OTUZ İKİNCİ BÖLÜM
Bu nevi özellikleri âlimlerimizden bâzıları, müstakil eserler yazarak bildirmişlerdir. Bilhassa bu konuya dokunanlar, Şafiî mezhebi âlimleri olmuş ve onlar da bunları özellikle fıkıh kitaplarının "Nikah" bölümünde belirtmişlerdir. Fakat kendi konusuna giren meselelerin hepsini yazmamışlardır. Ben ise bunu, burada herhangi bir eksik bırakmaksızın belirtmeye çalışacağım, İnşallah...
Bu nevî özelliklerden bâzılarının Peygamberimiz üzerine vâcib olmasının hikmeti: Peygamberimizin Allah'a olan yakınlığının daha da artması ve derecesinin daha fazla yükselmesidir. Nitekim sahih olarak rivayet edilen hadîslerin birinde aynen şöyle buyurulmuştur:
"Bana yakınlık kazanan kullarımdan hiç biri, Benim onlara farz kıldığım ibâdetlerle kazandıkları yakınlık gibi, hiçbir şeyle yakınlık kazanmış olamazlar..."
Yine, hadîs olarak söylenen bir söz vardır ki, şu anlamdadır: "Farz'ın sevabı, yetmiş mendubun sevabına denk gelir." İşte bu rivayetlere dayanarak, bâzı özelliklerin Peygamberimiz'e vacip kılınmış olmasının hikmetini, o şekilde anlamak ve ifâde etmek mümkün görülmektedir. Burada bunu böylece belirttikten sonra, şimdi bu bölümdeki özelliklerden önce Peygamberimiz'e vâcib olan özellikleri görelim:
Yüce Allak, Kitâb-ı Kerim'indeki bir âyette şöyle buyurmaktadır: "Gecenin bir kısmında, sana mahsûs bir nafile namaz kılmak üzere uyan, belki böylece Rabb'in seni, övülmüş bir makama ulaştırır!"
îşte bu âyetle ilgili olarak Taberânî Ebû Ümâme'nin de şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Bu gece namazı, Peygamber (s.a.v.) için bir nafile, sizler için de bir fazilet idi."
Yine Taberânî ve Beyhakî, Aişe'den şöyle rivayet ederler; "Peygamber (s.a.v.): "Üç şey vardır ki, bunlar benim için farz, sizin üzerinize ise sünnettir: Vitir namazı, misvak kullanmak ve gece namazı" buyurdu.
Ebû Dâvud, îbni Huzeyme, îbni Hibbân, Hâkim ve Beyhakt'nin Abdullah bin Hamala el-Gasîl'den olan rivayetleri de şöyledir: Peygamber (s.a.v.), önceleri her namaz için yeni bir abdest alırdı. Emir böyleydi. Abdesti olsun olmasın, her namaz için mutlaka abdest almakla mükellefti. Bu kendisine zor gelmişti. Bunun yerine, misvakla emro-lundu. O da, abdesti varsa, abdest almaz, fakat mutlaka dişlerini misvaklardı. Ancak abdesti bozulduğu zaman abdest alırdı."
Peygamberimizin üzerine vâcib kılınan Özelliklerden biri de, O'nun ashabı ile istişarelerde bulunmasıdır. Nitekim Yüce Allah bir âyetinde şöyle buyurmaktadır: "...Ve yapacağın işler hakkında da onlarla istişarelerde bulun..."
îbni Adiyy ve Beyhaki'nin konuyla ilgili îbni Abbas'tan naklettikleri hadîs şöyledir; Bu âyet-i celîle nazil olduğu zaman, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular:
"Aslında Allah ve resulü, istişarede bulunmaktan ganîdirler! Fakat yüce Allah bunu, bize emretmekle; ümmetim için bir rahmetin tecellîsine vesîle kılmıştır."
Hâkim Tirmizî'de Aişe'den şöyle nakletmiştir: Bir defasında Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Allah bana, farzların aynen edâ edilip yerine getirilmesini emrettiği gibi, insanlarla istişarede bulunup onları güzelce idare etmemi de emretmiştir."
îbni Ebû Hatim de bu konuda Ebû Hüreyre'den şu rivayette bulunur: "Ben, Resûlüllah'm (s.a.v.) ashabı ile istişare ettiği kadar, bir baş-' kasının istişareye önem verdiğini hiç görmedim!"
Hâkim Ali'den rivayetle Peygamberimiz'in şöyle dediğini nakleder: "Eğer ben, istişare etmeksizin yerime geçecek olan halîfeyi tâyin edecek olsaydım, hiç şüphesiz Ümmü Abd'in oğlunu (Abdullah tbni Mes'ûd'u) tâyin ederdim!"
Ahmed, Abdurrahmân bin Ganem'den rivayet eder: O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.), Ebû Bekir ve Ömer'e hitaben şöyle buyurdu: "Eğer siz ikiniz bir iş üzerine ittifak ederseniz, ben size muhalefet etmem!"
Hâkim, Hubâb bin Münzir'den şöyle nakleder; "Ben, Feygamber'e (s.a.v.) iki hususu işaret ettim (tavsiyede bulundum.) O da bu her iki hususu kabul buyurdu. Birincisi: Bedir'e kendisiyle beraber ben de çıkmıştım. Askerini suyun beri tarafına yerleştirdiği zaman, ben kendisine yaklaşıp: "Ey Allah'ın Resulü, siz askeri buraya Allah'tan aldığınız bir vahye dayanarak mı, yoksa kendi düşünce ve tedbîriniz olarak mı yerleştirdiniz?" dedim... O da bana: "Kendi düşüncem olarak yâ Hubâb!" diyerek cevap verdi. Ben de bunun üzerine dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, doğru olanı; askerini suyun öbür tarafına yerleştirip suyu arkamıza almamızdır. Bu suretle suyun bulunduğu yeri, kendi kontrolümüzde tutmuş oluruz." Peygamberimiz, benim bu tavsiyemi derhal kabul buyurdu.
ikincisi: Cebrail gelip O'na sormuş: "Ey Allah'ın Resulü, siz, dünyâda ashabınızla birlikte olmayı ve kalmayı mı tercîh edersiniz, yoksa Rabbiniz'e dönüp O'nun size va'd buyuduğu Naîm cennetinde bulunmayı mı?" O, bu hususu ashabı ile istişarede bulundu. Ashâb da: "Ey Allah'ın Resulü, şüphesiz bizler seninle beraber olmayı severiz. Bize ilâhî vahiy olarak verdiğiniz haberleri vermeye devam eder, düşmanlarımızın eksik taraflarından bizleri haberdâr kılar, aynı zamanda Allah'ın bize yardımcı olması için hakkımızda duacı olursunuz" dediler. Bu sırada Resûlüllah bana hitaben: "Sen ne diye konuşmuyorsun, yâ Hubâb?" buyurdu. Ben de dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, sen, Rabbinin senin için seçtiği hangisi ise, onu seç." Resûlüllah, benim bu tavsiyemi de kabul buyurdu."
îbni Sa'd da Yahya bin Saîd'den şöyle rivayette bulunur: Bedir Günü Peygamber (s.a.v.) insanlarla istişarede buludu. Bu sırada Hubâb bin Münzir ayağa kalkıp dedi ki: "Biz, savaş bakımından tecrübeli kimseleriz. Buradaki irili ufaklı kuyulan kapatıp kaybetmeliyiz. Büyük kuyuyu bırakıp başında nöbet tutmalı ve bu kuyunun ileri tarafında da düşmanı karşılamalıyız... En uygunu, böyle yapmaktır." (Peygamberimiz de onun bu tavsiyesini kabul etmiştir.)
Sonra peygamberimiz, ashabı ile Kurayza Gününde de istişarede bulundu. Yine Hubab bin Münzir ayağa kalkıp: "Evlerin Ön tarafında mevzilenmeli ve oradakilerden düşmana gidecek olan haberi de kesmiş olmalıyız." Resûlüllah (s.a.v.), onun bu fikrini de kabul buyurmuştur.
Hâkim, Abdü'l-Hamid bin Ebû Abs tarikiyle onun büyük dedesinden bir haber nakleder. Buna göre Resûlüllah Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Kâ'b bin Eşrefin, kim benim için hakkından gelecek? Çünkü o Allah ve Resulüne çok ezâ verdi!" Muhammed bin Mesleme, bunun üzerine sordu: "Ey Allah'ın Resulü, onu öldürmemi ister misin?" Peygamberimiz de: "Madem bu hususta Sa'd bin Muâz'a git de onunla istişarede bulun!" buyurdu. O da gidip onunla istişare etti... Sa'd bin Muâz da, durumu değerlendirip: "Haydi, Allah'ın lütfedeceği bereket ve başarı ü-zerine, yürü ve vazifeni yerine getir!" dedi. (O da, Silkân bin Selâme, Abbâd bin Bişr ve Haris bin Evs gibi arkadaşlarını alarak gitti ve Allah'ın düşmanının hakkından geldiler.)
îmâm-ı Mâverdî der ki: "Peygamberimiz'in hangi hususlarda ashabı ile istişare etmekle me'mûr bulunduğunda, âlimlerimizin ihtilâfı olmuştur. Bâzıları: "Bu, sâdece harb ve düşmanlarıyla ilgili hususlarda idi" demiştir. Bâzıları ise: "Gerek harb ve dünyâ işlerinde, gerekse dîn işlerinde olsun, ashabı ile istişarede bulunmuştur" demiştir. Bâzıları ise: "Dîn işlerinde olan istişaresi; onları ilahî ahkâmın sebeb ve hikmetleri üzerinde uyarıp yetiştirmek, ictihâd yollarını onlara öğretip onları müctehid mertebesine ulaştırmak için idi" demişlerdir."
Peygamberimiz üzerine vâcib olan özelliklerinden biri de, düşman karşısında sabredip dayanmasıdır. Keza dîne aykırı bir şey gördüğü zaman, derhal onu nehyedip değiştirmesi de O'nun üzerine vâcib olan ö-zelliklerdendir. Düşmandan bir zarar geleceği veya münker bir fiili değiştirirken bir zarara uğrayacağı korkusu olsa bile, bu kendisinden sakıt lmaz. Halbuki O'nun ümmetinden herhangi bir kimsenin; zarar görmemek ve bir korku bulunmamak şartıyla münkeri değiştirme vazifesi vardır. Bir zarar ve tehlike olunca ise, diğerlerinden bu vecibe sakıt olmaktadır. Peygamberimizin özelliği ise bu şartlarda bile bu vecibelerin kendisinden sakıt olmamasıdır.
Çünkü Yüce Allak, dâima O'nu koruyacağını va'd buyurmuştur. Nitekim bir âyeti celîlesinde şöyle buyurmuştur: "...Allah seni insanlardan (onların şer ve zararlarından) korur!..." îşte bu âyet gereği, düşmanlar veya dîne karşı kötülük irtikâb edenler, az olsunlar, çok olsunlar, O'na bir zarar ve şer ulaştıramazlar. Diğerleri ise, şüphesiz böyle değildirler.
Evet, Peygamberimiz'in özelliklerinden biri de borçlu olarak ölmüş ve karşılığı mal bırakmamış bir müslümanın borcunu ödemesidir. Nitekim îbni Mâce'nin Câbir bin Abdullah'tan rivayet ettiği bir hadîslerinde ayner şöyle buyurmuşlardır:
"Bir müslüman öldüğü zaman, bir miktar mal bırakmış olursa, bu bıraktığı mal, onun ehlinindir. (Vârislerinindir.) Eğer borç bırakır, bunun karşılığı olarak da mal bırakmamış olursa, onun bu borcunu Ödemekbana aittir! Bıraktığı çoluk çocuğuna bakmak da bana aittir."
Buharı ve Müslim Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet ederler: Müslümanlardan biri vefat ettiği zaman, Peygamber'e (s.a.v.) getirildi. Peygamberimiz de onun namazım kıldırmazdan önce: "Borcunu ödeyecek miktarda mâl bırakmış mıdır?" diye sorardı. Eğer, kendisine "Evet" cevabı verilirse, getirilen o cenazenin namazını kıldırırdı. Eğer "Borç bırakmıştır amma, mal bırakmamıştır!" cevâbı verilecek olursa, o cenazenin namazım kılmaz ve müslümanlara hitaben: "Arkadaşınızın namazını siz kılınız!" buyururdu Fakat islâmî fetihler başlayıp Beytü'l-Mâl meydana geldikten sonra, Peygamber Efendimiz'in cenazelerle ilgili sözü de değişti. Bu sefer şöyle buyurmaya başladı:
"Ben, müslümanlara kendi öz canlarından daha yakın bulunmaktayım! Mü'minlerden her kim vefat eder ve geride borç bırakacak olursa, onun borcunu ödemek benim üzerime vâcibdir! Eğer mal bırakacak o-lursa, şüphesiz bu mâl, onun vârislerine aittir!"
Anmed ve Müslim, Câbir'in şöyle dediğini bildirirler: Ebû Bekir ve Ömer Peygamber'in (s.a.v.) yanma gittiler. Peygamberimizin etrafında ise hanımları vardı. Kendisi ise hiç konuşmuyordu. Ömer dedi ki: "Ben, Resûlüllah'ın yanına sokulup O'nunla konuşacağım... Belki kendisini güldürebilirim..." Sokuldu ve konuştu... Şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü, Zeyd'in kızı olan hanımım bana, dünyalık talebinde bulundu. Ben de kensinin sırtına bir yumruk attım..." Peygamber Efendimiz bunu duyunca güldü ve: "işte etrafımdaki benim hanımlarım da, benden nafaka istemek için toplanmış bulunuyorlar!" buyurdu. Bunu duyan Ebû Bekir ve Ömer, Peygamberimiz'in hanımları arasında bulunan kızlarını dövmek istediler ve onların üzerlerine yürüyerek: "Siz, ne cesaretle, Pey-gamberimiz'in yanında olmayan bir şeyi O'ndan istiyorsunuz?" diyerek bağırdılar. İşte bu olay üzerine Yüce Allah, Peygamber Efendimiz'e, hanımlarını, Allah ve Resulü ile dünyâ malı arasında bir seçim yapmaya çağırmasını emretti ve ilgili âyetini inzal buyurdu. Bu âyet şu mealde idi: "Ey Peygamber! Eşlerine şöyle: "Eğer siz, dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, gelin size müt'a (boşama bedeli) vereyim ve sizi güzellikle salayım!"
Peygamberimiz de, Allah'ın emri gereği eşlerini iki seçim arasında muhayyer (serbest) bıraktı... Önce ise Aişe'den başladı. Ona dedi ki: "Sana Allah'ın emrini tebliğ ediyorum... Fakat seçimini yaparken acele etme... Ana ve babana danışırsan, senin için daha iyi olacağı kanâatindeyim..." Peygamberimiz ona böyle söyledi ve Allah'ın inzal buyurduğu ilgili âyeti okudu. Aişe validemiz ise, hiç tereddüt etmeksizin: "Ben, Senin hakkında mı anam babamla istişare edeceğim? Ben, hiç kimseyle istişare etmeksizin Allah'ı ve Resûlü'nü seçiyorum! Kararını budur ve kesindir!" cevâbını verdi."
îbni Sa'd Ebâ Cafer'den şöyle rivayet eder: "Bir gün Peygamberi-miz'in hanımları kendi aralarında konuşurken, Peygamberin vefatından sonra, nikâhta kadına bir hak olarak terettüp eden mehr bakımından, en pahalı kadınlar biz oluruz..." şeklinde konuştular. Bu Yüce Allah'ın gayretine dokundu ve Peygamberine, onları yirmi dokuz gün yalnız bıraktıktan sonra muhayyer kılması için emretti... Peygamberimiz de kendilerini çağırıp durumu anlattı ve onları muhayyer bıraktı..."
Yine îbni Sa'd, Amr bin Şuayb kanalıyla onun dedesinden şöyle nakleder: "Peygamber Efendimiz kadınlarını toplayıp iki seçim arasında muhayyer kıldığı zaman, önce Aişe'yi çağırıp durumu anlattı... Aişe ve diğerleri, hep Allah'ı ve Resulü'nü seçtiler. Ancak el-Amiriye, dünyâyı ve kendi kavmini seçti ve kavmine döndü... Fakat sonra buna çok pişman olup: "Ben bir şakıyyeyim; bedbahtım... Allah ve Resûlü'nü bırakıp dünyayı seçtim" derdi. Deve dışkısı toplar onları satardı. Bâzan Peygamberimiz'in eşlerine gelir onlardan birşey ister ve: "Ben bir şakıyyeyim!" diye konuşurdu..." -
(Yine Ibni Sa'd'ın, tbni Mennâh'tan rivayetine göre, Allah ve Resûlü'nü değil de dünyâsını seçen bu hanım, sonraları aklını yitirmiş, ve ölünceye kadar dâ bu durumdan kurtulamamıştır.)
îbni Sa'd, bu sefer de Ikrime'den şöyle bir haber naklediyor: Resûlüllah Efendimiz, eşlerini muhayyer bıraktığı zaman, Yüce Allah şu âyetini indirdi: "Habîbim! Bundan sonra artık sana başka kadınlarla evlenmek, bu kadınlarını başka eşlerle değiştirmek helal değildir." işte bu âyetiyle Yüce Allah; o sırada Peygamberimiz'in nikâhında bulunan dokuz kadın ki, bunlar hep Allah ve Resûlü'nü seçmişlerdir, bunlardan başka kadınlarla evlenmesini Efendimiz'in üzerine haram kılmış oldu."
îbni Sa'd'ın Aişe'den de bir rivayeti var.- O şöyle demiştir: Peygamberimiz (s.a.v.) vefat etmeden önce, başka kadınlar alabilmesi için Yüce Allah tarafından serbest bırakılmıştı. Bir başkasının nikahında olmayan herhangi bir kadınla evlenebilecekti. Fakat evlenmedi. Bu izni kendisine veren şu mealdeki âyet idi: "Onlardan dilediğini geri bırakır dilediğini de yanma eş olarak alabilirsin."
(Ibni Sa'd'ın; Ümmü Seleme, tbni Abbas, Ata bin Yesâr ve Mu-hammed bin Ömer bin Ali bin Ebû Tâlib'ten de bu anlamda bir rivayeti vardır.)
Peygamberimizpin bu şekilde eşlerini muhayyer kılmasının hikmeti üzerinde, âlimlerimiz muhtelif görüşler bildirmişlerdir, tmam-ı Gazali demiştir ki: "Kişinin eşi hakkındaki gayreti, onu başkasından kıskanır olması; onun kalbinde sıkıntı ve kin duygularının meydana gelmesine sebep olur. Peygamberimizin kalbinde böyle bir şeye mahal bmkmamak üzere Yüce Allah; O'na hanımlarını muhayyer kılmasını emretmiş, onlar da onu seçmişler. Dünyada ve ahirette O'nun eşleri olmuşlardır."
İmam-ı Râfîi ise şöyle demektedir: 'Yüce Allah, Peygamberimizi fakirlikle zenginlik arasında muhayyer bırakmış, O da fakirliği seçmiş, fakirliğin getireceği çeşitli sıkıntılara katlanmayı tercih etmişti. Bu sefer eşlerini muhayyer kılması emredilmiş, o da eşlerini muhayyer kılmış, eşleri de severek fakirliğe (nafaka istememeğe) razı olmuşlardır. Böylece, O'nun eşleri de, kendi serbest iradeleriyle, vaktiyle o'nun kendi nefsi için seçip razı olduğu şeye razı olmuşlardır."
Bazıları da bu hususta şöyle demişlerdir: "Peygamberimiz'in onları muhayyer kılmasının hikmeti: Onların kendisi için en hayırlı eşler olması içindir," Nitekim El-Ravza adlı kitapta ve diğerlerinde bildirildiği gibi, onlar bu en güzel seçimi yaparak, hem o'nun en hayırlı eşleri olmuşlar, hem de cennetlik olmuşlardır. Nitekim: "Biliniz ki Allah, sizden güzel hareket edenlere büyük bir mükafat hazırlamıştır!" mealindeki âyette de buna işaret ve delâlet bulunmaktadır!" Sonra Yüce Allah; Peygamber Efendimiz'e eşlerinin üzerine eş almasını haram kılmak ve onları boşayıp yerlerine başka kadınlar nikahlamasını yasaklamak suretiyle imtihana tabi tuttuğu Peygamber eşlerini böylece şereflendirmiş oldu. Daha sonra ise, Resûlüllah'm eşleri üzerinde tam bir iyilik ve minneti olması bakımından nazil olan bir âyetle, bu yasak kaldırılmıştır. Peygamberimiz de yasak olmamasına rağmen, eşlerinin üzerine bir başkasını almadığı gibi, onlardan herhangi birinin yerini de değiştirmemiştir. Yukarıda sözü edilen yasağı kaldıran âyet şu mealdedir: "Ey peygamber, Biz sana, mehrlerini verdiğin eşlerini helâl kılmışızdır." Böylece hanımları üzerindeki minnet de, Peygamberimiz'e ait olmuştur."
Ahmed, Tirmizi, îbni Hıbban ve Hâkim Aişe'den şöyle rivayet e-derler: "Peygamber (s.a.v.) vefat etmezden önce, başka kadın alması kendisine helâl kılınmıştı."
Bu rivayetin isnadı sahihtir.
Peygamber Efendimiz'e nikahlanması helâl kılman kadınların, hangi kadınlar olduğu üzerinde ihtilâf edilmiştir. Bir başkasının nikahında olmayan bütün kadınlar mı, yoksa sadece hicret etmiş olan kadınlar mı, diye üzerinde ittifaka varılamamış ve böylece iki görüş belirmiştir. Her iki görüşü de îmam el-Mâverdi nakletmiştir. ikinci görüşe göre, demek oluyor ki; hicret etmemiş bir kadınla evlenmenin haram oluşu da, Peygamberimiz'e has bir şey olmakta ve bu görüşü Tirmizi'nin Ümmü Hâni'den olan rivayeti teyid etmektedir. Bu riyayet şöyledir: "Ben, hicret eden kadınlar arasında bulunmadığım için, Resûlüllah'a helal kılınmış bulunanlardan değildim," Fakat buna rağmen, birinci görüş tercih edilmiş ve: "Nikah meselesinde ümmetten birine helal olanın, Peygamber'e helal olmayarak bu hususta o'nun ümmetinden eksik kalması, doğru değildir. Hem o, bundan sonra Safiye ile evlenmiştir. Safîye ise, hicret eden kadınlardan değildi" denilmiştir.
Evet, böyle denilerek bu kavil tercih edilmiştir amma, buna da şu cevab ve itiraz verilmiştir: "Peygamberimiz, nikah mevzuunda ümmetinden daha eksik olamaz" denilmesi, çok sağlam bir söz değildir. Zira ümmetine ehl-i kitaptan olan bir kadınla evlenmesi caiz iken, Peygamber hakkında bu caiz değildir. Peygamberimiz'in Safîye'yi nikahlamış olmasına gelince: Bu, âyetin inişinden önce idi. Binâenaleyh, ileri sürülen iddia hakkında delil olmaz. Tarihen bilinen bir husustur ki, Peygamberimiz Safîye'yi yedinci hicret yılında Hayber'de nikahlamıştır, ilgili âyet ise, dokuzuncu senede nazil olmuştur."
Şafii mezhebi âlimleri: "Peygamberimiz için, hanımlarından bazısını boşamak ve yerine başka bir kadınla evlenmek mübâh kılınmış idi. Bunu haram kılan âyet, bir başka âyetle neshedilmiştir" derler. Hanefi mezhebi imamı Ebû Hanife ise, Şâfiilerin bu görüşünü kabul etmemiş ve şöyle demiştir: "Bunun, Peygamber Efendimiz için haram oluş hükmü devam etti ve neshedilmedi."
Yukarıda arzedilen iki görüşten bize göre en sağlamı ve İmam-ı Şafii'nin kelâmı ve Mâverdi'nin kesin olarak hükmettiği şudur: "Pey-gamber'in (s.a.v.) üzerine, o'nu tercih etmiş bulunan eşlerini boşamak haram idi. Nitekim o'nu seçmeyen bir eşini de tutması haram idi. (Bu mes'ele az ileride müstakil olarak da ele alınacaktır.) Imam-ı Şafii'nin mezhebinde bulunan âlimler ise bu hususta iki şık üzerinde durmuşlardır. Birinci şık: O'nu seçmeyen eşinden ayrıldıktan sonra, artık dünyayı tercih etmiş bulunan bu eşini bir daha ebediyen nikahına alması Efendimiz'in üzerine haram olması idi. Artık ahirette dahi bu, O'nun eşi olamazdı. Bu birinci kavle göre, işte bu husus da O'nun özelliklerinden birini teşkil ediyordu. Zira o'nun ümmetinden olan herhangi bir kimsenin eşi, bu şekilde muhayyer bırakıldıktan sonra, kocasını seçmemiş ve bu suretle kocasından ayrılmış olsa; ebediyen bu kocasına haram olmaz. Bir başkasıyla evlenip, ondan da ayrıldıktan sonra, bu eski kocasıyla tekrar evlenmek isterse, evlenebilir. Fakat Peygamberimizin durumunun böyle olmadığını gördük.
Denilmiştir ki: "Peygamberimiz'in özelliklerinden biri de, O'nun hoşuna giden bir şey gördüğü zaman, "Lebbeyk! înnel-ayşe ayşü'l âhirâti" demesi, üzerine vacibdi." Bunu, el-Râfii nakletmiştir.
Yine denilmiştir ki: "Peygamberimiz'in farz namazlarını, hiç bir halel ve eksik bırakmaksızın edâ etmesi üzerine vâcib idi." Bunu da bu şekilde nakleden el-Mâverdi olmuştur. Başkaları da bunu benimsemiştir.
Îbnü'l-Kâs'm Telhis adlı kitabında anlattığına, el-Kaffâl'm dediğine ve Nevevi'nin Zevâidur-Ravza'da naklettiğine göre; Peygamber'e (s.a.v.) vahiy geldiği zaman, kendisinden ve dünyasından geçerdi. Fakat bu halde dahi kendisinden namaz, oruç ve diğer hükümler sakıt olmazdı." Bunun böyle olduğunu, Ibni Seb' ise, kesinlikle hükmetmiştir.
Peygamberimiz'in üzerine vacib olduğu kabul edilen özelliklerinden biri de, niyet edip başlamış olduğu nafile ibâdetlerden herhangisi olursa olsun, onu tamamlamasıdır. Bu da Ravza adlı kitapta anlatılmıştır."
O'nun vacib olan özelliklerinden biri de, insanlarla haşir-neşir o-lurken, onların arasında bulunup onlarla konuşurken bile Allah'ı müşâhade etmekten hiç ayrılmamasıdır.
Keza o, bütün insanların tamamı itibariyle mükellef bulundukları ilim ve irfana, tek basma mükellef idi ve herhangi bir şeye, en güzel karşılık ne ise, onunla karşılık vermekle mükellef idi. Keza bir diğer özelliği de, bazen kalbine darlık veya dalgınlık gelirdi. O da Rab-bi'ne günde yetmiş defa istiğfarda bulunurdu.
Bunların hepsini, Şafii mezhebi âlimlerinden Îbnü'1-Kâs, Telhis adlı kitabında anlatmıştır. îbni Seb de... Allame Cürcani ise, el-Şâfîi adlı eserinde, O'nun özelliklerinden biri olarak da şunu söylemiştir: 'İmamlığın fazileti, Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)'in hakkında, müezzinlikten daha üstündür. Başkaları hakkında ise böyle değildir. Zira Peygamber Efendimiz, sehiv ve galat üzerinde bırakılmaz. Başkaları ise, sehiv ve galatından haberdar olmamış olabilirler,"
Ben de derim ki: Peygamberimizin bu özelliği üzerinde; kesin olarak bunun böyle olduğuna hükmetmek suretiyle ihtilafa mahal bırakmamak lazımdır. Fakat başkaları hakkında, imamlık mı af dal, yoksa müezzinlik mi afdal diye, ihtilaf edilebilir."
Bunun hikmeti de şöyle açıklanmıştır: "Peygamberimiz'e has olmak üzere bazı şeylerin haram kılınmış olması, hiç şüphesiz O'nun şeref ve keremini artırmak, O'nu, küçük düşürücü bazı şeylerden korumak ve ahlakın en güzellerine yöneltmektir. Aynı zamanda, haram olan bir şeyin terkedilmesindeki sevab, şüphesiz mekruh olan bir şeyin terkedil-mesindeki sevaptan daha büyüktür."
Evet, Peygamber'in (s.a.v.) özelliklerinden biri de, O'na ve O'nun ev halkına, kendisinin ve ailesinin kölelerine, âzadlılarma, zekâd ve sadaka almanın haram kılınmış olmasıdır. Bu hususta Müslim, Muttalib bin Rabia'dan rivayetle, Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu bildirmektedir:
"Bu, sadakalar, insanların mallarının kirleridir. Muhammed'e ve O'nun âline helâl değildir!"
îbni Sa'd'ın Ebû Hüreyre, Aişe ve Abdullah bin Büsr'den naklettiği rivayete göre, "Peygamber Efendimiz hediyeyi kabul eder, sadakayı kabul etmezdi."
(Yine îbni Sa'd, Hasan'dan rivayetle, Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Yüce Allah, bana ve benim ev halkıma sadakayı haram kılmıştır!")
îmam-ı Ahmed de Ebû Hüreyre'nin şöyle söylediğini nakleder: "Peygamber (s.a.v.), dışarıdan yemek getirildiği zaman, onun hediye olup olmadığım sorardı. Eğer hediye olduğu söylenirse, o yemekten yerdi. Eğer, sadaka olduğu söylenecek olursa, ondan yemezdi."
Taberâni'nin îbni Abbas'tan olan rivayeti de şöyledir: "Peygamber (s.a.v.), Erkam el-Zühri'yi, zekat toplamak üzere görevlendirdi. O da yanında Peygamberimiz'in âzadlısı Ebû Râfî'i götürmek istedi. Ebû Rafı' ise Peygamberimiz'e sormaya gitti. Peygamberimiz kendisine dedi ki: "Ey Ebû Rafı', sadaka (zekât), Muhammed'e ve O'nun âline haramdır!"
(Bunu, Ahmed ve Ebû Dâvûd da rivayet etmiştir. Ancak Ebû Davud'un rivayetinde: "Gerçekten sadaka bize helal değildir ve bir topluluk ve ailenin, âzadlısı da; onlardan sayılır" denilmiştir.)
Müslim ve îbni Sa'd Muttalib bin Rabia'dan şöyle rivayet eder: Ben ve Fadl bin Abbas Hz. Peygamber'e gidip müracat ettik ve dedik ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz sana, bize zekat toplama hususunda emir ve yetki vermeni istemek için geldik." Peygamber Efendimiz, biraz sükut etti, sonra başını yukarı kaldırdı. Biz ise kendisiyle konuşmak istiyorduk. Zeynep validemiz de bize işaretle, O'nu konuşturmamamız hakkında perdesi arkasından tenbihte bulunuyordu. Biz de bekledik. Sonra Peygamberimiz bize dönerek buyurdu ki: "Sadakalar, Muhammed'e, O'nun âline helal değildir! Bunlar, insanların mallarının kiridir."
Alimlerimiz bu konuda demişlerdir ki: "Zekat ve sadakalar, insanların mallarının kirleri olduğu içindir ki, Peygamber Efendimiz'in yüksek makamları bundan korunmuştur. Peygamberimiz sebebiyle o'nun ev halkı da bundan korunmuştur. Sonra sadakalar, verilecek kimselere acınarak verilir ve alan kişi için bunda, ne de olsa bir zül vardır. 'Bu sebeble Peygamberimiz ve o'nun yakınları, alan için zül bulunan sadakadan korunmuş, bunun aksine alan için izzet, veren için zül bulunan ganimet malları kendilerine helal kılınmıştır."
Alimlerimiz, diğer peygamberlerin durumlarının da böyle olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir. Bazıları ki Hasan-ı Basri de onların arasında bulunmaktadır, birinci kavli seçmişlerdir. Yani sadaka ve zekatın diğer peygamberlere de haram olduğunu söylemişlerdir. Bazıları ise ki Süfyan bin Uyeyne de bunlar arasında bulunmaktadır, ikinci kavli seçip: "Bu, Peygamberimiz'in bir Özelliğidir. Yani o'na mahsustur, önceki peygamberlere zekat ve sadakalar haram değildi" görüşünü ileri sürmüşlerdir.
Sonra Peygamberimiz'e haram oluşu bakımından, zekat ve nafile sadakalar aynıdır. Fakat ev halkı hususunda, nafile sadakaların da haram olup olmadığı konusunda, mezhebimiz âlimlerince (Şafiî) ihtilaf e-dilmiştir. Mezhebimizde, en sahih görülen kavle göre, Peygamberimiz'in ev halkına nafile sadakalar haram değildir. Onlara, sadece zekat almaları haramdır. Yine bizim mezhebimizdeki bir kavle ve Mâliki mezhebine göre, onlara nafile sadakalar da haramdır. Üçüncü bir kavle göre ise, onlara özel olan sadakalar haramdır; eğer sadaka umum müslümanların menfaati içinse, mesela yapılan mescidler, açılan kuyular gibi, bunlardan onların faydalanmaları da helal olur. Ibni Salâh'm bildirdiğine göre, keffâret ve nezirler, keza zekât tahsili için verilecek görevler de, en sahih kavle göre, Hâşimiler'e helal değildir. Az önce geçen hadisler de bunu teyid eder mahiyettedir.
Hakkında rivayet edilen bir hadise göre, Peygamber Efendi m iz'e ve o'nun yakınlarına; ismail oğullarından birinin fidyesinin de haram olduğu anlaşılmaktadır. Bu rivayet şöyledir:
Ahmed, İmran bin Husayn'dan nakleder, O şöyle der: "Bana adamın biri anlatmıştı: İsmail oğullarına mensub kabilenin birinde ihtiyar bir adam varmış. Adamın oğlu, kaçarak Resûlüllah'm yanma gitmiş. Adam, oğlunu getirmesi için birini göndermiş. Fidye istenirse diye, fidyesini de birlikte göndermiş. Aracı adam, Resûlüllah'a gelip durumu anlatmış. Resûlüllah Efendimiz de: "işte adamın oğlu! Götürüp babasına teslim edebilirsin" buyurmuş. Adam: "Fidyesini istemeyecek misiniz?" demiş. Resûlüllah da: "Bana ve benim ev halkıma, ismail oğullarından birinin fidyesini yemek, helal değildir" buyurmuştur.
Evet, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in Özelliklerinden biri de; kokusu hoş olmayan bir şeyi yemesinin, kendisine haram oluşu idi. Nitekim Ahmed ve Hâkim Câbir bin Semura'dan şöyle rivayet eder: "Peygamber (s.a.v.), Ebû Eyyub'un evine indiği zaman, Peygamberimiz yediği yemeğin artanını Ebû Eyyub'a gönderirdi. O da Resûlüllah'ın yemekte kalan parmak izleriyle teberrük ederdi. Birgün, yemekte Resûlüllah'm parmak izlerini göremeyince, O'na gidip sordu: "Ey Allah'ın Resulü, yemekte parmağınızın izini göremedim. Siz bu yemekten yememişsiniz" dedi. Peygamberimiz de ona şu karşılığı verdi: "Bu yemekte sarımsak vardı." Ebû Eyyub tekrar sordu: "Sarmısak haram mıdır?" Peygamber Efendimiz de: "Hayır, haram değildir. Fakat sen benim gibi değilsin. Bana melek gelir" buyurdu. (Ve onlara bu yemeği yemelerini emretti. Es-Siratün-Nebeviye Ibni Hişam,
Buhari ile Müslim ise, Cabir'den şöyle naklederler: Peygamber E-fendimiz'e içinde bazı yeşillikler bulunan bir yiyecek getirildi. Peygamberimiz, onun kokusunu iyi bulmadı ve bu yeşilliklerin ne olduğunu sordu. Kendisine bilgi verildi. O da: "Bunu ashabıma götürünüz, onlar yesinler" buyurdu. Peygamberimiz, kokusu hoş olmayan bu yiyeceği yemek istemedi ve bu münasebetle: "Ben, bazen meleklerle buluşurum! Sizin gibi değilim" buyurdu.
Peygamber'in (s.a.v.) özelliklerinden biri de, dayanarak yemek yemesinin haram oluşudur. Bu hususta sahih hadisler vardır. Bunlardan bazılarını görelim:
Buharı, Ebû Cüheyfe tarikiyle, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Bana gelince: Ben, dayanarak yemek yemem."
tbni Sa'd ise, tbni Amr'in "Peygamber (s.a.v.) Efendimizin dayanarak yemek yediği hiç görülmemiştir!" dediğini rivayet eder.
Yine îbni Sa'd, Ebû Yala, güzel bir senedle Aişe'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (s.a.v.) bana hitaben dedi ki: "Ey Aişe, eğer ben istemiş olsam, benimle beraber yürüyen altından dağlar olurdu. Bana bir melek gelip şöyle dedi: "Allah, sana selamını okumakta ve seni, melik bir peygamber olmakla, kul ve peygamber olmak arasında seçim sapmakla serbest bırakmaktadır." O sırada yanımda bulunan Cebrâîl de bana, tevâzû göstermemi işaret ediyordu. Ben de, kul bir peygamber olmayı seçtiğimi söyledim..." Aişe validemiz derler ki: "işte ]bu olaydan sonra Peygamber Efendimiz, hiç dayanarak yemek yememiştir. Yine bu olaydan sonradır ki, Peygamberimiz: "Ben, bir kulun yediği gibi yerim! Ve bir kulun oturduğu gibi otururum!" buyururlardı.
Yine îbni Sa'd Zührî'den nakleder: O şöyle der: "Bize ulaşan haberlere göre, Peygamber Efendimiz'e, daha önce hiç gelmemiş olan bir melek iner, yanında Cebrâîl de bulunur. Melek Peygamberimiz'e hitaben: "Allah seni, melik bir peygamber olmakla, kul bir peygamber olma arasında muhayyer bırakmıştır. Bunlardan hangisini seçersin?" der. Peygamberimiz bu sırada, Cebrail'e bakar. O da: "Kul peygamber olmayı seç!" diye işarette bulunur. Peygamberimiz de: "Kul peygamber olmayı seçiyorum" buyurur, işte bu olaydan sonra, peygamberimiz'in ö-lünceye kadar dayanarak yemek yemediğini söylerler."
(Taberâni, Ebû Nuaym ve Beyhakî îbni Abbas'tan rivayet ederler. Onların bu rivayeti de, aşağı-yukarı bundan önceki rivayet gibidir.)
îbni Sa'd'ın, birdeAtâ bin Yesâr'dan rivayeti var. O, şöyle demiştir: "Birgün Peygamberimiz Mekke'nin üst tarafında idi ve dayanmış olarak yemeğini yiyordu. Bu sırada Cebrail gelip: "Ey Muhammed, hükümdarlar gibi mi yemek yiyorsun!" dedi. Peygamberimiz de bunun ü-zerine derhal oturdu."
îbni Adiyy ile îbni Asâkîr'in Enes'ten rivayetleri de şöyledir: Cebrail Peygamberimiz'e geldiği bir sırada, Peygamber (s.a.v.) dayanmış olarak yemeğini yemekte idi. Peygamberimiz'e hitaben: "Dayanarak yemek, nimete dalmak (keyfîlik)tir!" dedi. Peygamberimiz de bunun ü-zerine derhal doğrulup oturdu. Artık bundan sonra, dayanarak yemek yediği hiç görülmedi ve şöyle buyurdu: "Ben ancak bir kulum. Kul gibi yer, kul gibi içerim."
"Dayanarak yemenin şeklini tarif etmek maksadıyla el-Hattâbî şöyle demiştir: "Buradaki dayanarak yemenin mânâsı: Altındaki yaygıya veya mindere iyice yerleşik bir şekilde oturmaktır..." Hattâbî'nin bu tarifini Beyhakî de kabul etmiştir. Keza îbni Dıhye ve Kâdî Ayyâd da kabul etmişler ve muhakkik âlimlere göre, manânın bu olduğunu söylemişlerdir. Bazıları ise: "Bundan maksad, yanını yere dayamış, yâni yannamış olarak yemektir" demişlerdir.
Peygamberimizin bir Özelliği de, yazı yazmasının ve şiir söylemesinin kendisine haram olmasıdır. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır:
"Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil'de buldukları o elçi'ye o ümmî peygamber'e uyarlar."
"Ey Muhammed, sen bundan önce bir kitâb okumuyordun, elinle de onu yazmıyorsun. Öyle olsaydı, bâtılcılar o zaman kuşkulanırlardı."
"Biz ona (Muhammed'e) şiir öğretmedik, şiir ona yakışmaz da..."
tbn Ebû Hatim, Mücâhid'în şöyle dediği haberini nakletmiştir: "Kitâb ehli olanlar, kendi kitaplarında Peygamberimiz'in okur-yazar olmadığını görürler ve bunu söylerlerdi, işte bununla ilgili olarak: "Sen, bundan önce bir kitâb okumuyordun, elinle de onu yazmıyorsun!" mealindeki âyet inmiştir."
îmâm-ı Râfîî ise bu konuda şöyle der:
"Peygamberimiz'in bir Özelliği olarak, yazı yazmasının kendisine haram olabilmesi için, O'nun yazı yazar olduğunu söylememiz gerekir. Halbuki O, yazı bilmezdi."
îmâm-ı Nevevî ise, bunu tenkld eder ve şöyle der: 'Tazı yazmasını bilmediği halde, yazmanın kendisine haram kılınmış olması mümteni' (imkansız) değildir. Bundan maksad, okur-yazar olmanın sebeblerine tevessül etmemesidir ve doğrusu da, O okur-yazar değildi..."
Bâzıları ise bunun aksini söylemişler ve: "Hudeybiye andlaşması-nın yazıldığı sırada Kureyş temsilcisinin itirazı üzerine, Peygamberimiz (s.a.v.): "Bu, Muhammed bin Abdullah'ın andlaşmasıdır" diyerek yazmıştı. Zira Ali, böyle yazmaktan çekinmişti" demişlerdir. Onlara verilecek cevab ise şudur: "Bu andlaşma ile ilgili olarak "...Yazdı" denilmesinden maksad, emir verip yazdırdı demektir
Ebû Mes'ûd Dımeşkî de, Hudeybiye Musâlehasıyla ilgili olarak: 'Yâni Peygamberimiz kalemi eline aldı, fakat güzelce yazmasını bilmiyordu. Buna rağmen "Resûlüllah" yerine "Muhammed" kelimesini yazdı" der.
Ömer bin Şeybe'nin bu husustaki sözü ise şöyledir: "Peygamber (s.a.v.), Hudeybiye'de, kendi eliyle yazdı. Halbuki O, daha önce yazmayı hiç bilmiyordu. Tam yazmak istediği sırada, bir mucize olarak yazmasını bildi ve yazdı." Onun bu sözünü kabul edenler de olmuştur: Hadîs âlimlerinden Ebû Zerr el-Herevî, Ebu'1-Feth el-Nisâbûrî, Kâdî Ebu'l-Velîd el-Luhamî, Kâdi Ebu Cafer el-Simnanî el-Usûlî; bunu kabul edenlerdendir. Hattâ Ebû'l-Velîd el-Luhamî şöyle demiştir: "Peygamberi-miz'in hiç yazı bilmediği ve öğrenmediği halde anîden orada yazmış olması, O'nun en kuvvetli mucizelerinden biridir." Bazıları da şöyle demiştir: "Peygamberimiz, o gün kendi eliyle; yazı bilmediği, yazıyı teşkîl eden harfleri hiç tanımadığı halde yazdı. Kalemi eline aldı ve hareket ettirdi. O'nun yazmak istediği şekilde bir yazı meydana geldi. Yâni yazı kendiliğinden ve mucizevî bir şekilde oluştu... Evet Peygamberimiz kalemi hareket ettirdi, fakat bilerek bir şey yazmadı. Yazı yazıldığı zaman bile, yazıyı ve onun harflerini tanımıyordu"
Şiirin Peygamberimiz1 e haram olmasına gelince: "Ebû Davud'un buna delâlet eden hadîsi; îbni Ömer'den sevketmiş olduğunu görüyoruz... O, şöyle diyor: "Ben, Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu i-şittim: "Ben eğer tiryak içersem nazarlık takınırsam, kendiliğimden şiir söylersem, hâlim ve âkibetim ne olur bilmem."
îbni Sa'd'ın Zühri'den rivayetine göre, Peygamber (s.a.v.), Medine'ye göçten sonra Mescid yapılırken, ashabın bu husustaki candan çalışmalarına bakarak duygulanmış ve: "Bu göç, Hayber göçü değildir! Rabbimiz, bu daha iyi, daha temizdir" anlamında bir söz söyleyivermiş-tir. Yine Zührî şöyle dermiş: "Peygamberimiz, şiir olarak ne söylemişse, bir başkasına âit misâl vermek üzere söylemiştir. Kendisinin, Mescid yapılırken söyleyiverdiği bu şiirden başka hiç şiir söylediği olmamıştır. (Bunu da, şiir söylemek maksadıyla söylemiş değildir.)
Yine îbni Sa'd, Abdurrahmân bin Ebûz-Zennâd'dan şöyle nakleder: "Peygamber (s.a.v.) birgün, Abbas bin Mirdâs'a hitaben: "Hatırlıyor musun? Senin: "Benim ve kölelerimin elde ettiğimiz mallar, Akra' ve U-yeyne arasında kaldı" gibi bir şiirin vardı?" demiş... Orada bulunan Ebû Bekir de: "Ey Allah'ın Resulü, anam babam sana kurbân olsun! Sen, bir şâir olmadığın gibi, şiiri de değiştirerek naklediyorsun. Zaten şiir de sana yakışır birşey değildir. Bunun söylediği o şiirin aslı, öyle değil;"...Uyeyne ile Akra' arasında kaldı" şeklinde idi" der. (Yâni Peygamberimiz, bu misâlde de görüldüğü gibi, şiiri, bazen değiştirerek söylerdi. Bazân da misâl vermek için.)
Alimlerimiz demişlerdir ki: "Peygamberimiz'in şiir şeklinde söylemiş olduğu sözler; şiir maksadıyla söylenmiş şeyler değildir ve kafiyen bunlara, şiir söylemek de denilmez... Kur'ân'da dahi bazân vezinli sözler vardır. Bunlar da kafiyen şiir değildir."
tmâm-ı Mâverdî der ki: "Peygamber Efendimiz'e yazı yazmak haram olduğu gibi, başkaları tarafından yazılmış bir yazıyı okumak da haramdı, ilgili âyet de bunu bildirir. O'na şiir söylemek yasak olduğu gibi, bir başkasına âit olan şiiri, şiir olarak nakletmesi de yasak idi."
El-Harbî de şöyle demektedir: "Peygamber (s.a.v.), iki mısraı bir araya getirerek, tam bir beyit halinde şiir okumamıştır. Mutlaka tek mısra halinde misâl vermiştir. Bir beytin, yâ birinci mısraını okuyup i-kinci mısraını bırakmıştır, yâhud da ikinci mısraını okuyup birinci mısraını terketmiştir. Eğer her iki mısraı okuyarak misâl vermek iste-mişlerse, bu seferde mutlaka kelimelerin yerini değiştirmek suretiyle misâl vermiştir. Az yukarıdaki Abbas bin Mirdâs'm şiirinde olduğu gibi..."
Ahmed ve îbni Sa'd Câbir bin Abdullah'tan rivayet eder. O şöyle der: "Peygamber (s.a.v.), Uhud Günü şöyle demiştir: "Ben, rüyamda kendimi çok sağlam bir zırh içinde gördüm... Bazı boğazlanmış sığırlar da gördüm... Sağlam zırhı, Medine olarak; boğazlanmış sığırları da askerlerden bâzıları olarak te'vîl edip yorumladım... Eğer isterseniz Medine'de kalalım. Düşman Medine içine kadar girecek olursa, kendimizi burada müdâfâ edelim." Ashâb şu cevâbı verdiler: "Allah'a yemîn ederiz ki, onlar câhiliye zamanında bile şehrimiz Medine'ye girmiş değillerdir. islâm devrinde girmeleri nasıl olur?" Peygamberimiz de onların bu cevâbını ve tutumunu görünce: "O halde siz bilirsiniz" buyurdu. Sonra Peygamberimiz evine gitti~"ve harp hazırlığını yapıp zırhını giyindi. Ashâb bunu görünce, daha ciddî düşünüp: "Biz ne yaptık?" dediler. Resûlüllah'a karşı O'nun düşüncesini red ettiklerine çok pişman oldular. Resûlüllah'a mürâcât edip: "Ey Allah'ın Resulü, karar sizindir, siz nasıl bilirseniz öyle olsun!" dediler. Peygamber Efendimiz de bunun üzerine şöyle buyurdular:
"Bunu şimdi mi düşünebildiniz? Biliniz ki, bir peygamber; harbe karar verip zırhını giydikten sonra, karar verdiği savaşı yapmadıkça zırhını çıkaramaz! Bu ona helâl değildir."
Yüce Allah, bir âyetinde şöyle buyurmaktadır; "Habîbim, verdiğini çok bularak (veya daha çoğunu umarak) başa kakma..."
îbni Cerîr, âyetin tefsîriyle ilgili olarak, Ümmetin Alimi ve Ter-cümânü'l'Kur'ân olan îbni Abbas'tan nakleder. O şöyle demiştir: "Bir i-yilik ve ihsanda bulunduğun zaman, onu ondan daha iyisine kavuşmak niyetiyle verme! Bu sana lâyık değildir."
Bütün müfessirler, bu hususun Peygamber'in (s.a.v.) bir özelliği olduğunda ittifak ve icmâ etmişlerdir.
Îbni Ebû Hatim de Dakhâk'tan Kur'an-ı Kerîm'deki: "insanların malları içinde, artması için verdiğimiz faiz, malı Allah katında artırıp bereketlendirmez..." anlamına gelen âyetle ilgili olarak şöyle nakleder. Yâni Dahhâk demiştir ki: "Bu âyetteki ribâdan (faizden) maksat, helal olan ribâdır ki, bu şudur: Kişi insanlardan birine bir şey hediye eder. Onu, sırf bir hediye olarak verir. Fakat bunu vermekten maksadı, ondan daha iyisine kavuşmaktır, işte buna, ribâ'l-helal denilir. Fakat bu, Peygamber'e (s.a.v.) helal değildir. Peygamberimiz, böyle yapmaktan yasaklanmıştır. Çünkü bu, O'nun yüksek makam ve mansıbına lâyık değildir..."
Yüce Allak, bu husustaki bir âyet-i celılesinde şöyle buyurmaktadır: "Onlardan bâzı sınıflara verdiğimiz dünyalığa gözlerini dikme! Ve onlar sana inanmıyorlar diye de üzülme! Sen, müminlere kanatlarını indir, onlara karşı mütevazı ve şefkatli ol."
Yukarıda mealini gördüğümüz âyetten de anlaşıldığı gibi, Peygamber Efendimiz'in bir özelliği de, başkalarına verilen dünyalığa gözlerini çevirmesinin kendisine haram olması idi. Bu hükmü, bu şekilde imâm el-Râfiî, el-Izâh adlı kitabın sahibinden naklederek bildirmiştir. Nevevî ile tbnü'1-Kâdî de buna kesinlikle hükmetmişlerdir.
Bu hususu, daha önce geçen ilgili bölümde ifâde etmiştik... Nitekim Buhârt'nin Aişe'den sevkettiği rivayet de bunu ifâde etmektedir. Bu rivayete göre Aişe şöyle demiştir; "Cüveyne'li adamın kızı (Cüveyne kabilesine mensûb Nûmân bin Şerahbil'in kızı Ümeyme) Peygamber'e (s.a.v.) yaklaştığı zaman; "Ben, senden Allah'a sığınırım" demişti... Peygamberimiz de: "Gerçekten sığınılacak olana sığındın!" buyurdu ve ona hitaben: "Derhal ailene dön!" dedi. Yâni onu terk etti..."
Konu ite ilgili olarak îbni Mülakkın, El-Hasâis adlı kitabında der ki: "Bundan anlaşıldığına göre, Peygamberimizle birlikte kalmayı hoş görmeyen bir kadını Peygamberimiz'in tutması haram idi. Kendisini istemeyen bir kadını nikâhına alması da haram idi. Bunun böyle olduğuna, Peygamber Efendimiz'in, hanımlarını iki seçim arasında muhayyer kılmış olması da delâlet eder..."
îbni Sa'd, Mücâhid'den şöyle nakleder: "Peygamber Efendimiz, bir kadını nikahlamak istediği zaman, bu isteğini o kadına açıklar, eğer o kadın bunu kabul etmezse, Peygamberimiz bu istediğini bir daha tekrarlamazdı. Nitekim bir defasında, bu husustaki isteğini bir kadına bildirmiş, o kadın da "ailemle istişarede bulunayım" karşılığını vermişdi. Sonra bu kadın, âlilesiyle istişare edip onların muvafakatini aldığını bildirdiği zaman; Peygamber Efendimiz de, bunun vaktinin geçmiş olduğunu bildirmekle yetinmiştir..."
Ebâ Dâvâd Nâsih'inde Mücâhid'den şu haberi rivayet etmiştir: 'Yüce Allah'ın Peygamberimiz'e hitabla: "Bundan böyle artık sana, kadınlarla evlenmek haramdır" buyurması; Peygamber Efendi-miz'e, ehl-i kitâbtan olan kadınlarla evlenmeyi yasaklamıştır."
Yine Mücâhid'den Sâid bin Mansûr'un bir rivayeti bulunmakta. Bu rivayete göre de Mücâhid, aynı âyetle ilgili olarak şöyle demiştir: "Yüce Allah'ın bu yasağı, yahûdî ve nasrânî kadınlarıyla ilgilidir. Onların, Peygamber'e zevce, mü'minlere anne olmaya lâyık olmadıklarını bildiriyordu."
Bizim Mezhebin (Şâfu Mezhebinin) âlimleri derler ki: "Peygam-berimiz'in hanımları, hem mü'minlerin anneleri, hem de cennette ebediyen Peygamberimiz'in eşleri oldukları için, bunların, yâni gayr-i müslim kadınlarının O'na eş olmaları haram kılınmıştır. Zira O'nun eşlerinin, O'nunla ebediyen cennette beraber olmaları münâsebetiyle, aynı zamanda O'nun derecesinde bulunmaları gerekmektedir. Buna göre, çok yüksek şeref de kazanmış olmaktadırlar. Hem, Sevgili Peygamberimiz, gayr-i müslim kadınlarıyla arkadaşlık etmekten de hoşlanmazdı. Ayrıca Peygamberimiz'e nikahlanacak bir kadın, müslümanlardan biri bile olsa, Allah yolunda hicret etmiş olması da şart idi. Müslüman bir kadının, Peygamberimiz'e nikahlanabilmesi için, hicret etmiş olması şart o-lursa; müslüman dahî olmamış bir kadının Peygamberimiz'e helâl olmayacağı-, kolaylıkla anlaşılır."
Şafiî Mezhebi âlimlerinden Ebû îshâk şöyle demektedir: "Eğer Peygamberimiz, gayr-i müslim bir kadını nikahlamış olsaydı, Peygamberi-miz'în keremi ve şerefi için o kadına islâm hidâyeti nasîb olurdu."
Mezhebimiz âlimlerinden bâzıları, Peygamber Efendimizin ehl-i kitaptan olan bir câriye edinmesinin de kendisine haram olduğunu söylemişlerdir. Fakat, en sahîh kavle göre, bu kendisine haram değildir. Nitekim el-Hâvî adlı kitabında el-Mâverdî şöyle demektedir: "Peygamber (s.a.v.), cariyesi Reyhâne'yi, henüz o müslümanhğı kabul etmemişken câriye edinmişti." Mâverdî'nin bu sözüne göre, "Peygamber Efendimiz'e bu durumda; böyle bir cariyesine müslüman olmasını şart koşması, müslümanlığı kabul ettiği takdirde onu tutması, kabul et e-diği takdirde ise, onu terk etmesi üzerine vâcib mi idi, değil mi idi?" diy ihtilâf edilmiştir ve iki vecih üzerinde durulmuştur: Birincisine göre: "Peygamberimiz'in onu iki seçim arasında muhayyer bırakması vâcib idi. Eğer müslüman olmayı kabul ederse, ne güzel! Bu takdirde o da; âhirette ebediyen Peygamberimiz'in eşi olur." ikinci kavle göreyse; Pey-gamberimiz'in onu iki seçim arasında muhayyer kılması vâcib değildir. O, kendi isteği ile dilerse müslümanhğı kabul eder. Eğer etmezse, Pey-gamberimiz'in böyle bir kitabî (ehli kitap) cariyesinden ayrılması gerekmez. Nitekim Reyhâne misâli, buna delâlet eder."
Evet, bu da Peygamberimiz'in özelliklerinden birini teşkil etmekte idi. Tirmîzî'nin hasendir kaydiyle, tbni Ebû Hâtim'in îbni Abbas'tan rivayet ettikleri şu haber buna delâlet eder: "Peygamber (s.a.v.), bütün kadınlardan nehyolundu. Ancak, Meküne'ye hicret eden müslüman kadınlar iç-n izin verildi. Yüce Allah, bir ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Habîbim, bundan sonra artık sana, başka kadınlarla evlenmek, şimdiki eşlerini başka eşlerle değiştirmek helal değildir! İsterse onların güzellikleri senin hoşuna gitmiş olsun. Artık başka kadınlarla evlenemezsİB. Yalnız elinin altında bulunan cariyeler hariç. Allah, her şeyi gözetleyi-cidir."
Yine bundan önceki âyetleri gereği, (Ahzâb, 50,51) Yüce Allah, Pey-gamberimiz'e müminlerin kızlarının, kendisini Resûlüllah'a hibe eden mü'mine bir kadını helal kılmış; bunlardan maadasını ise haram, kılmıştır. Dîni, islâm'dan başka olan kadınları da O'na haram kılmıştır."
Keza Peygambere (s.a.v.), O'nun bir özelliği alarak, müslümanhğı kabul etmiş bulunan bir cariyeyi nikahlaması da haram idi. Bu husustaki iki tevcihin, en sahîh olanı budur."
Ebû Dâvûd, Nesaî, sahihtir kaydiyle Hâkim ve Beyhakı Sa'd bin Ebu Vakkâs'tan şöyle rivayet ederler: "Peygamber (s.a.v.) Mekke'nin fethi gününde, umûmî af ilan etti.,. Ancak bu umûmî aftan dört kişiyi istisna eyledi. Abdullah bin Ebû Şerh, bu dört kişiden biriydi. Abdullah, kendisinin yakını bulunan Osman bin Affân'ın yanında saklandı. Sonra Peygamberimiz insanları bi^t etmeye çağırdı. Bu sırada Osman, Abdullah'ı yanma alarak geldi ve: "Ey Allah'ın Resulü, Abdullah biat etti" dedi. Peygamberimiz ise, üç defa başım yukarı kaldırıp baktı ve her defasında Abdullah'ın biatini kabul etmek istemedi. Üçüncüsünden sonra, onun biatini kabul etti... Sonra yanındaki ashabına dönerek şöyle dedi: "içinizde derin anlayışlı biri yok muydu? Ben bu adamın biatini kabul etmek istemediğim zaman, bunu görüp de ayağa kalkmalı ve bu adamı öldürmeli idi." Ashâb bunun üzerine: "Ey Allah'ın Resulü, sizin içiniz-dekini biz ne bilelim? Bize bir işarette bulunsaydımz!" dediler. Peygamberimiz de: "Bir peygamber için, böyle haince bir iş, hiç yakışık almaz!" buyurdu.
tbn Sa'd, Saîd bin Milseyyeb'ten şöyle nakleder: "Peygamberimiz bu sırada ashabına cevaben: "imâ, işaret etmek; hıyanettir! Bir peygamber için imâ etmek yoktur!" buyurdu.
îmâm-ı Râfîi şu açıklamayı yapar: "Hâine-i âyün, yani gözle işaret etmek; öldürülmesi veya dövülmesi mübâh ve caiz olan birisi hakkında, bu işlemin yapılması için işarette bulunmaktır. Böyle bir hareket, Pey-gamberimiz'den başkası için haram değildir. Çünkü aslında, mübâh ve caiz olan bir şey yapılacaktır. Ancak yapılması hak ve mübâh olmayan bir iş olursa, o hususta gözle işaret etmek de caiz olmaz... Peygamberimiz için caiz olmayan ve O'nun bir özelliği bulunan husus ise; îdamı istenmiş ve îlân edilmiş bir adam için bile, gözle işarette bulunmasının haram oluşudur. Kendilerinin buyurdukları gibi: "Bir peygamber için işaret etmek yoktur."
El-Telhîs adındaki kitabın sahibi, buna bakarak, Peygamber E-fendimiz için, harbte hile yapmasının da caiz olmadığı kanâatine varmıştır. Fakat büyük ekseriyet kendisine muhalefet etmiştir. Bu
muhalefetin sebebini de el-Râfiî şöyle açıklamıştır: "Zira Peygamber E-fendimiz; bir sefere çıkacağı zaman, başka tarafa gidecekmiş gibi gösterip hedefini gizlerdi. Bu, pek meşhurdur ve Buhârî ile Müslim'in sahihlerinde Ka'b bin Malik Hadisi olarak mevcudtur. Bu tevriye ile îmânın arasındaki farka gelince büyük işlerde tevriye yapılır. IJunun, yapanı aşağılatıcı bir niteliği yoktur, imâ ise, yapan için kınanan bir şeydir..."
Ben de bu münâsebetle şu inceliği hatırlatmak isterim: Bey-hakî'nin ed-Delâil adlı kitabında Ebû Hüreyre'den rivayetle, Peygam-ber'in (s.a.v.), Ebû Bekir'le birlikte Medine'ye girecekleri sırada (hicretleri esnasında), Ebû Bekir'e hitaben şöyle buyurduğu yazılıdır: "Ey Ebu Bekir, insanları gereği gibi oyala, benim konuşmama mahal bırakma! Zira bir peygamberin yalan söylemesi lâyık değildir." Bunun üzerine, kendilerine soru soranları Ebu Bekir oyaladı. Onlar: "Sen kimsin?" diye soruyorlar, Ebû Bekir de: "Yola çıkmış birisi!" diyordu. Onlar: "Bu yanındaki adam kim?" diyor. Ebu Bekir de: "Bana yolu gösteren birisi" diye karşılık veriyordu."
Beyhakî'nin bu rivayeti gösterir ki, tevriyede bulunmak da, eğer büyük işlerle ilgili olmaz, sâdece özel bir mâhiyette bulunursa, yine bir peygamber için layık düşmemektedir. Zira yukarıdaki olayda Ebu Bekir'in söyledikleri de bir tevriyedir, fakat bunda bir yalan bulunmamaktadır. Fakat o, hem Peygamberimiz'in tanınmasını önlemiş, hem de doğruyu söylemiştir. Tevriyesini yaparken de: "Bu, beni hak ve hayır yoluna hidâyette kılan kişidir!" demek istemiştir. Böyle bir tevriyeye, olsa olsa, sâdece şekil ve suret bakımından yalan denilebilir. Yoksa hakikatte bir yalan olmadığı meydandadır, işte, önceki geçen konuların birinde, Peygamberimizin şefaat hadîsini de görmüş, orada ibrahim (a.s.)'m kendisine izafetle: "Siz en iyisi, bir başkasına gidip şefaatçi olmasını isteyiniz! Zira ben, üç defa yalan söylemiştim" dediğine vakıf olmuştuk.-işte onun bu sözündeki; "yalan söylemiştim" dediği şeyler de, hiç şüphesiz hakikatte yalan olmayıp, şekil ve suret bakımından yalana benzeyen sözlerdi. Bunun bu şekilde anlaşılması da, bu vesile ile, bizim için çok açık ve kolay olmuştur. Demek ki, peygamberlerin, kendi şahsî işleri için tevriyede bulunmaları, kendi yüksek makamlarına lâyık görülmediği içindir ki, yukarıdaki misâlimizde Peygamber Efendimiz, tevriyede bulunmaktan sakınmış, bunu Ebû Bekir'e havale etmiştir. Keza İbrahim (a.s.) da, kendisine âit üç adet tevriyeyi, bu sebeble kendisinin aleyhine saymış o-lacak ki, bunları zikrederek şefaatten çekinmiştir.
Peygamberimiz'in özelliklerinden biri de, tekbîr veya ezan sesinin duyulduğu bir yere, baskın yapmasının kendisine haram olmasıdır. Buna dair Buhârî ve Müslim'in Enes'ten rivayet olunan haberi, yeterli delîl kabul edilmiştir. Bu rivayete göre Enes şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.v.), Allah yolunda gazaya çıktığı zaman, bir yere uğradığında, eğer oradan tekbîr veya ezan sesi duyulursa, oraya baskın yapmazdı. Bunun tesbîti için de, bütün gece boyunca bekler, sabah olduğunda o yerden ezan sesinin gelip gelmediğine bakardı. Eğer ezan sesi duyulursa, oraya baskın yapılmasına izin vermez, eğer ezan sesi gelmezse baskınını yapardı." îşte bunu da Ibni Seb', Peygamberimiz'in bir Özelliği saymıştır.
Evet, el-Kudâî'nin anlattığına göre Peygamber Efendimiz'in özelliklerinden biri de, O'nun müşriklerden yardım istemesinin kendisine haram olmasıdır. Buhârî'nin Târih'inde Hubeyb bin Yessâf tan şöyle bir rivayeti vardır. O demiştir ki: "Peygamber (s.a.v.), bir gün bir tarafa gitmek üzere karar vermişti. Biz de kendisine gidip: "Ey Allah'ın resulü, kavmimizin katılacağı bir sefere, biz de katılmak istiyoruz!" diyerek kendisine mürâcâtta bulunduk... Peygamberimiz bize sordu: "Siz her i-kinız de, müslüman oldunuz mu?" Biz de tabiî henüz müslümanlığı kabul etmemiş olduğumuzdan: "Hayır" cevabını vermiştik... Bunun ü-zerine O şöyle buyurdu: "Biz, düşmanlarımız bulunan müşriklere karşı, müşriklerden yardım istemeyiz."
El-Kudâî'nin değerlendirmesine göre, Peygamberin (s.a.v.) özelliklerinden biri de, zulüm olan bir iş yapılmak istenildiği zaman orada hazır bulunmayı kabul etmemesidir. Bu hususta Buharı ve Müslim, Nûmân bir Beşir'den rivayet ederler,
(Müellif, burada böyle bir başlık attıktan sonra, gerisini getirmeyip boş bırakmıştır.)
Ibn Kesîr, Miicâhid'den nakien'vder ki: "Gece Namazının Peygamberimiz için nafile olması, O'nun gelmişi ve geçmişi bağışlanmış olduğu içindir. Başkalar) için İse, gü-nahlarmm keffâretidir.
Bu ona bir teklif değil, Allah'ın kendisini bununla bir teşrîfi idi. Bununla birlikte O: "Rabbim, ilmimi artır!" niyazında bulunurdu.
Müellifimizin tercihinin de birinci kavil olduğu sezilmektedir. Halbuki bu kavil (Hattabînin tarifi), az yukarıdaki iki hadise de aykırı düşmektedir. Zira bu iki rivayetin birinde açıkça: "...Peygamberimiz de bunun üzerine oturdu" denilmekte, diğerinde ise: "...Peygamberimiz de bunun üzerine doğrulup oturdu" denilmektedir. Bu açık ifadeler gösteriyor ki, Hattabînin tarifi uygun değildir. İkinci kavil ise, uygundur. Zira Peygamber efendimiz o sırada, ya sırtını bir şeye dayamış olarak ya da yere dayanıp yannamış olarak yemek yemekte idi. Cebrail'in o sözü üzerine de doğrulup oturmuş idi. Her iki rivayetin açık ifadesi budur. Binaen aleyh, bazılarının dediği ve anladığı gibi, bağdaş kurup oturmak suretiyle yemek yemek, mekruh değildir. Bağdaş kurmak da...
|