Kur'an ve Sünnet
   
 
  Resulü Sevmeden, Ona Uymadan, Takibçisi Olmadan Hiç Kimse Allah'ın Dostluğunu Kazanamaz

بســـم الله الرحمن الرحيم

 
Resulü Sevmeden, Ona Uymadan, Takibçisi Olmadan Hiç Kimse Allah'ın Dostluğunu Kazanamaz
 

Şanı büyük Allah mealen buyuruyor ki:

“De ki: “Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun! Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Allah çok affedici ve çok merhamet sahibidir.” (Ali İmran: 31)

Hasan-ı Basri (r.a) buyuruyor ki:

“Bir millet Allah'ı sevdiğini iddia etmiş, onlara imtihan maksadıyla şu ayet indirilmiş:

“Kim Resule uyarsa, Allah onu sever.”

Evet, anlaşılıyor ki, Resulü sevmeden, ona uymadan, takibçisi Olmadan hiç kimse Allah'ın dostluğunu kazanamaz…”

Çok kişi bunun aksini düşünür ve itikad ederler. Halbuki ise, Allah'ın dostluğundan uzak kimselerdir bu kişiler. Yahudi ve Hıristiyanlar da Allah'ın dostu olduklarını iddia ederler. O'nun sevgili kulları olduklarını ileri sürerler.

Şanı yüce olan Allah, bunlara şöyle cevap veriyor mealen:

“Yahudi ve Hıristiyanlar “Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz, dediler. Öyleyse günahlarınızdan ötürü size niçin azab ediyor. Siz sadece Allah'ın yarattığı insanlarsınız, de. Allah dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Göklerin ve yerin ve her ikisinin arasında bulunanların hükümranlığı Allah'ındır. Dönüş ancak O'nadır.” (Maide: 18)

Başka ayetlerde de bu konu üzerinde durulmaktadır:

“Cennete ancak Yahudi ve Hıristiyan olanlar girecek” dediler; bu onların boş kuruntularıdır. Ey Resul! Sen de de ki: “Sözünüz doğru ise delillerinizi getirin. Hayır öyle değil; iyilik Rabbinin katındadır. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar asla mahzun da olmazlar.” (Bakara: 111, 112).

Puta tapıcı oldukları halde, Araplar Mekke'de kaldıkları ve Kabe'ye yakın oldukları için, Allah'ın dostu ve yakını olduklarını ileri sürerlerdi ve kendilerine hiçbir faydası olmayan bu durumlarından ötürü başkalarına karşı üstünlük taslamaya çalışırlardı.

Allah Kur'anda onların bu budalaca böbürlenmelerine karşılık şöyle buyurmaktadır mealen:

“Ayetlerim size okunurdu. Fakat siz büyüklük taslayıp gece ağzınıza geleni söyleyerek ardınıza dönüyordunuz.” (Müminun: 66)

Hani o küfre sapanlar / kâfirler , seni bir yere kapamak veya öldürmek, yahut da sürmek için hile ve tuzak kuruyorlardı. Allah onlar düzen kurarken düzenlerini boşa çıkarıyordu (Allah da karşılığında tuzak kuruyordu). Allah düzen ve tuzak kuranların (tuzaklarına karşılık verenlerin) en hayırlısıdır.

Ayetlerimiz onlara okunduğu zaman “İşittik, işittik; istesek biz de aynını söyleyebiliriz. Bu sadece eskilerin bir masalıdır.” derler”. (Enfal: 30, 31)

Bu ayetlerle, müşriklerin, yani Allah'a ortak koşanların, Allah dostları ve Allah evinin gerçekten komşuları olmadıkları beyan ediliyor. Gerçek dostların, Allah'dan gereği gibi korkanlar olduğu ifade ediliyor.

İtibar edilebilir hadis kitaplarımızdan Buhari ve Müslim'de, Ömer bin Abdülaziz'den şöyle naklolunmaktadır:

Allah'ın Resulünden duydum. O dedi ki:

“Doğrusu, falan soy benim dostlarım değildir. Benim gerçek dostlarım Allah ve salih müminlerdir.”

Bu hadis-i Şerif Allah'ın şu yüce buyruğuna uygun düşmektedir:

“Bilin ki Allah, kendi Resulünün dostudur; bundan sonra da Cebrail, salih müminler ve melekler onun yardımcısıdır.” (Tahrim: 4)

Salih müminler, takva sahibi olup Allah'ın dostluğunu kazanan gerçek bahtiyarlardır. Bunlar arasında, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (r.a.) ve ağaç altında Allah'ın Resulüne biad edenleri zikretmek gerekir. Bu biada katılanların sayısı bin dörtyüze yakındır ve hepsi de cennetliktir.

Nitekim Allah'ın Resulü buyurmuşlardır:

“Ağaç altında biad edenlerin hiç biri cehenneme girmeyecek.”

Bu hadise benzer bir de hadis-i kudsi vardır:

“Benim dostlarım nerede olurlarsa olsunlar ve ne hal üzere bulunurlarsa bulunsunlar takvadan ayrılmazlar.”

İnkarcılardan öyleleri vardır ki, Allah'ın dostu olduklarını söylerler. Gerçekte ise, bu dostluktan fersah fersah uzaklardadırlar. Tersine, Allah'ın düşmanlığını kazanmışlardır.

Münafıklar da böyledir. Zahirde Müslüman olduklarını iddia ettikleri halde, Allah'dan başka ibadete layık ilah yoktur, tevhid kelimesini söylerler. Fakat gerçekte, içlerinden bunun aksine inanmışlardır. Mesela, içlerinden;

Allahın resulünün itaatkar bir melek olması gerekir, yahut Hz. Muhammed sadece ümmilere, gönderilmiş bir peygamberdir ve kitap ehline gönderilmemiştir.” dedikleri halde, dışlarında itikadlarını saklarlar. Yahudi ve Hıristiyanlar böyle olan topluluklardır. Sözleri şudur:

O insanların sadece avam kısmına elçi olarak gönderilmiştir, Allah'ın veli kullarına değil. Zira velilerin elçilere ihtiyaçları yoktur. Onların tanrıya gidecekleri özel yolları vardır. Nitekim, kendine has bir yoldan Allah'a giden Hızır'ın da Musa'ya ihtiyacı yoktu.”

Gene:

“Biz de muhtaç olduğumuz bilgileri doğrudan doğruya Allah'dan alırız” iğrenç sözlerini tekrarlar dururlar.

Veyahut da şöyle söylerler:

“Peygamber, ancak zahiri anlamda yasaklar koyan bir din getirmiştir. Biz bu konuda ona hak vermekteyiz. Ama batını gerçeklere gelince, işte peygamber bu gerçeklerle birlikte gelmemiştir, onun için de batını alemin gerçeklerini bilmez. Bilse de, onun bildiği kadar biz de biliriz. Çünkü, biz, bizimle Allah arasında hiçbir vasıta olmadan, bu gerçekleri ilham yoluyla almaktayız.”

Bu sapıklardan bir kısmı da der ki:

“Sufiler çok yüksek bir derecede bulundukları için peygambere ihtiyaçları yoktur. Zaten peygamber de bunlar için gönderilmemiştir.”

Bir takımları şöyle söylemektedir:

“Sufilere batın ilminde indirilen vahiy, peygambere miraç gecesinde bile yapılmamıştır. Sufilerin derecesi, risalet derecesinden aşağıda değildir.”

Şu her biri iğrenç küfür taşıyan sözleri dinlemek bile insanı çileden çıkarır.

Bu sapık günahkarlar, aşırı bilgisizlikleri sebebiyle, İsra'nın Mekke'de vuku bulduğunu bile bilmezler. Halbuki, miracın Mekke'de başladığını bizzat Kur'an bildirmektedir:

“Kulu Muhammed'i gecenin bir kısmında Mescid-i Haram'dan, kendisine bir kısım ayetlerimizi göstermek için çevresini kutsal kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah'ın şanı ne yücedir.”

"Suffe", Medine'de Allah Resulünün mescidinin sol bitişiğindedir. Yoksul ve kimsesiz garipler oraya yerleşirlerdi. Peygamberin emriyle Medine'ye hicret edenlerden oturacak mesken bulamayanlar, kendilerine bir ev buluncaya kadar mescidin suffe bölümüne yerleşirlerdi. Suffe ehli sayılı ve belli kimselerden teşekkül etmiyordu. Bazan azalır, bazen de çoğalırlardı. Müslümanlardan biri gelip orada konaklar, yer bulunca da oradan ayrılırlardı.

Suffe ehlinin ilimde ve dinde hiçbir üstünlükleri yoktu. Onlar da diğer Müslümanlar gibi Allah'a ve Resulüne inanmış, ard niyetsiz Müslümanlardı. Onların içinden sonradan dinden dönenler bile olmuştur. Müslüman olduk diyerek Mekke'ye gelen İrniyn kabilesinden karın ağrısına tutulmuşlara şehrin kenarında yer ve çadır verilmiş; bozulan barsaklarını düzeltmek için, kendilerine deve sütü içmeleri Allah Resulü tarafından emredilmiş, gerekli bütün ihtimam gösterilmiş olmasına rağmen, iyileştikten sonra Allah Resulünün çobanını öldürüp develerini de sürüp götürmüşlerdi. Allah'ın Resulü de bu hain mürtedleri yakalatıp idam ettirmişti.

Bu olayların hikayeleri, Suffe ehlinin hayatları, Buhari ve Müslimde Enes Bin Malik'den naklen tespit edilmiştir.

İşte yukarıda naklettiğimiz olayın kahramanları da ehli Suffe'dir. Onlar da garip sayılmış, kendilerine barınak verilmiş, yardım edilmiş, fakat, onlar buna mukabil hırsızlık yapmışlardır. Resul çobanını öldürüp develerini yağma etmişler, hasılı dinden çıkmışlardı.

Elbette ki, ehl-i suffe içinde bunlar gibi sapıklar bulunduğu gibi, Sa'd bin Ebu Vakkas gibi Ebu Hureyre gibi seçkin müminler de bulunmaktaydı.

Ensar'ın bütünü, hicret edenlerin en büyüklerinden olan Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Abdurrahman bin Avf, Ebu Ebeyde bin Cerrah ve daha bir çok benzeri ehl-i suffeden değillerdir. Hatta bir rivayete göre, Muğire bin Şube'nin hizmetçisi bile Suffe ehli arasında bulunuyordu. Allah'ın Resulü bu hizmetçi hakkında;

“Bu köle yediden biridir” dediği de doğru değildir.

Ebu Nuaym bu resul sözünün doğru olduğunu Hülye'de kaydetmişse de, sahib-i selahiyet ilim adamlarının ittifakıyla bunun doğru olmadığı açık bir biçimde anlaşılmıştır. Tıpkı bu hadis gibi, böyle konularda ifade edilen daha bir çok hadisin de uydurma olduğu ortaya konmuştur. Mesela:

- Veliler, ebdal, nukaba, nüceba, evtad ve akdeb hakkında, Resule atfedilen haberler uydurmadır.

- Üçler, dörtler, yediler, onikiler, kırklar, yetmişler, üçyüzler, üçyüzonüçler gibi guruplanmâlar da uydurmadır.

- Kutb'un bir kişi olduğuna dair söylenen haberler de uydurmadır.

Selefden salih olanlardan hiç biri “Ebdal” dışında kalan hiçbir ifade kullanmamıştır. Onlara “Ebdal” dışındaki hiçbir sıfat isminden bahs etmemişlerdir.

Müsned adlı kitabda, Hz. Ali'den yapılan bir rivayette “Kırklar Şam'da bulunur” sözü de uydurmadır, sahih değildir. Çünkü, hem Hz. Ali, hem de onun ashab-ı kiramdan olan arkadaşları, hem Muaviye'den, hem de onun Şam'daki yoldaşlarından çok daha fazla üstündürler. Allah'ın gerçek dostlarını Hz. Ali'nin yanında değil de, Muaviye'nin yanında aramak, olacak şey değildir.

Buhari ve Müslim'de Ebu Said'den yapılan bir rivayete göre, Allah'ın Resulü buyurmuştur ki:

“Müslümanlar birbirinden ayrıldığında bir kısım kimseler dinden çıkar. İki taraftan daha haklı olanı onları katleder.”

Burada işaret edilen dinden çıkma olayının kahramanları Haricilerdir. Hz. Ali'nin zamanında bunlar baş kaldırdılar ve ortalığı adamakıllı karıştırdılar. Bu karıştırıcılıkları İslam dini için tehlikeli boyutlara ulaşınca da, Hz. Ali kılıç kullanmak zorunda kaldı.

Allah Resulünden nakledilen hadis Hz. Ali'nin haklı olduğunu göstermektedir. Onun için, Ebdal'ın Muaviye yoldaşları arasında değil de, Hz. Ali ve arkadaşları yanında bulunması çok daha uygun bir hükümdür.

Bunu teyid eden bir olay geçmiştir. Allah Resulün yanında. Şairlerden biri;

Aşk canavarı ciğerimi ısırdı gerçekten,

Bu yara için ne tabib var, ne de bir efsuncu,

Ancak çok şiddetli bir bağlılıkla bağlandığım bir dost var

Beni efsunlayıp tedavi eden odur.

Mısralarını söylediği zaman, Allah Resulünün vecde gelip sırtındaki hırkasını yere düşürdüğünü bildiren rivayetler de bütünüyle yalandır. Bundan daha yalan olanı, Allah Resulünün bu olayda elbiselerini parça parça yırtıp üzerinden attığını, Cebrail'in de bu parçalardan herbirini alıp arşın altına astığı rivayetidir.

Bu ve benzeri rivayetlerin gerçek değerini ilim erbabı çok iyi bilir.

Hz. Ömer'den nakledilen:

“Allah Resulü Ebu Bekir'le konuşuyordu. Ben onların arasında hiçbir şey bilmeyen bir zenci gibi idim” sözü de tamamen yalandır.

Bizim bunları nakledişimizdeki maksad; Allah'ın Resulünün risaletini genel bir kaide içinde kabul edip ikrar edenle, bunun aksine itikad edenlerin arasındaki farkı belirtmektir.

İkinci tipler, yani münafıklar, münafık oldukları halde Allah'ın dostu olduklarını iddia ederler. Böyle bir iddia kupkuru bir iddiadır, sadece aldatmaya matuf bir politikadır.

Nitekim, Yahudi ve Hıristiyanlar da, kendilerinin tanrı dostları olduklarını iddia ediyorlar, Allah Resulünün Resul olduğunu, fakat kendileri gibi ehl-i kitap dinlilere gönderilmediğini ileri sürüyorlar. Onun için Hz. Muhammed aleyhisselama uymanın onlar için bir mecburiyet olmadığını, çünkü ondan çok daha önce kendilerine peygamber gönderildiğini kabul ediyorlar.

İşte bunlar ve bunlara benzer kimseler, Allah dostu olduklarını ileri sürerler ama, kendilerini küfrün iğrenç bataklıklarından bile kurtaramamışlardır.

Allah'ın dostları, ancak Allah'ın Kur'anda tanımlamasını yaptığı ve “Veli Kullarım” dediği mümin kimselerdir.

Kur'an buyuruyor ki:

“Haberiniz olsun! Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur, onlar asla mahzun da olmazlar. Onlar Allah'a gereği gibi iman etmiş ve O'na karşı gelmekten de kesinlikle kaçınmışlardır.” (Yunus: 62)


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol