Kur'an ve Sünnet
   
 
  DOĞRULUĞUN ÖLÇÜSÜ NE Şİİ’LİK VE NE DE SÜNNİ’LİK

DOĞRULUĞUN  ÖLÇÜSÜ  NE  Şİİ’LİK  VE  NE  DE  SÜNNİ’LİK

 

 İSMİDİR

 

    Değerli Müslümanlar ! zamanımızda inananlar arasında arzı endam eden en çirkin arızalardan bir tanesi de ; doğruluğun ölçüsü olarak sadece isimlerin öne sürülmesi arızasıdır…. Yani, müsemmasınca hareket edilmeyen şer’i  isimler, doğruluğun veya haklılığın bir isbatıymış gibi hareket  edilmesidir….

 

   Halbuki doğruluk, hiçbir zaman sadece isimlerin kuru kuruya telafuz edilmesiyle isbat edilmez…. Doğruluğun isbatı ; şer’i olan bir ismin müsemmasınca da hareket etmektir.

 

   Ben müslümanım deyipte islama teslimiyet göstermeyen bir kimse Müslüman sayılır mı ? … Ben ehli sünnetim deyipte sünnete uygun hareket etmeyen ehli sünnet kabul edilir mi ? …. El cevap ? … elbette ki edilmez.

 

    Dolayısıyla bu gün yapıldığı gibi ;  sadece şer’i bir ismin kullanılması, müsemmasınca hareket edilmediği sürece doğruluğun isbatı değildir.

 

   Değerli kardeşlerim ! maalesef bu gün inanalar arasında cereyan eden en çirkin arızalardan bir tanesi de işte budur….. Yani sedece isimlerin kullanılması doğruluğun isbatı kabul edildiği gibi, kendi aralarında da yine aynı şekilde isimlere takılıp kalarak dostluğun ve düşmanlığın buna dayalı olarak sergilenmesidir….. Aynen Şiilik ve Sünnilik isimlerinde olduğu gibi…. Yani Şiiler Sünnilik ismine düşmanlık ederler, sünniyim diyenler de Şiilik ismine düşmanlık ederler.

 

   Halbuki doğruluk hiç bir zaman ne şia’lık ve ne de sünnilik ismini almakla veya kullanmakla mümkün değildir.

 

   Doğruluk ancak ve ancak Kur’an’a  ve Sünnet’e uymakla mümkündür. İsimlere takılıp kalarak, ne birilerini ben şia’yım dediğinden dolayı safdışı etmek vardır…. Ve ne de, birilerini ben sünniyim dediğinden dolayı kendisine kucak açıp onu tasvip etmek vardır…… Yani, isimler doğru-luğun ölçüsü olmadığı gibi, yaklaştınıp uzaklaştırmada da ölçü değildirler.

 

   Binaenaleyh, eğer kavgasının yapıldığı şia’lık ve Sünnilik diye iki ismi gündeme getirip bunların hakka yakınlık ve uzaklıklarını bir değer-lendirmeye tabi tutarsak,yine aynı kaidemiz bizim için ölçü olmalıdır…

 

  Yani onların doğruluğunu veya eyriliğini isimleriyle değil Kitap ve Sünnet’le tesbit etmeliyiz.

 

    Çünkü zamanımızdaki inanç ve amel sahasındaki arzı endam eden şii’lik ve sünnilik kavgası, sadece ve sadece isim kavgasıdır….

 

   Değilse, ne zamanımızdaki şia’lar eski şialardır ve nede zamanımız-daki sünniyim diyenler eski Sünnilerdir.

 

   Daha doğrusu, şii’lik ve sünnilik nedir, bunun bilincine vakıf olamayan binlerce cahiller, zamanımızda arzı endam ettiği şekilde, körü körüne birbirlerini tekfir etmekten başka bir iş yapmamaktadırlar.

   İsterseniz gelin hep beraber Şiilik ve Sünni’lik nedir, bunun bidayetine   bir göz atalım…… Bakalım gerçekten zamanımızda ki gerek anlatılan ve gerekse yapılan bir çok çirkin şeyler o anki müslümanlarda mevcut olan bir şey mi idi.

   Veya bu günkü inandığını söyleyenlerin yaptığı gibi, o anki insanlar birbirlerini kafirlikle mi itham ediyorlardı.

 

   Değerli kardeşlerim unutmayalım ki ; bidayetteki şia denilen insanlar, Ali r.a nun imamlık meselesinde Muaviye r.a nun ona karşı çıkması esnasında, Ali r.a nun haklı olduğunu söyleyen insanlardı.

 

   Binaenaleyh, bu olayda bütün ehli sünnet denilen ilim ehIi kimseler, Ali r.a nun haklı olduğuna ve diğerlerinin ise bu konuda hatalı olduğuna inanan insanlar olmuşlardır…….. İşte o an bunlardan birinin adı, “ Ali r.a’nun haklı olduğu için ona arka çıkanlar - yani taraftar olanlar - , diğerlerinin adı da, doğru olduklarını zannederek Muaviye ye arka çıkarak hata yapan insanlardı… Onların bundan başka bir isimleri yoktu….. Hasseten dikkat edilmesi gereken nokta burasıdır…. Yani o anki insanların adı ; Ali r.a haklıdır diyenler ve Muaviye r.a haklıdır diyenlerdir.

 

   Ama neticede iki taraf ta tevhid ehli müslümanlardı… Onların beşer olmaları hasebiyle hata ederek düşmüş oldukları bir takım çirkin fitne ve musibetler, onları dinlerinden çıkaracak bir durum değildi.

 

   Çünkü Allah’u Azze ve Celle bir Ayeti Celilesinde şöyle buyurmaktadır :

 

“ Mü'minlerden iki topluluk çarpışacak olursa, - kardeşlerinizin - aralarını bulup düzeltin. Şayet biri diğerine tecavüzde bulunacak olursa, artık tecavüzde bulunanla, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın ; eğer sonunda - Allah'ın emrini kabul edip - dönerse, bu durumda adaletle aralarını bulun ve adil davranın. Şüphesiz Allah, adil olanları sever. “

  Hucurat : 9.Ay.

 

   Zikri geçen Ayetin ifadesinden de anlaşıldığı gibi, inananların birbiriyle savaşmaları, onları dinden çıkaracak bir cürüm değildir.

 

   Anlaşılması açısından daha muşahhas bir örnek vermek gerekirse : “ Diyelimki ben veya biz nefsimize uyduk ta herhangi bir sebepten dolayı tevhit ehli olan birileriyle kavga ettik, dolayısıyla bir takım çirkin şeyler vuku buldu - ölü veya yaralı - … Bu bizi dinimizden çıkarır mı ?... veya bu suç bir müslümanı kafir yapar mı  ? …

 

   El-Cevap : elbetteki hayır…. Bilindiği gibi kasten bile öldürme söz-konusu olsa, bunda kısas vardır.

 

   Peki aramızda bu kavgayı gören sizler, bu konuda falanlar haklıdır, deseniz, ne yapmış olur sunuz ? … El-Cevap :  Onların haklılığını söylemiş olursunuz…. Peki haklı tarafı mudafa ederken , diğerleri için ; dinden çıkmıştır, kafirdir, müşriktir diye itham da bulunabilir misiniz ?

 

   El - Cevap : elbetteki hayır….

 

   Ve yine, beşer olunması hasebiyle. bu kavgada hata eden tarafı hata ederek birileriniz mudafa edebilir mi ? bu mümkün müdür ?

 

   El-Cevap : Elbetteki mümkündür….. Dolayısıyla bundan da ortaya çıkan ne olur ? … el-Cevap : Hata ile hata edenleri destekleyenler çıkmış olur.

   Yani netice olarak, haklı olanları destekleyenlerle, hata ederek haksız tarafı destekleyenler çıkmış olur.

 

  Ama neticede, iki tarafta aynı akidenin müntesibi olan Müslümanlardır.

Ne haklı olan tarafın karşıya vurmasıyla din’den çıkılır ve ne de hata eden tarafın haklı olan tarafa saldırmasıyla dinden çıkılır.

 

  İşte o anki fitnede vuku bulan ve müşterek isimleri Müslüman olan o insanlar, Ali r.a haklıdır veya Muaviye r.a haklıdır diye fikir ayrılığına düşmüşlerdir… o an ki problem buydu…

 

   Ama ne yazık ki bu gibi durumları kendilerine fırsat bilen bazı asabi ruhlar, fitne çıkartmak veya fitneyi iyice körüklemek için gündeme girmiş hak olan tarafa falanca, hata eden tarafa da filanca diyerek bunu adeta kışkırtmışlardır…. Ve hatta genelde cahil insanları kullanarak birbirleri   hakkında olur olmaz çirkin şeyleri bu insanlara söyletmişlerdir.

 

   Dolayısıyla karşılıklı işlenen hatalar git gide büyümüş, o anki insanlar,  - Allah kendilerinden razı olsun - bu olaydan dolayı tevbe edip hatalarını anladıkları halde, Hatta ve hatta birbirlerinden rahatlıkla hadis rivayeti dahi naklederlerken, ne yazık ki zamanımızda birbirlerini kafirlikle suçla-yacak kadar ileri gitmiş ve haddi aşmışlardır….

 

   Ve ne yazık ki bu yönlü tekfir ve suçlamalar da İslami değil, hissi ve nefsidir. Yani, birbirlerini tekfir ederken veya suçlarken şer’i bir  delile dayalı olarak değil, - Sohbetin başında da ifade ettiğimiz gibi – sadece isimlerden dolayı birbirlerini tekfir etmekte ve birbirlerini suçlamak-tadırlar…. Yani ; sen şia’sın ben sünniyim diye.

 

   Halbuki sağlam delillere dayanan ve basiretle hareket eden bir Müs-lüman, bu konuda tarafsız olarak dengeli bir ölçüye sahip olması gerekir….

 

    Şuurlu ve basiretli bir Müslüman, kim olursa olursa olsun, - ister bir ferd olsun ister bir cemaat olsun – onların hakka yakınlıklarını ve uzaklıklarını tesbit etmek için, onlar da ilk önce Allah’ın kendisine önem verdiği ve evvel emirde inananlarda aradığı şeyi araması gerekir.

 

    Unutulmamalıdır ki ; fert ve cemaatlerin kendi içtihatları neticesinde yakaladıkları ve adına da doğru dedikleri şeyler, ne kendilerinin hakta olduklarının bir delilidir ve ne de bu doğruları, bir başkalarını yargılamada esas ve kaidedir…

 

   Öyle ise insanları bir yerlere oturtmak istiyorsak, ölçü onların sadece isimleri olmamalıdır… Onların hakka yakınlıklarını ve uzaklıklarını, Şari’nin  ortaya koyduğu kurallar çerçevesinde tespit etmeliyiz…

 

   Diğer bir ifadeyle ; onları yargılarken - veya kabul ve reddederken -  Allah’ın sevip hoşlandığı, sevmeyip nefret ettiği inanç ve uygulamalardan dolayı yargılamalıyız…. Bu da bilindiği gibi öncelikle temel esaslar üzerinde ele alınmalıdır.

 

   Öyle her grubun kendi içtihadı veya ulaştığı bir kanaati gündeme getirmek, bu arızaların çözümü için hal çaresi değildir.

 

   Eğer kasdi ve inadi bir zorlama mevzubahis olmaz ise, bu grupların kendi aralarında en azından askarilikten başlayarak yukarıya doğru şöyle bir esas ve kaide takip etmeleri mümkündür.

 

İLK ÖNCE KUR‘ANI ELE ALMAK

 

   En azından Kur’anı ele alarak yola çıkmak…. Her ne kadar şia denilen taifenin temel inançlarında bir kur’an tahrifi mes’elesi mevzubahis ise de, - bu gün takiyye ile de olsa - eldeki mevcut olan şu Kur’an’a inanıyoruz demektedirler…   Yani bu ifadeleri ; en azından Kur’ana muracaat hususunda herhangi bir arıza doğurmayacaktır.

 

   Dolayısıyla en askarilikte Kur’an la hareket ederek bu gün şia’yı deyerlendirmeye tabi tuttuğunuzda göreceksinizdir ki ; Kur’an’ın tevhidi çizgideki mesajları ile, şia’nın şu an ki içerisinde bulunduğu akidevi problemleri taban tabana zıttır…. Yani kendilerinin kabule yanaşmadığı sahih sünnete başvurmadan bile, Kur’an bu taifenin batıl bir akideye sahip olduğunu ortaya koymaktadır.

 

Masumiyet inancı ….. Kabir ve türbelere koşuşarak oralarda yapılan taşkınlıklar ….. İmamlarının meleki mukarreblerden ve Nebi ve Resullerden daha üstün olduğu söylemeleri …. bunlardan sadece bir kaçıdır.

 

   Hulasa akide hususunda Kur’an, şia’nın bu isme sahip olduğundan dolayı değil, batıl bir inanca sahip olduklarından dolayı onları safdışı etmiştir…

 

   Ve yine Kur’an’dan hareketle, islama nisbet edilen bir haberi kabul veya redde de istikamet sahibi olunabilir…. Buna da umum manada bir itirazları söz konusu olmaması gerekir.

 

   Peki bu sefer, Peygamber s.a.v’e nisbet edilen bir haberin doğruluğu hakkındaki Kur’ani kaidemiz nedir ? .. veya ne olmalıdır ? …

 

   Kur’ an’ın  tarif  ettiği bir kaideyle herhalde yine ittifakımız şu olmalıdır ki ; işi ehline vermek gerekir…. Yani eğer hadisten bahsedecek isek bu işi hadis ehline havale etmemiz gerekir… Çünkü bu Kur’ani bir emirdir…  

 

   Bununla beraber yine ; bir haberin kabulü için ravinin adil olması gerekir…. Bu da yine Kur’ani bir kaidedir…Yani Peygamber s.a.v den bir haberi nakleden ravinin sıka olması gerekir… Yalan söyleyen bir Sünni de olsa şia’da olsa, haberi kabul edilmeyip reddedilir…

 

   Hulasa bu yönlü bir arıza kimde olursa olsun onun haberi kabul görmez…… Çünkü 0 insan yalan söylediğinden dolayı adalet vasfını kaybetmiştir.

 

   Dolayısıyle, zikri geçen bu esasları da ele alarak yola çıkacak olursak, en azından askarilikte bir ittifakımız söz konusu olacaktır…. Diğer bir ifadeyle ;  doğruları yakalamada her hangi bir zorluk sözkonusu olmayacaktır….. Tabi ki bu ;  - biraz önce bahsini ettiğimiz -  kasdi bir zorlama ve inadi bir direnme sözkonusu olmadığında….

 

   İşte, ittifak edilmesinde kesinlikle her hangi bir zorluk sözkonusu olmayan bu esaslar çerçevesinde zamanımızdaki birbirlerini yiyen gerek sünniyim diyenlerin ve gerekse şia’yım diyenlenin bir değerlendirmesi yapılırsa, göreceksinizdir ki ; bunların kin ve düşmanlıkları şer’i değil,  hissi ve nefsi hareketlerdir…

   Şimdi ele alıyoruz ve bakıyoruz : “... Bakarsınız sünniyim diyenler, şia’yı tenkit ederler…. Hangi konu da ve Neden ?  

 

   Efendim derler ; bu sapık adamlar imamlarına vahiy geldiğini söylü-yorlar… Aha da delili :

 

“ İMAM BİLMEK İSTEDİĞİ ZAMAN ALLAH ONA BİLDİRİR “

 

Usulü Kafi : K.Hücce : 258.s

Hiç böyle itikad olur mu efendim ? … Ondan sonra yine neymiş efendim :

Hz Fatıma’ya Cibril a.s 75 gün boyunca vahiy getirmiş…. Hatta bunu Humeyni de 2..Mart 1986 günü Hz Fatımanın doğum günü münasebeti ile verdiği bir konferansta usulü Kafi 228 nolu sahifeden naklederek anlatmıştır…..

İslam çağrısı dergisi nisan 86.sayı 34

 

   Elbetteki bu sözlerin ve bu akidenin batıl olduğunda hiçbir şüphe yoktur… Ama unutmayalım ki bu, şia’dan sudur ettiği için batıl değil, Kur’ana ve Sünnete uymadığından dolayı batıldır…. Dolayısiyla bu tip arızalar kimden sudur ederse etsin, batıldır.

 

   Biraz önceki arızadan dolayı şia’ları tenkit edenler bir bakarsınız ki aynı şeyi şeyh’leri için zırvalamaktadırlar…. Yani bugün sünniyim diyenler de bakıyorsunuzki şeyhlerin gaybı bildiklerinden bahsederler….. Kalpleri okuduklarından bahsederler….. Hidayet dağıttıklarından bahsederler.. Bu tip arızaları bütün tasavvuf kitaplarında görürsünüz…

 

  Örneğin Tasavvufta Şeyh’lerin direk Allah’tan aldıklarını, Şeyh’lerin gaybı bildiklerini, kalplari okuduklarını ; İhya’da …. Nefahatul Üns de … Fisusul hikem de … Mektubatu Rabbani de görebilirsiniz….

 

   Halbuki bunlar da aynı kabilden olan şeylerdir…. Eğer bunların biri küfür ve şirk ise, diğeri de şirk ve küfürdür. Aralarında herhangi bir farklılık söz konusu değildir…. Bunları şia’nın söylemesiyle, Sünni’lerin söylemesi arasında bir fark yoktur.

 

   Yine bir bakarsınız ki sünni’yim diyen beyefendiler şia’yı, İmamlarına masum dediklerinden, keza imamlarını nebilerden ve meleklerden üstün tuttuklarından dolayı tenkid ederler ve onları kafirlikle vasfederler… Ki, bunu gerçekten şia’nın kitaplarında açıkça görürsünüz :

 

   Örneğin Humeyni seleflerinden aldığı şu sözleri Hukumetu’l islamiye isimli eserinde kaleme almıştır :

 

“ Mezhebimizin gereği bizim imamların öyle mertebeleri vardır ki o mertebeye ne meleki mukarrep ne de nebiyi mürsel erişemez. “

 

Allame bakır El-Mealisi.Hayatul Kutup.3.C.1O.S – Humeyni Hukumetu’l islamiye.91.S.

 

   Ama diğer taraftan bir bakarsınız ki sünniyin diyenlerin kendileri  aynı şeyleri söylemektedirler….. Açın seha yayınlarının Risaleyi halidiyye isimli eserini şunları göreceksinizdir :

 

“ Veliler deryaya daldı, nebiler sahilde kaldı “

 

   Yine aynı şekilde eğer bu sözler İslam’a göre değerlendirilmesi gere-kirse, iki tarafın da zırvaladığı bu sözler küfür olarak ele alınır..

 

   AIın yine ayrı bir arızayı ele : İslam aleminde ne kadar tasavvufçuyum diyen varsa, bunlar istisnasiz  – bilerek veya bilmeyerek -  hepsi  de  temelinde “ VAHDETİ VÜCUT ” inancı olan bir ekole müntesiptirler….

 

   Ve kitaplarının hepsinde de bunu açıkça görürsünüz…. Buyrun beraber okuyalım :

 

İBNİ ARABİ : Bu zat ; “ vahdet’i vücut “ inancının başta gelen savunu-cularındandır. Zaten tasavvuf denildiği zaman ilk önce bu isim akla gelir.Bu kimse Din adına öyle şeyler zırvalamıştır ki, inanın kendisinden önce bu şekilde Allah’a karşı küfreden hiç kimseyi göremezsiniz. Gelin hep beraber bu küfür önderinin – ki, aslında kendisine ehli sünnetim diyen cahiller şeyhu’l ekber derler, aslında şeyhu’l ekfer’dir -  bu pis herifin pislik kokan inancını ve sözlerini okuyalım… Bakın neler zırvalıyor :

 

“ …. Hak ile halk arasını ayıramazsın.Şu halde her varlık hak’tır,yahut her şey halk’tır dersin. Yahutta,o bir bakımdan hak’tır,bir bakımdan da halk’tır diyebilirsin …. “

                                                   FİSUS UL-HİKEM : 99.S – İST- KİTABEVİ  1981

 

Yaratan,yaratılan,halık,mahluk,hep O’dur.O’nun dışında,O’nun varlığı haricinde hiçbir varlık tassavur edilemez.Çünkü Vücut birdir. “

 

FİSUS UL-HİKEM : 13.S M.E.B YAYINLARI İST-1992

 

 Var olan kimdir ? Varlık nedir ? Varlıkta bir belirme vardır.O beliren var olan zatın kendisidir.O’nu umumileştiren hususileştirmiş oldu,O’nu hususi gören de,umumileştirmiş oldu. Tek varlıktan başka varlık yoktur.Şu halde nur ile zulmet aynıdır 

                                      FİSUS UL - HİKEM : 99.S – İST- KİTABEVİ  1981

FİSUS UL-HİKEM : 190.S M.E.B YAYINLARI İST-1992

 

 

  Ey nefsinde varlıkları yaratan,sen yarattığın şeylerin hepsisin. Varlığı nihayetsiz olan şeyi sen vücudunda yaratırsın.Şu halde sen hem dar hem de genişsin 

                                                                                    FİSUS UL-HİKEM : 55.S – İST- KİTABEVİ  1981

  Bir vakit olurki kul şüphesiz rabb olur.Başka bir vakitte de iftirasız kulluk derecesine iner …..

                                                                                    FİSUS UL-HİKEM : 57.S – İST- KİTABEVİ  1981

 

  Allah beni över, ben de Onu. O bana kulluk eder, ben de Ona,Bir halde ben Onu ikrar eder ve eşyadaki çokluk ve değişikliği görünce de inkâr ederim….

                                                                           FİSUS UL-HİKEM : 48.S İSTANBUL- KİTABEVİ 1981

FİSUS UL-HİKEM : 13.S M.E.B YAYINLARI İST-1992

 

   Sen kulsun ve sen Tanrı'sın ; kulluğun kimin kulu olduğunu bildiğin içindir…..

FİSUS UL-HİKEM : 101.S M.E.B YAYINLARI İST-1992

 

YUNUS EMRE : Bu zat’da aynı kervanın yolcularından olup , Allah ve insa-nın aynı şey olduğunu zırvalamıştır. İşte onun zırvalarından bir kaçı :

 

Ete kemiğe büründüm …. Yunus diye göründüm.

Sıyırın eti kemiği,işte onun sesi,işte onun kendisi.

Ol kadiri kün feye kün,lutfedici sübhan benem.

Kesmeden rızkı veren cümlelere sultan benem.

Nutfeden Adem yaradan,yumurtadan kuş türeten.

Kudret dilini söyleten,zikreyleten sübhan benem.

 

Hem batinem hem zahirem,hem evvelem hem ahirem.

Bu cümlesini yaratıp tertib eden Yezdan benem.

Yoktur anda tercüman,andaki iş bana ayan..

Bin bir adı vardır bir adı da Yunus,ol sahibi Kur’an benem.

 

YUNUS EMRE : KÜLTÜR BAKANLIĞI 1275 KÜLTÜR ESERLERİ 161 SAYFA.361

 

   Aynı kitapta yine Yunus’tan şöyle bahsedilir : “ ….  Şiirlerinde Allah’ı insanlaştıran ve insanı da Allah’laştıran ilk ozan Yunus Emre’dir. Yunus Allah’ı uzun uzun aradıktan sonra O’nu,insanın canevinde bulduğunu şu sözlerinde anlatmaktadır :

 

Bu tılsımı bağlayan.                                    Çok aradım özledim.

Türlü dilde söyleyen.                                   Yeri göğü aradım.

Yere göğe sığmayan.                                  Çok aradım bulmadım.

Sığmış bu can içinde.                                  Buldum insan içinde.

 

 

   Görüldüğü gibi Allah’ı insan içinde bulan Yunus,insanı Allah gibi yada Allah’ı insan gibi konuşturmuştur. Yine şu sözlerinde olduğu gibi :

 

    Evvel benem ahir benem, canlara can olan benem  

 

YUNUS EMRE : KÜLTÜR BAKANLIĞI 1275 KÜLTÜR ESERLERİ 161 SAYFA.365

 

MEVLANA : Mevlana olarak isimlendirilen Celaleddini Rumi’de  bir çok inanan tarafından hakkıyla tanınamamış ve kendilerine büyük İslam önderi olarak sunulmuştur. Halbuki bu şahsiyet de aynı şekilde “ vahdeti vücud “ inancına sahip olup,onun da islam’la tabab tabana zıd olan bir çok çirkin söz ve davranışları mevcuttur….. İşte onlardan bir kaçı :

 

   …. Mesnevi’deki sözlerden maksadım senin sırrın,onu şiir halinde söylemekteki muradım ise senin sesindir. Bence sesin,Allah sesidir.Aşık, haşa sevgilisinden ayrılmaz. İnsanların canı ile insanın rabbi arasında keyfiyetsiz,kıyasa sığmaz bir ulaşma,bir birlik vardır. “ …. Attığın zaman aslında sen atmadın,Allah attı ….. “  ENFAL : 17.AY. Ayetini okumuşsun ama cisimden ibaretsin,cüz’lerde kalakalmışsın ….

 

                                                                      MESNEVİ : 4.C.62.63.S. M.E.B1991 İST

 

   Bilindiği gibi bu Ayet’i celile de, Resulullah s.a.v’e yönelik bir hitap vardır. Allah resulü s.a.v Bedir harbinde iken ellerini kaldırarak : “ Ey Rabbim ! eğer şu topluluğu helak edecek olursan bir daha asla yer-yüzünde sana ibadet edilmeyecektir “ diye dua etmişti. Cibril’de ona : “ Bir avuç toprak al ve bunu onların yüzlerine at “ dedi. Peygamber s.a.v de bir avuç toprak alarak onların yüzlerine attı.Bunun üzerine müş-riklerden hiç kimse kalmadı ki gözlerine, burun deliklerine ve ağızlarına bu bir avuç topraktan isabet etmiş olmasın.Ve netice de arkalarını dönüp kaçtılar….. İşte bunun üzerine Rabbimiz Allah’u Teala : “ …. Attığın zaman aslında sen atmadın, Allah attı ….. “ buyurarak, Müslümanlara Bedir harbinde nasıl yardım ettiğini zikretmektedir…… Ama ne yazık ki, bu küfür önderlerinin sözlerinden de anlaşıldığı gibi, bu Ayet’i kerime kendi sapık fikirlerine delil getirilmiştir… İslam önderi olarak tanıtılan bu şahsiyetin çirkin sözlerinden bir tanesi de şudur :

 

….. Evvelce sen, varlığını tanrıya verdin … Karşılık olarak da tanrı varlığını sana verdi …

MESNEVİ : 4.C.1.S. M.E.B - 1991 İST

 

….. Mesnevi Alemlerin Rabbinden inmedir. Batıl ne önünden ve ne de arkasından ona yaklaşamaz…..

MESNEVİ : 1.C.7.S. M.E.B - 1991 İST

 

             

ŞEMSEDDİN TEBRİZİ : Mevlânâ Şems-i Tebrizî'nin Kimya adında bir karısı vardı. Bir gün Şems hazretle­rine kızıp Meram bağları tarafına gitti. Mevlânâ haz­retleri medresenin kadınlarına işaretle : " Haydi gidin Kimya Hatunu buraya getirin; Mevlana, Şemseddin'in gönlü ona çok bağlıdır " buyurdu. Bunun üzerine kadın­lardan bir grup onu aramaya hazır-landıkları sırada Mevlânâ, Şems'in yanına girdi. Şems, şahane bir ça­dırda oturmuş, Kimya Hatunla konuşup oynaşıyor ve Kimya Hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu. Mevlânâ bunu görünce hayrette kaldı. Onu aramağa hazırlanan dostların karıları da henüz gitmemişlerdi. Mevlânâ dışarı çıktı. Bu karı kocanın oynaşmalarına mâni olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Son­ra Şems " içeri gel " diye bağırdı. Mevlânâ içeri girdiği vakit, Şems'ten başkasını görmedi. Bunun sırrını sor­du ve : " Kimya nereye gitti " dedi. Mevlânâ Şems : " Yü­ce Tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya şeklinde geldi " buyurdu, işte Bayezid'in hali de böyle idi. Tanrı ona daha sakalı bit­memiş bir genç şeklinde göründü.

 

 

MENAKİBU ARİFİN  : 2 – 56.57.69.70.S - AHMED EFLAKİ -  M.E.B ŞARK İSLAM KILASİKLERİ . İST.1989

 

 

SULTAN VELED : Sultan Veled'den nakledilmiştir ki : Bir gün ileri gelen sofiler babam Hudavendigâr'dan : " Abu Yezid : Ben Tanrı'mı daha sakalı bitmemiş bir genç şeklinde gördüm, buyuruyor. Bu nasıl olur ? " diye sordular. Babam : " Bun­da iki hüküm vardır : Ya Bayezit Tanrı'yı sakalı bitme­miş genç şeklinde görmüş, yahut ta Bayezid'in meylinden ötürü Tanrı onun gözüne bir genç çocuk suretinde gö­zükmüştür " dedi.

 

MENAKİBU ARİFİN  : 2 – 56.57.S -AHMED EFLAKİ -  M.E.B ŞARK İSLAM KILASİKLERİ . İST.1989

 

 

 

İMAM RABBANİ : Bu insanın da meşhur Mektubat isimli eserini okudu-ğunuz zaman, onun da aynı inanca sahip olduğunu ve Allah’ın bütün eşyaya hulul ettiğini zikrettiğini göreceksinizdir…. İşte bu kimsenin de çirkin sözlerinden bazıları :

 

….. Tarikat edeplerine dair işlere devamım sırasında,Yüce Allah’ın zahir ismine bir zuhur yeri olma şerefine erdim.Hem de tam manası ile her şeyden ayrı bir manada. O kadar ki ; bütün eşyada,tek tek bu tecelliyi gördüm.Özellikle kadınların kisvesinde.Hatta ayrı ayrı her uzuvlarında.Bu kadınlar zümresine o kadar ram oldum ki,anlatamam. Bu ram olam işinde çaresiz bir duruma düştüm ….

 

                                 MEKTUBAT : 1.C.1. MEKTUB 38.39.S – MERVE YAYINLARI İST

 

 

BEYAZİD’İ  BESTAMİ : Bilindiği gibi bu şahsiyet de bir çok inanan tara-fından hakkıyla tanınamamış ve kendisi, büyük İslam önderi olarak inananlara yutturulmuştur. Halbuki bu şahsiyet de aynı şekilde “ vahdeti vücud “ inancına sahip olup,onun da islam’la tabab tabana zıd olan bir çok çirkin söz ve davranışları mevcuttur….. İşte onlardan bir kaçı :

 

….Allah’tan Allah’a çıktım. Nihayet ben de : “ ey ben sen olan “ diye seslendi….

DR.ABDURRAHMAN BEDEVİ . ŞATAHATU’S SUFİYYE : 28-32.S

                                                      FERİDUDDİN ATTAR .                  TEZKİRETU’L EVLİYA : 1 /  160

….. Noksan sıfatlardan münezzehim, şanım ne yücedir …

 

DR.ABDURRAHMAN BEDEVİ . ŞATAHATU’S SUFİYYE : 30.S

 

 

….Çadırımı Arş’ın yanına kurdum…Allah’ım senin bana itaatin, benim sana itaatimden daha büyüktür …

 

         DR.ABDURRAHMAN BEDEVİ . ŞATAHATU’S SUFİYYE : 29-30.S

 

… Allah’a yemin ederim ki,sancağım Muhammedin sancağından daha büyüktür. Nurdan olan sancağımın altında cinler,insanlar ve Peygam-berler bulunmaktadır….

 

… Beni bir defa görmen,Rabbini bin defa görmenden hayırlıdır …  

 

         DR.ABDURRAHMAN BEDEVİ . ŞATAHATU’S SUFİYYE : 29-30.S

 

  Aynı ifadeleri,bu gün din adına kaleme alınmış ve insanlara sık sık tav-siye edilen   GAZALİ’YE  AİT İHYAU ULUMİ’D DİN  kitabında da görebilirsiniz.

 

“ ….. Beyazidi Bestaminin Arşa çıkması ….. “

 

                                  TUĞRA NEŞRİYAT - İHYAU ULUMİ’D DİN : 4.C.610.S

 

 

“ …. Ebu Yezid’i bir defa görmen, Allah’ı yetmiş defa görmenden daha hayırlıdır ….. “

                      TUĞRA NEŞRİYAT - İHYAU ULUMİ’D DİN : 4.C.610.S

 

   Ama ne yazıkki aynı çirkin inanç şia’da da mevcuttur…  Aslında her ne kadar ehli sünnetim diyenler bu sözleri zırvalayanları savunup onların ehli sünnet olduğunu da zannetseler, bunların hepsi de Alevi’dir… kızıl-baştır….. Yani kökenleri şii’dir…. Ciddi anlamda araştırma yapanlar bunu rahatlıkla tesbit edebilirler.

 

   Bize en yakın tarih olarak yaşayan Humeyni’yi ele alın, onun dahi seleflerinin yolundan ayrılmayan bir vahdeti vücutcu olduğunu açıkça göreceksinizdir……… Bunu anlamanız için onun ; piri aşikan ve sırrı salat isimli eserlerini okumanız yeterlidir.

 

    Hulasa sohbetimizin girişinde de ifade ettiğimiz gibi, bu iki taifenin kısmı azamı birbirlerine sadece isimlerinden dolayı cephe almış ve birbirlerine karşı delilsiz bürhansız körü körüne sadece isimlerden dolayı karşı çıkmaktadırlar.

 

   Nedeni ise ; bunlar akılları sıra - Sünni olduğundan dolayı - haklı ve doğru olanlardır.…. diğerleri ise batıldırlar, Nedeni ise ;  Çünkü onların isimleri şia’dır.

 

   Peki fark ne ?.... El-Cevap : Baştan beri anlatmaya çalıştığımız gibi, sadece isim farkı…. Değilse itikaden ve amelen iki tarafın kısmı azamı da aynı problemler içerisinde yüzmektedirler….. Bunlar birbirlerini isimlerinden dolayı sevmemekte ve yine bunlar, birbirlerini isimlerinden dolayı tekfir etmektedirler….

 

   Kur’an’nın ve Sünnet’in tertemiz hükümlerşne göre ise ; bu inanca sahip olan kim olursa olsun bunlar, Allah’a şirk koşan kimselerdir….. Dolayısiyla bu şekildeki bir inanca dayalı şia’lık da Sünni’lik de yerin dibine batsın.

 

   Biri ; yetiş ya abdul kadir geylani ! der… diğeri ; yetiş ya Fatıma ! imdat ya Hasan veya Hüseyin ! der.

 

   Biri İran’daki kabir ve türbelerden yardım ister …. Diğeri falan yerde filan yerdeki kabir ve türbelerden yardım ister…

 

   Biri muta nikahına cevaz vermekle haddi aşar …. Diğeri şiğar nikahına cevaz vermekle haddi aşar …..

 

   Şia, kadınlara arkadan yaklaşmaya ruhsat vererek şeytanlık yapar … ki bunu Humeyni’nin tahrirul vesile ve Risaleyi Humeyni eserlerinde görmeniz mümkündür…… diğer sünniyim diyen Malikiler de aynı cürmü işleyerek onlara benzerler…

 

   Hulasa, bu gün Sünni’yim veya Şia’yım diyen yüzbinlerce şaşkın insan arasında daha bir çok itikadi ve ameli arızalar var ki, bunlar isimlari farklı olmalarına rağmen aynı inanç ve uygulama içerisindedirler.

 

   Öyleyse sözü daha fazla uzatmaya gerek yoktur…. yapılan bir amelde veya inanılan bir şey’de farklılık yok ise, isimlerin farklılığının ne önemi var ki ? ….. 

 

   Eğer yapılan ameller doğru ise, bunu yapanların adı ne olursa olsun, onlar doğruyu yapanlardır…. Onlar Allah’ın razı olduğu işlerle meşkul olanlardır.

 

   Yine aynı şekilde inanılan bir şey eğer sağlıklı bir inanç ise – diğer bir ifadeyle Kur’an’ın ve Sünnet’in tarif ettiği bir akide ise – bu akideye sahip olanların adı ne olursa olsun, onlar sağlıklı bir inanca sahip kimse-lerdirler….. Onlar Allah’a şirk koşmayan muvahhidlerdirler.

 

   Amaaaa  unutmamak gerekir ki ; eğer yapılan ameller batıl ise, - diğer bir ifadeyle Kur’an’a ve Sünnet’e uygun değil ise - bunu yapanların adı ne olursa olsun, onlar batıl amellerle meşkul olanlardırlar …. Onlar Allah’ın razı olmadığı bid’at  işlerle meşkul olanlardırlar.

 

   Yine aynı şekilde inanılan bir şey eğer sağlıklı bir inanç değil ise, diğer bir ifadeyle Kur’an’ın ve Sünnet’in tarif ettiği bir akide değil ise, bu akideye - bu inanca - sahip olanların adı ne olursa olsun, onlar sağlıklı bir inanca sahip olmayan kimselerdirler….. Onlar Allah’a şirk koşan müşrik-lerdirler.

 

     Sözün özü değerli kardeşlerim ! unutmayalımki isimler hiçbir zaman için doğruluğun ölçüsü değillerdir….. ve yine isimler doğru dahi olsa, o isimlerin müsemmasınca hareket edilmediği sürece, o isimler tek başına  doğruluğun ölçüsü olamazlar.

 

   Allah’u Azze ve Celle bizlere, şuurlu ve basiretli bir şekilde hareket eden kullarından olmamızı nasip etsin….. Ve yine bizlere ; hakkı hak bilip ona ittiba eden ve batılı da batıl görüp ondan ictinab eden kullarından olmamızı nasip etsin….

                                             Amin

 

 

Vel hamdu lillahi rabbil alemin

 

 

 

 

                                                         TACUDDİN  EL - BAYBURDİ

 

 

 

 


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol