Hz. Peygamber, devamlı tebessüm Duyuruyordu. Ben kendilerine "Selâm sana, ey Allah'ın Peygamberi!" ' diyerek selam verdim. O da bizlere, güler yüzle selam verdi. Ben, derhal şehâdet getirdim:

"Ben gerçekten şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur, sen de gerçekten Allah'ın Resulüsün!"

Benim müslüman olmam üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Seni hidâyette kılan Allah'a hamdederim! Ben, gerçekten senin aklına güveniyor, bu aklın, seni ancak hayır ve iyiliğe kavuşturacağını ümîd ediyordum!"

Ben dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, biliyorsunuz ki ben, birçok yerde cephede sizin aleyhinize faaliyetlerde bulundum. Siz, benim için Allah'tan mağfiret isteyiveriniz de Allah-beni affetsin!"

Efendimiz de bunun üzerine:

"islâm, kendinden öncekileri keffâretler" buyurdu,

Hâkim, îbn-i Abbâs'm şöyle dediğini haber vermiştir: "Bir gazvede Peygamber (s.a.v,) Usfân'da müşriklerle karşılaştı. Orada öğle namazını kıldırırken müşrikler onu gördüler ve bunu bir fırsat bilerek saldırmak istediler. İçlerinden biri: "Onların, bundan sonra da kılacakları bir namazları vardır, onlar bu namazı çocuklarını ve mallarını sevdiklerin­den daha fazla severler. O ikindi namazıdır. O namazı kılarlarken saldırır, haklarından geliriz" dedi. Müşrikler de bunun üzerine saldırma işini te'hîr ettiler. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nazil oldu:

"Sen onların içinde bulunup kendilerine namaz kıldırdığın vakit." (Nisa Sûresi, 102.) işte bu âyet-i celîle, korku ve tehlike zamanlarında kılınacak namazın şekil ve esaslarını beyân etti. Aynı zamanda o sırada Peygamber Efendimiz'e müşriklerin neyi tasarladığı da bildirildi. İkindi vakti geldiğinde müşrikler, Peygamber Efendimizin ön tarafında ve kıble cihetinde idiler Peygamberimiz de müslümanlan iki saf yaptı, her bir saf nöbetleşe namaz kıldı. Müşrikler, müslüman saflardan birinin Hz. Peygamber ile rükû' ve secde ettiklerini, diğer safın ise ayakta durduklarını ve kendilerini gözetlediklerini görünce, müslümanlara

birşey yapamıyacaklarını anladılar ve "Kendilerine yapmayı tasarladı­ğımız saldırıyı haber almışlar, biz bunlara birşey yapamıyacağız!" dediler."[108]

 

Zigarad Gazvesinde Vukua Gelen Mucize Ve Fevkaladelikler

 

Müslim, îmrân bin Husayn'ın şöyle dediğini haber verir: Müşrikler Medine otlağına baskın yaparak serbestçe yayılmakta olan develeri sürüp götürdüler. Bu meyanda bir kadını da esir etmişlerdi. Peygamberimizin el-Adbâ adındaki devesi de müşriklerin götürdükleri develer arasında bulunuyordu. Esîr düşen kadın, geceleyin develerin araşma girdi, hangisinin üzerine elini koysa, o deve yaramazlık edip bağırıyordu. Derken bir devenin üzerine elini koyduğunda, bu deve kendisine yakınlık ve uysallık gösterdi. O da bu deveye binerek oradan uzaklaştı ve Medine'nin yolunu tutarak geri geldi. Ona bu yakınlık ve uysallığı gösteren, Peygamberimiz'in devesi el-Adbâ idi. El-Adbâ, böylece hem kendisini kurtarmış, hem de o kadının kurtuluşuna sebeb olmuştur."

Beyhakı, Ebû Katâde'nin oğlu Abdullah tarikiyle şöyle rivayet eder: Bir gün Ebû Katâde, Medine'ye gelen satıcıdan bir at almıştı. Yolda kendisiyle karşılaşan Mes'ade el-Fizârî "Ey Ebû Katâde, bu atı ne yapacaksın?" diye takıldı. Ebû Katâde de: "Resûlüllah ile birlikte Allah yolunda gazaya gitmek için besliyeceğim!" dedi. Mes'ade:

" -Siz öyle bir gazada öldürmek ne kadar kolay olur!" dedi. Onun bu küstahlığına kızan Ebû Katâde: <

-Öyle bir gazada, bu atın üzerindeyken seninle karşılaşmak isterim!" dedi. Mes'ade de alaylı bir şekilde:

" -Amîn" diyerek karşılık verdi. Bir gün, Ebû Katâde, sevdiği ve iyi baktığı bu atma, cübbesinin etek ucuna doldurduğu hurmaları yediriyordu. At, birden bire başını kaldırıp kulaklarını dikti. Ebû Katâde de:

" -Allah'a yemin ederim ki bu, bâzı atların kokusunu aldı!" dedi. Ne kadar ibretli ve hikmetlidir ki, onun bu sözünü işiten anası, derhal şu uyarıda bulundu:

" -Oğlum, sen ne yapıyorsun? Biz, aklı başında insanlar olarak, câhiliye çağında bile kehânette bulunmazdık. Şimdi, Peygamberimiz Muhammed'in (s.a.v.) getirdiği islâm Hidâyeti üzerinde bulunduğumuz halde mi, kâhinlik yapacağız?"

Fakat, Ebû Katâde'nin atı, yemini yerken birden başını kaldırır ve kulaklarını diker, Ebû Katâde de: "Vallahi atların kokusunu aldı!" der ve derhal atını eğerler ve' üzerine binerek silâhı ile birlikte atım sürer.

, Kendisiyle karşılaşan bir adam: "Likâh: damızlık develer alınıp götürüldü. Peygamberimiz ve ashâb onu aramaya çıktılar!" haberini iletir. Bunun üzerine atını süren Ebû Katâde, Peygamberle karşılaşır. Peygamberimiz kendisine der ki: "Atını sür, ey Ebû Katâde! Allah yoldaşın olsun!" Ebû Katâde der ki: "Ben de hızla atımı sürdüm, baktım develeri sürüp götürüyorlar. Peşlerinden yetişip kendilerine hücum ettim. Üzerime ok atmaya başladılar. Bu arada ben alnımdan yaralandım. Okun temrenini çıkardım. Bu sırada güçlü bir süvari üzerime geldi, yüzü zırhlı idi. Yüzünden zırhını açtı ve: "îşte ey Ebû Katâde, Allah beni seninle karşılaştırdı" dedi. Yüzünü açınca onun, Mes'ade el-Fizârî olduğunu gördüm. Bana, "Ölümlerden ölüm beğen!" dercesine, "söyle ey Ebû Katâde, dövüşelim mi, vuruşalım mı, yoksa güreşelim mi?" dedi. Ben de "Sen seç!" dedim. O, "Peki güreşelim" dedi ve atından indi. Ben de atımdan indim ve hemen tutuştuk. Derken ben kendisini yere indirip göğsüne çöktüm. Elimi onun kılıcına attığımda:

, "Beni öldürme, çocuklarıma bağışla" dedi. Ben, kendisini serbest bırakamıyacağımı söyledim ve onu kendi kılıcımla orda öldürdüm. Silâhım, elbisesini ve atını alarak askere yetişip saldırmak istedim. Bu sırada kendi atım ürkerek uzaklaşmıştı. Ben Mes'ade'nin atı üzerinde askere yetiştim. Onlar da Mes'ade'nin atını görünce durumu anladılar. Mes'ade'nin kardeşi de asker arasındaydı. On yedi kadar kişiyle birlikte ilerliyordu. Ben onlara saldırıya gaçtim ve Mes'ade'nin kardeşini de okla yaraladım. Peygamberimiz'in devesi Likâh, bunların yanında idi. Ben Mes'ade'nin kardeşini de yaralayınca onun etrafındakiler dağılıver-diler. Ben mızrağımı uzatarak Likâh'ı habsettim. Derken Peygamberi­miz ve ashabı da arkadan yetiştiler. Askerin olduğu yere geldiklerinde benim atımla karşılaşmışlar. Atımın arka ayaklarının sinirleri kesilmiş bir vaziyette imiş. Bunun farkına varan birisi:

" -Ey Allah'ın Resulü, Ebû Katâde'nin atının arka sinirleri kesilmiş!" demiş. Peygamberimiz de kendisine iki defa:

-Vay sana, harpte nice düşmanla karşılaşacaksın" demiştir. Peygamberimiz ve ashabı, benim Mes'ade ile mücâdele ettiğim yere geldikleri zaman, yerde bir adamın, benim elbiselerimin altında cansız yatmakta olduğunu görmüşler. Hemen adamın biri:

-Yâ Resûlâllah, Ebû Katâde şehîd düşmüş!" diye konuşmuş. Peygamber Efendimiz ise:

-Allah esirgesin! Ebû Katâde Allah'a yemin ederim ki, şarkı söyleyerek düşmanın izinden gitmektedir!" buyurmuştur.

Ömer ile Ebû Bekir, koşarak yerde yatmakta olan adamın yanma gitmiş ve üzerindeki elbiseyi kaldırmışlar. Onun Mes'ade olduğunu görünce "Allahü Ekber!" diyerek tekbîr getirmişler ve: "Allah ve Resulü, sözünde  gerçektir"  diyerek Resûlüllah'ın mucizevî bir  şekildeki konuşmasını tasdik etmişlerdir.

Ben, bu sırada müşriklerin elinden kurtardığım damızlık develeri sürüp getiriyordum. Peygamber (s.a.v.) beni görünce

" -Ey Ebû Katâde, yüzün felah ve saadette olsun! Sen, atlı askerlerin efendisisin! Yüce Allah, sana, senin evlâdına ve ahfadına, iyilik ve bereketler ihsan eylesin!" diyerek sena ve dualarda bulundu. Sonra dedi ki:

" -Ey Ebû Katâde, alnındaki nedir?" Ben de:

" -Düşmana yetiştiğim zaman, attıkları okla yaralandım" dedim. Peygamberimiz:

" -Bana yaklaş bakayım!" buyurdu. Ben de kendisine yaklaştım. Meğer ben, alnıma isabet eden okun, yalnız ağaç kısmını çıkarmışım, temreni ise hâlâ duruyormuş. Peygamber Efendimiz, kendi mübarek elleriyle alnımdaki ok temrenini çıkardı, sonra mübarek tükrüğü ile ilaçlandı ve mübarek elini yaramın üzerine koyarak biraz tuttu. O*na Peygamberlik veren Allah'a yemin edirim ki, bundan sonra bu alnımdaki yaranın ne bir acısını duydum, ne de bir kanama oldu."

îbn-i Sa'd, Salih bin el-Keysân'ın şöyle dediğini haber vermiştir: "Mihraz bin Nadla dedi ki: Birinci kat semânın kapısının bana açıldığını gördüm, bu kapıdan girerek yükselmeye başladım. Sonunda tâ yedinci kat semaya kadar vardım. Oradan da ilerleyerek Sidre-i Müntehâ'ya kadar çıktım. Orada bana denildi ki: "işte senin menzilin burasıdır!" Ben bu rü'yâmı Ebû Bekir'e arz ettim. Zira o, insanların en iyi rü'yâ tabir edeni idi. Bana dedi ki: "Ey Mihraz, sana müjdeler olsun! Sen şehid olacaksın!"

Bu rü'yayı gören Mihraz bin Nadla, bu rü'yadan bir gün sonra, Zîkırad Gazvesi'nde şehid düştü[109]

Zübeyr bin Bekkâr şu haberi verir: Bana İbrahim, bin Hamza rivayet etti. İbrahim bin el-Haris demiştir ki: "Peygamber (s.a.v.), Zîkırad Gavzesi'nde bir suya uğradılar, bu suyun adını sordular. Dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, bu suyun adı Beysan'dır, suyu da acı ve tuzludur." Bunun üzerine Peygamber efendimiz: "Hayır, bu suyun adı Na'mân'dır, suyu da hoştur!" Efendimiz, böyle buyurarak suyun adını değiştirdi ve tadının değişmesi için de şefaatçi oldular. Adım değiştiren Peygamberimiz, tadını değiştiren de Yüce Allah oldu. Ashabtan Talha, bu suyu satın alarak Allah yolunda tasadduk eyledi ve vakfetti."[110]

 

Hayber Gavzesi'nde Vukua Gelen Mucize Ve Fevkaledelikler

 

Buharı ve Müslim, Seleme bin el-Ekva'dan rivayet ederler. O demiştir ki: Biz, Peygamber (s.a.v.) ile birlikte Hayber'e doğru geceleyin yola çıktık. İçimizden biri Amir Bin el-Ekva'a dedi ki: "Haydi, o senin güzel şiirlerinden biraz böyle de dinliyelim!" Amir, şâir bir adamdı ve gerçekten güzel şiirler söylerdi. Kendisine yapılan bu rica üzerine şunları söylemeye başladı:

' "Allah'ım, eğer sen olmasaydın, biz doğru yolu bulamazdık! Sadaka da vermez, Namaz da kılamazdık!"

"Bağışla bizleri, bütün yaptıklarımız feda olsun Sana! Ayaklarımızı sabit kıl karşılaştığımız zaman düşmanla!"

Bunun üzerine peygamber Efendimiz, " Bu güzel şiiler söyleyerek kafileyi sevkeden kimdir?" buyurdular. "Amir'dir" dediler. Peygamberi­miz de: "Allah ona rahmet eylesin!" buyurdu. Dediler ki: "Ey Allah'ın resülu, siz böyle dua edince, Amir'i kaybedeceğiz demektir. Onu bize bağışlasamz da kendisiyle biraz faydalansak daha iyi olmaz mı?" Asker dizilip savaş vaziyeti aldığı zaman, Amir kılıcına el attı ve karşısındaki yahûdiyi ayaklarından vurmak istedi. Fakat kılıcı geri tepip kendi dizine dokundu. Bundan aldığı yaranın tesiri ile vefat etti."

(Bu haberi Müslim, diğer bir vecihten de rivayet etmiştir. Bu vecihte ise şöyle denilmiştir: "Bu şiiri söyleyen kimdir?" diye Hz. Peygamber'in sorusuna, "Amir'dir" denildiği zaman, Efendimiz "Rabbin seni bağışlasın, ey Amir!" dedi. Peygamberimiz, her kim hakkında bu şekilde duada bulunursa, muhakkak o kişi, şehid düşerdi. Bunun için kendilerine: "Yâ Resülallah, onu bize bağışlasan olmaz mı?" denilmişti.) Diğer bir rivayette ise şöyle denilmiştir: (Her kimin hakkında Efendimiz, Özel olarak istiğfarda bulunursa, o kişi muhakkak şehid düşerdi.)

Buhari ve Müslim Seki bin Sa'd'dan şöyle nakleder: "Peygamber (s.a.v.) Hayber günü buyurdular ki: "Ben, şu sancağı yarın, Allah'ın kendi elleriyle bize fetih nasib edeceği birine vereceğim!" Sabah olduğu zaman efendimiz, "Ali nerede?" diye sordu. Kendisine verilen cevapta, Ali'nin iki gözünün de ağrıdığı söylendi. Peygamberimiz de: "Onu bana getiriniz!" buyurdular. Ali geldiği zaman, mübarek tükrüğünü onun gözlerine sürerek ilaçladı ve kendisinin şifâ bulması için Allah'a dua etti. Ali'nin de bunun üzerine gözleri iyi oldu. Hiçbir acısı kalmadı."

Yine Buhari ve Müslim Seleme bin el-Ekva'dan rivayet ederler. O der ki: "Hayber seferinde Ali, rahatsızlığı sebebiyle Peygamber Efendimiz'den geri kalmıştı. Her iki gözü de ağrıyordu. Fakat: "Ben, Hz. Peygamber'den nasıl ayrı kalabilirim?" dedi ve arkadan yetişti. Fetih gününün gecesinde, akşam üzeri idi. Hz. Peygamber (s.a.v.): "Yarm ben bu sancağı, Allah'ın da Resülü'nün de sevdiği bir kişiye vereceğim! buyurdu. Sabah olunca» birde ne görelim, sancağı Ali'ye verdi. Biz ise, Ali'nin rahatsızlığı sebebiyle Resülüllah'ın huzurunda bulunabileceğini ve sancaktar olacağını ümit etmiyorduk. Dediler ki, işte bu Ali'dir. Peygamber sancağı kendisine verdi. Hayber kalasını da Yüce Allah, onun sancaktarlığında müslümanlar için fethetti."

Bu rivayeti Haris ve Ebû Nuaym şu şekilde vermiştir: Ali, sancağı aldıktan sonra kal'aya doğru ilerledi ve kal'anın yakınına sancağı dikti. Kal'adan başım çıkaran bir yahudi, "Sen kimsin?" dr#e bağırdı. O da "Ali" diyerek cevap verdi. Yahudi bunun üzerine: " Âli olacaksınız, üstün geleceksiniz" dedi ve Allah'ın Musa'ya indirdiği Tevrat üzerine yemin etti. Ali de bulunduğu yerden hiç gerilemeksizin, onun elleriyle Allah bize Hayber'in fethini müyesser kıldı."

Ebû Nuaym der ki: Bu haberde, bu yahudinin> kitaplarından edindiği bazı bilgilerle, Hayber'in kimler tarafından fethedileceğine dâir önceden bilgi sahibi olduğu anlaşılmaktadır." [111]{Yukardaki kıssanın Ibn-i Ömer, İbn-i Abbâs, Sa'd bin Ebû Vakkâs, Ebû Hüreyre, Ebû Sâid el-Hudrî, İmrân bin Husayn, Cabir ve Ebû Leylâ el-Ensari gibi sahabiler tarafından da rivayet edilmiş olduğunu görmekteyiz. Keza aynı mealdeki bir rivayeti de Büreyde'den nakletmiştir, Beyhakı ve Ebû Nuaym.).

Ahmet Ebû Yâ'Lâ, Beyhaki ve Ebû Nuaym, ayrıca Ali'nin şöyle demiş olduğunu naklederler: "Hayber günü Resülüllah Efendimiz'in mübarek tükrüğü ile gözlerimi ilaçlayıp tedavi etmesinden sonra, bir daha ne gözlerim ağrıdı, ne de bir baş ağrısı duydum."

Beyhaki ve Taberâni ve Ebû Nuaym, Abdurahman bin Ebû Leyla'dan şöyle naklederler: "Ali, çok sıcak bir günde astarlı ve kaim cübbe giyer, hiç sıcağa aldırış etmezdi. Keza çok soğuk bir günde de hafif bir elbise giyer, hiç soğuğa aldırmazdı. Kendisine sorulduğunda: "Ben Hayber seferi'ne arkadan katıldığım halde, fetih gününün gecesi akşamında Resülüllah Efendimiz; ertesi günün sabahında sancağı, Allah ve Resülü'nün sevdiği bir kişiye vereceğini buyurmuş ve sabahleyin sancağı bana vermişti. Benim için bu sırada dua etmişti. Sonra benim hakkımda demişti ki: "Allah'ım, Ali'yi sıcaktan ve soğuktan da koru!" îşte Resülüllah'ın bu duasından sonra ben, soğuk nedir sıcak nedir hiç duymam."diyerek karşılık vermiştir.

Taberâni el-Eysat'ında Süveyd bin Gafle'den şöyle nakleder: "Biz Ali ile karşılaştık. Üzerinde soğuğa rağmen hafif bir elbise vardı. Dedik ki: Ey Ali burası sizin oraya benzemez, burası soğuktur, siz de soğuğa karşı tedbirli olmalısınız!" O bize verdiği cevapta şöyle dedi: "Vaktiyle soğuk havada ben de herkes gibi üşürdüm. Hayber'de Peygamber (s.a.v.), ağrıyan gözlerime mübarek tükrüğünden çalarak ilaçlamıştı ve benim için dua etmişti. îşte o günden beri ben, ne sıcak, ne de soğuk nedir bilmem. Gözlerim de hiç ağrımadı."

îbn-i îshak, Hâkim, Beyhaki Câbir'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Müslümanlar Hayber'i kuşattığı zaman, Yahudi Merhab kal'adan çıkarak kendisine mübariz istedi ve müslümanlara meydan okudu. Muhammed bin Mesleme ortaya atıldı ve ona mübâriz oldu. Derhal Peygamber (s.a.v,) dua buyurup: "Haydi, onun üzerine yürü!" buyurdu ve: "Allah'ım, ona yardım et de düşmanını haklasın! "diyerek Allah'a niyaz eyledi. îkisi tutuştular. Muhammed bin Mesleme, düşmanın hakkından geldi ve onu yere serdi." [112]

Beyhaki, Mûsâ bin Ukbe ve Urve tarîkıyla şu haberi nakletmiştir: Hayber Günü, Hayber ehlinden siyah bir köle efendisine ait koyunları da önünde sürerek geldi ve: "Eğer ben müslümün olursam, bana ne var?" diye sordu. Peygamberimiz de kendisine: "Müslüman olursan sana cennet var!" buyurdu. O da derhal müslüman oldu. Sonra şöyle dedi: v"Ey Allah'ın Resulü, benim sürüp getirdiğim şu koyunlar, benim yanımda emânet idi. Ben bunları ne yapacağım?" Peygamber Efendimiz de: "Bu koyunları, bizim askerimizin dışına çıkar sonra Hayber'e doğru sür! Yüzlerine kum atarak ve kendilerini o tarafa doğru ürküterek kovalayıver! Onlar, âit oldukları yere giderler." Müslümanlığı kabul eden o habeşî de böyle yaptı. Koyunlar koşturarak yerlerine döndüler. Koyunların sahibi olan yahûdi durumu görünce, kölesinin müslüman olduğunu sezdi. Bu müslüman olan ve bu suretle hürriyetini kazandığı gibi cenneti de hak eden habeşî, savaşta bir de şehîd mertebesine nail oldu. Peygamberimiz de bunun üzerine: "Gerçekten Yüce Allah, bu kuluna çok büyük ikramda bulundu, onu hayır ve keramete nail eyledi. O gerçekten içten gelerek müslüman oldu! Ve ben, onun başucunda iki cennet hûrîsmîn nöbet tuttuğunu da gördüm!" buyurdu.

Hâkim ve Beyhaki Şeddâd bin el-Hâd'tan rivayet eder: Bedevi araplardan biri, îman edip hicret etmişti.. Hayber Gazvesi gününde alman ganimetleri taksim eden Peygamberimiz, bu ârâbîye de hissesini ayırıp verdi. Arâbî dedi ki: "Ben Sana, bu ganimet payını almak için tabî olmadım. îslâm uğrunda şehîd olayım ve cennete gideyim, diye tabî oldum!" Efendimiz de buyurdu ki: "Eğer Allah'a karşı sözünü tutarsan, Allah da sana şehitliği nasîb eder!" Sonra savaş başladığında, onun şehid olduğu görüldü. Efendimiz de: "Sözünü tuttu, Allah da ona şehitlik nasîb eyledi!" buyurdu." [113]

Beyhakî îbn-i îshak tarikiyle şu haberi rivayet eder: "Müslüman olanlardan bâzıları Hayber'de Peygamber (s.a.v.)'in yanında gelip: "Ey Allah'ın Resulü, bizler çok aç kaldık, elimizde hiçbir şey bulunmamak­tadır" dediler. Peygamber Efendimiz de Yüce Allah'a niyaz etti: "Ey Allah'ım, Sen bu kullarının hâlini bilmektesin! Bunlar çaresiz kalmış­lar, benim dahî elimde kendilerine verecek birşeyim bulunmamaktadır. Kendilerine bir büyük ganimet nasîb eyle. diyerek duada bulundu. Sonra Cenâb-ı Hakk, kendilerine Hayber'in en çok zengin kal'ası bulunan Sa'd bin Muaz Kal'asının fethini müyesser eyledi."

îbn-i Kani', Beğavî ve Ebû Nuaym Saîd bin Şiiyeym'den şöyle naklederler: Saîd, babasından naklen der ki: "Ben Müslümanlar Hayber'i kuşattıkları zaman Uyeyne bin Hısn'ın askerleri arasında idim. Biz Hayber yahûdilerine imdâd kuvveti olarak yola çıkmıştık. Uyeyne'nin askeri içinde bir sesin: "Ey nâs, evlerinize dönünüz, sizinkiler onlara üstün geldiler!" diye nida ediyordu. Biz de, bizimkiler galip gelmiş diyerek geri döndük. Sonradan anladık ki, bize Uyeyne'nin askeri içinde nida eden her hangi bir kimse olmamıştır. Bu ses semâdan gelmiştir. Yâni müslümanlara Allah'ın manevî bir yardımı imiş."

El-Vakıdi'nin sevkettiği bir habere göre, Peygamber (s.a.v.) Hayber'deki Şık Ehli'ne âit müteaddid kal'alan kuşattğı zaman, Şıklılar Nizâr'lüann kal'alarına çekilmek zorunda kaldılar. Burada kendilerini şiddetle müdâfâ ettiler. O kadar çok ok atıyorlardı ki, Peygamber Efendimiz'in eteklerine bile ok düşüyordu. Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.v.), yerden bir avuç kum alıp onların kal'alarına doğru attı. Kal'a büyük bir sarsıntı île sarsılıp yerle bir oldu, Müslümanlar da ilerleyip onları esir ettiler." (Bunu, bu şekilde, Beyhâki de rivayet etmiştir.)

Buharı ve Müslim Enes'ten şöyle rivayet ederler. O demiştir ki: "Peygamber (s.a.v.) sabah namazım şafak söker sökmez kılıp yola çıktı. Hayber önüne gelip şöyle haykırdı:

"Allah yegâne büyüktür! Hayber harâb oldu demektir! Biz, bir kavmin sahasına indiğimiz zaman; daha Önce uyarılmış ve teblîğ alıp reddetmiş bulunan bu kavmin sabâna erdiği vakit, talihi ne kötüdür!"

Beyhakî, îbn-i Ömerin şöyle dediğini kaydeder: "Peygamber Efendimiz, Safiye Vâlidemiz'in gözünde morarma gördü bunun sebebini sordu. O da şu cevâbı verdi: "Ben, Hucur bin Ebû'l-Hukakyk'm nikâhında bulunduğum sırada, bir rü'yâ gördüm. Ay, semâdan inip benim kucağıma düştü. Ben, bu rü'yâmı kendisine anlattığım zaman,

bana kızdı ve: "Sen Medine kiralı Muhammed'i arzu ediyorsun!" diyerek bağırdı ve gözümün üzerine bir yumruk indirdi.) İşte bu morarma onun eseridir."

Ebû Ya'lâ Humeyd bin Hilâl'dan şöyle nakleder: "Safîye vâledimiz demiştir ki: Ben Peygamber (s.a.v.)*in yanma götürüldüğüm zaman, insanlar içinde en çok nefret ettiğim kendileri idi. O bana dedi ki: "Ey Safîye, senin kavmin, şunları şunları yaptı. Bunun için netice böyle oldu." Onun bu konuşmasını dinledikten sonra yanından kalktığım zaman, bütün insanların benim yanımda en sevgilisi, Peygamberimiz olmuştur."

Beyhakî Asım el-Ehval'dan şu haberi nakletmiştir: "Peygamber (s.a.v.) Hayber'e geldiği zaman, oradaki hurmalar yeşildi. İnsanlar da acele edip bu hurmalardan bol miktarda yediler. Sonra sıtma oldular ve durumlarını Hz. Peygamber'e haber verdiler. Peygamberimiz de kendi­lerine suyun, sabahın ayazı ile iyice soğutulmasını, bu soğuk suyu üzerine dökünmelerini kendilerine tavsiyede bulundular. Bu tavsiyele­rinde; suyun sabahın iki ezanı arasında dökünülmesi, üzerine Besmele çekerek Allah'ın adının zikredilmesi kaydı da vardı. Ashâb da aynen böyle yaptılar ve sanki hiç sıtma görmemiş gibi iyileştiler."

Vâkıdî ve Beyhakî Abdullah bin Üneys'ten şu haberi nakletmiştir: Ben Hayber'e çıktığım zaman, yanımda eşim de vardı ve o hâmile idi... Yolda ağrısı tuttu. Durumu Hz. Peygamber'e haber verdim. O da bana şu tavsiyede bulundu: "Hurmayı güzelce ezip suya ısla. Şırası çıktığı zaman, bunu bir şerbet hâlinde hanımına içir!" Ben de aynen Peygamber Efendimiz'in tavsiyesini yerine getirdim. Eşim, hoşuna gitmeyen bir aksilikle karşılaşmadı."

Beyhakî Vâkidî tarikiyle onun üstadlarından şöyle bir haber nakleder: Ebû Şüyeym el-Müzenî müslüman olduğu zaman, gerçekten de güzel müslüman olmuştu. Vaktiyle müslümanlık öncesi bir olayı şöyle anlatmıştı: "Biz, Hayber yahûdilerine imdâd kuvveti olarak Üyeyne bin Hısn'm askerleriyle birlikte giderken, işittiğimiz bir ses üzerine geri dönmüştük. Uyeyne, bizleri tekrar toparlayıp yola çıkardı ve Hayber'e yaklaştığımız bir sırada, gece molası verdik. Geceleyin ansızın uyandık. Uyeyne bize dedi ki: "Arkadaşlar, size müjde edebilirim. Burada gördüğüm bir rü'yâda, Hayber'deki dağlardan Zü'r-Rukaybe dağının bana verildiğini gördüm. Bu, Muhammed'in rakabesinin, yani boynunun bizim elimize geçmesi, bizim ona karşı zafer kazanmamız demektir." Sabahleyin yerimizden kalkıp Hayber'e vardığımız zaman, Muhammed'in Hayber'i ele geçirdiğini gördük. Komutanımız Uyeyne, Hazret-i Peygamber'e- gidip dedi ki!: "Ey Muhammed, benim kendileriyle anlaşmam bulunan dostlarım Hayberlilerden ganimet olarak aldığın malları, bana teslim etmen lâzımdır. Zira ben seninle savaşmayı bırakıp geri döndüm!" dedi. Hz. Peygamber de kendisine dedi ki: "Yalan söylüyorsun, ey Uyeyne! Sen yolda işittiğin bir ses sebebiyle geri dönmüştün!" Bunun üzerine Uyey-ne, "öyleyse beni mükâfatlandır" dedi, Hz. Peygamber de "ZüY-Rukeybe senindir" buyurdu. Uyeyne, bunun ne olduğunu sordu. Peygamber de: "Bu, rü'yânda senin olduğunu gördüğüm dağdır!" buyurdu. Bunu duyan Uyeyne, derhal oradan ayrılıp kabilesine döndü. Sonra Haris bin Avf onun yanma gelip dedi ki! "Ey Uyeyne, ben sana vaktiyle doğru hareket etmediğini, Muhammed'in mutlaka üstün geleceğini, Allah'ın dîninin zahir olacağını ve her tarafa yayılacağını söylemiştim. Yahudî bilginleri de bunu vaktiyle bize söylemişlerdi. Yemîn ederim ki ben, Selâm bin Ebu'l-Hukayk'ın "Biz Muhammed'e hased eden kimseleriz! Yoksa O aslında hak peygamberdir ve bizim Ondan göreceğimiz iki darbe vardır. Bunlardan biri Medine yakınında, diğeri ise Hayber'de olacaktır" diye konuştuğunu de kendi kulağımla duydum. Selâm, bu şekilde konuştuğu zaman ben kendisine: "Demek O'nun dîni, her tarafa yayılacak mı?" diye sormuştum. O da Tevrat'a yemin ederek "Evet" demişti."

Ibn-i Sa'd îbn-i Abbâs'ın şu haberini nakleder: Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Hayber'i fethettiği zaman, Hayber halkının çocuklarını ve ev halkını alarak çıkmaları üzerinde kendileriyle andlaşma yaptı. Yalnız, altın ve gümüşlerini götürmeyeceklerdi. Kinâne ve Rabîl çağırıp "Mekke halkına ariyet olarak verdiğimiz altın ve gümüş kablannız nerede?" diye sordu. Onlar da şu karşılığı verdiler: "Bizler yurdumuzdan kaçtıktan sonra, kâh şuraya, kâh buraya indik. Kötü durumda kaldıkça onları harcadık." Peygamberimiz: "Yalan söyleyip andlaşmamıza hiyânet etmek yok! Aksi halde, kanınızı ve malınızı bize helâl kılmış olursunuz" dedi. Onlar da "Yalan söylemiyoruz" diye ısrar ettiler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, ansârdan bir adamı çağırıp: "Susuz ve ağaçsız olan falan yere git, sonra hurmaların bulunduğu yere ilerle, Sağına ve soluna iyi dikkat et. Bir ağacın yerinden kaldırılmış olup olmadığını gör! O ağacın kaldırıldığı yere gömülmüş bulunan altın ve gümüş kabları getir" buyurdu. Ansârlı adam da bu şekilde hareket ederek az sonra kabları ve malları getirdi. Peygamberimiz de, Kinâne ile Rabîi idam ettirdi ve ev halkını da esir etti." [114]

Buharı, Yezld bin Ebû Ubeyd'ten rivayet eder. O şöyle demiştir: Bir gün ben Seleme bin el-Ekva'm dizinin alt tarafında bir kılıç darbesi gördüm ve kendisine: "Bu nedir?" diye sordum. O da bana: "Hayber Gavzesinde aldığım bir yara izidir. İnsanlar orda: "Seleme yaralandı!" diye bağırdılar. Ben de derhal Hz. Peygamber'in yanma vardım. Peygamber Efendimiz, mübarek tükrüğü ile yaramı ilaçlayıp tedavi etti. O günden bu güne, yaram bir daha açılmadı." karşılığını verdi."

Buharî ve Müslim Sehl bin Sa'd'tan rivayet ederler: O, şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.), savaşlarının birinde müşriklerle karşılaştı­ğı zaman, müslümanlarm içinde bir adam çok kahramanca savaşıyor, müşriklerin yakınında dolaşıyor, birlikten az ayrılan veya yalnız kalan her müşriği takîb ediyor ve mutlaka kılıcıyla vurup öldürüyordu. Dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, bugün şu adam, herkezden fazla cesaret ve kahramanlık göstermiştir" dediler. Peygamberimiz de: "Bu adam, cehennemliklerden biridir" buyurdu. O'nun bu sözü, ashâb-ı kirama ağır geldi. Dediler ki: "Eğer bu kişi cehennemliklerden biri ise, bizim hangimiz cennetliktir?" O da buyurdu ki: "Vallahi bu adam, bu hâl üzere ölmez!" Derken ben bu adamı, adım adım takip ettim. O, hızlı gitse ben de hızlı gidiyordum, ağır davransa ben de ağır davranıyordum. Nihayet savaşırken ağır bir yara aldı ve derhal intihara kalkıştı. Kılıcının kabzasını yere, ucunu da göğsüne dayadı ve kılıcı üzerine şiddetle yüklenerek intihar etti. Kendi kendisini öldürdü. Durumu gören bîri, koşarak geldi ve: "Ey Allah'ın Resulü, ben yine şehâdet ederim ki Sen Allah'ın Resulüsün!" dedi. Peygamberimiz: "Ne var?" diye sordu. Adam da, o kahramanca savaşan adamın akıbetini haber verdi."

(Buhâri ve Müslim'in aynı mealde Ebû Hüreyre'den de bir rivayetleri bulunmaktadır.)

Beyhâki Zeyd bin Hâlid el-Cühenî'den nakleder: "Hayber gününde Peygamberimiz'in ashabından biri vefat etmişti. Peygamberimiz (s.a.v.): "Bunun cenaze namazım siz kılınız" buyurdu. Ashabın yüzü, O'nun bu sözünden fena halde bozuldu. Peygamber Efendimiz de bunun üzerine: "Bu arkadaşınız bu savaşta, Allah için savaşırken gulûl yapmış, henüz ganimet malı taksim edilmeden ondan çalmıştır!" buyurdu. Bunun üzerine biz onun eşyasını araştırdık, iki dirhem etmeyecek bir gerdanlığı çalmış olduğunu gördük."

Yine Buhâri ve Müslim'in Ebû Hüreyre'den bir rivayeti var. O demiştir ki: Biz, Peygamber (s.a.v.) ile birlikte Hayber'e çıktık. Elbise ve bazı eşya ve malların dışında, altın veya gümüş ganimet etmedik. Dönüş sırasında Peygamber Efendimiz Vâdi'1-Kurâ denilen yere geld:r sırada, kendilerine siyah bir köle hediye edildi. Müd'im adındaki ) j. adam, Peygamber Efendimizin göçünü indirirken, atılan bir ok gelip kendisini yaraladı ve o, bu yaradan öldü. Ashâb, "Adamcağız, ne güzel hizmet ediyordu! Ne mutlu kendisine ki, o cennetliktir!" dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdular ki:

("Yok, sizin sandığınız gibi değil! Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onun Hayber gününde ganimet msı;an henüz taksim edilmemişken çaldığı semle (üste giyilen elbise), bir cehennem ateşi olarak onu saracaktır!")

Buhâri, Ebû Hüreyre'nin şöyle dediğini nakleder: Hayber fethedildikten sonra, Peygamber'e (s.a.v.) kızartılmış bîr kuzu hediye edildi. Kuzu, Peygamberimiz'in ölümüne sebebiyet verilmesi maksadı ile zehirlenmişti. Peygamberimiz: "Burada ne kadar yâhudi varsa toplayınız!" buyurdu. Onları çağırıp topladılar. Peygamberimiz kendilerine: "Ben, size bir şey soracağım, bana doğru söylermisiniz?" dedi. Onlar da "Evet" dediler. Peygamberimiz "Sizin atanız kimdir?" diye sordu. Onlar da "filandır" dediler. Peygamberimiz "Yalan söylediniz, sizin atanız filandır" dedi. Onlarda Peygamberimizi "Evet" diyerek tasdik ettiler. Peygamberimiz tekrar onlara sordu: "Doğru söyleyiniz, bu kızarttığınız kuzuya zehir koydunuz mu?" Onlar da "Evet" dediler. Onlara, bunu niçin yaptıklarını sordu. Onlarda dediler ki: "Eğer sen yalancı biri isen, senden kurtulmak istidik. Eğer hak peygamber isen, sana bir zararı dokunmaz, diye düşündük."

Beyhâki ve Ebâ Nuaym'ın Ebû Hüreyre'den olan rivayetleri ise şöyledir: Yahudilerden bir kadın, Peygamber Efendimiz'e kızartılıp zehirlenmiş bir kuzu hediye etti. Peygamberimiz de ashabına: "Sakın bu kuzudan yemeyiniz! Çünkü bu zehirlidir!" buyurdular. Sonra huzuruna getirdikleri o kadına sordular: "Bunu niçin yaptın?" Kadın şu cevabı verdi: "istedim ki, gerçekten Peygamber olup olmadığın meydana çıksın! Eğer hak Peygamber isen, bundan haberdâr edilirsin, eğer yalancı birisi isen, insarları senden kurtarmış olurum, dedim" Peygamber Efendimiz, bu kadını serbest bıraktı." [115]

Buhâri ve Müslim'in Enes'ten olan rivayetleri ise şöyledir. Enes bu konuda demiştir ki: "Bir yâhudi kadım, Peygamber'e (s.a.v.) kızartılmış ve zehirlenmiş bir kuzu getirip hediye etti. Peygamberimiz de: bundan yemişti. Sonra bu kadın Hz. Peygamber'in huzuruna getirildi. Peygamberimiz kendisine niçin bunu yaptığını sordu. Kadın "Sizi öldürmek istedim" dedi. Peygamber Efendimiz de kendisine: "Allah buna izin vermezdi!" karşılığı verdi."

Darimî, Beyhakl, Câbir bin Abdullah'tan şöyle nakleder: Hayber'li yahudî kadını, Peygamber'e (s.a.v.) zehirlenmiş ve kızartılmış bir kuzu hediye etti. Peygamberimiz de döşünü (ön kolunu) alıp ondan bir miktar yedi. Bundan, ashabtan bâzıları da yediler. Peygamberimiz: "Sakın yemeyin, bu zehirlidir!" buyurdular. Kadını çağırtıp niçin bunu yaptığı­nı sordular. Kadın: "Bunu sana kim haber verdi?" dedi. Peygamberimiz de "Elimdeki şu parça haber verdi" buyurdu. Bunun üzerine kadın, kuzuyu zehirlediğim itiraf etti ve: "Eğer sen gerçekten Peygamber isen, bundan haberdâr edilirsin dedim. Eğer bir yalancı isen, senden kurtulmayı düşündüm!" dedi. Peygamberimiz de bu kadını serbest bıraktı." [116]

 

Abdullah Bin Revaha Serriyyesinde Vukua Gelen Fevkalâdelikler

 

Beyhakî ve Ebâ Nuaym, Urve ve Mâsâ bin Ukbe tarikiyle İbn-i Şihâb'dan şöyle rivayet ederler: Peygamber (s.a.v.) Abdullah bin Revâha başkanlığında otuz süvari askeri, yahudî Yüseyr bin Rizâm'a gönderdi. Bu çarpışmada Abdullah bin Üneys de vardı... Çarpışma esnasında Yuseyr, Abdullah bin Üneys'i yüzünden yaralamıştı. Döndükleri zaman, Peygamber (s.a.v.) Mübarek tükrüğü ile Abdullah bin Üneys'in yarasını ilaçlayıp tedavi etti. Ve ölünceye kadar Abdullah'ın bu yarası, ne bir kanama yaptı, ne de kendisine bir acı verdi..."[117]

 

Kaza Umresrnde Vukua Gelenler [118]

 

Vahidi ve Beyhakî Ebû Hüreyre'nin şöyle dediğini naklederler: "Peygamber (s.a.v.), Kaza Umresi için yola çıkıp silahı ile birlikte Ye'cic Vâdisi'ne geldi. Durumu haber alan Kureyş, on kadar adam gönderip itirazda bulundu ve: "Ey Muhammed, sen Hudeybiye'deki andlaşmanda Mekke'ye silahsız olarak gireceğini kabul etmiştin. Bu sözleşmeye aykırı haraket edemezsin... Mekke'ye, ancak misafir olanların silâhı ile girebilirsin. Diğer silahlarını dağarcığına koymak zorundasın!" dediler... Peygamberimiz de kendilerine "Elbette ben, Mekke'ye silahh olarak girmeyeceğim!" buyurdu. [119]

Ahmed'in îbn-i Abbas'tan rivayeti de şöyledir: Peygamber (s.a.v.) ve ashabı Mekke'ye geldikleri zaman müşrikler dediler ki: "îşte, Medine'nin sıtması ile perişan olmuş, zayıf düşmüş adamlar geldiler..." Onların bu konuşmasından Cenâb-ı Allah Resulünü haberdâr etti. Peygamber Efendimiz de bunun üzerine tavafın ilk üç şavtmda "Remel" yapmaları­nı emretti... Bununla müslümanların gücünü, müşriklere göstermek istedi..." [120]

Beyhaki’nin bu husustaki îbn-i Abbas'tan rivayeti ise şöyledir: "Peygamber (s.a.v.) Kaza Umresi için yola çıktığında, Merru'z-Zahrân denilen yere geldiği zaman, müşriklerin kendileri hakkında: "Müslü­manların gıdasızlık ve zayıflıktan kımıldayacak halleri kalmamış!" diye konuştuklarından haberdâr oldu... Ashâb dediler ki: "Yâ Resûlüllah, binit develerinden bâzılarını kesip etinden yesek, bol gıdalı çorbalar içsek de yarın Mekke'ye daha neşeli bir halde girsek, daha uygun olmaz mı?" Peygamberimiz "hayır" dedi ve binit develerinin kesilmesini kabul etmedi... Buyurdu ki: "Haydi bütün yiyeceklerinizi Önümde toplayınız!" Bunun üzerine Peygamberimizin Önüne bir yaygı yazıldı ve bütün yiyecekler getirilip bu yaygının üzerine döküldü. Bundan bol bol yediler ve kablarını da doldurdular Sonra kalkıp Mescid-i Harâm'a gittiler ve Peygamberimiz kendilerine "Remel" yapmalarını emretti... Kureyş de bunu gördüğünde: "Yürümeye râzî olmadılar da geyik gibi sekiyorlar" diye söylendi..."[121]

 

Galib El-Leysi Seriyyesînde Vukua Gelenler

 

Bu seriyye, sekizinci Hicret yılının Sefer ayında yola çıkarılmıştı. Cündüb bin Mekis el- Cüheni'den îbn-i Sa'd'ın bu hususla ilgili çıkardığı haber şöyledir: Peygamber (s.a.v.)'in Gâlib bin Abdullah el-Leysî'nin başkanlığında gönderdiği seriyyede ben de vardım.. Peygamberimizin bu husustaki emri şöyle idi: "Kedid denilen yere vardığınızda, Mellûh Oğullarına karşı bir akın düzenleyiniz!" Biz de Peygamberimiz'in emri gereğince akın düzenledik ve hayvanlarım ele geçirip sürdük.. Kabilenin gözcüsü durumdan kendilerini haberdar etti. O kadar büyük bir kalabalık toplandı ki, bizim onlarla çatışmaya girmemize imkan yoktu.. Biz ilerlemeğe devam ettik. Kabilenin adamları ise arkamızdan yetişti. Bu sırada biz vadinin karşı- tarafına geçmiş idik. Baktılar aramızda sadece vadi var.. Derken kuvvetli bir sel geldi, vadinin iki tarafım dolduruyordu.. Bu bize, Allah'ın bir yardımı ve imdadı idi.. Halbuki biz,ne bir yağmur gördük, ne de havada bulut vardı.. Onlar da karşı tarafta bakakaldılar.. Hiç birinin bizden tarafa geçmesine imkân yoktu.. Biz de yolumuza ilerleyip, onların arkamızdan yetişemiyeceği kadar arayı açtık ve yakalanmadan yerimize döndük..". [122]

 

Ebu Musa Seriyyesinde Vukua Gelenler

 

Hâkim îbn-i Abbas'tan şöyle naklediyor: Peygamber (s.a.v.), Ebû Musa'yı Deniz Seriyyesi'ne gönderdi.. Onlar giderlerken, bir ses işittiler. Bu ses diyordu ki: "Size Allah'ın bir hükmünü bildirelim mi? Her kim sıcak bir günde Allah yolunda susuzluğa katlanırsa, Allah da onu susuzluk gününde suya kavuşturacaktır!" [123]

 

Zeyd Bin Harise Seriyyesf Nde Vukua Gelenler

 

Zeyd bin Harise Seriyyesi, Ümmü Karafe'ye gönderilmişti. Ümmü Karafe, Fizâre Oğullarına mensub idi. Bu kadın, kendi oğulları ve torunlarından otuz altıyı hazırlayıp Peygamber Efendimiz'e saİdırmak üzere yola çıktı.. Durumdan haberdar edilen Peygamber (s.a.v.) Efendimiz; "Allah'ım, bu kadını bütün evladlarmdan mahrum eyle!" diye bedduada bulundu.. Sonra Zeyd bin Hârise'yi bir bölük askerle onların üzerine gönderdi. Ümmü Karafe ve bütün evladı bu çarpışmada telef oldular.. (Ebû Nuaym'ın, Aişe Vâlidemiz'den olan rivayeti, bu merkezdedir..) [124]

 

Dıger Bir Serıyyede Vukua Gelen Fevkaladelikler

 

Ahmet ve sahih bir senedle Beyhaki Enes'ten şöyle rivayet ederler: "Kadının biri gelip dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben bir rüya gördüm. Şöyle ki: Sanki ben cennete girmişim, orada bazı ayak sesleri işittim. Baktım, Filan ve filanlar imiş.. On iki kişilerdi, Cennette yürüyorlardı.. Üzerlerinde atlastan elbiseleri vardı. Üzerlerinden ter yerine kan akıyordu.. Denildi ki: Haydibunları cennet İrmağına götürüp daldırınız! 'orada yıkansınlar!". Bunun üzerine götürüldüler. Nehre dalıp çıktılar.. Yüzleri ayın on dördü gibi parlıyordu. Sonra gelip Altın kürsiler üzerine oturdular. Ve altından tepsiler içinde yiyecek getirildi ve bundan yediler.. Ben de kendileriyle birlikte o meyvelerden yedim.."

Kadın bu şekilde rü'yasını anlatıp bitirdiği sırada, Peygamber Efendimiz'in daha önce göndermiş bulunduğu bir seriyyeye âit bir haber geldi. Haberci dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, karşılaştığımız çarpışma esnasında filan ve filanlar şehid oldular." Habercinin bu şekilde saydığı kimselerin sayısı ve kendileri, kadının rü'yasını anlatırken söylediği kişilerin ve sayının aynısı idi. Bunun üzerine peygamberimiz o kadına dedi ki: "daha önce bana anlattığın rüyam, gönderdiğim seriyyenin şu habercisine de anlat!". Kadın rü'yasını ona da aynen anlattı. O haberci de: "Evet yâ Resülüllah, aynen bu kadının rü'yasında gördüğü gibidir"dedi.." [125]

 

Mute Gavzesinde Vukua Gelen Mucizeler Ve Ayetler

 

BuharVnin bu hususta îbn-i Ömer'den rivayeti şöyledir: Peygamber (s.a.v.), Mûte Savaşma giden askerin başında Zeyd bin Hârise'yi komutan tayın etti. Ve buyurdu ki: "Zeyd şehîd düşerse, komutanınız Cafer'dir. Eğer Cafer de şehid düşerse, komutanınız fcn-i Ravâha'dır!"

Vâkıdl der ki: Bana Rabta bin Osman'ın Ömer bin Hakem'den naklettiğine göre, onun babası şöyle demiştir: Nûmân bin Rahtî adındaki yahûdî gelip diğer insanlarla birlikte Peygamber (s.a.v.)'in yanında durdu. Peygamberimiz de bu sırada: "Askerin komutam Zeyd bin Hârise'dir. O şehid düşerse komutan Cafer'dir! O da şehid düşerse komutanınız Abdullah bin Ravâha'dır! Şayet Abdullah da şehid olursa, müslümanlar râzî olacakları birini kendilerine komutan seçsinler!" buyurdu... O'nun bu sözlerine kulak vermekte olan Nûmân dedi ki: "Yâ Eba'l-Kâsım, Sen eğer hakîkaten bir peygamber isen, burada, eğer şehid olursa diye isimlerim saydığın adamlarının hepsi şehid olacaklardır. Daha pekçoklarmın isimlerini saymış olsan, muhakkak onlar da şehit olacaklardır... Senden önceki Benî îsraîl peygamberlerinde de bu böyle olmuştur... Bir peygamber, yüz kişinin "Eğer şehîd olursa..." diye ismini saymışsa, onların yüzü de o savaşta şehîd olmuştur... " Nûmân adındaki bu yahûdî, sonra Zeyd bin Hârise'ye dönerek şu nasîhatta bulundu: "Ey Zeyd, savaşa gitmeden vasiyyetini yap! Zira sen bu savaştan geri dönmezsin, asla Muhammed'i bir daha göremezsin! Eğer o, bir peygamberse, bu muhakkak böyle olacaktır." Zeyd de ona karşı "Elbette ki O, hak peygamberdir! iyi ve güzel ahlaklı olup doğru sözlüdür!" diye cevap verdi..."

(Bu haberi, bu şekilde Beyhakî de rivayet etmiştir...) [126]

Vâkıdl ve Beyhakî Ebû Hüreyre'den naklederler. O demiştir ki: "Mûte savaşına ben de katılmıştım. Düşmanın askeri ve malzemesi o kadar çoktu ki, sayılmayacak derecede... Sonra elbiselerinin süsü, altın ve gümüşlere bezenmiş olmaları da göz kamaştırıyordu... Benim gerçekten gözüm kamaşmıştı... Bunu farkeden Sabit bin Akram, bana dedi ki: "Ey Ebû Hüreyre, sana ne oluyor? Herhalde,    gördüğün manzarayı çoğumsadm ve gözün kamaştı?" Ben de "Evet öyle" diye cevap verdim. Sonra bana şunu söyledi: "Doğrudur, çünkü sen Bedir'de bizimle bulunmadın! Unutma ki biz Bedir'de asla sayı çokluğu ile muzaffer olmadık!"

Buharı, Enes'in şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (s.a.v.), Mûte Savaşma ordusunu gönderdiği zaman bayrağı Zeyd'e vermişti... Zeyd, Cafer ve îbn-i ravâha sırasiyle şehid oldukları zaman, bunu ashabına haber verdiler... Henüz onlardan haberci gelmeden Önce şöyle buyurdular: "Bayrağı taşıyan Zeyd şehîd oldu... îşte bayrağı Cafer aldı, fakat o da şehid oldu... Şimdi bayrağı Abdullah bin Ravâha taşıyor... Fakat o da şehid düştü. En sonunda bayrağı Hâlid bin velîd ve onun sayesinde müslümanlar kurtuldu..."

Beyhakl'nin Ebû Katâde'den sevkettiği rivayet de aşağı-yukarı bu mealde olup yalnız bu rivayette şu önemli fark bulunmaktadır:"... Pey­gamber Efendimiz minbere çıkıp Zeyd'in, Cafer'in ve Abdullah bin Ravâha'nm şehid olduklarını birer birer haber verdi ve sonunda buyurdular ki: "işte şimdi bayrağı Hâlid bin Velîd aldı... Allah'ım, o Senin kılıçlarından bir kılıçtır! Sen ona nusret eyle!" işte bugünden sonra Hâlid bin Velîd'e, "Seyfullah" denilir oldu..."

VâkıdVnin Muhammed bin Salih el-Temmâr ile Abdül Cebbar bin Umâra'dan sevkettiği rivayette ise şöyle denilmektedir: Mûte'de iki taraf karşılaştığı zaman Peygamber (s.a.v.) minber üzerinde oturup konuş­maya başladı. Şâm ile kendisi arasındaki perde keşfolunup olanlar aynen kendisine gösterilmişti. O, Mûte'deki savaşı gözlüyor ve şöyle diyordu: "Elindeki bayrağı ile düşmanın üzerine yürüyan Zeyd'e, Şeytan vesveseler verip ölümü kötü, yaşamayı güzel göstermek istedi... Zeyd ise: "Şimdi îmân alabildiğine mü'minlerin kalblerinde yerleşmiş- ken, sen dünyâya mı rağbet edeceksin?" deyip ilerledi... Ve şehîd olup cennete girdi... işte şimdi de bayrağı Cafer aldı. Şeytan ona da musallat olup aynı vesveseleri vermek istedi ise de, o da Zeyd gibi bu ves veseleri red ederek ilerledi... Nihayet o da şehîd düştü ve cennete gitti... Sonra bayrağı Abdullah bin Ravâha aldı ve o da diğerleri gibi şehîd oldu... Şu farkla ki, onun Önceki iki arkadaşı koşarak cennete giderken Abdullah, yan yan cennete giddi..." Hz. Peygamber'in bu sözü ashaba ağır geldi... Dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, onun itirazı ne idi ki, böyle oldu?" Hz. Peygamberin cevabı ise şöyle oldu: "O savaşırken yara alınca geri döndü ve savaşı bırakmak istedi. Sonra toparlanıp kendi kendini azarlayarak cesarete geldi ve savaşıp şehîd oldu... Cennete girdi ve fakat arkadaşlarının derecesine ulaşamadı..."

îbn-i Sa'd'ın Salim bin Ebu'l-Ca'd tarikiyle Ebû Amir el-SahabVden şöyle bir rivayeti var: "Peygamber (s.a.v.)'e Cafer ve arkadaşlarının haberi geldiği zaman çok üzüldü... Sonra tebessüm ettiler. Bunun sebebi sorulduğunda şöyle buyurdular: Ashabımın ölümleri bana çok hüzün vermişti... Nihayet onları cennette karşılıklı

kürsîlerde kardeşâne oturduklarım gördüm de sevindim... Fakat içlerinden birinin biraz yan çizdiğini görüp kılıcı ve ölümü hoş karşılamadığını anladım... Cafer'i ise iki kanadıyla uçarken gördüm. Kanadlan ve ayakları, şehitlik kanma bulanmış vaziyette idi..."

îbn-i îshâk, îbn-i Sa'd, Beyhakî ve Ebû Nuaym Esma bint-i Amîs'ten rivayet ederler. O şöyle der: "Peygamber (s.a.v.), benim yanıma geldi ve bana: "Haydi Cafer'in oğullarını bana getir!" dedi. Ben de onları getirdim. Peygamberimiz onları kucaklayıp sevdi, okşadı ve kokladı... Her iki gözünden yaşlar döktü... Ben bunun üzerine kendisine: "Ey Allah'ın Resulü, niçin ağlıyorsunuz? Size Cafer ve arkadaşlarından bir haber mi ulaştı?" dedim. O da bana cevâbında: "Evet, onlar bugün savaşırken şehîd oldular" buyurdu."

Vâkidi, Beyhakî ve îbn-i Asaklr Abdullah bin Cafer'den şöyle naklederler: Ben, Peygamber (s.a.v.)'in anama gelip de babamın şehid düştüğünü haber verdiğini hatırlıyorum? O vakit Resûlüllah buyurmuştu ki:

"Ben sana müjde ediyorum! Allah, Cafer'e iki kanat verdi, o da bu iki kanadıyla cennete uçmaktadır!"

"Resûlüllah Efendimiz bize geldiği vakit ben, kardeşime ait koyunlara kakıyordum. Peygamberimiz bunu görerek şöyle dua buyurdular: "Allah'ım, onun malına bereketler ihsan eyle!" O'nun bu duasından sonra her malımda bereket oldu... Ne aldım ve sattımsa, son derece berekete nail oldum?"

Buharı îbn-i Ömer'den şu haberi rivayet eder: "Peygamber (s.a.v.), Cafer'in oğlu Abdullah'ı gördüğü zaman: "Selâm sana, ey iki kanad sahibi Cafer'in oğlu!" diyerek selam verirdi..."

Hâkim sahih olduğunu söyleyerek Ebû Hüreyre'den şöyle bir rivayet nakleder: "Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu ki: "Ben, Cafer'i cennette uçan bir melek olarak gördüm. Ayaklarından da kan damlıyordu... Zeyd'i ise ondan daha geri mertebede gördüm. Sebebini sorduğumda, "Zeyd, mertebe bakımından Cafer'den geri değildir, fakat Cafer sizin yakınınız olduğu için ona daha büyük bir mertebe lutfedilmiştir" denildi..." [127] (Hâkim'in bu hususta îbn-i Abbas'tan da bir rivayeti bulunmakta ise de, o da aynı mealdedir...) [128]

 

Seyfu’l-Bahr Savaşında Görülen Bazı Mucizeler

 

Buharî ve Müslim Câbir'den rivayet ederler. O şöyle der: Peygam­ber (s.a.v.), bizi üçyüz süvari kuvveti olarak Ebû Ubeydetü'b-Nül Cerrâh'm komutanlığında sefere çıkardı... Biz, Kureyş'in kafilesini gözlüyorduk... Çok aç kalmıştık. Hattâ çaresizliğimizden develerin yemini yedik... Derken denizden karaya bir hayvan vurdu. Bu, Anber adında çok büyük bir balık idi. Onbeş gün, bu balıktan yedik ve yağından süründük... Bedenlerimiz gıdasını alarak zindeleşti... Anber'in kaburga kemiklerinden birini Ebû Ubeyde en uzun boylu askere kaldırtarak en uzun boylu deveye yükletti. Diğer ucunuda, askere tutturarak altından geçti..."

Müslim Câbir'den rivayet eder: Peygamber (s.a.v.) bizi, Kureyş'in kafilesini karşılamak üzere Ebû Ubeyde'nin komutanlığında sefere çıkarda. Yiyecek olarak da sâdece hurma yardımında bulundu. Sefere çıktığımızda komutanımız da bize hurmayı dâne dâne veriyordu... Yâni hurmamız da çok değildi... Bir torbadan ibaretti... Bize verilen bir tek hurmayı ağzımıza koyup sorarak eritiyor, üzerine de su içerek idare ediyorduk. Yâni sabahtan akşama kadar yiyeceğimiz bundan ibaretti...Derken denizden karaya Anber adında bir büyük balık vurdu.. Bu bizim için büyük bir ganimet oldu.. Bir aya yakın bununla geçinip beslendik..". [129]

 

Mekke'nin Fethinde Görülen Özellik Ve Mucizeler

 

Mekke'nin fethi Gavzesi, Hicretin sekizinci yılında ve Ramazan Ayı'nın ilk on günü geçtikten sonra idi. Peygamberimiz bu sefere çıkarken Medine'ye vali olarak da Gülsüm bin Husaym el-Gıfari'yi tayin etmişti.. Bir rivayete göre de, Abdullah bin Ümmü Mektûm'u bırakmıştı..

Beyhaki bununla ilgili olarak İbn-i îskak'tan rivayet eder. O şöyle der: Bana Urve bin Zübeyr'in Mervân bin Hakem'den ve Misver bin Mahreme'den naklettiğine göre, bu ikisi şöyle demişlerdir: Hudeybiye'de varılan andlaşmaya göre, etraftaki kabilelerden dileyen Peygamber Muhammed aleyhisselam ile andlaşabilecek, dileyen de Kureyş tarafi ile andlaşma yapabilecekdi. Bu maddeye uyarak Hudâa kabilesi derhal: "Biz Muhammedle andlaşma yaparak O'nun tarafına geçeriz" dediler ve öyle yaptılar. Bekir oğulları da "Biz Kureyş tarafı ile andlaşma yapar onların himayesine gireriz" dediler ve öyle yaptılar.. Bir seneden fazla yâni onyedi veya on sekiz ay kadar, bu andlaşmayı ihlal eden olmadı. Derken kureyş tarafı ile an^laşmış bulunan Bekir oğulları, Hudâalılara geceleyin baskın düzenlediler. Kureyş de kendilerine silâh ve eşya yardımında bulundu. "Gece karanlığında yapıp bitireceğimiz bir baskını, Muhammed nereden bilecek?" diye düşündüler.. Ve geceleyin gidip Hudâahları, suları başında vurdular.. Onlara olan düşmanlıkları ise, onların Peygamber tarafına geçmiş olmalarına kızmaları idi.. Hudâa'dan Amr bin Salim ise,atma binerek hızla yola çıktı ve durumu haber vermek üzere Peygamberimiz'e geldi. Ve olup bitenleri anlattı.. Peygamberimiz de kendisine: "Zafere ereceksin yâ Amr!" buyurdu..

Aradan zaman geçmeden semâda bir bulut belirip geçti. Peygamberimiz de: Bu bulut, Ka'b Oğullarının zaferini kolaylaştıracak­tır!" buyurdu.. Ve derhal hazırlanılınasmı emretti ve fakat nereye çıkılacağım hiç söylemedi. Ayrıca Kureyş'in durumdan haberdar olmaması için Cenab-ı Hakk'a dua ve niyaz eyledi: "Allah'ım, biz kureyş'i kendi yurdunda ele geçirinceye kadar, onlara bir körlük ver! Bu seferimizden hiç haberleri olmasın!" dedi.. [130]îbn-i îshâk ve Beyhakl'nin Urve'den olan bir rivayeti de şöyledir: Peygamber salallahü aleyhi vesellem, Mekke'nin fethine karar verip müslümanları topladığı zaman, Hâtıb İbn-i Ebû Beltea Kureyş'e bir mektup yazarak, Peygamber'in bu hazırlık ve seferinden haber verdi.. Bu mektubu Müzeyne'li bir kadına vererek ve bu hizmetine karşılık bir mükâfat va'dederek gönderdi.. Bu kadın da mektubu başına koyup örgülerinin altına sakladı ve bu şekilde yola çıktı. Fakat Peygamber Efendimiz durumdan haberdar edildi.. Ali bin Ebû Tâlib ile Zübeyr bin el-Avvâm'ı çağırarak vazifelendirdi ve bu kadının peşinden yola çıkardı.. Kadını yakalayarak mektubu geri getirmelerini emretti..".

Bu haberi tamamlayan Bûhâri ve Müslim'in Ali'den rivayeti ise şöyledir. Ali demiştir ki: "Peygamber (s.a.v.) beni, Zübeyr'i ve Mikdâd'ı gönderdi ve buyurdu ki: "Derhal gidiniz ve Ravda-i Hâv'a varınız! Orada devesiyle gitmekte olan bir kadın göreceksiniz, onun götürmekte olduğu mektubu ondan alarak getiriniz!".

Biz, derhal atlarımıza binerek hızla ilerledik. Sanki at yarışına çıkmış gibiydik.. Hâh Râvdası'na vardığımız zaman, hakikaten devesi üstünde yolculuk etmekte olan bir kadın gördük. Ona dedik ki: "Kureyş'e götürmekte olduğun mektubu çıkar ve derhal bize teslim et!". Kadın,kendisinde mektup olmadğığını söyledi. Biz kendisine, "Sen kendin vermezsen, biz mecburen üzerini arar mektubu alırız!" dedik. Durumun ciddiyetini anlayınca, mektubu saclarının arasından çıkardı sve bize teslim etti.. Biz de derhal getirip Peygamberimiz'e teslim ettik. Peygamberimiz çıkarıp okudu, Mektubda şöyle yazıyordu:"

Hâtıb bin Ebû Beltea'dan Mekke'deki müşriklerden bâzılarına.." Ve bu mektubda, Hz. Peygamber'in Kureyş üzerine yürüdüğü, müşriklere haber veriliyordu. Durumu ortaya çıkaran Hz. Peygamber, Hâtıb'a hitaben: "Ey Hâtıb bu nedir?" buyurdu. Hâtıb da şu karşılığı verdi: "Ey Allah'ın Resulü, hükmünü acele verme! Ben, Kureyş'le çok yakın ilişkisi olan biri idim. Ben Kureyş'li değil, Kureyş'in bir dostu idim.. Bunun için Kureyş içinde benim bir yakınım bulunmamaktadır. Halbuki Kureyş'li olup da müslüman olmaları sebebiyle Medine'ye hicret etmiş bulunanların Mekkede bâzı yakınları bulunmaktadır ve onlar bu yakınları vasıtası ile oradaki aile fertlerini ve mallarımı korumaktadırlar.. Benîm ise, böyle bir imkanım bulunmamaktadır, işte bu sebebten, Kureyş'ten bâzı dostlar sebebiyle oradaki yakınlarımı ve mallarını korumak istedim! Yoksa (hâşâ), kesinlikle islâm'dan irtidâd etmeyi (dönmeyi) düşünmüş değilim! islâm'a olan inancım ve bağlılığım tamdır ve devam etmektedir. Ben, Müslüman olduktan sonra, asla küfre rızâ göstermiş değilim!"    ,

Kendini bu şekilde savunan Hâtıb'a karşı Hz. Peygamberin sözü: "Evet, seni bu söylediklerinde tasdik ediyoruz!" oldu.. Ömer'in bu sırada: "Ey Allah'ın Resulü, izin veriniz de bu münafığın başını vurayım!" diye bağırdığı duyuldu. Resûlüllah Efendimiz de buyurdular ki: "Ey Ömer, bu adam Bedirde bulunmuştur! Ne biliyorsun, belki Yüce Allah Bedir Gâzîlerine özel olarak lütfedip: "Ey Bedir Gazileri, istediğinizi yapınız, ben sizleri gerçekten mağfiret ettim buyurmuştur.." işte bunun üzerine Allah, şu âyet-i celîlesini inzal buyurdu:

"Ey îmân edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyiniz! Onlar, size gelen gerçeği inkar ettikleri, Rab'biniz Allah'a inandığınızdan dolayı Allah'ın elçisini ve sizi yurdunuzdan sürüp çıkardıkları halde, siz onlara meveddet (sevgi) ulaştırıyorsunuz (mektup yazıp gönderiyorsunuz). Eğer benim yolumda savaşmak ve benim rizâmı kazanmak için çıktınız ise, içinizde onlara sevgi mi gizliyorsunuz? Oysa ben sizin gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz her şeyi bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur[131]

Beyhaki îbn-i Şihâb'tan şöyle nakleder: Bize söylenildiğine göre, Ebû Bekir Mekke'nin fethi sırasında Hazret'i Peygamber'e hitaben: "Ey Allah'ın Resulü, ben bir rüya gördüm: ikimiz birlikte Mekke'ye yaklaşmışız. Bu sırada bir dişi köpek çıkıp bize hırlamağa başladı,. Biz, biraz daha yaklaşınca bu dişi köpek sırtüstü yatıp süt akıtmaya başladı.. "Ebû Bekir'in bu rüyasını dinleyen Hazret'i Peygamber buyurmuş ki: "Müsterih ol, Kureyş'in köpeği gitti, sâf sütü akmaya başladı.. "Şimdi onlar, aramızdaki akrabalık hürmetine sığınıp bizden af dileyeceklerdir. İçlerinden bazıları da karşı koymaya kalkışabilir. Fakat Ebû Süfyan ile karşılaştığınızda onu Öldürmeyiniz!". Müslümanlar da Merru'z-Zahrân'da Ebû Süfyan ile Hakîm'e rastladılar..".

Müslim, Tayâlesi ve Beyhaki Ebü Hüreyre'den şu haberi nakleder: Mekke'nin fethi gününde ensâr dediler ki: "Adam, kendi memleketine ve akrabasına kavuşunca, buraya ve bunlara olan rağbeti iyice arttı. Burada kalabilir. "Tabii Ensar, böyle derken Hz. Peygamber'i kastediyor ve O'nun, Fetih'ten sonra Mekke'de kalmasından endişe ediyordu.. Bu sırada Peygamber Efendimiz'e vahiy hâli geldi. Kendisine vahiy hâli geldiği zaman, kolayca belli olurdu. Ve hiç kimse başını kaldırıp da Hz. Peygamber'e bakamazdı.. vahiy hâli geçince Hz. Peygamber, ensara hitâb ederek: "Benim hakkımda söylediğiniz bana malum olmuştur! Fakat asla sizin söylediğiniz gibi değil! Faraza sizin söylediğiniz gibi olsa, o Taktirde,benim adım ne olacak? Size tekrar: "Asla, sizin söylediğiniz gibi değil!" diyorum. Ben, Allah'ın kuluve Elçisi'yim! Sizinle beraber yaşayıp beraber öleceğim! Asla burada kalmak, sizlerden ayrılmak diye bîr şey yoktur!" Peygamber1 imiz in bu açıklaması üzerine, ensâr ağlamaya başladılar.. Ve dediler ki: "Vallahi bizler, Allah ve onun elçisi hakkında kötü zanda bulunuyoruz". Peygamberimiz de buna karşılık: "Allah ve Resulü, sizleri tasdik ediyor ve sizin bu husustaki özrünüzü kabul ediyor!" buyurarak onları teselli ettiler.."[132]

îbn-i Sa'd Ebû îshâk el-Sebei'den şu haberi nakletmiştir: Kilâb kabilesine mensûb olan Zü'1-Cevşen Peygamber (s.a.v.)'e geldiği vakit, Peygamberimiz ona dedi ki: "Senin müslümanhğı kabul etmene manî nedir?" Zü'1-Cevşen şu karşılığıverdi: "Kavmin seni yalanladı, seni Mekke'den çıkardı, sana karşı savaş açtı... Ben bu durumda beklemeyi tercih ediyorum. Eğer sen kavmine galip gelirsen, ben sana îmân eder ve tabî olurum. Yok kavmin sana galip gelirse, bu taktirde ben de sana tabî olmam." Onun bu cevabı üzerine Resûlüllah da şöyle buyurdu: "Ey Zü'1-Cevşen, biraz yaşıyacak olursan, Benim kavmim üzerine galebemi gözlerinle görmüş olursun!"

"Bir ara biz, Dureyye'de idik... Mekke tarafından bir binitli geldi. Biz kendisine Mekke'de ne haber var? diye sorduk. O da, "Muhammed Mekke halkına galip geldi. Bu haberin üzerine yanımızdaki Zü'l-Cev-şen, vaktiyle Müslüman olmadığından dolayı çok üzüldü. "Keşke Resûlüllah'ın beni davet ettiği zaman, İslâm'ı kabul etseymişim!" diyerek üzüntüsünü belirtti..."

"Sahihtir" kaydiyle Hâkim'in ve Beyhakı'nin Kays bin Ebû Hâzım'dan naklettiklerine göre, Ebû Mes'ûd şöyle demiştir: "Mekke'nin fethedildiği gün idi. Adamın biri Peygamber (s.a.v.) ile konuşuyordu. Adamcağız, Peygamberimiz'in heybetinden titremeye başlamıştı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kendisine hitaben şöyle buyurdu:

"Hiç sıkılma, rahat ol ve rahat konuş! Zira ben (hükümdar değilim), ancak Kureyş'ten bir kadının oğluyum, Anacığım da, güneşte kuruttuğum et parçasıyla geçinen bir kadındı"

Beyhakî ve Ebû Nuaym'in Abdullah bin Dînâr tarikiyle naklettiklerine göre, îbn-i Ömer şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.v.) Mekke'ye girdiği zaman, orada üçyüz altmış put bulunduğunu gördü... Elindeki asası ile her bir puta işaret ettiğinde o put yüzüstü yere düşüyor, Peygamber Efendimiz de şu âyet-i celîleyi okuyordu

"De ki: Hak geldi, bâtıl gitti, zâten bâtıl yok olmağa mahkûmdur!" [133]

Ebû Nuaym'in Nâfi tarikiyle İbn-i Ömer'den sevkettiği rivayet de şöyledir: "Mekke'nin fethi gününde Peygamber (s.a.v.), Mescid-i Harâm'a girip durdu. Kabe'nin etrafında üçyüz altmış put bulunduğunu gördü... Şeytanlar onları birbirine bakır ve kalaylarla yapıştırmıştı... Peygamberimiz bu putlardan her birine yaklaşıyor, elindeki asası ile dokunmaksızın işarette bulunuyor, bu sırada putlar, teker teker yüzüstü yere düşüyordu... Efendimiz de: "Hak geldi, bâtıl gitti..." buyuruyordu.

Beyhakî ve Ebû Nuaym Saîd bin Cubeyr tarikiyle aynı hadisi Ibn-i Abbas'tan rivayet etmişlerdir:

(Beyhakî, yukarıda geçen İbn-i Ömer hadîsi'nin senediyle ilgili olarak şöyle demiştir: Bu rivayetin senedi her ne kadar zayıf ise de, İbn-i Abbâs hadîsi bunu destekler mâhiyettedir...)

îbn-i Asakîr Atâ'dan şu haberi sevkediyor; o da îbn-i Abbas'tan naklen diyor ki: Mekke'nin Fethi Gazvesi'nde Peygamber (s.a.v.) Mekke'ye yaklaştığı gece şöyle buyurdu: "Mekke'de dört adam var ki, onlar şirkten uzaklaşıp islâm'ı kabul etmelerini ümîd etmekteyim!" Bunun üzerine, bu dört kişinin kimler olduğu soruldu. O da buyurdu ki: "Attâb bin Esîd, Cübeyr bin Mut'ım, Hâkim bin Hızân ile Süheyl bin Amr'dır İslâm'a olan rağbeti, diğerlerinden daha fazladır..." [134]

Hâkim, Ali bin Ebû Tâlib'ten şu haberi nakletmiştir: Mekke'nin fethi sırasında Peygamber (s.a.v.) bizlerle birlikte Kabe'nin yanına vardı... Bana hitaben "Otur" dedi. Ben de Kabe'nin duvarları dibine oturdum. Peygamberimiz omuzlarına çıktı ve bana "kalk!" dedi. Ben de kalktım. Benim omuzlarımda Peygamberimiz'i taşıyamıyacağımı anla­yınca "otur!" dedi. Ben de oturdum. Efendimiz de omuzlarımdan indi... Sonra yine bana: "Ey Ali, haydi omuzlanma çık!" buyurdu. Ben de O'nun emrini yerine getirdim. Sonra Peygamberimiz yukarıya doğruldu. Ben de kendimi adetâ semâya doğru yükseliyormuşum gibi hayâl ettim... Bu şekilde Kabe'nin damına çıktım. Peygamber Efendimiz Kabe duvarından geriye çekilerek bana seslendi ve: "Haydi önce Kureyş'e ait en büyük putu aşağıya at!" buyurdu. Bu putlar, demir direklerle yere irtibatlı ve dayalı idi... Peygamberimiz bana hitaben: "Haydi, haydi!" diyerek teşvikte bulunuyor, aynı zamanda da: "Hak geldi, bâtıl gitti; zâten bâtıl yok olmağa mahkûmdur!" mealindeki âyeti okuyordu... Ben de bütün gücümle çalışıp koca putu yere yuvarladım..."

Ebû Yâlâ îbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: Peygamber (s.a.v.) Mekke'yi feth ettiği zaman, şeytan askerlerine seslenip onları topladı ve dedi ki: "Artık bugünden sonra Ümmet-i Muhammed'i Müslümanlıktan çıkarıp da şirke döndürmek hususunda ümidinizi kesiniz!" [135]

Beyhaki t n-i Ebzâ'dan şu haberi vermektedir: Peygamber Efendimiz Mekke'yi feth ettiği zaman, siyah renkli, yaşlı ve ak başlı bir kadın gelip saçını başını yolmaya ve 'Yazıklar olsun, yazıklar olsun" diye feryâd etmeğe başladı... Kadının bu durumu Hz. Peygamber'e haber verildiğinde, şöyle buyurdular! "Bu Naile adındaki şeytandır! Ülkenizde artık kendisine tapınmayacağını bildiği için böyle yapmaktadır!

îbn-i Sa'd, Tirmizt, Hâkim, îbn-i Hibbân, Dârekutnî ve Beyhakî Haris bin Mâtik'ten naklediyor, O şöyle diyor: "Ben, Peygamber (s.a.v.)'in Mekke'nin fethi gününde şöyle dediğini işittim:

"Bu günden sonra Mekke ehline, tâ kıyamete kadar gaza yapılmıy acaktır!"

(Bunu, Haris bin Mâlik'ten rivayet edenlerden Beyhakî, bu hususta der ki: "Peygamber Efendimiz bu sözleriyle, "Bu günden sonra, "Mekke ehli kâfir oldu!" diyerek, üzerlerine gaza yapılmayacaktır" demek istemiştir..."

Müslim'in MutVden rivayeti şöyle: "Mekke'nin fethedüdiği gün ben, Peygamber (s.a.v.)'in: "Kureyş bu günden sonra îdâm edilmek suretiyle katledümeyecektir" dediğini işittim."

 (Beyhakî bu hususta der ki: Peygamberimiz bu sözüyle, Kureyş'in hepsinin artık müslüman olduğunu ve küfür üzere öldürülmeyeceğini, demek istemiştir) [136]

Beyhakî ve Ebû Nuaym Ebû't-Tufeyl-den şu haberi nakletmiştir: Peygamber (s.a.v.) Mekke'nin fethinden sonra, Mekke ile Tâif arasında bulunan ve hurmalık olması sebebiyle "Nahle" denilen yere Hâlid bin Velîd'i gönderdi. Arabın taptığı meşhur putlardan el-Uzzâ orada idi. Hâlid'in vazifesi bu putu ve put evini yıkmak idi... Hâlid derhal yola çıktı, Nahle'ye gidip putun iplerini kesti, putu ve üzerinde bulunduğu put evini yıktı. Sonra dönüp durumu Hz. Peygamber'e haber verdi. Peygamberimiz ise kendisine: "Ey Hâlid, Nahle'ye tekrar git! Zira el-Uzzâ adındaki putu yıkmakla ilgili vazifen henüz bitmedi!" buyurdu. Hâlid tekrar Nahle'ye döndü. Put evinin bakıcıları ise dağa doğru çekiliyorlar ve: "Ey Uzzâ, onu çarpıp helak et, ey Uzzâ onu kör et! Aksi halde geber git!" diyorlardı... Derken Hâlid'in karşısına bir kadın çıktı. Kadının saçları dağınık bedeni çıplak idi... Başına-topraklar saçıyor ve feryâd ediyordu. Hâiid kılıcıyla vurup onu öldürdü. Sonra etrafına bakındı, yapılacak bir iş olmadığını anlayarak geri döndü... Durumu aynen Hezret-i Peygamber'e haber verdi... Peygamberimiz de kendisine: "Ey Hâlid, işte şimdi el- Uzzâ putunu öldürmüş oldun!" buyurdu..."

îbn-i Sa'd'm bu hususta Saîd bin Amr el-Hezlt'den. rivayeti ise şöyledir: Peygamber (s.a;v.) Mekke'yi fethettikten sonra, etrafa askerî birlikler gönderdi. Hâlid bin Velîd'i de el-Uzzâ adındaki putu tahrîb etmeğe gönderdi. Hâlid el-Uzzâ'yı yıkmak için Nahle'ye gittiğinde, siyah, saçları dağınık ve çıplak bir kadınla karşılaştı... Dövünen ve üzerine   topraklar saçan bu kadını kılıcıyla vurup Öldürdü. Putu ve puthâneyi de tahrîb ederek döndüğünde, bu kadının durumunu Hz. Peygamber'e haber verdi.  Peygamberimiz  de kendisine:  "îşte bu el-Uzzâ'dır! Artık şu müslüman ülkenizde puta tapmaktan ümidini tamamen kesmiştir." buyurdu..."

îbn-i Sa'd'ın Vâkıdî vâsıtasiyle onun üstadlarından da bu hususta bir rivayeti var. Şöyle ki: "Peygamber (s.a.v.) Mekke'nin fethinden sonra Sa'd bin Zeyd el-Eşhelfyi de Menât adındaki meşhur putu yıkmaya gönderdi. Bu put ise, Müşelşel demlen yerde idi. Emrindeki yirmi süvâ-rî ile oraya vardığında, put evinin bekçisi kendisine: "Ne istiyorsun?" diye sordu... Sa'd: "Menât putunu yıkmak istiyorum!" dedi. Bekçi: "îşte sen, işte o!" karşılığım verdi. Sa'd puta doğru ilerlerken önüne çıplak bir kadın çıktı. Kadın siyahtı ve saçları da darmadağın idi... Göğsünü yumrukluyor ve "yazıklar olsun!" diye feryâd ediyordu... Bu sırada puthânenin bekçisi de: "Haydi Menât, şu düşmanının hakkından geliver!" diye söyleniyordu... Sa'd kılıcını çekerek bu kadını öldürdü, sonra Menât üzerine yürüdü ve onu da yıkıp harabeye çevirdi..."

tbn-i Sa'd, Beyhakî, îbn-i Asâkîr'in nakline göre Ebû tshâk el-Sübey'î şöyle demiştir: Ebû Süfyân bin Harb, Mekke'nin fethinden sonra oturduğu yerde kendi kendine: "Muhammed'in hakkından gelmek için bâzı askerleri toplayıp üzerine yürüsem..." diye konuşurken, birisi omuzuna dokunuvermisj Biri de bakmış ki, omzuna dokunan Hz. Peygamberdir... Ve Hk. Peygamber kendisine hitaben: "O taktirde ey Ebû Süfyân, Allah seni rezîl ve perişan eder!" buyurmuştur... Ebû Süfyân da derhal: "Şu anda seksiz şüphesiz inandım ki, Sen hak Peygambersin!" demiştir..."

(Beyhakî ve Ibn-i Asâkîr bu haberi, Ebu's-Sefîr tarikiyle îbn-i Abbâs'tan da naklederler... Ayrıca Ibn-i Sa'd da yine Ebu's-Sefîr'den bunu mürsel olarak rivayette bulunur...)

Beyhakî, Ebû Nuaym ve îbni Asâkîr'in Saîd bin Müseyyeb'ten olan rivayetleri ise şöyledir: Mekke'nin fethi gününde islâm askeri Mekke'ye girdikleri zaman, devamlı olarak tekbîr ve tahlil okuyorlardı... "Allahü Ekber!" ve "Lâilâhe illallah!" nidalarıyla Mekke ufkunu çınlatıyorlar, Kabe'yi tavaf ediyorlardı... Bu şekilde sabaha kadar Mekke ufukları çmlamıştı... Ebû Süfyân ise bu durumu hazmedememişti... Karısı Hind'e demişti ki: "Sen, bütün bu olup bitenleri Allah'tan mı biliyorsun?" Ebû Süfyân, sabahın erken saatinde Hazret'i Peygamber'in huzuruna gittiği zaman, Peygamber Efendimiz kendisine dedi ki: "Ey Ebû Süfyân, bütün bu olup bitenler Allahtan mıdır? diyerek karın Hind'e soruyorsun! Sana bunun cevabım ben vereyim! Evet, bütün bunlar Allah'tandır!" Ebû Süfyân da bunun üzerine: "Kesin olarak şehâdet ederim ki Sen, Allah'ın kulu ve Resûlü'sün! Vallahi benim bu sözümü Hind'ten başka insanlardan hiçbir duyan olmamıştı. Elbette ki Allah da duyuyordu. Sana haber veren şüphesiz Allah'tır!" diyerek şehâdet getirmiştir..."

Ukaylî ve îbn-i Asakîr Vehb bin Münebbih tarikiyle îbn-i Abbâs'tan şöyle naklederler: Peygamber (s.a.v.) tavaf ederken Ebû Süfyân bin Harb ile karşılaştı ve onu: "Hindle konuşurken böyle böyle dedin mi?" diye sordu. Ebû Süfyân derhal bozulup: "Demek Hind, kendisine söylediğimi başkalarına ifşa etmiş!" demekten kendini alamadı... Peygamberimiz kendisine: "Sakın Hind'e birşey söyleme! Çünkü o, sana âit birşeyi ifşa etmiş değildir." buyurdu. Bunun üzerine durumu idrâk eden Ebû Süfyân: "Seksiz şehâdet ederim ki Sen, Allah'ın Elçisi'sin!" dedi..."

îbn-i Sa'd ve Haris bin Ebû Üsâme Müsned'inde ve îbn-i Asakîr, Ebû Bekir bin Hızâm'ın oğlu Abdullah'tan şöyle nakleder: Peygamber sallallahü aleyhi vesellam Mescid-i Harâm'a çıktığı zaman Ebû Süfyân bin Harb de orada oturuyordu. Kendi kendine dedi ki: "Muhammed bize ne ile galip geliyor, anlıyamıyorum!" Peygamberimiz de kendisine yaklaştı onun göğsüne vurarak: "Allah'ın yardımıyladır ki size galip geliyorum!" buyurdu. Bunun üzerine Ebû Süfyân: "Şehâdet ederim ki Sen Allah'ın Elçisi'sin!" dedi.

Buharl ve Müslim Ebû Şürayh el-Advfden rivayet eder. O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.), Mekke'nin fethinden sonra okuduğu hutbede buyurdular ki:

"Mekke'yi Harem-i Şerîf kılan Allah'tır, insanlar değildir! Allama ve ahiret gününe inanan bir insana, burada kan dökmesi ve buranın ağacını kesmesi asla helâl olmaz!"

"Eğer birisi size, "Peygamber burada dövüşmüş tür!" diyerek, böyle birşey yapmağa kalkışacak olursa; o kişiye deyiniz ki: "Peygamber bunu, Allah kendisine izin verdiği için yapmıştır!" Allah'ın bana olan izni de, gündüzün bir saatinden ibaret idi... Ve şu andan itibaren, Harem-i Şerifin eski hürmeti avdet etmiştir! -Ve kıyamete kadar da devam edecektir!-"

Yine Buhart ve Müslim Ebû Hüreyre'den rivayet ederler. O demiştir ki: Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Fil ordusu Mekke'ye sevkedildiği zaman, Allah o orduyu habsederek Mekke'yi korumuştur. Fakat şimdi, Resulü ve mü'minler için bir engel koymamıştır! îyi belleyiniz, burası harem-i Şerîf olup kan dökmek kesinlikle yasaktır! Allah, Elçisi için gündüzün bir saatinde izin vermişse de, Ben'den sonra böyle bir şey, hiçbir kimseye helâl olmaz! Bu kıyamete kadar böyledir!.,.

îbn-i Sa'd, şu haberi rivayet etmiştir: Bana Vâkıdî İbrahim bin Muhammed el-Abdert'den nakletti. Ona da Osman bin Talha konuşmuş ve şöyle anlatmış: "Peygamber (s.a.v.), hicretten evvel beni Mekke'de gördüğü zaman islâm'a davet etmişti... Ben de kendisine şöyle karşılık vermiştim: "Ey Muhammed, Sen kendin kavminin dînini terkediyorsun ve yeni bir dîn getiriyorsun, böyleyken benim de Sana uymamı istiyorsun! Benim, kavmimin dînini bırakarak Sana uyacağımı ümîd etmene, doğrusu şaşıyorum!..."

Biz, câhiliye zamanında Kabe'yi, pazartesi ve perşembe günleri açardık... Bir gün, Kabe'nin açıldığı bir sırda baktım Muhammed de gelmiş ve insanlarla birlikte Kabe'ye girmek istiyor... Ben kendisine çok ağır sözler söyledim ve hakarette bulundum... O ise bana, anlayış ve olgunluk gösterdi... Sonra dedi ki: "Ey Osman bakarsın gün gelir sen Kabe'nin anahtarını benim elimden alarak onu açmış olursun! Çünkü o gün ben, Kabe'nin anahtarını dilediğime verebilecek durumda bulunurum!..." O'nun bu sözlerine karşılık ben de kendisine şunu söylemiştim: "O taktirde Kureyş helak oldu ve zillete düştü demektir!"

Hz. Peygamber ise: "Hayır ey Osman, o gün Kureyş helak ve rezîl olmayacak, bil'akis Kabe'yi mâmur kılacak ve kendisi de azîz olacaktır!" Hz. Peygamber bunu söyledi ve akabinde Kabe'ye girdi... O'nun bu sözleri, bende gerçekten büyük bir te'sîr bıraktı... Ve ben, O'nun bu söylediklerinin gün gelip olabileceğini düşünmeye başladım... Hattâ bu düşünceyle müslüman olmak bile istedim. Fakat bunu anlıyan kavmi­min bana şidetle atıp-tutmaları, beni bu karanından caydırmış oldu... Mekke'nin Fethi gününde Hz. Peygamber beni gördüğü zaman: "Ey Osman, Kabe'nin anahtarını getir, bana ver!" buyurdu. Ben de kendisi­ne verdim. Anahtarı mübarek eline aldı, sonra bana verip dedi ki: "Ey Osman, hep sende ve senin nesline kalmak üzere Kabe'nin anahtarını al! Bu anahtarı sizden ancak zâlim bir kişi alabilir..." Ben de O'nun mübarek elinden Kâbenin anahtarını alıp döndüğüm sırada, beni çağırdı ve şöyle buyurdu: "Ey Osman, Ben bunu sana, daha önce haber vermemiş miydim?" Bunun üzerine ben, derhal O'nun bana Medine'ye hicretinden önce burada söylediği sözleri hatırladım ve kendisine hitaben: "Evet, hatırladım ey Allah'ın Resulü. Ve şimdi kesin olarak şehâdet ediyorum ki Sen, gerçekten Allah'ın Resûlü'sün!" diyerek müslüman oldum." [137]

 

Huneyn Gazvesinde Görülen Bazı Mucizeler

 

Buna Evtas Gazvesi de denilmektedir. Her iki yer, Mekke ile Tâif arasındadır. Ayni zamanda Hevâzİn Gazvesi dahi denilmektedir. Çünkü Peygamberimizde savaşmaya gelenler onlardı... Bunlar, Mekke'nin fethini düyunca sıra bize geliyor diyerek silahlanmışlar, Mâlik bin Avf'ın kumandasında birçok kabîle ile birleşerek Huneyn'e gelmişlerdi... Peygamberimiz de on ikibin askeriyle onları orada karşılamıştı...

Buharı ve Müslim Berâ bin Âzib'ten rivayet eder. Ona denilmiştir ki: "Siz Huneyn Gavzesi'nde Resûlüllah'ı bırakarak firar mı ettiniz?" O da şu cevabı vermiştir; "Fakat Allah'ın Resulü firar etmedi! Hevâzin askerleri gerçekten atıcı kimselerdi. Biz kendileriyle karşılaşıp iyi bir hamle yapınca onlar bozuldular. Bizimkiler de ganimet toplamaya başladılar. Bu sırada onlar geri dönüp üzerimize saldırınca bizimkiler bozguna uğradı... Fakat Peygamber (s.a.v.) katırının üzerinde sebat ediyor ve şöyle diyordu:

"Ben Peygamberim, yalan yok! Ben Abdü'l-Muttalib Oğluyum!"

Müslim, Ebû Uvâne ve ISfesâî Abbâs'm şöyle dediğini naklederler: Peygamber (s.a.v.) Huneyn Günü, katırından yere indi ve bir avuç toprak alarak kâfirlerin yüzüne doğru saçtı ve sonra şöyle buyurdu: "Bozguna uğraymız! Muhammed'in Rabbine kasem olsun!" Allah'a yemin ederim ki, Peygamberimiz yüzlerine doğru toprağı saçar saçmaz onlarda bir bozgun oldu ve derhal kaçmaya başladılar..."

Yine Müslim'in Seleme bin el-Ekva'dan rivayeti ise şöyledir: Huneyn Gazvesinde Peygamberimizin katırından indiğini görünce kâfirler üzerine üşüştüler. Peygamberimiz de yerden bir avuç toprak alıp onların üzerlerine doğru saçtı ve: "Hepsinin yüzleri kara olsun!" buyurdular. Hepsinin iki gözü toprakla dolmuştu. Çâreyi geri dönüp kaçmakta buldular..."

Târih'inde Buharı, îhn-i Sa'd, Hâkim ve Beyhakî, Ayyâd bin Haris el-Nusarî'nin şöyle dediğini kaydederler: "Peygamberimiz Huneyn Günü'nde bizim üzerimize bir avuç toprak saçtı... Bu toprak bizim gözlerimize dolarak kaçmamıza sebep oldu..."

Yine BuharVnin Târih'inde ve BeyhakVnin rivayetinde Amr bin Süfyân el-Sakafi'nin şu haberi verdiği kaydedilir: "Huneyn Günü Hz. Peygamber üzerimize bir avuç toprak saçtı. Bu toprak gözlerimize dolarak bizim hezimetimize sebep oldu. Biz orada, etrafımızda ne kadar taş, ağaç ve asker varsa hepsinin üzerimize yağacağım zannettik ve çâreyi kaçmakta bulduk..."

Ibn-i Asakîr'in Haris bin Bedel'den rivayeti de bu şekildedir... Abd bin Humeyd'in ve Beyhakî'nin Yezid bin Amir el-Süvâî'den rivayeti de bu merkezdedir. Huneyn Savaşı'na müşrikler safında katılmış bulunan bu zât da, durumu bu şekilde anlatmış, sadece farklı olarak: "O sırada her birimiz, arkadaşının gözüne toprak dolduğuna dâir şikâyette bulunduğunu görmekte idi..." ifâdesini kullanmıştır... Kendisinden sevkedilen diğer bir rivayete göre, ona o gün, Allah'ın kalblerine ilkâ ettiği korkudan suâl etmişler, o da demiştir ki: "Hz. Peygamber yerden toprak alıp atıyordu, sanki demirden taslar içinde gökten kum yağıyordu! Bu, dışarıda böyle olduğu gibi, içimizde de aynen böyle oluyor, kalblerimiz korku ile doluyordu..."

Beyhakî, îbn-i Asakîr ve Müsned'inde Müsedded, Ümmü Bürsen'in âzadlısı Abdurrahmân'dan şu haberi nakleder: "Bana, Huneyn Savaşına müşriklerle beraber katılmış bulunan bir adam şöyle anlattı: Biz Huneyn'de Peygamber'in ashabı ile karşılaştığımız zaman, onlar bizim karşımızda bir koyun sağımı kadar tutunanı a dılar... Biz, bozguna uğrayan müslüman askerlerin peşine düşmüş onları kovalıyorduk... Derken beyaz katıra binmiş bulunan birisiyle karşılaştık... Bir de ne görelim, bu zat, Hz. peygamber imiş... O'nun yanında bulunan güzel yüzlü ve beyaz adamlar bizi karşıladılar! Bize karşı durup: "Hepsinin yü2)eri ksra olsun) Haydi gen dönünüz)" diye haykırdılar... Arkasm-dan, omuzlarımıza binerek bizi geri sürdüler... işte bizim oradaki geri dönüp kaçışımız böyle olmuştur..."

Beyhakî ve Ebû Nuaym îbn-i îshâk tarikiyle Ümeyye bin Abdullah'tan şöyle nakleder: "Huneyn Gününden önceki gecede Mâlik bin Avf, Peygamber'in ordusunu gözetleyip haber getirmeleri için bâzı adamlar (üç kişilik küçük bir grup) gönderdi... Bunlar kısa bir müddet

sonra kaçarak geldiler. Korkudan titriyorlardı. Mâlik, kendilerine çıkışıp: "Nedir, bu hâl?" diye bağırdı. Onlar da dediler ki: "Biz onlara yaklaşmak üzere giderken alaca (siyahlı beyazlı) âtlara binmiş bâzı beyaz adamlarla karşılaştık... Onlar üzerimize doğru yürüyünce, gördüğünüz gibi kaçıp dönmeye mecbur olduk..."

îbn-i îshak, Beyhakî ve Ebû Nuaym Cübeyr bin Mut'ım'den şöyle rivayet ederler: Huneyn Günü'nde biz peygamber (s.a.v.) ile beraber idik. Tam savaşın kızıştığı bir sırada ben, düşmanla bizim aramızda semâdan, kıldan Örülmüş siyah elbiseler kıyafetinde bâzılarının inmekte olduğunu gördüm. Sanki vadinin her tarafını karıncalar kaplamış gibiydi... Ve hemen sonra düşman saflarında hezimet de yüz göstermiş idi... Biz, bu semâdan inenlerin melekler olduğuna hiç şüphe etmedik..."

Vâkıdî der ki: Bana Muhammed bin Şerahbil'in oğlu İbrahim, babasından naklen dedi ki: Huneyn Savaşı ile ilgili olarak Nadir bin Haris şunları söylemiştir: "Peygamber Huneyn Savaşına çıkarken Kureyş'ten katılan iki bin kadar asker arasında ben de vardım. Fakat bizim maksadımız, eğer durum Muhammed'in aleyhine dönerse, karşı tarafa yardım etmekti... Fakat bizim için böyle bir fırsat olmadı... Huneyn'den dönüşte Cîrâne denilen yere geldiğimizde, Resûlüllah beni gördü, yanma çağırdı ve: "Sen Nadır'sın, değil mi?" dedi. Ben de "Evet, ey Allah'ın elçisi" diyerek karşılık verdim. Fakat hâlâ Huneyn Günündeki niyet ve düşüncede idim... Hz. Peygamber bana dedi ki: "Samimî olarak şehâdet getirmen, senin için Huneyn günündeki düşündüğün şeylerden çok hayırlıdır!"

işte bunun üzerine ben, derhal Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet getirdim... Benim, huzurunda bu şekilde şehâdet getirmem üzerine Hz. Peygamber, benim hakkımda şu duada bulundu: "Allah'ım onun, bu şehâdet üzerindeki sebatını ziyâde eyle!" îşte ben, bu ikinci şehâdetimden ve Hz. Peygamber'in benim hakkımdaki bu duasından sonradır ki, îmânım ve şehâdetim üzerinde yalçın kaya gibi sabit oldum; hak ve hakîkat üzerindeki hasîretim de son derece ziyâde oldu..."

Beyhakî ve îbn-i Asakîr, Sadaka bin Saîd tarikiyle Mus'ab bin Şeybe'den, o da babası Şeybe bin Osman'dan nakleder. Şeybe demiştir ki: "Peygamber (s.a.v.) Huneyn'e çıktığı zaman, ben de O'nunla birlikte çıkmıştım. Vallahi ben, bu sefere bir müslüman olarak çıkmış değildim. Benim maksadım, Hevâzin'in bir zafer kazanarak Kureyş'i de emri altına almasın, idi... Huneyn'de Resûlüllah ile birlikte iken, O'na dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben askerin arasında alaca atlara binmiş tanımadığım bâzı askerler görüyorum!" Bunun üzerine Hz. Paygamber bana: "Ey Şeybe, semâdan inen bu melekleri alaca atlı olarak sâdece kâfirler görür!" Sözünü bu şekilde bitirdikten sonra, mübarek elini göğsüm üzerine koyan Hz. Peygamber: "Allah'ım, Şeybe'ye hidâyet

ihsan eyle!" diye benim hakkımda duada bulundu. Ve bu duasını üç defa tekrar eyledi... Elini kalbimin üzerinden çeker çekmez kalbimin değiştiğini gördüm. Artık Allah'ın yarattığı kuÜarı arasında, bana en sevgili olan O idi! Müslümanlar da Hevâzin ile şiddetli bir çarpışmaya tutuşmuştu. Hz. Peygamber'in binitinin yularından Ömer tutuyordu. Abbâs da saçağından... Abbâs bu sırada: "Ey muhacirler! Ey Bakara Sûresi'nin ehli olan ashâb! Sizler neredesiniz!... işte, Allah'ın Resulü buradadır!" diye yüksek sesle bağırıyordu... insanlar da sür'atle Hz. Peygamberdin yanında toplanmaya başladılar... Peygamberimiz bu sırada: "Haydi ilerleyiniz! Ben peygamberim, yalan yok! Ben, Abdü'l-Muttalib oğluyum!" diyordu... Müslümanlar bunun üzerine bütün güçleriyle düşmana karşı yöneldiler... Çarpıştılar... Peygamber Efendimiz durumu gördü ve: "işte şimdi harb kızıştı!" buyurdu.

İbn-i Sa'd ve îbn-i Asâkîr Abdü'l-Melik bin Ubeyd'ten ve daha başkalarından şu haberi nakletmiştir: Şeybe bin Osman, kendisinin nasıl müslüman olduğunu anlatır ve şöyle derdi: "Peygamber (s.a.v.), Mekke'yi fethettiği zaman, Kureyş ile birlikte Hevâzinliler'le savaşmaya gitmeye ben de karar vermiştim. Maksadım, karışıklık çıktığı bir sırada ansızın Muhammed'in yanma yaklaşmak ve O'nun hakkından gelmek idi... Bu şekilde, bütün Kureyş'in intikamını almış olacağımı düşünüyordum... Müslüman olmak meselesinde ise; "Arapda ve Acemde bütün insanlar istisnasız müslüman olsalar da yalnız ben kalsam, yine de müslüman olmam!" diye düşünüyordum. Nihayet Huneyn'e gittik. Ben, hâlâ ve devamlı olarak fırsat gözlüyordum... Bir ara, ümîd ettiğim karışıklık meydana gelmişti. "İşte fırsat doğdu!" diyerek, Hz. Peygamberce iyice yaklaştım. Hattâ kılıcımı kınından sıyırarak kaldırdım. Tam vuracağım sırada, şimşek çakar gibi ateşten bir alev beni kaplayıverdi... Beni yakıp kül edecek zannettim ve çok kortum. Derhal elimle gözlerimi kapamıştım... Elimi gözümden çektiğim sırada, Hz. Peygamber "Ey Şeybe, yakınıma gel" diyerek beni çağırdı. Kendisine yaklaştığımda eliyle göğsümü sıvadı sonra şu duada Dulundu: "Ey Allah'ım, onu şeytanın şerrinden koru ve kendisine hidâyet ver!" Vallahi, Peygamber'in bu duasından sonra ben Peygamberimiz'i, gözümden, kulağımdan ve öz canımdan daha çok sever oldum... Bende olan şeytanın vesvesesinden de Allah beni kurtardı..."

Sonra Hz. Peygamber bana: "Haydi kılıcınla diğer müslümanlar gibi, Allah yolunda sen de savaş!" buyurdu... Ben de Peygamber (s.a.v.)'in Önünde savaşmaya başladım. Allah bilir ki, sâdece O'nun Önünde savaşarak kendisini düşmandan canım pahasına korumak, bana her şeyden sevimli geliyordu... Eğer o sırada babam sağ olsaydı , da karşıma çıkmış bulunsaydı, onu geri çekilmeye zorlamak için kendisine karşı kılıcımı kullanmakta hiç tereddüt etmezdim... Sonra Peygamberimiz çadırına girdi. Peşinden ben de girdim. Bana dedi ki:

"Ey Şeyb.e, senin o kendi kendine konuştuğun şeylerden, Allah'ın sana verdiği hidâyet, senin hakkında gerçekten hayırlı olmuştur!" Ben de karşılığında: "Anam-babam sana feda olsun! Ben, Allah'tan başka ilah olmadığına ve senin Allah'ın elçisi bulunduğuna şehâdet ediyorum!" diyerek müslüman oldum. Sonra benim için istiğfar edivermesini rica ettim. O da: "Allah seni, mağfiret etsin!" buyurdu.

Ebu'l-Kâsım el-Beğavî, Beyhaki, Ebu Nuaym ve İbn-i Asakîr Abdullah îbn-i Mübarek tarikiyle Ikrime'den riâyet ederler. îkrime şöyle demiştir: "Şeybe bin Osman, kendi macerasını şu şekilde dile getirmiştir: Peygamber (s.a.v.) Huneyn Gazâsma çıktığı zaman, ben, Ali ve Hamza tarafından öldürülen babam ve amcamı hatırladım ve: "Bugün,onlârın intikamını alacağım gündür!" diye düşündüm. Bu düşünce ile Huneyn'e katıldım ve dâima Muhammed'i haklıyacağım bir fırsatı gözetledim bir ara kendisine yaklaşmak istedim ve sağ tarafına doğru ilerledim. Baktım onun sağında amcası Abbas var. Amcası bana fırsat vermez dedim... O'nun sol tarafına yaklaşmak istedim, sol tarafında da Ebû Süfyân bin Haris vardı. O da bana fırsat vermez dedim... İyisi arkasından yaklaşayım dedim... Ve epey kendisine yaklaştım. Hattâ kılıcımı çekip tam hamle yapmak istediğim anda, şimşek çakar gibi ateşten bir alevin üzerime gelip beni sardığını gördüm. Beni yakıp kül edeceğinden korktum ve geri çekildim., Bu sırada Peygamber (s.a.v.) bana döndü ve: "Ey Şeybe yanıma yaklaş!" buyurdu. Ben de yaklaştım. Mübarek elini kalbimin üzerine koydu ve göğsümü eliyle sıvadı. Bu sırada Allah şeytanı kalbimden* çıkarmıştı. Başımı kaldırıp da Hz. Peygamber'e baktığımda, O'nu cümle âlemden ve öz canımdan daha sevgili olarak buldum... Hz. Peygamber, bana tekrar hitap ederek: "Ey Şeybecik, haydi diğerleri gibi sen de Allah yolunda çarpış!" dedi... Sonra amcası Abbâs'a hitaben:

"Amca Rıdvan Ağacı altında biat edenleri, Medine'nin îslâm merkezî olması için Allah'ın dinîne yardım edenleri buraya çağır, sesinin çıktığı kadar bağırıp kendilerine seslen!" buyurdu. Abbas da onlara nida etti... Ashâb-ı kiram oraya öyle akıp geliyorlardı ki, sanki yavrusunu çok özlemiş dişi devenin yavrusuna koştuğu gibi... Derhal orada toplanıp Peygamber (s.a.v.)'i çepeçevre çevirip ortalarına almışlardı... O'nu bu şekilde korumaya çalıştılar. Bu sırada Hz. Peygamber, amcası Abbâs'a yerden bir avuç toprak alıp kendisine vermesini istedi ve eline bir avuç toprağı aldığı zaman kâfirlerin yüzlerine doğru saçtı ve:

"Yüzleri kara olsun! Hâ Mîm. Inşaallah yardımsız kalıp perîşan olsunlar!" buyurdu. Bunun üzerine düşmanlar kaçışmaya başladılar..."

Ebû Nuaym'in Enes'ten rivayeti de şöyledir: Huneyn Savaşında müslümanlar, düşmanı hezimete uğrattıktan sonra acele edip ganîmet toplamaya başlayınca, karşı taraf toparlanıp hücuma geçti ve bu sefer

de müslümanlar- hezimete uğradı... Bu sırada Hz. Peygamber Düldül adındaki boz katırı üzerinde idi. Düldül'e alçalması için işaret etti. O da alçaldı. Bu sırada yerden bir avuç toprak alıp kâfirlerin yüzlerine saçtı ve: "Hâ Mîm. Yardımsız kalıp perişan olsunlar!" buyurdu. Kâfîrleride hazîmete uğradılar... Biz o sırada ne bir ok attık, ne de mızraklarımızı kullandık..." [138]

Hâkim, Ebû Nuaym ve îbn-i Asaklr, Haşrac bin Abdullah'tan, o da babası yoluyla dedesinden şöyle nakleder: Bana Aziz bin Ömer şöyle anlatmıştı: Huneyn savaşında kâfirlerle çarpışırken bana bir ok isabet etti. Alnım yaralanmış ve akan kanlar yüzümü ve göğsümü bürümüştü. Durumu gören Hz. Peygamber eliyle kanı yüzümden sildi ve göğsümün alt kısmına kadar sıvadı... Sonra benim hakkımda duada bulundu... Göğsümde Peygamberimizin eliyle dokunduğu yer, beyaz bir nişan hâlinde kalmıştı..."

îbn-i Asakir'in tek başına sevkettiği rivayette de, Abdurrahmân bin Ezher'in şöyle dediğini görüyoruz: Huneyn Savaşı gününde Halil bin Velîd, yara almıştı... Peygamber (s.a.v.), onun yarasını mübarek tükrüğü ile ilaçlamış, Hâlid'in yarası da derhal iyi olmuştu..."

îbn-i Sa'd da, Abdullah bin Zübeyr'den şunu rivayet eder: Peygamber (s.a.v.)'in Huneyn Savaşma katılanlar arasında SafVân bin Ümeyye de vardı. Fakat Safvan, bu savaşa bir kâfir olarak katılmıştı... Huneyn'den dönülüp Ci'râne denilen yere gelindiğinde, Peygamber Efendimiz, ganimet olarak alınan mallar arasında dolaşıyordu... Bu sırada SafVân da O'nun yakınında idi. Safvân, gözünü bir düzlükte toplanmış bulunan ganimet malı hayvanlara dikmiş, hep onlara bakıyordu... Peygamberimiz kendisine: "Ey Ebû Vehb, bu mallara imrendin mi yoksa?" dedi... O da "Evet" cevabını verdi... Peygamberi­miz kendisine: "Haydi onların hepsi senin olsun!" buyurdu... Safran bunun üzerine: "Bu kadar büyük bir cömertlik ve bağış, peygamber olmayan birisinden gelemez!" düşüncesi de vardı, derhal müslümanhğı kabul etti..."

Ebû Nuaym Atiyye el-Sa'dfden şu haberi nakletmiştir: Atiyye, Hevâzin'den alınan ganimetler hakkında Hz. Peygamber'e laf eden kişidir. Peygamberimiz de ona konuşup: "Allah'ım, onun hissesini hasis eyle!" demişti... Atiyye, ganimet mallardan bir türlü nasibini seçemiyor, ne bir hizmetçi beğeniyor, ne de bir bakire cariyeyi kabul ediyordu... Derken çok yaşlı bir kadına rastladığı zaman, kendi kendisine dedi ki: "îşte ganimet hissem olarak bu yaşlı kadım almalıyım. Zira bu kadın, onların hepsinin anası sayılır. Ve bu yaşlı ananın azadlığım sağlamak için de bana, istediğim malı onun fidyesi olarak vermeyi kabul ederler..." tşte bu düşünce ile, o yaşlı kadını ganimet hissesi olarak aldı... Ve çok kârlı bir hisse aldığı kanaatiyle "Allahu Ekber!" diyerekJ sevincinden tekbîr getirdi... Kendisini, adetâ başlı başına bir zafer kazanmış zannediyordu... Halbuki Resûlüllah, onun hissesinin hasîs  olması için onun aleyhinde duada bulunmuştu... Sonra Atiyye, bu yaşlı kadını fidye vererek kurtarmaya hiçbir kimsenin gelmediğini görünce, hatâsını ve isabetsiz hareket ettiğini anladı. "Yâ Resûlallah, ben ne kadar yanlış hareket etmişim?" diyerek üzüntüsünü belli etti... Sonra hiç bir işe ve hizmete yaramayacak olan o yaşlı kadını, hiç bir karşılık almaksızın serbest bırakmaya mecbur oldu..." [139]

 

Taif Gazvesinde Vukua Gelen Bazı Mucizeler

 

Zubeyr bin Bekkâr ve Ibn4 Asâkir çeşitli tarîklerden Saîd bin Ubeyd el-Sekafi'nin şöyle dediğini nakleder: Tâif Gazvesi'rie çıkılıp kuşatma yapıldığı zaman, ben Ebu Süfyân bin Harb'i, İbn-i Yâlâ'ya âit bahçenin duvarı dibinde hurma yerken gördüm. Ve kendisine bir ok atarak yaraladım... O, Hz. Peygamber'e giderek yaralandığını haber vermiştir. Hz. Peygamber de ona: "Eğer dilersen, Allah yolunda aldığın bu yarayı iyi etmesi için, senin hakkında Allah'a duâ ederim. Eğer yaranın tedavisi yerine cenneti tercih edersen, cenneti kazanmış olursun!" Ebû Süfyan bunun üzerine: "Ben cenneti tercih ediyorum" demiştir..."

Beyhakî ve Ebû Nuaym'in rivayetine göre, Urve şu haberi vermiştir: Peygamber (s.a.v.) Tâifi kuşattığı zaman, Uyeyne bin Hısn Peygamberimiz1 e gelerek, kendisinin Tâiflilerle gidip konuşmasına izin verilmesini istedi. Peygamberimiz de izin verdi. Uyeyne gidip Tâiflilerle konuştu. Onlara Allah'ın hidâyeti istikâmetinde konuşma yapacağı yerde, tersine onları kışkırtıp teslim olmamalarım söyledi... Onlara açıkça dedi ki: "Sakın yerinizden ayrılmayınız! İşte önünüzde Örnek biziz! Biz Kureyşliler teslim olduk da ne oldu? Biz şimdi, kölelerden daha zelîl durumdayız! Sizler de teslim olup da sakın bu duruma düşmeyiniz! Allah'a yemin ediyorum ki, bir fırsat geçtiğinde Arablar O'nun elinden kurtulacaktır!

"İşte Uyeyne bin Hısn, bunları söyledi ve geri döndü... Peygamber Efendimiz kendisine: "Bana söz verdiğin gibi, Allah'ın hidâyeti istikâmetinde onlara konuştun mu?" buyurdu... O da: "Evet yâ Resûllah" diyerek cevabladı. Fakat Hz. Peygamber kendisini tasdik etmedi ve ona dedi ki: "Ey Uyeyne, sen yalan söylüyorsun! Onlara bu istikâmette konuşmuş değilsin. Bil'akis onları, teslim olmamağa teşvikte bulundun; ve şunları söyledin!" Bunun üzerine Uyeyne, "Evet ey Allah'ın Resulü, size malûm olduğu gibi, bunları söyledim ve çok büyük hatâ ettim. Bu hatâmın affı için Allah'a tevbe ederim! Sizden de beni bağışlayıp mâzûr görmenizi beklerim!" diyerek tevbesini ve Hz. Peygamberden özür dilediğini ifâde etti..."

Az sonra Havle bint-i Hakîm, Hz. Peygambere yönelerek: "Ey Allah'ın Resulü, sizin kalkıp da Tâiflilerin üzerine yürümeniz için bir mânı mi vardır?" diye konuştu... Hz. Peygamber de şu karşılığı verdi: "Şu âna kadar bu hususta bana izin verilmiş değildir. Ve şimdilik Tâifin fethedileceğini de ümîd ediyor değilim." Bu sırada Ömer bin el-Hattâb'm: "Yâ Resûlellah, onların aleyhinde dua etseniz, sonra kalkıp onların üzerine yürüseniz, belki de Allah Tâifin fethini nasîb eyler!" dediği duyuldu. Ona veriği cevapta da Hz. Peygamber: "Bize, onlarla savaşmak için izin verilmedi!" buyurdu... Sonra Peygamber (s.a.v.), ashabı ile birlikte geri dönüşe geçti. Dönüşü sırasında onların iyiliğine dua edip: "Allah'ım, onlara hidâyet veri..." dedi. [140]

Beyhaki, îbn-i îshak tarikiyle bunun benzeri bir haberi rivayet eder. Ancak bunda şu farklılık vardır: "...Ve sonra Tâifliler'i temsil eden bir heyet, Ramazan Ayı'nda Medine'ye gelerek müslümanlığı kabul ettiler... Yine TâifLiler ile ilgili bir haberde şu kayıt bulunmaktadır: Tâifin muhasarası sırasında Peygamber (s.a.v.) Ebû Bekir'e şöyle demiştir: "Ey Ebû Bekir, rü'yâmda bana bir kab dolusu tereyağı hediye edildi. Bir horoz gelerek onu gagaladı ve içindeki yağın tamamını yere döktü... Bilmem sen bunu nasıl yorarsın?" Ebû Bekir de demiştir ki: "Ey Allah'ın Resulü, Ben bunu, bu Tâif muharasmdan bir netice alamıyacağmız şeklinde yorumluyorum..." Peygamber Efendimiz de: "Evet yâ Ebû Bekr, ben de böyle düşünmekteyim!" diyerek mukabele etmiştir..."

Beyhakî ve Ebû Nuaym îbn-i Ömer'den nakleder. O demiştir ki: Ben, Peygamber (s.a.v.)'in; kendisiyle birlikte Taife çıktığımızda ve bir kabre uğradığımızda: "Burası, Ebû Reğâl'in kabridir. O, Tâiflilerin atası sayılır. Aslında Semûd kavmindendir. Burada onun bir kal'ası vardı. Dışarı çıktığı zaman, ölümüne sebeb olan musibetle karşılaştı ve buraya defiıedildi. Büyükçe bir altın çubuk da kendisiyle beraber defnedümişti. isterseniz onu çıkarabilirsiniz..." buyurduğunu ^rada olanlarla birlikte bizzat O'ndan işitmiştim. Derhal orayı kazdılar ve büyükçe bir altın çubuğu çıkardılar..."

îbn-i Sa'd, Muhammed bin Cafer'in şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (s.a.v.), Tâif dönüşü Ci'râne'ye geldiğinde, burada Umre için ihrama girdiler ve: "Burada yetmiş peygamber, Umre niyetiyle ihrama girmiştir!" buyurdular...[141]

 

Kutbe Bin Amir Seriyyesinde Görülen Fevkaladelik

 

îbn-i Sa'd, Vâkıdî tarikiyle onun üstadlarından şöyle bir haber nakleder: Peygamber (s.a.v.) Kutbe bin Amir kumandasında küçük bir askerî birliği, Yemen'deki Tebâle Nahiyesinde bulunan Has'amîler üzerine gönderdi... Ve mümkin mertebe gizli hareket etmelerini tenbihledi... Oraya vardıklarında, aralarında şiddetli çatışmalar oldu... Kutbe, onların bâzılarım öldürdü ve hayli ganimet malı da alarak dönüşe geçti... Peşlerine düşen Has'amîlerle aralarına ansızın bir sel suyu geldi. Müslümanlar da bu yüzden salimen dönmüş oldular..."[142]

 

Bir Diğer Gazvede Görülen Fevkaladelik

 

Taberanî ve Ebû Nuaym Ebû Talha'dan rivayet ediyorlar. O demiştir ki: Biz, bir gazvede Peygamberimizle birlikte bulunuyorduk. Düşmanla karşılaştığımız zaman, Peygamber (s.a.v.)'in şöyle dediğini işittik:

"Ey din gününün mâliki olan Allah'ım! Biz, ancak sana ibâdet ediyor, ancak Sen'den yardım diliyoruz." Cenab'ı Hak da imdadını göndermişti. Semadan inen melekler, Peygamber Efendimiz'in etrafına üşüşen kâfirleri vurup cansız yere seriyorlardı... Ben o savaşta, şapır şapır yere düşen adamları gözlerimle gördüm..." [143]

 

Tebük Gazvesinde Vukua Gelen Bazı Mucizeler

 

îbn-i îshak, Hâkim ve Beyhakî îbn-i Mes'ud'tan naklederler. O diyor ki: "Peygamber (s.a.v.) Tebük Seferi'ne çıktığı zaman, ashâbdan bâzıları geri kalmıştı... Ebû Zerr de, geri kalıp sonradan yetişmişti...

Müslümanlardan biri, arkadan bir adamın gelmekte olduğunu gördü ve: "Ey Allah'ın Resulü, arkadan bir adam yola düşmüş, yürüyerek gelmektedir" dedi. Resûlüîîah Efendimiz bunun üzerine: "Bu gelen Ebü Zerr olsun!" buyurdular... Ashâb, yürüyerek gelmekte olana bakıyorlardı. Onun biraz daha yaklaşması ile, Ebû Zerr olduğunu tanıdılar ve: "Ey Allah'ın Resulü, gerçekten gelen adam Ebû Zerr'dir" dediler. Bunun üzerine peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Allah Ebû Zerr'e merhamet buyursun! O, yalnız yürür, yalnız ölür, yalnız olarak dirilir!'

Aradan bir müddet geçmişti ki, Ebû Zerr, Rabze'ye sürgüne gönderildi. [144]Orada yalnız olarak vefat etti... Ölürken yanında, hanımı ve bir hizmetçisinden başka kimseler yoktu... Cenazesi yol kenarına konulmuş, gerekenleri yapacak birisini bekliyordu...İleriden bir kafile görünmüş. Kafilede tbn-i Mes'ûd da bulunuyordu. Cenazenin bulunduğu yere geldiği aman, "Bu nedir?" diye sordu... "Ebû Zerr'in cenazesidir" dediler, tbn-i Mes'ûd ağlamaya başladı ve Hz. Peygambe­rin yukarıdaki sözünü hatırlayıp: "Allah'ın Resulü gerçeği söylemiştir. O, Ebû Zerr ile ilgili olarak: "Allah Eb'û Zerr'e merhamet buyursun! O, yalnız yürür, yalnız Ölür, yalnız dirilir!" buyurmuştu" dedi. Sonra binitinden inen Ibn-i Mes'ûd, Ebû Zerr'in cenazesini kaldırmak için gerekli vazifeleri, bizzat kendisi edâ etti..."

Beyhakî, îbn-i îshak tarikiyle Ebû Bekir bin Hazm'ın oğlu Abdullah'tan şöyle nakleder: Tebük Seferi'nde geri kalanlar arasında Ebû Has'amada bulunuyordu. Peygamberimiz Tebük'e varıp konakladı­ğı zaman o da arkadan gelip orada Peygamberimiz'e yetişti... Uzaktan bir gelen olduğu görüldüğü zaman, müslümanîar: "Ey Allah'ın Resulü, arkadan bir gelen var!" diye haber verdiler. Peygamberimiz de bunun üzerine: "Gelen. Ebû Has'ama olsun!" buyurdu... Derken gelen adam hayli yaklaştı. Bu sırada gelenin kim olduğuna dikkat eden müslüman­îar, onun gerçekten Ebû Has'ama olduğuna şahit oldular..."

Beykakî ve Ebû Nuaym Urve'nin şöyle dediğini naklederler: "Peygamber sallalâhü aleyhi vesellem Tebük'a indiği zaman, oradaki su kaynağında çok az miktarda su bulunuyordu... Peygamberimiz eliyle kaynaktan biraz su aldı ve bu suyu ağzına koyarak çalkaladı, sonra kaynağa bıraktı... Kaynağın derhal coştuğu görüldü».. Kaynak iyice doldu... O, şimdi dahî hâlâ dolu bulunmaktadır..."

Müslim Muâz bin Cebel'den şöyle rivayet eder; Ashâb, Feygamber (s.a.v.) ile birlikte Tebük'e çıktıkları zaman, Peygamberimiz kendilerine dedi ki* "Yarın inşallah Tebük kaynağına varmış olacaksınız, kuşluk varki oraya vardığınızda, suyuna hiç dokunmayınız!". Ertesi günü oraya vardıklarında, suyun ancak kuş gözü gibi azıcık kaynadığını gördüler... Peygamberimiz bu sudan avucuyla azar azar alıp bir kabda topladı. Sonra bu kahdaki suda, yüzünü ve elİerini yıkadı. Daha sonra bu suyu, kaynağa döktü... Kaynak öylesine coştu ki, herkes bu sudan ihtiyâcım te'ınin etti... Suyun bu kadar zengin kaynadığını gören Hz. Peygamber buyurdu ki:

"Ey Muâz, ömrün uzun olursa, burasının yakında yemyeşil bahçelerle donatıldığını görürsün." [145]

îbn-i îshak da bunun benzeri bir haberi rivayet eder. Farklı olarak der ki: "Kaynağın suyu Öylesine coştu ki, bundan bir su harkı meydana geldi... Suyun kaynarken çıkardığı sesi duyan, sanki gök gürüldüyor sanırdı... Şimdiki halde Tebük'te kaynamakta olan su» işte bu sudur... Hatıb'in "Ruvât-ı Mâlik" adlı kitabında da bu rivayet vardır... Ancak burada da farklı olarak şu ifade bulunmaktadır: "Biz, susuzluktan Hz. Peygamber'e şikayetçi olduk... O da, bizden aldığı bâzı okları, buradaki kaynağa sapladı... Sonra su, bolca fışkırmaya başladı. Hz. peygamber de Muâz'a hitaben o sözünü söyledi..."

Müslim Ebü Hüreyre'den rivayet eder, O demiştir ki: Tebük Gazvesi olduğu zaman, insanlar aç kaldılar... Hz. Peygamber'e mürâcât ederek: "Ey Allah'ın Resulü, izin verseniz de develerimizden bir kısmını kessek" dediler. Ömer derhal ortaya atılarak: "Bu takdirde binit sıkıntı­sı çekeriz. Ifakat siz yâ Resûleîlah, ashabın arta kalan yiyeceklerini bir yere toplasanız, sonra bunun bereketlenmesi için dua buyursamz, ümüd ederiz ki Allah onu bize yetecek hale getirir" dedi. Peygamberimiz de derhal öyle yapılmasını emretti. Arta kalan yiyecekler toplandıktan sonra bereketlenmesi için Allah'a duada bulundu.,. Baktılar ki yaygı üzerinde toplanmış bulunan azıcık yiyecek, herkese yetecek şekilde bereketlenivermiş... Resûlüllah (s.a.v.) "Herkesi çağırınız, ihtiyacı kadar alsınlar, kablarmı doldursunlar" buyurdu... Herkes gelip ihtiyacı kadar cüdı... Askerlerin kabları içinde doldurulmayan kalmadı... Hepsi de yiyip doydular... Yine de ortada duran yaygının tilerinde jâyecek arttı... Durumu böylece müşahede buyuran Hz. Peygamber: "Her Müslüman gibi hen de şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur! Muhammed de O'nun eîçİoi'dir" buyurdu. Ve her kimin bu şehadeti; kalbden inanarak olursa, cennete gideceğini müjde eyleyip duyurdu../'

îbn-i Râhûye, Ehû Yâiâ, Ebû Nuaym ve tkn-i Asâkîr, Ömer bin. el-Eattâb'ksn rivayet ederler, O demiştir ki: Biz, Peygamber (s.a.v.) ile birlikte Tehük'e çıktığımızda, bize açhk isabet etti... Ben Hz. Peygamber'e mürâcât edip; "Yâ Resûiallah, düşmanlarımız Rumlar, hiçbir yiyecek sıkıntısı olmadan bize karşı sefere çıkmışlar. Halbuki bizler açız... Bu sebeble Ansârdan bâzıları, develerinin bir kısmını boğazlamak istiyorlar..." dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber, önüne bir yaygı yayılıp bütün artakalan yiyeceklerin getirilip bunun üzerine dökülmesini emretti Nihayet az miktarda bir şey toplandı. Peygamberi­miz bunun yanıbaşına oturdu ve bereketlenmesi için Allah'a dua etti. Sonra buyurdu ki: "Ey insanlar, haydi berkes ihtiyacı kadar alsın! Ancak kapışır gibi almak yok!". Bunun üzerine bütün askerler gelip ihtiyâcı kadar aldılar. Torba ve çuvallarını bundan doldurdular. Dolduracak bir kabı olmayanlar da eteğini doldurdular... Herkes aldıktan sonra, yine eskisi kadar yaygının üzerinde yiyecek arttı... Peygamber (s.a.v.) bunun üzerine sürür ve müjde ile buyurdular ki:

"Ben şehâdet ederim ki: Allah'tan başka ilâh yoktur! Ve Ben de Allah'ın elçisi'yim! işte hangi kul, bu iki îmân esâsına kalbden ve ger­çekten şehâdet ederse, muhakkak o kulu Allah cehennemden korur!'1.

Ebû Nuaym'in Ebû Hâlid et-Huzel tarikiyle Muhammed bin Hamza'nm dedesinden şu haberi naklettiğini görüyoruz: Tebük seferine çıkıldığında benim vazifem, tulumların korunması idi. Yağ tulumuna baktığım zaman, onun azaldığını gördüm. Halbuki ben, Hz. Peygamber için yemeklik hazırlamıştım... Yağ tulumunu içindeki erisin ve toplansın diye güneşe koydum ve uzanıp uyudum. Fakat tulumdan akmakta olan yağın çıkardığı sesle uyandım. Hemen tulumun ağzını elimle kapattım. Beni görmekte olan peygamber (s.a.v.): "Eğer ona engel olmasaydın, bir dere gibi yağ aktığını görecektin!" buyurdu.

îbn-i Sa'd da Muhammed bin Hamza'nm babası Hamza'dan şu haberi nakletmiştir: Biz Tebük'te iken Akabe'ye varıldığı sırada münafıklar Peygamber (s.a.v.)'in devesini ürküttüler... Deve ürkünce üzerindeki eşyadan bazıları da kaybolmuştu. Bir de ne göreyim, sağ elimin baş parmağı ucundan lamba gibi ışık çıkmaktadır! Ben, elimde beliren bu ışığın yardımıyla, gece karanlığında kaybolan o eşyayı arayıp buldum... Kamçı, ip ve benzeri şeyleri, birer birer toplayıp getirdim..."

Vâkıdi ve Ebû Nuaym, Ebü Katâde'den naklederler. O şöyle der: Biz, Peygamber (s.a.v.) ile birlikte Tebük Seferine çıktığımızda, yolda giderken bütün ordu büyük bir susuzluk sıkıntısına ^âruz kaldık... O'

derece ki, insanlar ve hayvanların, susuzluğun şiddetinden boyunları kopacak gibiydi... Hepsi, susuzluğun şiddetinden sallanıp kalmıştı... Peygamberimiz içinde su bulunan bir kab istedi. Mübarek parmaklarım bu suyun içine koydu ve suyun bereketlenmesi için dua buyurdular... Parmakları arasından su fışkırmaya başladı. Bunun üzerine insanlar ihtiyâcı kadar su aldılar, hem kendileri bol bol içtiler, hem de bütün hayvanlarını bol bol suladılar... Askerin sayısı ise otuz bin idi. Hayvanların sayısı da: on iki bin at, on iki bin de deve idi..."

Peygamberimiz Tebük dönüşü sırasında da çok şiddetli bir sıcak altında susuzluk sıkıntısı geçirmiştir... Daha önce iki defa mâruz kalınan susuzluktan sonra, bu üçüncü defa mâruz kalınan susuzluk oluyordu... Bütün ordu, susuzluktan kırılacak hâle gelmişti... Yol, hem çok uzundu hem de suyu bulunmayan çöllerden geçiyordu... Su, bâzan çok az bulunuyor, bâzan da hiç bulunmuyordu... Peygamberimiz bu sırada Üseyd bin Hudayr'ı su araması için göndermişti. Üseyd, Tebük ile Hıcır arasında hayli su aradı... Sonra rastladığı bir kadına su aradığını söyledi. Kadının sırtında su kırbası vardı. Onu alıp Hz. Peygamber'e getirdi. Peygamberimiz bu suyun bereketlenmesi için dua buyurdular... Sonra:

"Haydi herkes, su kabını getirip suyunu alsın!" dediler... Herkes gelip su kırbasını doldurdu. Bol bol kendileri içtikleri gibi, hayvanlarını da kanmcaya kadar suladılar...

Suyun, bu dönüş sırasındaki bereketlenmesini rivayet edenler derler ki: Bu sırada Hz. Peygamber, Üseyd'in bulup getirdiği suyu, geniş bir kaba döktü. Elini bu suyun içine sokup yüzünü ve ayaklarım bunda yıkadı. Yâni abdest aldı. Sonra iki rek'at namaz kıldı, sonra ellerini kaldırıp Allah'a yalvardı.... Sonra baktılar ki, içinde su bulunan kabdan kuvvetle su fışkırmaktadır. Peygamberimiz: "Herkes ihtiyâcı olan suyunu alsın" buyurdu. Asker de sıraya girerek ihtiyacı olan suyu aldı... Sırada yüz veya iki yüz kişinin su almak üzere saf oldukları görülüyordu... Hepsi teker teker suyunu aldı... Yine de o kabta su kaynamağa devam etti ve tükenmedi..."

îbn-i Huzeyme, îbn-i Hıbbân, Beyhakî, sahihtir kaydiyle Hâkim ve Ebû Nuaym, îbn-i Abbas'ın şöyle dediğini kaydederler: Bir gün Ömer bin el-Hattâb'a, "O, susuzluk çekilen güçlük zamanını anlatır mısın?" dediler. O da dedi ki: Biz, şiddetli bir sıcak altında Tebük'e çıktığımız zaman, mola verip bir yere indik. Hiç suyumuz yoktu. Susuzluktan boyunlarımızın kopacağım zannettik. Hatta içimizden bâzıları, devesini kesip işkembesi içindekini sıkarak ondan çıkan sıvıyı içmek zorunda kalmıştı... Ve bu sırada Ebû Bekir, Peygamber Efendimiz'e mürâcât ederek: "Ey Allah'ın Resulü, şüphesiz yüce Allah sizin dualarınızı kabul buyurur. Şu sıkıntımızın giderilmesi için Allah'a dua etseniz" dedi. Peygamberimiz de ellerini kaldırarak duaya başladı. Daha Peygamberi­miz duasını bitirmeden bulutlar peyda oldu... Sonra iyice bulutlar sıklaşıp yağmur yağmaya başladı... Ordudaki askerler de kablarını doldurmaya başladılar... Hem kendileri, hem de hayvanları yeterince suya kandılar... Sonra önümüzde ki vadiye bakmaya gittik. O kadar sel akıyordu ki, askerin geçmesi mümkin değildi..." (Keza Ebû Nuaym'in, Ayyaş bin Süheyl'den sevkettiği haber de bu mealdedir..."

îbn-i Ebû Hatim, Ebû Hazra'dan şu haberi nakleder: Peygamberi­miz Tebük Gazvesine çıktığı zaman, Hıcır denilen yerde askerine mola vermişti. Fakat oranın suyundan taşımamaları için de emir vermişti... İşte oradan su alm'adan yola çıkılmış, bundan sonraki konaklama zamanında da büyük bir su sıkıntısı çekilmişti. Yanlarında su olmadığı gibi, mola verdikleri yerde de su bulunmamakta idi. Durumu Hz. peygamber'e arz ettiler. Peygamber Efendimiz, kalkıp iki rek'at namaz kıldı, sonra dua ederek yüce Allah'a yalvardı... Cenâb-ı Hakk da bulutlarını gönderdi ve yağmurunu yağdırdı... Asker, bol bol suya kandı, ihtiyacı olan suyu da alıp kablarını doldurdu..."

Bu sırada Ansardan biri, kendisi münafıklık ile itham edilen birine dedi ki: "Yazıklar olsun sana! îşte gözlerinle görüyorsun, Hz. Peygamber dua ediyor, Cenâb-ı Hakk da O'nun duasını kabul buyurup yağmurunu veriyor! Sen, böyle bir mucizeyi gözlerinle gördüğün halde hâlâ münafıklıktan vaz geçip, samimî bir müslüman olmayacak mısın?"

O adam da şu karşılığı verdi: "Biz, yağmur yağması için bâzı yıldızların te'siri ve yağmur yağdıracağı zamana rastlaması neticesi yağmura kavuştuk!".

îşte o münafığın bu şekilde bâtıl cevâbı üzerine, Kur'ân-ı Kerîm'deki şu âyet nazil oldu. "Şimdi siz, nasibinizi hakikati yalanlamanızdan ibaret mi kılıyorsunuz?" [146]

Beyhakî ve Ebû Nuaym îbn-i îshak tarikiyle, Abdü'l-Eşhel Oğullarından bâzı kimselerden şu haberi nakletmişler-dir: Mola verdik­ten sonra istirahata geçildi... Sabah olduğu zaman hiç su bulunmadığı anlaşıldı. Susuz kaldıklarını Hz. Peygamber'e haber verdiler. Peygamber Efendimiz de Allah'a dua ettiler.,. Derken bulutlar belirdi ve yağmur yağmaya başladı. İnsanlar da suya kandılar, ihtiyaç duydukları kadar su aldılar...

Bu hususu anlatan Asım der ki: "Kendi kavmimden bâzıları bana şöyle ifâde ettiler: O sırada orada münafıklardan biri de bulunmakta imiş. Peygamberimiz'in duası üzerine Allah'ın yağmurunu yağdırması karşısında, nifaktan vazgeçip samîmi bir şekilde inanması için kendisini uyaranlar olmuş. O da demiş ki: "Üzerimizden geçen bir bulut! Hepsi bu kadar!?" Yâni vukua gelen mucizeyi, kendi gözleriyle gördüğü halde, münafıklıktan vazgeçmemiştir..."

Müslim Ebû Humeyd'ten rivayet ediyor. O diyor ki: "Biz, Peygamber (s.a.v.) ile birlikte Tebük'e çıktığımız zaman, Vâdil-Kurâ denilen yere gelip konakladık... Burada bir kadına âit bir hurmalık vardı. Peygamberimiz, bu bahçede ne kadar hurma bulunduğunun tahminini yapmamızı istedi. Biz ve kendisi tahminde bulunduk, on vesak olduğuna karar verdik. (Bir vesak: 200 kg. civarında bir ölçek). Sonra Peygamberimiz bahçe sahibi kadına: "Biz dönünceye kadar hurmanın ne kadar olduğunu, ölçerek sayımda bulununuz" buyurdu. Sonra yolumuza devam edip Tebük'e vardık. Resûlüllah askere hitaben buyurdular ki: "Bu gece çok şiddetli fırtına esecek! Geceleyin hiçbiriniz kalkmasın. Herkes devesini sımsıkı bağlasın."

Geceleyin hakikaten çok şiddetli fırtına esti. Tedbirsizlik edip kalkan bir kimseyi fırtına tâ Tay Dağı'na kadar sürüklemiştir. Sonra Vâdil-Kurâ'ya dönüşümüzde Hz. Peygamber, kadının hurmasının ne kadar geldiğini sordular. "On vesak" geldiği, kendisine bildirildi..."

îbn-i Sa'd, sahih bir senedle Muğıra bin Şube'den şöyle nakleder: Muğıra'ya "Peygamber Efendimiz'e namaz kılarken, Ebû Bekir'den başka imamlık eden oldu mu?" diye sordular. O şu cevabı verdi: "Evet, oldu. Biz, bir seferde idik. Seher vakti idi. Peygamberimiz ve ben in­sanlardan ayrılıp uzaklaştık, iyice kaybolduktan sonra devesinden inen Peygamberimiz deveyi bana teslim edip kendileri, bana dahî görün-meyecek kadar uzaklaştı. Hacetini yapıp bir müddet sonra geldi. Ben kendisine su döktüm. O da abdestini aldı. Ayaklarında mestleri vardı, onların üzerine meshetti... Sonra her ikimiz develerimize binerek insanlara yetiştik. Fakat onlar namaza durmuşlar idi. Ben, kendisi için Ezan okumak istedimse de, beni bundan menetti... Her ikimiz cemâate uyduk. Yetişebildiğimiz rek'ati onlarla birlikte kıldık, kaçırdığımız rek'ati de kaza ettik... Bu namazda insanlara imamlık eden, dolayısıyla Peygamber Efendimiz'e de imamlık yapmış bulunan zât, Abdurrahmân bin Avf idi. Orada bu vesile ile Abdurrahmân bin Avf hakkında şöyle buyurdular:

"Hiçbir peygamberin; ümmetinden sâlih (iyi) bir kimsenin .arkasında namaz kılmadan ruhu kabzedilmemiştir!".

(îbn-i Sa'd der ki: Ben bu hadîsi Vâkıdî'ye hatırlattım. O da bana: "Bu hadîs Tebük Gazvesi'nde irâd buyurulmuştur" cevabını verdi...) [147]

Bezzâr, Ebû Bekir el-Sıddik'tan rivayet eder. O demiştir ki: Peygamber (s.a.u.) bir hadislerinde: "Hiçbir Peygamberin; ümmetinden birinin arkasında namaz kılmadan ruhu kabzedilmemiştir."

îbn-i îshak ve Beyhakı Sehl bin Sa'd el-Sâidî'den nakleder. O demiştir ki: Peygamber (s.a.v.) el-Hıcr'da konakladığı zaman, "Hiçbiriniz geceleyin yanma bir arkadaşını almadan dışarıya çıkmasın!" buyurmuştu. Herkes bu tenbîhe uydu, fakat iki kişi uymadı. Bunlardan biri, yalnız olarak haceti için çıkmıştı. Diğeri de kaybolan devesini aramaya gitmişti... Haceti için giden, fırtınanın şiddetinden geri dönememişti. Devesini aramaya giden de fırtına tarafından Tay Dağı'na savrulmuştu... Durum Peygamber Efendimiz'e haber verildiği zaman, şöyle buyurdular: "Ben sizlere, hiçbiriniz yanına arkadaşını almadan dışarı çıkmasın, diye tenbihte bulunmadım mı?" Sonra haceti için gidip de kumlara boğulan kimsenin iyileşmesi için dua buyurdular. O da şifâya kavuşup iyileşti... Diğeri ise, ancak Peygamberimiz Tebük'ten dönerken yetişe bildi..."

Taberânî, Fedâle bin Ubeyd'ten sahih bir senedle şu haberi nakleder: Resulüllah (s.a.v.) Tebük Gazvesi'ne çıktıkları zaman, sıcağın ve susuzluğun şiddetiyle binek ve yük hayvanları yürütmek ve taşımakta çok zorluk çekiyorlardı... Durumu Hz. Peygamber'e arz ettikleri zaman, o baktı, o sırada insanlar dar bir geçitten geçmekteler ve hayvanlarını zorlukla sevketmekteler... Derhal bulunduğu yerde durdu ve derince bir nefes aldı... Sonra şu şekilde duada bulundu:

"Allah'ım, şu hayvancağızların yükünü taşımalarına kolaylık ve güç ver! Bunlar şüphesiz Senin yolundadır. Sen, senin yolundakilere dilediğini kolayca taşıttırırsın! Onlar, ister zayıf olsunlar, ister kuvvetli... ister yaş, ister kuru... İster denizde bulunsunlar, ister karada!..."

Resûlüllah'm bu şekilde dua buyurmalarından sonra onlar öylesine güçlendiler ki, Medine'ye dönüş sırasında biz, onların yularından tutup zor zaptediyorduk... Sıkıca tutmasak, neredeyse bizi geçip gideceklerdi..."

Ebû Nuaym Vâkıdl'den, Abdullah Zü'l-Bicâdeyn'in şöyle dediğini nakleder: Ben, Tebük'e Peygamber (s.a.v.) ile birlikte çıktım. Bir ara Hz. Peygamber'e dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, dua buyurunuz da Allah bana şehitlik nasîb etsin!" Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: '"Allah'ım, Zü'1-Bicâdeyn'in kanını dökmelerini kâfirlere nasîb etme!" şeklinde dua buyurdular. Ayrıca dediler ki: "Sen, Allah yolunda cihâda çıktığın zaman, sıtma hastalığına tutulsan da bu hastalık sebebiyle vefat etmiş olsan, şehîd olarak ölmüş olursun!"

Tebük Gavzesi'ne çıkıldığı zaman, bir müddet orda kalınmıştı, işte o günlerde hastalanan Abdullah Zü'1-Bicâdeyn, orda vefat etmiştir..'[148]

îbn-i Sa'd ve Beyhakî Alâ bin Muhammed el-Sekafî tarikiyle Enes'ten şu haberi nakleder: Biz Peygamber (s.a.v.) ile birlikte bulunuyorduk. Güneş doğduğu zaman, her zamankinden fazla ve farklı olarak daha parlak vp daha ışıklı olarak doğmuştu... Bu sırda Cebrâîl gelip Hz. Peygamber'e mülâki olmuştu. Peygamberimiz Cebrail'e sordu: "Bugün Güneş'in hiç görülmemiş şekilde nurlu ve ışıklı doğmasının sebebi nedir?" Cebrâîl de şu cevabı verdi: "Bunun sebebi, Muaviye bin Muâviye'nin bugün Medine'de vefat etmiş olmasıdır. Onun cenaze namazında bulunmaları için Allah yetmiş bin melek göndermiştir." Peygamberiniz de bunun üzerine: "Peki bunun hikmeti nedir?" diye tekrar sordu. Cebrâîl şu cevabı verdi: "O, Kul hüvallahü ehad" Sûresini çok okuyordu; gecede ve gündüzde, yürürken, dikilirken ve otururken hep buna devam ediyordu." Sonra Cebrâîl Peygamberimizi hitaben: '"İstersen arzı senin için kabzederim, sen de onun namazını kılarsın!" dedi... Peygamberimiz de "Evet, isterim" dedi ve onun cenaze namazını kıldı..." [149]

İbn-i Sa'd, Ebû Yâlâ ve Beyhakî, diğer bir tarîkten ve Atâ bin Ebû Meymene'den, o da Enes'ten rivayet eder. O şöyle demiştir: "Cebrâîl gelip: Ey Muhammed, Muâviye bin Muâviye vefat etti. Onun cenaze namazını kılmak ister misin?" Peygamberimiz de: "Evet" dedi. Cebrâîl, her iki kanadını yere vurdu, ne kadar ağaç ve tepe varsa hepsi ona itaat etti... Muâviye bin Muâviye'nin tabutunu kaldırıp yükseltti. Peygambe­rimiz de ona bakarak namazını kıldı... Arkasında meleklerden iki saf vardı ve her bir safda yetmiş bin melek bulunmakta idi..."

Peygamberimiz buyurur ki: "Ben Cebrail'e: Muâviye bin Muâviye'nin bu mertebeye nasıl ulaştığını" sordum. O da bana dedi ki: "O kul hüvallahü ehad sûresini çok severdi! Ayakta iken, otururken, giderken ve gelirken, hep onu okurdu!" [150]

Beyhakî'nin Urve'den rivayeti ise şöyledir; Peygamber (s.a.v.) Tebük'ten Medine'ye dönüşü sırasında, Hâlid bin Velîd'i dört yüz yirmi atlı asker ile Dûmetü'l-Cendel'deki Ukeydir'e gönderdi. Bu sırada Hâlid, "Ey Allah'ın Resulü, Dûmetü'l-Cendel'de Ükeydir gibi bir hükümdar varken, biz orasını nasıl ele geçirelim? Meğer oraya yeterince askerî kuvvetle gitmiş olalım..." demişti. Hz. Peygamber de kendisine: "Allah'tan ümîd edilir ki, sen yola çıktığında Ükeydiri ava çıkmış bulursun! Kendisini yakalayıp kal'anm anahtarını ondan alır, gider kal'anın kapısını açıp fethedersin!" buyunmuş idi...

Hâlid yola çıkıp hayli ilerledikten sonra Dûmetü'l-Cendel yakınlarına kadar geldi ve beklemeye başladı... Peygamberimizin kendisine söylediği gibi, Ükeydir'in kal'a dışına çıkarak vahşî sığır avı peşinden giderken kolayca ele geçirilmesini ümîd ediyordu... Hâlid askerleriyle birlikte herlerken, bir sığır gelip kal'anm kapısına boyniızlarıyla vurmaya başladı... Ükeydir ise bu sırada iki kadını arasında kal'ade içki içmekle meşgul idi... Kadınlarından biri dışarı sarkıp da baktığı zaman, bir yaban sığırının kal'a kapısını vurmakta olduğunu gördü. Durumu Ükeydir'e haber verdi ve: "Böylesi etli bir sığırı şimdiye kadar hiç görmemiştim!" dedi... Bunun üzerine Ükeydir köşkünden inerek atını hazırlattı, hizmetçileri ve kendi ev halkından bazıları ile birlikte o sığırı avlamaya çıktı... Biraz gidince Halid bin Velid'in askerî birliği ile karşılaştı... Halîd, onları kolayca ele geçirip teslim aldı... Ve olayın aynen Hz. Peygamber'in kendisine haber verdiği gibi cereyan edişini, ibretle müşahede etti..."

Ükeydir Hâlid'e dedi ki: "VAllahi ben bu yaban sığırının dün geceden Önce hiç geldiğini görmedim, işte iki gecedir gelmekte, ben de kendisi için tedbirler almakta idim. Zira bu yaban sığırı çok hızlı koşup kayboluyordu... Onu yakalayalım diye yola çıktık, fakat size yakalandık..."

Beyhakî ve "ei-Sahâbe" adlı kitabında îbn-i Mende îbn-i tshak'tan aynı haberi naklederler. Farklı olarak şu ilave vardır:

"Tay kabilesinden Büceyre bin Becre adında biri vardı. Bu durumla ilgili şunları (şiir halinde) söylemişti: "Sığırları sürüp götüren, mübarektir. Ben, Allah'ın her hidayet isteyeni hidâyete kavuşturduğu-nugörüyorum! Her kim Tebük Gâzîsinin yolundan saparsa, biz onunla cihad etmekle me'mûruz!". Onun bu sözleri üzerine Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurmuştu:

"Allah, senin (şu güzel sözleri söyleyen) ağzını gümüşe muhtaç eylemesin! O günden sonra o adam, doksan sene daha yaşadığı halde, ağzındaki hiç bir dişi sallanmadı..." [151]

îbn-i Mende, îbn-i Seken ve Ebû Nuayn Es-Sahâbe adlı eserlerinde, Tay Kabilesinden olan Büceyre bin Becre'nin ahfadından Ebu'l-Meârik el-Şemmâh tarikiyle şu haberi vermektedirler: Büceyre demiştir ki: "Peygamber E fendimiz'in Ükeydir'e karşı gönderdiği Halid bin Velîd'in askerleri arasında ben de vardım. Peygamber (s.a.v.) Hâlid'e hitaben: "Sen onu, sığır avına çıkmış iken bulacaksın!" buyurmuştu. Nitekim öyle de oldu. Biz ona, mehtaplı bir gecede raslayıp kolayca kendisini teslim almıştık... Dönüşte Peygamber Efendimiz'e geldiğimiz zaman, ben O'nun huzurunda bazı beyitler söylemiştim. Bu beyitler arasında: "Sığırları sürüp getiren mübarektir. Ben, Allah'ın hidayet isteyen her kulunu hidâyete kavuşturduğunu görüyorum!" anlamındaki beyit de vardı..."

Büceyre'nin bu sözleri üzerine Hz. Peygamber de kendisi için şu mealde dua etmişti; "Allah, senin şu ağzına, gümüşe muhtaç olmayı göstermesin!" Büceyre, bu olaydan sonra doksan sene daha yaşadığı halde, ağzındaki dişlerden hiç biri sallanıp da gümüşle bağlanmaya muhtaç olmadı..."[152]

Beyhaki Ukbe'den şu haberi vermektedir: Peygamber (s.a.v.) Tebük'ten dönerken bazıları kendisine tuzak kurdular. Münafıklar, yolda tam yokuşu inerken Hz. Peygamber'i aşağı yuvarlamak üzere kendi aralarında anlaştılar... Bunun için hazırlandılar ve yüzlerini maskeliyerek kendilerini gizlediler... Tam yokuşun başına geldiği sırada, Hz. Peygamber, Huzayfe'ye emrederek onları geri çevirmesini istedi. Huzayfe de bu maskeli adamlara koşarak elindeki değnekle hayvanlarının yüzlerine vurmaya ve onları döndürmeye çalıştı... Ve bu adamların yüzlerinin maskeli olduğunu bizzat gördü... Allah da onların kalbine büyük bir korku verdi... Kendi aralarında kurdukları tuzağın ortaya çıktığını zannederek paniğe kapıldılar... Hızla geri dönüp askerin arasına karıştılar... Huzayfe de arkalarından geri geldi. Bu sırada Hz. Peygamber kendisine: "Ey Huzayfe, onların hâlini ve ne yapmak istediklerini bilebildin mi?" buyurdu... Huzayfe "Hayı yâ Resûlallah" cevabını verdi... Peygamberimiz bunun üzerine buyurdu ki: "Onlar bana tuzak kurmuşlardı. Ben yokuşun zirv .ne doğru çıkarken benimle birlikte yürüyecekler, tam zirveye çıktığımız zaman beni aşağı yuvarlayacaklardı!..."

(Beyhakî, îbn-i îshak tarikiyle de bunun benzeri bir haberi vermektedir. Fakat onda şu farklı ifâde bulunmaktadır... Bu sırada Peygamber Efendimiz Huzayfe'ye: "Yüce Allah, bana onların isimlerini bildirmiştir. Onların kimler olduğunu ileride ben sana haber vereceğim" buyurmuştur...)

Beyhakl sahih bir senedle Huzeyfetü'b-nül-Yemân'dan şöyle rivayet eder: Tebük'ten dönerken Hz. Peygamber'in devesinin yularını ben çekiyordum. Ammâr da arkadan sürüyordu. Akabeye geldiğimiz zaman ansızın önümde on iki kişi belirdi. Bunlar bize doğru yönelmişlerdi. Resûlüllah Efendimiz kendilerine karşı yüksek sesle haykırmca hepsi kaçıştılar. Peygamberimiz bize dedi ki: "Onları tanıyabildiniz mi?" Biz, "Hayır tanıyamadık" diye cevap verdik. Buyurdular ki: "Bunlar, ta kıyamete kadar münafıklardır!" Sonra Peygamber Efendimiz bize, "Onların ne yapmak istediklerini biliyor musunuz?" buyurdu. Biz de "Hayır" diye cevap verdik. Buyurdu ki: "Onlar, yokuşun tepesine vardığımız zaman, develerini üzerimize sürerek izdiham meydana getirip Allah'ın Resûlü'nü aşağıya yuvarlamak istiyorlardı..." (Ve onlar buna, bir kaza süsü vereceklerdi...) Sonra Peygamberimiz onlar hakkında bedduada bulundu ve: "Ey Allah'ım, onlara dübeyle belâsı ver!" dedi. Biz, "Ey Allah'ın Resulü, dübeyle nedir?" diye sorduk. Peygamber Efendimiz de: "Onlardan birinin kalb köküne (damarına) düşecek olan bir ateş parçasıdır ki, onun helak olmasına yetecektir" buyurdu.

Huzeyfe'den Müslim'in rivayeti ise şöyledir: Huzeyfe demiştir ki: Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular:

"Ashabım içinde on iki münafık vardır! Bunlar, deve iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremeyeceklerdir! İçlerinden sekizine dübeyle kâfi gelecektir... Dübeyle, onlardan birinin iki omuzu arasında belirip, sonra kalbini yakacaktır!"[153]

 

Gazvetü'l Esved

 

Seyf, "Kitâbü'r-Ridde" adlı eserinde şöyle der: Bana, Müstenîr bin Yezîd Urve bin Guzeyye'den, o da Dahhâk bin Feyrûz'dan, o da Cüşeyş el-Deyleml'den rivayet eder. O demiştir ki: Bize Vebre bin Yahnis Peygamber (s.a.v.)'in mektubunu getirdi. Bu mektubda Peygamber Efendimiz bize: "Dinimizde sebat etmemizi, yalancıktan peygamberlik dâvasına kalkışan Esved el-Ansı ile savaşmamızı" emrediyordu... Biz de emir gereğince derhal hazırlanıp Esved ile savaşa gittik. Onunla kıyasıya savaştık... Bir ara ben fırsatını bulup Esved'i Öldürdüm ve kellesini onun askerleri içine fırlattım... Derken hepsini dağıtıp perişan ettik..."

Durumu yazarak Hz. Peygamber'e gönderdik. Fakat bizim haberciler varmadan Peygamber Efendimiz'e vahiy yoluyla durum malûm olmuştur. Ve Peygamberimiz durumu ashabına haber vermişler­dir. Sonra hastalığı şiddetlenip âhirete irtihal buyurmuşlardır. Bizim gönderdiğimiz haberciler Medine'ye ulaştığı zaman, haberi ancak Ebû Bekir'e vermişlerdir... Haberimizin alındığına dâir bize cevap gönderen de Ebû Bekir olmuştur.»

Deylemî îbn-i Ömer'in şöyle haber verdiğini nakleder: "Esved el-Ansî'nin öldürüldüğüne dair semavî haber, Peygamber (s.a.v.)'e o gece gelmiştir. Peygamber Efendimiz bu semavî haberi alınca dışarı çıkıp durumu ashabına derhal haber verdi ve buyurdu ki: "Yalancı Esved, dün gece öldürülmüştür! Onu, ev halkının hepsi mübarek olan bir ailenin mübarek bir ferdi öldürmüştür!" Bunun üzerine "Onu kim öldürdü?" dediler... Peygamberimiz de: "Onu Feyrûz Öldürdü, Feyrûz zafer kazandı!" buyurdu... [154]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Al-ı İmran suresi, 123

[2] Enfal suresi, 9

[3] Enfal suresi, 44

[4] Bilakis suyun başını tutan müslümanlar olmuştu

[5] Bundan muradın, o gece ihtilam olanların gusül abdestlerini de almış olmalarıdır, denilmiştir

[6] At-i Imran süresindeki ayete göre, sonra üç bin melek ile, sonra beş bin melek iie imdad olunmuşlardır

[7] Islamî bir sünnet, yani yol olan istişarenin burada da uygulandığını görüyoruz. Zira onlar, savaş için değil ticaret kervanı için çıkmışlardı. Sonunda savaş kaçınılmaz olunca, efendimiz, ashabının re'yini almadan savaşa çıkmak istemedi, onların fikirlerini almak üzere: "Bana ne düşündüğünüzü söyleyiniz" buyurdu. O bununla ensarı kasdediyordu. Zira ensar Rasulullah'ı Medine dahilinde savunmak ve korumak üzere biat etmişti, hariçte savaş yapmak için biat etmemişti. Bu bakımdan istişare çok gerekli idi. Rasulüllah da gerekli olanı yaptı. Sonra savaşa girişti

[8] Enfal suresi, 9

[9] Tarihen sahih haberlerden bilinen odur ki: Müslümanlar melekleri bizzat görmediler, onların yaptığı işleri ve eserlerini gördüler. Müşrikler ise melekleri, alaca atlar üzerine binmiş, sarı renkte sarıklar sarınmış olarak görmüşlerdir ve bu suretle maneviyatları sarsılıp hezimete uğramışlardır.

[10] Enfal suresi, 12

[11] Sahih haberlerin verdiği bilgi, Ebu Cehil'i, Ensar'dan İki delikanlının öldürmüş olmasıdır ki, bu İki delikanlı Afra'nın oğullarıdır. İbn Mes'ud ise, Ebu Cehil can çekişirken ona uğramış ve başını gövdesinden kılıcıyla vurarak ayırmıştır. Sonra Rasulüllah'a durumu haber vermiştir. Rasulüllah da bu habere çok sevinmiş ve Allah'a hamd 0 senalar etmiştir.

 

[12] Kumlar semadan inmedi. Doğrusu meleklerin çıkardığı sesler olsa gerektir. Rasulüllah yerden bir avuç alıp saçtı ve onun mucize oluşu; semadan inmesinde değil, bir avuç toprağın bin kadar müşrikin hepsinin gözlerini doldurmasıdır. Bunun tasdikçisi de, adı geçen ayettir ve bu ayet, bu hususta nazil olmuştur.

[13] Enfal suresi, 17

[14] Enfal suresi, 19

[15] Enfal suresi, 11

[16] İmam İbnü'l-Kayyim de bunu Zadü'l-Mead'ında böyle rivayet etmiştir.

[17] Sözü edilen Ukkaşe, Esed-i Huzeyme'den olup Ashab-ı Bedir'dendir. Künyesi Ebu Mihsan'dır. Erkeklerin en güzellerinden idi. Rasuluüah kendisini (hesaba çekilmeksizin doğruca cennete gidecek olanlar meyanmda) cennetlik olmakla müjdelemiştir. Ebu Bekr'in hilafeti sırasında Bizahada şehid olmuştur

[18] Bu bir hakikattir. Hz. Aişe'nin bunu inkar etmiş olmasına ise, itibar edilemezÇünkü bu Hz. Aişe'nin şahidi olmadığı bir olaydır. Nitekim ona: "Rasulüllah'm ayakta küçük abdestini bozduğu (bevlini yaptığı)" söylendiği zaman da bunu inkar etmişti. Bu da, onun görmediği bir olaydı. Fakat Huzeyfe bunu görmüş ve haber vermiştir. Rasulullah'ın söylediklerini cansız cesedlere duyurması ise, O'nun özellikleri ve mucizeleri cümlesindendir

[19] Nevfel b. Huveylıd, müminlerin annesi Hatice'nin (r.a.) kardeşidir.

[20] Buhari ve Müslim'in Enes ve İbn Mes'ud'dan rivayeti şöyledir: Rasulüllah efendimiz müşriklerin hezimete uğramasından sonra: "Ebu Cehil ne oldu? Bu hususta kim bilgi getirecek?" buyurdu. İbn Mes'ud gitti ve onun Afra'nm iki oğlu tarafından vurulduğunu gördü. Kılıcıyla vurarak başını gövdesinden ayırdı. Rasulullah'a gelip durumu haber verdi. Rasulullah da: "Kendisinden başka ilah olmayan Rabbim hakkı için söyle, demek o öldü mü?" dedi ve bu sözünü üç defa tekrarladı. Sonra "Allahü ekber" diyerek tekbir getirdi ve: "Vadini yerine getiren, kuluna yardım eden, toplulukları tek başına dağıtan Allah'a sonsuz hamd ü senalar olsun" diyerek Allah'a hamdetti

[21] İfadede biraz karışıklık olsa gerek... îslamda münafıklık hareketi, ancak Bedİr'den sonra başlamıştır. Şöyle ki: Münafıkların başı Abdullah b. Übeyy b. Selû! ve benzerleri, Bedİr'den önce açıkça şirk üzerinde idiler. Bedir zaferi ile islamın kuvveti ortaya çıkınca, "bu muhakkak başarıya erecek" diyerek, zahiren müslüman oldular. Küfür ve düşmanlıklarını ise gizlediler. İşte böylece nifak hareketi de başlamış oldu. Yahudilerin hasedi de Bedİr'den sonra açığa çıktı. Bir grup yahudi Peygamberimize dediler ki: "Sen savaşmak nedir bilmeyen bir topluluğu yendim diyerek sakın aldanmayasın! Eğer bizimle savaşacak olursan, işte o zaman savaşmasını bilen kimmiş anlarsın!"

İşte yüce Allah da bu hususta kerim kitabındaki şu ayeti inzal buyurdu: "inkar edenlere söyle: "Yenileceksiz ve cehenneme sürüleceksiniz." (Al-i liman suresi, 12.)

[22] Rûm suresi, 4-5

[23] Mut'im'in Rasulullah'a olan iyiliği şu idi: Peygamber (s.a.v.) Taif'den döndüğü zaman, kendisinin himayesine sığınmak üzere Mut'ım'e haber göndermişti. Mut'im de oğullarını yanına alarak Peygamberimizi himayesine almak üzere geldi. Kendisi ve oğulları aynı zamanda bu uğurda silahlanmışlardı. Rasulullah'ı çember içine alarak, Mescid-İ Haram'a getirdiler. Sonra O'nu himayesine aldığını ilan ettikten sonra, yine himayelerinde evine kadar götürdüler. İşte Rasulüllah'm en azından misliyle ve hattâ daha güzeli ile karşılık vermek istedikleri şey, bu idi ve bu sebeble öyle buyurmuştu

[24] Sübkî'nİn burada: "...Her ne kadar hepsinin faili Allah ise de..." demesi; biz Hanefiler ve Maturîdî'lerce makbul bir tabir değildir. Zira biz, "hepsinin faili Allah'tır" yerine, "hepsinin halikı Allah'tır" deriz. Nitekim kitabımız   Kur'an-ı Kerim de gayet açık olarak: "Rabbiniz Allah işte budur, O'ndan başka ilah yoktur. O, herşeyin yaratıcısıdır. O halde O'na kulluk ediniz" der. (En'am suresi, 102).

Zaman ilerledikçe dillerde dolaşan ve pek meşhur olan: "Allah'tan başka fail yoktur" sözüne gelince... Bir defa bu, kesinlikle islamın kitabı ve peygamberi tarafından söylenmiş bir söz değildir. Bilakis sonraları felsefe yoluyla tasavvufa, tasavvuf yoluyla da bazı mezheplere sızmış, gayr-i islamî ve gayr-i ilmî bir tabirdir. Ne kadar teessüf edilse yeridir ki, halen İslamî tevhidin ilahî ve Kur'anî özelliği karşısında ki hassasiyetini kaybetmiş bulunan pek çok kimse, "Allah'tan başka fail yoktur" sözünü, islamî bir tevhid cümlesi zannetmektedir. Halbuki başta imam Azam Ebu Hanife hazretlerinin el-Fıkhü'l-Ekber'i olmak üzere pekçok ehli sünnet kaynağı eserde; bunun yanlışlığı ve tehlikesi belirtilip açıklanmış bulunmaktadır. Mesela Behçetü'l-Feteva adlı fıkıh kitabımızda aynen şöyle denilmektedir:

"Kulun sorumluluğunu inkar edip: "Kul için fiil ve file güç yetirmek yoktur Kuldan Sadır olan bütün fiillerin hakikatte faili Allah'tır" diyen bir kimseye şer'an ne lazım gelir?

El-Cevab: İmanını ve nikahını yenilemesi lazım gelir. Eğer bu küfründen dönmezse, şer'an idam edilmesi gerekir. (Behçetü'l-Feteva, s. 4. Amire, 2. baskı)

İmam Azam Ebu Hanife'nin (r.a.) sözü ise şudur: "İster iman, ister küfür olsun, hepsi kulların fiilidir. Kulların bütün fiilleri hakikatte kulların fiili ve kesbidir. (Yoksa Allah'ın fiili değildir. Şu kadar var ki, kulların kendileri gibi fiilleri de Allah'ın mef'ûlü ve mahlukudur.) (El-Fıkhü'l-Ekber, s. 6 ve 13'de. Ebu'l-Münteha Şerhi kenarında, Es'ad Ef. Mat. 1307.)

İmam Maturîdîde şöyle buyurur: "Biz, "kulun fiili vardır ve kul fiilinin failidir" dediğimiz zaman, bu hakikatte böyledir, demek isteriz. Yoksa mecazî manâyı kasdetmeyİz. Cebriye mezhebi ise: "Kulun fiili yoktur" der.

Bazı mutasavvıfların ise: "Kulun fiili, Allah'ın fiilinin aynıdır" dediği malûmdur. (Bakınız: Risale Fi'l-Akaid Li'l-Imam Ebu Mansur Maturîdî, s. 13, 17, ist. 1953).

Aradan nice asırlar geçip 11. asra vasıl olunduktan sonra, o asrın sünnet ve cemaat imamı olan imam Rabbanî (r.a.) de (ölümü hicrî 1034) diyor ki: "...Velayet mertebelerinin nihayeti, kulluk makamıdır. Velilere ait dereceler de, kulluk makamının üstünde bir makam yoktur. Seyr-u sülük esnasında bazı kimselere "Allah'tan başka fail bulmamak" şeklinde zahir olan tevhid-i fi'lî'ye gelince... Bu büyükler inanır ve derler ki: "Bütün fiillerin halikı (yaratıcısı) birdir." Yoksa onlar: "Faili ve mübaşeret edeni birdir" demezler. Burada çok dikkatli olmak lazımdır, aksi halde bu söz, nerede İse bunu söyleyeni küfür ve zındıklığa yuvarlayacak durumdadır." {Bakınız: Mektubat, 1/40, mektup no: 30. Arabî nüsha ve Müstakimzade tercümesi, 1/244). Mütercim

[25] Enîal suresi, 9

[26] Al-i Imran suresi, 124

[27] Al-i Imran suresi, 125

[28] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/346-365.

[29] Maıde suresi, 11

[30] Doğrusu, olayın bir defa cereyan ettiği ve Hendek savaşından sonra vukua gelen Zatü'r-Rika gazvesinde olduğudur. Nitekim sahihlerden Müslim, bunu böyle rivayet etmektedir ve Cabir b. Abdullah tarikiyle haberi nakletmektedir. (Vakıdî ise çok zayıf olduğu için, onun rivayetine güvenemeyiz. Nitekim imam Beyhakî de: "Eğer Vakıdî, rivayet ettiği şeyi İyi hıfzetmiş ise..." diyerek, buna işarette bulunmuştur.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/365-366.

[31] Tarihî bilgi bakımından bu bir hatadır. Zira Benî Nadir gazvesi, Bi'ri Maune faciasından sonra, hicrî 4. senede vukua gelmiştir. Bedir'den sekiz ay sonra vukua gelen gazve ise Benî Kaynuka gazvesi idi

[32] Haşr suresi, 1-5

[33] Haşr suresi, 6

[34] Maicle suresi, 11

[35] Daha Önce de geçtiği gibi, Rasulüllah oraya Kilab kabilesinden iki adamın kan paralarına yardım etmeleri İçin gitmişti. Bu iki adam da Benî Amir'dendi. Onları Amr b. Ümeyye öldürmüştü. Amr, bu iki adamı Benî Amir'e ait bir suyun başında şehid edilen Kurra'nın intikamını almak maksadıyla öldürmüştü. Fakat o, bu iki adamın Rasulüllah İle muahedesi bulunduğunu bilmiyordu. Gelip bunu haber verdiği zaman Rasulüllah: "İki kişiyi öldürdün, onlar benimle muahede yapmıştı, şimdi onların kan parasını ödemek bana düşüyor" demiş ve bu parayı tahsil için, Nadir oğullarına gitmiş, bunun için geldiğini de onlara açıkça haber vermişti. Çünkü Nadir oğullarının da Rasulüllah ile andlaşması vardı. Fakat onlar, hıyanet yolunu seçince, sonunda bu zillete maruz kaldılar.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/367-370.

[36] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/370.

[37] İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye'de Uhud savaşının hicretin üçüncü yılında ve şevval ayı içinde vukua geldiğini ve bunun; Tirmizi, Katade, Musa b. Ukbe ve Malik'in tercihi olduğunu bildirir.

[38] Rasulullah'ın bu rüyasını, yüzünün yaralanacağı şeklinde yorumladığı hakkında sevkedilen rivayet, doğru değildir. Zira Rasulüllah _bunu: "...Yakınlarımdan birinin öldürüleceğine yorumladım" diyerek açıkça bildirmiştir

[39] Al-i İmran suresi, 152

[40] Görüldüğü gibi Abdullah b. Cahş, Uhud'da şehid olmuştur. Onu, Habeşistan'da irtidad edip mürted olarak ölen kardeşi Ubeydullah b. Cahş ile karıştırmam alı, bazı eserlerin bu husustaki dikkatsizliğine aldanmamalıdır. (Doğru bilgi için bakınız, İbn Hişam, 3/129. Mev. Led. Şerhi Zerkanî, 3/242)

[41] Aldığı ok yarası ile kolunu kaybeden Talha b. Ubeydullah, vücudunu Rasulullah'a kalkan ederek gelen oklara arkasını geren Ebu Dücane onlardandı

[42] Utbe'nin kızı ve Ebu Süfyan'ın karısı olan Hind, Mekke'nin fethinden sonra müslümanlığı kabul etmiş ve Rasulullah'ın huzuruna gelerek kendisine biat etmiştiı.

[43] Tevbe Sadece ve Sadece Allah'a olur. Herhalde böyle bir ifade, öylesine ağır ve zor bir durumda kalan Hâris'in ağzından gayr-İ iradî oiarak çıkmış olacak. Yoksa Tevbe'nin Allah'tan başkasına olamayacağını her müslüman bilir. Nitekim Allah Rasulü (s.a.v.), adamın birine: "Tevbe et" diye emretmiş, adamcağız da: "Allah'ım ben sana tevbe ediyorum, fakat Muhammed"e tevbe ediyor değilim" demiş. Sevgili peygamberimiz de: "Adamcağız, gerçekten hak ve hakikatin ne olduğunu iyi anladı" buyurmuştur

[44] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/370-382.

[45] Bu ayet, Küçük Bedir Gazvesi sırasında inmiştir. Çünkü Peygamber efendimiz Kureyş komutanı Ebu Süfyan'a meydan okuyarak Bedir'de karşılaşmaya davet etmişti. Ebu Süfyan ise bundan çekindi. Naîm b. Mes'ud adındaki adamını Medine'ye yollayarak: "Kureyş, çok büyük bir kuvvet halinde toplandı, siz, onlardan korkmalısınız" diyerek müslümanları korkutmasını ona emretti. O da gelip Medine'de bu şekilde müslümanlara korku salmak" istedi. İşte bunun üzerine müslümanların hem İmanı, hem de cesaretleri daha da kuvvetlendi. Hiçbir manevi sarsıntıya uğramadan, tam bir İman ve tevekkülle Allah'a sığındılar da: "Hasbünallahü ve ni'mel-vekil" dediler, ilgili ayet, bu sebeble nazil oldu ve bu ayetiyle yüce Allah; onların bu müstesna güzellikteki ve bütün müslüman nesillere örnek değerindeki hak ve imanlarını Kur'an'ında beyan ve tescil buyurdu.  Evet bu ayetin Küçük Bedir'de veya Hamraü'l-Esed'de nazil olduğunu söyleyenler de vardır.

İbn Kesir'e göre sahih olan; Hamraü'l-Esed'de nazil olduğudur. Fakat bu; mevcud bulunan imani ve tevhidî bir hasletin tesbit ve tescilidir. Mühim olan da zaten budur. Yani gerçek müminler her zaman (özellikle Hz. İbrahim'den (a.s.) beri) hep Allah'a tevekkül etmişler: "Hasbünallahü ve ni'mel-vekil" demişlerdir. (Tefsinj'l-Kur'ani'l-Azim, İbn Kesir, 1/430).

[46] Al-i İmran suresi, 174

[47] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/382.

[48] Bu husustaki rivayetlerin bazılarında denilir ki: Hubeyb, boynu vurulmak üzere takdim edildiği zaman, Kureyş'ten bazıları kendisine demiştir ki: "Ey Hubeyb, sen şimdi çoluk çocuğunun yanında olsaydın da, burada boynu vurulacak olan Muhammed olsaydı, buna sevinmez miydin? Bu senin için daha iyi değil miydi?" O da büyük bir iman ve cesaretle şu karşılığı vermiştir:

"Vallahi benim çoluk çocuğumun yanında bulunmama karşılık olarak, Muhammed'in ayağına bir diken batması bile, beni asla sevindiremez. Hem ben bir müstüman olarak ve de müslümanlık uğrunda ölüyorum. Ne mutlu bana... Bu böyle olduktan sonra, gerisinin ne önemi var! Bütün bunlar Allah uğrunda olduktan sonra; eğer Allah dilerse, parça parça edilmiş vücudumu dahi mübarek kılıp nur ve feyze kavuşturur..." (Mevahİb-i Ledünniye Şerhi Zerkanî, 2/71)

[49] İbnü'l-Kayyim'ın Zadü'l-Mead adlı kitabında verdiği bilgiye göre, Hubeyb'in cesedini bağlı olduğu ağaçla birlikte gecenin karanlığından faydalanarak götürüp gizlice defneden, Amr b. Ümeyye el-Damrî olmuştur.

[50] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/383-387.

[51] Şüphesiz sahih olan Buhari'nin rivayetidir ve onun rivayetinde: "Sonra yere İndirildi" kaydı açıktır. Ayrıca, Aişe (r.a.) validemizden sevkedilen rivayette de: "Melekler onu semada sakladı" ifadesi de mevcud değildir. Sıhhatli ve kuvvetli olmayan rivayet yollarının çokluğu ise; o rivayetlere sahihiik veya kuvvetlilik kazandıramaz. Allah yolunda şehid olmayı en büyük bir kazanç sayarak: "Vallahi ben kazandım" buyuran Amir b. Füheyre'ye Cenab-ı Allah'ın verdiği keramet; melekleri vasıtası ile onun cesedini müşriklerin ellerinden kurtarıp semaya kaldırmasıdır. Sonra onu arza iade etmiş ve yine arzdan çıkararak hasredip huzuruna alacaktır, ilgili ayetin, herkes hakkında bildirdiği ve haber verdiği gibi.

[52] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/388-389.

[53] Bu olay meyanında Salâtü'l-Havf'tan bahsedilmesi gösteriyor ki, bu savaş Hendek savaşından sonra olmuştur. Zira Hendek savaşı sırasında henüz salatü'l-havf meşru kılınmış değildi. Bilindiği gibi, Hendek savaşında müşrikler Peygamberimizin ve ashabının ikindi namazlarını gün batıncaya kadar kılmalarına fırsat vermemişlerdi. Eğer korku namazı meşru kılınmış olsaydı, Peygamberimiz ve ashabı namazlarını bu şekilde kılmış olurlardı. Öyle anlaşılıyor ki, Peygamber efendimizin kıldırdığı ilk korku namazı Hudeybiye yılında Usfan'da olmuştur. Sonra Zatü'r-Rika gazvesinde kıldırmıştır ki bu gazve de,Hendek v© Hudeybiye'den sonra vukua gelmiştir.

[54] Peygamber efendimiz, Zatü'r-Rikada olduğu gibi Batn-ı Nahl'de, Usfan'da, Zîkared olaylarında da bu namazı kıldırmıştır. (Büyük İslam İlmihali, 202, 203)

[55] Sahihayn'deki Cabir hadisi şöyledir: "Rasulüllah bizi, üç yüz kişilik süvari kuvveti halinde ve başımızda Ebu Ubeyde olarak Kureyş'in kervanını gözetlemeye gönderdi Bu sırada büyük bir açlık geçirdik. Hattâ hapt yani ağaç yapraklarını yemek zorunda kaldık ve buna "Hapt Askerleri" denildi. İçimizden biri üç deve kesti, sonra üç deve daha, sonra üç deve daha kesmek zorunda kaldı. Komutanımız Ebu Ubeyde kesimi yasakladı. Derken denizden anber denilen bir hayvan kıyıya vurdu. Tam onbeş gün bundan yedik ve yağından da faydalandık. Dönüşte bir parçasını da deveye yükleyip Medine'ye getirdik ve Rasulullah'a haber verdik. O da: "Bu size Allah'ın çıkardığı bir rızıktır" buyurdu ve: "Yanınızda ondan bir şey varsa bize de gönderin" dediler. Biz de gönderdik ve Rasulüllah da onu yediler

[56] Müellifimizin uzunca rivayet ve sevkettiği metin; işte böyle... Halbuki bu metinde bir hayli karıştırma ve birleştirmeler olmuştur. Üstelik bunu Müslim'in dahi rivayet ettiğine dair bir kayıî da konulmuştur. Halbuki Müslim'in rivayetinde, kıyıya vuran bu hayvan kıssası yoktur. (Bu daha önce de kaydettiğimiz gibi Müslim ve Buhari tarafından Ebu Ubeyde Seriyyesi'ne ait olmak üzere rivayet edilmiştir.) Mü slim'in Zatü'r-Rika gazvesi ile ilgili rivayetinde, ancak Ebu Musa hadisi vardır. Bunda ise: "...Haylice yaya yürüyerek ayaklarının altları delindi de ayaklarına hırka ve bez parçaları sardılar. Denizden kıyıya vuran hayvan kıssası bulunmamaktadır.

 

[57] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/390-394.

[58] İşte bu, Peygamber efendimizin; peygamberlik alâmetlerinden ve mucizelerinden biridir. Gerçekten Cenab-ı Hak, müşrikleri Hendek gazvesinde hezimete uğrattıktan sonra, Kureyş artık bir daha Medine'ye veya müslümanlara karşı savaş açamamıştır. Asla ve ebediyen, böyle bir şeyi artık düşünememiştir bile..

[59] Az sonra, Beyhakî ve Ebu Nuaym'm Bera b. Azib'den rivayet ettikleri metinde de gayet açıkça ifade edildiği veçhile, Hendek kazılırken bir büyük kayaya rastlandığı, Rasulüllah efendimizin üç darbe ile onu parçaladığı, her üç darbe sırasında; gözle görülen bir nur halinde kıvılcımların çıktığı hakkındaki rivayet sahihtir. Bu rivayete dair bazı metin farklarının bulunması, onun sıhhatine zarar vermez. Bunun zuhuru ve şüyuu sebebiyledir ki, münafıklar da şöyle söylenmeye başlamışlardır: "Şu işe bakın siz! Muhammed, bir taraftan ashabına Farsî'lerin ve Rum'ların ülkelerinin fethini müjdeliyor; diğer taraftan hiçbir kimse Medine'den dışarı adımını atamıyor! Kimse, tek başına hacetine dahi gidemiyor!"

Şanlı ve sevgili peygamberimiz ise, yukarıda geçtiği veçhile, Hendek savaşından sonra İslamî fetihlerin başlama devrine girildiğini de müjdeliyordu. Gerçekten de öyle olmuştu...

Hendek savaşı, en sahih tesbite göre, hicretin beşinci yılında ve şevval ayında olmuştur. Buna Hendek Savaşı denilmesinin sebebi; Selman-ı Farisî'nin (r.a.) Rasulullah efendimize, düşmanın geleceği taraf ile Medine arasına hendek kazılmasını tavsiye etmesi; Peygamberimizin de bu tavsiyeyi kabul ederek hendek kazdırmasıdır. Bütün müslümanlar gibi peygamberimiz de bizzat hendek kazımında canla başla çalışmıştır. Bu savaşa aynı zamanda Ahzab Harbi de denilir. Zira müşrikler çeşitli hizipleri, yani kabileleri toplayarak büyük bir ordu halinde Medine önlerine gelmişlerdi. Sayısı on bin kadar olan bu orduda; başta Kureyş olmak üzere, Gatafan, Selîm oğulları, Esed oğullan, Fezara, Eşca1 ve Mürrs oğullan kabileleri de vardı. (Siratü İbn Hişam, 3/226. El-Bidaye ve'n-Nihaye fi't-Tarih, 4/94.)

[60] Habbab b. Eret'in rivayet ettiği sahih bir hadiste şöyle buyurulmuşîur: "Allah'a yemin ederim ki, O, bu yüce ve mübarek dinini mutlaka tamamlayıp kemale erdirecektir! O zaman islam ülkeleri arasında bulunacak olan San'adan devesine binerek yola çıkan bir islam kadını, Hadramût'a kadar tek başına yolculuk edecek ve Allah korkusundan başka kalbinde bir korkusu bulunmayacaktır. (Bir de koyunları varsa, kurt kapar endişesi olacak. Yoksa yolda soyulursam, canıma, namusuma bir zarar gelirse, diye bir korkusu kalmayacak, islam nizamı, huzur ve emniyeti bu derecede temin etmiş olacaktır.) Fakat sizler ey ashabım, bu, hemen olsun diye acele etmektesiniz." Unutmayalım ki, sevgili peygamberimiz bu büyük müjdesini; Mekke'de müslümanlar Kureyş'in işkencesi altında ezilirlerken vermiştir. Mucize'nin büyüklüğünü anlayıp, ibretle dolmamız, gerçek inananlar olmamız gerekmektedir.

 

[61] Ahzab suresi, 12

[62] Az miktardaki bir yiyeceğin veya suyun çoğalıp bereketlenmesi şeklinde tecelli eden Rasulullah'ın mucizeleri sahihtir ve pek meşhurdur. Bunları rivayet edenlerin sayısı o kadar çoktur ki, nihayet bu rivayetler mütevatir hükmünde olmuştur .

[63] Bakara suresi, 214

[64] Ahzab suresi, 9

[65] Rasulüllah'ın bu davetine icabet eden olmamasını anlamak, oldukça zor bir şey... İhtimaldir ki, Rasulüllah içlerinden muayyen birine kesin bir emir halinde tevcihde bulunmadığı için, "acaba hangimize emir verecek" diye gecikmiş olabilirler. Aksi halde, Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, Rasulüllah'ın emrine icabet etmenin kafi bir vecibe olduğunu bütün ashab biJİrler ve gereğini de yerine getirirlerdi. Nitekim emir tevcih edilince Huzeyfe (r.a.), derhal gereğini yerine getirmiştir. Tabii bu olayda Huzeyfe'nin büyüklük ve faziletine delalet eden bir incelik de bulunmaktadır

[66] Huzeyfe, "gidip gelinceye kadar hiç üşümediğini" söylüyor. Fakat döndükten sonra herkes gibi o da üşümeye başlamıştır. Çünkü daha önce, Rasulüllah'ın duası bereketiyle Allah'ın hususî hıfz ve himayesi altında idi. Bu, Allah'ın kendisine bir lütuf ve kerameti İdi

[67] Buhari ve Müslim'in Abdullah b. Ebu Evfadan rivayetleri şöyledir: Peygamber (s.a.v.) efendimiz, düşmanla karşılaştıkları bazı zamanlarda zeval vaktinin geçmesini bekler sonra şöyle derdi: "Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz, Allah'tan daima sulh ve afiyet,isteyiniz! Düşmanla karşılaştığınız zaman da, mutlaka sabır ve sebat eyleyiniz. Kesin olarak biliniz ki cennet, kılıçların gölgesi altındadır."

Bunu söyler sonra şu şekilde dua buyururdu: "Ey Kİtab'ı İndiren, bulutları yüzdüren, düşmanlara hezimet veren Allah'ım! Şu karşımızdakileri perişan eyle! Onlara karşı biz inanan kullarına zafer ve nusretler ihsan eyle"

[68] Mümtehine suresi, 7

[69] Bu rivayette geçen bu söz ve açıklamanın, aynen Ibn Abbas'ın sözü olduğunu kabul etmek hayli zordur. Zira bu ayeti ceüle, Peygamber efendimizin Ümmü Habibe ile evlenmesinden çok sonraları inzal buyurulmuştur. Bunu ibn Abbas da çok iyi bilmektedir. Ayet-i celile, istikbalde vukua gelecek olan sevgiden bahsetmekte ve bu sevginin islam hidayetini kabul ederek tecelli ve tahakkuk edecek olan islam ve kardeşlik sevgisi olduğunda da şüphe bulunmamaktadır

[70] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/394-403.

[71] Nitekim Ahzâb Sûresi 26. âyetinde de bu durum anlatılmaktadır...

[72] Sa'd bin Muaz (r.a.), Ansârdan olup Hazrec kabilesinin de reîsi idi... Evs, İslâm'dan önceki câhiliye zamanında Kurayza Oğullarının andlaşmalı dostu idi... Kurayzalılar bu sırada Sa'd'ın hakemliğine râzî olurken, herhalde onun kendileri için iltimas edeceğini zannettiler... Fakat o, onlar hakkında hükmünü verirken, onların yaptığı haksızlık ve hidâyet suçuna uygun olan ne ise, ona göre hüküm verdi... Nitekim Sa'd'ın bu sırada: "Şimdi Allah yolunda öyle hüküm vermeliyim ki, hiçbir kimsenin kınamasına aldırış etmemeliyim!" demiştir... Hattâ onun bu şekilde hakemliği üzerine Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur: "Öyle bir hakemlik yaptın ki, Yüceler Yücesi Allah'ın yedi kat göglerin ötesinden verdiği hükme muvafık düşmüştür!" Sa'd öldüğü zaman da, onun için Arş'm titrediğini bildirmiştir... Allah, ondan razı olsun

[73] Huyey bin Ahtab, Safiyye validemizin babasıdır ve aslen Benî Nâdirdendir. Beni Nadir'in Uhud'tan sonra sürülmesi neticesinde Hayber'e gelmişti. Hendek'ten sonra da Kurayza'ya geçmişti. Kurayzalı'ların kal'ası kuşatıldığı sırada, orada maktul düşmüştür.

[74] Arş'ın Sa'd bin Muaz'ın Ölümü sebebiyle titrediği ittifakla sahihtir... Yetmiş bin meleğin onun cenazesine katıldığı gibi diğer hususlar ise Sahîheyn'de yoktur... Az ileride de bu hususta bilgi gelecektir.

[75] Hiç şüphesiz, Sa'd bin Muaz hazretleri, her nevi keramet ve mekrimete lâyıktır! Onun islam uğrundaki büyük yararlık ve kahramanlıklarına tarih şahittir. Cenazesine, meleklerin bile katılmış olmasında da şaşılacak bir şey yoktur... Yeter ki, bu husustaki rivayetler sahih olsun...

[76] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/404-409.

[77] Ebû Râfi', Peygamber Efendimiz'e karşı Ahzâb'ın (Birleşik orduların) meydana getirilmesi için çok kışkırtmalarda bulunmuştu... Kurayza kal'ası kuşatıldığı zaman, arkadaşı Huyey bin Ahtap öldürülmüş, fakat kendisi Hayber'e kaçmıştı... Onu öldürmeye hevesli ve gönüllü olan Hazreclilerden bir gurup akser vazifelendirildi... Bunlar onu, Hayberdeki saklandığı evde kıstırıp katlettiler... Vakit gece olduğu için, evin merdiveninden inerken Abdullah düşmüş ve bacağı kırılmıştı... Efendimizin müdahalesiyle, ayağının hiçbir arızası kalmamıştır

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/409.

[78] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/410.

[79] Mustalık Oğullan Gazvesi, Hicretin beşinci yılının şâbân ayında olmuştur. Sebebi ise: Peygamberimiz'e gelen haberlere göre, Mustalık Oğulları'nın reisi Haris bin Ebû Dirar, kabilesini ve etrafındaki arabları harbe hazırlıyordu... Peygamberimiz, durumu tetkîk için Büreydetü'bnülhasîb'i göndermiş, o da oraya giderek Hâris'le karşılaşmış, hazırlıklarını tesbît ederek Resûlüllah'a dönmüştür. Resûlüllah da derhal ashabını hazırlayıp çıkmıştır... Daha önce hiçbir gazveye katılmamış bulunan bâzı münafıklar da bu gazveye katıldılar... Ve onlar yüzünden bu gazvede, meşhur "İfk Hâdisesi" vukua geldi... Mustalık Oğulları bu gazvede darmadağın oldular... İslam Ordusu, kesin bir zafer ve birtakım ganîmetlerle döndü... Esirler arasında bulunan Cüveyriye de Hâris'İn kızı İdi. Müslüman oldu ve Peygamberimizle evlendi

[80] Eğer bu rivayet sahih ise, bunun bu Mustalık Oğulları Gazvesi'nde vukua geldiğine delalet eden bir şey, bulunmamaktadır... Bu Gazve'de veya başka bir seferde vuku1 bulmuş olması da muhtemeldir

[81] Nur suresi, 11-21

[82] Enbiya suresi, 26

[83] Bu hususta bilinen ve kabûi edilmiş olan odur ki: Hz. Aişe Validemize zina suçu İsnadında bulunanlardan Musattah ve Hassan bin Sâbİt'i, samîmi tevbelerine binâen Yüce Allah atfetmiştir... Onların tevbelerini kabul buyurmuştur... Diğer samîmi olarak tevbe edenlerin de tevbeleri kabul edilmiştir... Ve zahir olan âyetin hâs değil, âm oluşudur... Ve samimi olarak tevbe etmeyen, kendilerine tevbe etmek nasîb olmayanlar hakkındadır... Ve ilgili sahih bir hadis-i şerifte de, namuslu kadınlara veya erkeklere zina İsnadında bulunmak, "Yedi büyük günah"tan biri olarak haber verilmiş ve böyle bir iftirayı itrikâb edenin, helak olacağı bildirilmiştir

[84] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/410-418.

[85] Bu haberler ve bu cezalandırma şekli, oldukça müşkil görünmektedir ve pek çok ilim adamını meşgul etmiş ve bunun üzerinde çeşitli münâkaşalar yapılmıştır... Verilen cevaplar arasında: "Bu, müsle yapmanın İslam'da yasaklanmasından önce olmuş bir olaydır" tevcîhi, dikkatimizi çeken noktalardan birisidir... İhtimal ki onlar, devletin devesini gütmekte olan çobanın gözlerini oymuş, ellerini ve ayaklarını kesmiştir de, kendileri dahî aynı cezaya çarptırılmışlardır...

Not: Bu hususta yetkili âlimlerin tetkîk ve tahkîkleri hakkında geniş bilgi edinmek isteyenlere, Mezhepler ve Dinler Târihi Profesörlerinden Muhammed Ebû Zehra'nın; Ebu Hanife adlı kıymetli kitabı'nın ilgili bölümünü, dikkatle okumalarını tavsiye ederiz... (Bakınız Ebu Hanife, Terceme Osman Keskioğlu, s. 239-241. İst. 1966).

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/418-419.

 

[86] Yüzden beşyüze kadar olan askeri birliklere "Seriyye" denilmektedir. (Mevâhib Şerhi Zerkâni, 1/389)

[87] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/419-420.

[88] Fetih suresi, 1

[89] Fetih suresi, 18

[90] Fetih suresi, 21

[91] Bu durum, Ebu Bekir es-Sıddık (r.a.)’ın tereddüd kabul etmeyen imanına, büyük tevekkülüne erişilmez faziletine delâlet eder…

[92] Açıkça görüldüğü gibi, Ümmü Seleme (r.a.) Vâlidemiz'in bu hususta verdikleri fikir; çok doğru ve isabetli bir fikir olduğu gibi, aynı zamanda çok hayırlı ve bereketli de olmuştur... Gerçekten kendisini iyi yetiştirmiş bilgili ve fazîletli bir İslâm kadını, burada olduğu gibi, bir çok müşkil işlerde hakemlik yapabilir; çok hayırlı ve bereketli bir fikir ortaya koyabilir... Böyle bir İslâm kadını tarafından bâzı devlet ve veya ilim adamlarının, şu veya bu şekilde ki müşkillerine, ışık ve çözüm yollan gösterilebilir... Buna, İslâm'dan ve İslâm Târihİ'nden başkaca misaller de verilebilir... Fakat burada arz edilmiş bulunan Ümmü Seleme misâli, o kadar kuvvetli ve sıhhatli bir misaldir ki, diğerlerine ihtiyaç bırakmıyor... Fakat ne kadar acıdır ki, bu gibi târîhî ve Islâmî misallere rağmen bunun tersine telkin ve tevsiyeler de olmuştur. Hatta bu menfi telkinlere hadîs kisvesi giydirenlere de bulunmuştur... Ve zamanla bu yanlış telkinler, çok meşhur olmuştur... Meselâ bunların birinde denilmiştir ki: "Kadınlarla istişare ediniz, hem de onlara muhalefet ediniz!"

Bir rivayette de denilmiştir ki: "Danışmadan hiç bir iş yapmayınız! Eğer danışacak kimseyi bulamazsanız, bir kadına olsun danışınız! Fakat hiçbir zaman kadınların fikriyle amel etmeyiniz! Çünkü sizin hayır ve iyiliğiniz, kadınlara muhalefet etmektedir!"

Hiç şüphesiz, aslında bu gibi rivayetler, anlayışları sakat, zayıf, terkedilmiş, yalancılıkla itham edilmiş birtakım râvîlerden gelmektedir. Kafiyen islâm in peygamberine âit bir söz değildir. Fakat çeşitli eserlere o şekilde dağılmış ve yerleşmişlerdir ki, Islâmın aşikâr düşmanları bunlardan istedikleri şekilde yararlanma cihetine gidebilmektedirler. Fakat şurası da şayân-ı şükrandır ki, hadîs İlminin âlimleri, hemen her asırda bu gibi sıhhatsiz ve isabetsiz sözlerin asılsızlığına, bu kabil şeylerin İslâm'a yabancı bulunduğuna dikkati çekmişler, gerekli bilgileri ve açıklamaları sunmuşlardır.

İşte onlardan biri olan ve tam bir isabetle: "Bu gün uyanmanın eşiğinde bulunan müslümanlar, Resûlüilah'ın Sünneti'ne hakkiyle sâhib çıkmadıkça ne bir kar ş ilerliyebilirler, ne de saadete erebilirler!" diyen muhakkik âlim Muhammed es-Sabbâğ, aynen şu vecîz açıklamayı sunmaktadır: "Bütün Özenti alâmetleri ve yalancılık nişanları, bu rivayetin üzerinde toplanmış bulunmaktadır. Son derece sıhhatli ve kuvvetli bir delîl olan, Hudeybiye'deki Ümmü Seleme validemizin fikir ve tavsiyesi ile bizzat Peygamber Efendimiz'in amel etmiş bulunmasına da, açıkça aykırı bulunmaktadır... Müslümanlar gerçekten uyanmalı, bu gibi yalanlara aranmamalıdırlar." (El-Esrâru'l-Merfûa Fi'l-Ehâdîsi'l-Mevdûa, 222-Beyrut, 1391)

[93] Mümtehıne suresi, 10

[94] Doğrusu, (Zâdü'l-Meâd'da da bildirildiği gibi) Ebû Sufyân oğlu Muâvıye olacaktı.

[95] Fetih suresi, 24-26

[96] Bu ağacın altında teberrüken namaz kılmayı bâzı kimseler âdet haline getirmeye başlayınca, Hz. Ömer tarafından kestırildiğı, târîhî ve ibretli olaylar meyamnda olduğu bilinen bir gerçektir.

[97] Hadîd suresi, 10

[98] el-Vâkıdî'nin rivayet ettiği bu kıssa için, iki nokta üzerinde durmak istiyoruz: Birinci Nokta: Hudeybiye kuyusunun suyunun coşup bereketlendiği hakkındaki, diğer rivayetlerle müşterek olan noktadır. Eğer el-Vâktdî'nin bu  rivayeti sahih ise;

Resûlüllah'ın verdiği ok kuyuya dikilmiş, içinde abdest aldığı kovanın suyu da   kuyuya boşaltılmış, mübarek ağzında çalkaladığı su da bu kova İçine boşaltılmşıtır. Sonunda da kuyunun suyu coşup çok bereketlen mistir, önceki bir rivayete göre, Peygamber Efendimiz bu sırada dua etmiştir. Bütün rivayetlerin müşterek noktası ise: Peygamber Efendimiz'in müdâhalesi ile, suyun coşup artması mûcizesidir. Bu ortak nokta üzerinde, ittifak vardır ve Sevgili Peygamberimizin mübarek parmakları arasından suyun fışkırması mucizesi ise, tevatürle sabit bulunan mucizelerden birisidir...

İkinci Nokta: El-Vâkıdî'nin bu rivayetinde görülen: "Peygamberimiz de Abdullah bin Übeyy hakkında istiğfarda bulundu" hususudur. Yâni bu cihetin doğru olup olmadığıdır... Biz, İslâm Târİhi'ne mâl olmuş sıhhatli ve sabit haberlerin yardımı ile bilmiş bulunuyoruz ki, bu Hudeybiye seferine münafıklar katılmamıştır. Yâni bu sefer, bir Umre seferi idi ve Peygamber Efendimiz bu sefere çıkarken, münafıkların katılmasını istememiş ve onları yanına almamıştır. Eğer onlar bu sefere katılmış olsalardı Rıdvan Bîatine katılmış olurlardı... Halbuki böyle bir şey yoktur ve Peygamber Efendimiz: "Rıdvan Bîatine katılanlardan hiç birinin cehennem yüzü görmeyeceğini".de müjde etmiştir... Bütün bunlar gösteriyor ki, Resûlullah Efendimiz'in Hudeybiye'de baş münafık İbn-i Übeyy için istiğfar ettiği, sabit değildir. El-Vâkıdî'nin bu ifâdesi, sahîh değildir...

Evet, ilgili âyetten de anladığımız veçhile, onun ölümü üzerine bu sıradaki oğlunun ricasına binânen Peygamberimiz; Ibn-i Übeyy için istiğfarda bulunmuştur... Cenâb-ı Hakkda kendisini bundan nehyetmiş ve "Onlar için yetmiş defa da istiğfarda bulunsan, elbette Allah onları affetmez" buyurmuştur. (Tevbe, âyet: 80)

[99] Bu mucize, kuyunun suyunun bereketlenmesi mucizesinden başka bir olay olabilir. İhtimaldir ki, Hudeybiye'ye gidiş veya dönüş sırasında olmuştur.

[100] Bilinen odur ki, bu gazve, Tebük Gazvesi idi

[101] Gerçeklen de bu durum, aynen Hz. Peygamber'in kendisine haber verdiği gibi, Ali'nin başına gelmiştir... Zira Ali'nin (r.a.) Şam'daki hasımları, onun Emîra'l-Mü'minin sıfatını kabul etmek istemiyor, kendisine yazışmalarında; Ali bin Ebû Tâlib diyerek hitab ediyorlardı ve sebeb olarak da: "Biz senin Emîre'l-Mü'mİnîn olduğunu kabul etmiş olsaydık, seninle savaşmazdık" diyorlardı. Keza Hz. Ali'nin hasımları bulunan Haricîler de, bu şekilde davranıyorlardı.

[102] Imam-ı Mâlik el-Muvatta' adlı kitabında bu hadîsi, Zeyd bin Eslem'den rivayet eder ve bekçilik görevinin Bilâl tarafından yapıldığını bildirir ve bu vesîle ile Hz. Peygamberin şu hadîsi irâd ettiğini kaydeder: "Ey nâs! Allah ruhlarımızı kabzetti de uyuyup.kaldık... Eğer O dileseydi, vaktinde uyanırdık. Her kim, namaz vaktinde uyuyakahrsa veya namazını unutursa, uyandığı veya hatırladığı zaman o namazını, vaktinde kılarmış gibi kılsın! Yâni kaza etsin!"

[103] Hz. Peygamber'in devesinin kaybolup bu şekilde .bulunması olayı, daha önce de geçtiği gibi, başka bir olay idi. Yukardakt rivayette ayrıca: "Ashâb develerini aramaya başladı" kaydı da fazladır. Esas metne ilâve edilmiştir.

[104] Esasen bu soruyu soran Ömer idi. Çünkü o, bu Hudeybiye andlaşmasından razı değildi. Peygamberimiz de kendisine: "Ben sana, bu sene diye, zaman tayin ettim mi" demişti.

[105] Fetih suresi, 27

[106] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/420.-438.

[107] Hudeybiye Seferinde Hâiid'ın tam Peygamberimiz'İn hizasında mevzi almış olması doğru değildir. Zırâ Hâlıd, islâm Ordusunu görmüş değildir... Daha önce de geçtiği gibi, yoida giderken  Peygamber efendimiz ashabına Hâlid'in Gamîm denilen yerde beklemekte olduğunu haber verdiler ve sağ tarafı takîb ederek ilerlemelerini emrettiler. Tâ Kutratü'l-Ceyşe'e vardıkları zaman, Halid tarafından farkedildiler ve Hâlid derhal atını sürerek Kureyş'e tehlikeyi haber vermek için Mekke'nin yolunu tuttu. Demekki buna dâir bu tarihî bilgiyi verirken bir karışıklık olmuştur. Yâni islâm Ordusu öğle ve İkindi namazlarını kılarken, Hâlid onları görmüş veya onların hizasında durmuş değildir.

[108] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/438-442..

[109] Bu olayın râvîsı Salih bin Keysân tâbıîn'dendir. Mihraz ise Resûlüllah'ın sağlığında vefat etmiştir. Sâiih, doğrudan ondan rivayette bulunamaz. Çünkü onu görmemiştir... O halde, bu rivaette inkitâ1 vardır.

[110] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/442-444. .

[111] Yahudînin bu sözü, bir tefe'ül de olabilir. Zira o yahudi Ali'ye adının ne olduğunu sorduğu zaman, aldığı cevaptan, yanı Ali'nin adının ulüvve, yükseklik ve üstünlüğe delâlet ettiği için, müslümanlann üstünlük kazanacağına bu isimle tefe'ül etti... Nitekim Aleyhisselâtü vesselam Efendimiz de, Hudeybiye'de, Sehl gelince, "İşiniz suhulet kazandı, kolaylaştı" diye tefe'ül etmişti.

[112] Mûsâ bin Ukbe ve diğerlerinin rivayetleri de bu merkezdedir.

[113] İbn-î Kayyim'in tesbiîine göre, Peygamberimiz onu cübbesine sarmış ve cenazesini bizzat kendileri kıldırmış. Onun için olan duasının bir yerinde de: "Allah'ım, bu Senin kulundur, Senin yolunda hicret etti, Senin yolunda şehîd oldu... Ben buna şahidim!" buyurmuştur.

[114] Zâdü'l Mead'da tesbît edildiği gibi, onlar ev halkını ve binit hayvanlarının taşıyabildiği eşyalarını ai.p, altın ve gümüşlerini terketmek, hiçbir şeyi gizlememek üzere andlaşmışlardı... Aksi halde, andlaşmayı bozmuş olacaklardı... işte, Kinâne, Rabî' ve Huyey Hm Ahtah'ın amcası aıbiler, bu andlaşmaya hıyanet ettıtkleri için İdam edilmiş oldular.

[115] Bu kadının adı, Zeyneb bint-i Haris idi. Selâm bin Müşkem'in karısı, Merhab'ın da yeğeni idi... Peygamberimiz bu kadını önce serbest bırakmıştı... Fakat kuzudan yiyen bazı sahabilerin ölümü üzerine, yani Bışr bin Berâ'nın ölümü sonrası, onun öldürülmesini emretti ve öldürüldü. Sahih olan budur

[116] Sevgili peygamberimiz'in Hayber'de kendisine hediye edilen bu kızartılmış ve zehirlenmiş kuzu etinden yedikleri ve bundan müteessir oldukları, ayrıca bunu vefatından önce açıkça ifâde ettikleri, sahih hadîslerle sabit bulunan bir husustur... Nitekim iki Sahihin birincisi olan Buhâri'deki hadisleri, aynen şöyledir

"...Yâ Aîşe, Hayber'de yediğim o zehirli etin acısını, devamlı duymakta idim! İşte şimdi, bu zehirin te'siri ile, belimin Koptuğunu duyduğum zamandır..." Bu yüzdendir ki, Peygamber Efendimiz; peygamberlik makamına ilâveten, şehitlik makam ve şerefini de kazanmış oldular.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/445-452.

[117] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/453.

[118] Önceki sene niyet edip yapamadıkları Umre'yi kaza ettikleri İçin, böyle denildi

[119] Andlaşmasına riâyet etti... Kureyş de Mekke'yi üç gün boşaltıp Umre'lerini yapmaya engel olmadı

[120] . Remel: Kısa adımlarla, kolları sallıyarak hızlı yürümektir

[121] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/453-454.

[122] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/454.

[123] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/454-455.

[124] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/455.

[125] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/455.

[126] Bu, adı geçen yahudi kimdir, hangi kabiledendir, Peygamberimiz'in yanma niçin gelmiştir? Bütün bunlar belli değil... Ayrıca bu Mûte Savaşından önce, Hz. Peygamber bütün Yahudileri mahkum etmiştir... Onlardan bin, hangi cür'et ve cesaretle Peygamber'ın Mescidi'ne girebilir? Hiç izin almadan O'nun huzurunda böylece nasıl konuşabilir? Sonra bu yehudî, peygamberimiz tarafından ismi zikredilenler arasında niçin yalnız Zeyd'e nasihatta bulunmaktadır? Bütün bunlar, bizim bu rivayete itimâd etmememizi gerektiren cihetlerdir... Bir komutanın Peygamber ismini zikretti diye, şehîd olması gerekmez... Bu bir ihtiyad tedbiri idi...

[127] Cafer, beşeriyetten çıkıp melekliğe inkilâb etmemiştir... Fakat O, iki kolunu Allah yolunda kaybettiği için, Allah da kendisine iki kanat vermiştir... O da bu iki kanatla uçarak cennete gitmiştir... Bunun için de kendisine "Câîer-i Tayyar" denilmiştir. İşte bu hakîkati, bu noktanın dışınataşırmamalıyız... Cafer'in, peygamberimizin yakını olduğu için daha büyük mertebeye nail olduğunu söylemek veya kabul etmek, doğru değildir... Cafer, Allah yolunda savaşmakta, gerçekten her iki arkadaşından da daha şecî ve kahraman olduğu İçindir ki, mertebesi onlardan yüksek olmuştur... Nitekim Saîd bin Müseyyeb'İn rivayet ettiği bir hadiste de bu husus, açıkça belirtilmiş bulunmaktadır

[128] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/456-458.

[129] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/459.

[130] Zira Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bu sırada fazla kan dökülmesin, Harem-i Şerîf'in hürmeti mümkin mertebe ihlâl edilmesin istiyordu... Kureyş'ın, mukavemet etmeye fırsatı kalmadan teslim olmağa mecbur kalmasını sağlamak niyetinde idi... Bunun için, seferin nereye olduğunu dahî açıklamamıştı.

[131] Mümtehine suresi, 1

[132] Bu olayın bu şekilde cereyanı, Huneyn Gazvesi'nden sonra olduğu, târlhen bilinen bir husustur. Demekkı burada, biraz karışıklık olmuştur

[133] Isrâ Suresi, 81

[134] Bu ismi geçen dört zâttan dördü de müslüman oldu... Ancak Hakîm bin Hızân'ın diğer üç arkadaşına nisbetle İslâm'a rağbetinin biraz daha az olduğundan söz edilebilir... Bunlardan Attâb bin Esîd ise, Sevgili Peygamberimiz'in Huneyn Savaşı'na çıkışında, kendisi tarafından Mekke'ye vali olarak tayin edildi. Süheyl ise, Hudaybiye andlaşmasında Kureyş'in vekili idi.

[135] Tabiî bu, bu ümmet içinde hiç şirke sapan olmayacak, demek değildir... Diğer bir hadisde daha açık olduğu veçhile: "Bu ümmet içinde bir taife, asla haktan ve Tevhîd'den ayrılmaksızın devamlı bulunacaktır" demektir... Yine sahih hadisde., "Ümmetimden bâzı kabileler. Duta taomadıkça kıyamet kopmaz!" buyurulduğu da malumdur

[136] Peygamber Efendimiz bunu, Kureyş'ten bâzı kimselerin irtikâb ettikleri çok şenî suçları sebebiyle idam edilmelerinden sonra söylemiştir... Bunlar sırasiyle: İbn-i Hatal, el-Hâris bin Nüfeyl ve Mekîs bin Sabâbe idi... Haccâc-ı Zâlim'in Mekke'yi kuşatarak Abdullah bin Zübeyr'i öldürmesi ve bâzı kimseleri idam ettirmesi ise, sırf siyâsî bir fitne neticesi idi... Haccâc-ı Zâlim, ayrıca Kabe'yi mancınıkla taşa tutmakla kalmamış, başka çok çirkin şeyler de irtikâb etmiştir

[137] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/459-468.

[138] Sahih olan rivayete göre, Peygamberİmiz'e yerden toprak alan İbn-i Mes'ûd veya amcası Abbâs idi... Ve kâfirler tekrar geri dönüp saldırdıkları zaman, çok şiddetli çarpışmalar oldu... Müslümanların çok zor durumda kalmaları üzerine, Allah'ın imdadı kendilerine yetişti... Yâni melekler, bu savaşta da imdada gönderildi.

[139] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/468-474.

[140] O sırada peygamberimiz istişarede bulundu… Nevfel bin Muaviye’ye: “Sen ne dersin?” diye sordu. Nevfel de: “İnine çekilmiş bir tilki.  Ne kadar beklesen ininden çıkmaz. İninde bırakmakla da bir zararı dokunmaz…” dedi. Peygamberimiz de Ömer’e emrederek, dönüş için insanlara ilan edilmesini istedi… İnsanlar: “Taif’i fethetmeden geri dönüyoruz!” diyerek memnuniyetsizlik belirtti… Peygamberimiz de bunun üzerine, savaşın başlamasını emretti. Bir müddet savaşıldı., müslümanlar ciddi yaralar aldı… Efendimiz de: “Yarın inşaallah dönüyoruz!” buyurdu. Müslümanların da buna sevinmeleri üzerine, Efendimiz’in tebessüm ettikleri görüldü… Ve ertesi gün geri dönüldü. (Zâdu’l-Mead)

[141] Evet, Peygamber Efendimiz Tâif dönüşünde Cîrâne denilen yere geldiğinde Umre niyetiyle orada ihrama girmiş ve Umre yapmıştır. O'nun Umrelerinden birisi budur... Fakat "Burada Umre için yetmiş peygamber ihrama girmiştir" sözü, sahih olarak sabit değildir... Yaptığımız araştırmada, böyle bir asla rastlıyamadık..

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/474-476.

[142] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/476.

[143] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/476.

[144] Rabze, Medîne'den oldukça uzakta ve Irak'tan dönüş yolu üzerinde bulunan küçük bir kasabadır. Oraya Hz. Osman tarafından sürgüne gönderilmişti. Sebebi şu İdi: Ebû Zer, zenginlerin ihtiyacından fazla olan mallarının kendilerinin olmadığını, binâen aleyh fazla olanını vermeleri gerektiğini söylüyor ve buna davette bulunuyordu... Onun bu daveti, Muâviye tarafından Halîfe Osman'a bildirilmiş, Halîfe de böyle bir davetten korkarak Ebû Zer'i Rabze'ye sürüp orada ikâmete mecbur tutmuştu... İşte Ebû Zerr, orada mecburî İkâmette iken vefat etmiştir..

[145] Sevgili ve büyük Peygamberimiz'in kıyamet alâmetlerıyle ilgili hadîsleri arasında şu hadis-i şerif de bulunmaktad;r ki, bütün Hicaz arazisine şâmildir. "Arabistan arazîsi, bitek (bağhk-bahçeiik), su kanalları İle sulanır bir arazî haline gelmedikçe kıyamet kopmaz!". (Şerhu'l-Meşârık, 1/228-Amire, 1328).

Bazıları, hadis metnindeki "Merc" kelimesine, "Hayvanların gezindiği boş ve faydasız arazî" manasını vermek istemişlerss de, Şârih ibn-i Melek Tirevî merhum bunu: "Hadis'dekİ "Nehirler su kanalları" kaydı reddeder. Münâsip olan manâ: Bitek ve sulak bir arazî haline gelmesidir..." diyerek kabule şayan görmemiştir... Yâni birinci tevcîhi kabul etmiştir ki, doğru olan da budur... (Bakınız, ilgili kaynak.) (M.).

[146] Vakıa suresi, 82. el-Vâkıa Sûresi, İttifakla Mekke'de nazil olmuştur. Tebük Gazvesi ise, Peygamberimiz'in en son gazvesidir... Yani yukarıdaki ayetin Tebük'te nazil olduğu sözü, kesin değlidir. Fakat âyet-i kerîmenin hükmü umûmî ve ebedîdir... Tebük'teki olaya da, benzeri bütün olaylara da şamildir... Nitekim benzeri bir olay da, Mekke'nin Fethinden önce Hudeybiye'de vukua gelmişti. Ve Hz. peygamber'in, bu sebeble şöyle buyurduğu ittifakla sabittir: "...Rabbİmiz Yüce Allah: "Bu yağmur bize Allah'ın lütuf ve ihsanı değil, filan yıldızın yağdırması ve vergisidir" diyenlerin yıldıza inanıp, Allah'a küfrettiklerini bildirmiştir." (Tefsîru'l-Hazîn Ve'l-Medarik, 4/224 - Mısır, 1312).

[147] Bu hadîsi, Imam-ı Mâlik el-Muvatta adındaki kitabında Muğîra bin Şube'nin oğlu tarikiyle Ibn-i Şihab'tan rivayet etmiştir. Ve buradaki rivayetin sonunda şöyle denilmiştir: Peygamber Efendimiz'in sonradan gelip Abdurrahmân bin Avf'a uyduğunu gören insanlar, bundan ürpermişlerdi; Peygamberimiz ise: "Güzel yaptınız!" buyurmuştur.

Bu hadis sahihtir. Imam-ı Mâfik'inde bunu rivayet etmiş olması, buna ve olayın Tebük/te geçmiş olduğuna açıkça delil saydır

[148] Bu hadîs, İbn-i Mes'ûd tarîkinden de rivayet edilmiş ve burada şöyle denilmiştir: "Onun cenazesini bizzat Peygamberimiz kaldırdı. Duasında: "Allahım, ben ondan razî oldum..." dedi... İbn-i Mes'ûd da: "Keşke, onun yerinde ben olsa idim" diyerek ona imrendi

[149] Bu haberin râvîsi Alâ bin Muhammed el-Sekafî, hadis uydurmakla müttehem bir râvîdir, rivayeti makbul değildir... (Tefsîr-i ibn-i Kesîr, 4/569 - Beyrut, 1388).

[150] Bu haberin râvîsi (Atâ'dan rivayet eden) Mahbûb bin Hilâl, her ne kadar hadis uydurmakla müttehem değilse de, sahih haberler rivayet etmekle tanınmış da değildir...

Eğer bu rivayet haddi zâtında sahih ise, bunu Peygamberimiz'in askerini Tebükte bırakarak Medîne'ye gitmesi ve onun cenaze namazını orada kılması şeklinde değil, bulunduğu yerde onun cenazesini görerek kıldığı şeklinde anlamak yerinde olur... Nitekim rivayet metninde buna işaret vardır... (M.), (ibn-i Kesir, ayni yer)

[151] Bazıları, rivayet metnindeki "Ve mâ teharreke lehû sinnün" metnini, yalnız kımıldayan dişlerin gümüşle bağlanabileceği şeklinde alıp, dişteki arızaya göre, kaplatma veya yapıştırma şeklindeki işlemlere kesinlikle cevaz yoktur sanmışlardır... Fakat onların bu zan ve iddiaları hiçbir delile dayanmamaktadır. Hz. Osman'ın çürüyen dişine altın yapıştırttığı, Hafs bin Gıyas'ın dişlerinin altınla kaplanmış olduğu İlmen sabittir... Geniş bilgi için (islâm'da Gusül Adabı ve Diş Yaptırma Mes'elesi) adlı kitaba bakılabilir... (M.)

[152] Yukarıdaki dipnota bakınız.

[153] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/476-487.

[154] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/487-488.


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol