Kur'an ve Sünnet
   
 
  İmam Ebû Abdillâh Muhammed b. Hafif'in sözleri:

İmam Ebû Abdillâh Muhammed b. Hafif'in sözleri:

İmam Ebû Abdillâh Muhammed b. Hafif, «İtikadü't-Tevhid bi İsbâti'l-Esmâi ve's-Sıfât» isimli kitabında, mukaddimesinin sonunda şunları söylemiştir:
Muhacirin ve Ensar'ın sözleri, Allah (c.c.)'nin tevhidi, Allah'ın İsimlerinin, sıfatlarının ve kaza (kader) inin marifeti hususunda tek bir söz ve apaçık bir şeriat halinde ittifak etmiştir. Onlar, bunları Resûlulah (s.a.v.)'den nakleden nesildir ki, onların naklettiği bu şeyler hakkında Peygamber, «size benim bu yoluma sarılmak düşer»(176) buyurmuştur. (Ebû Abdillâh) bu hadisi ve «yeni birşey çıkarana Allah lanet etsin»(177) hadisini zikreder ve der ki: Sahabe bu konularda hiçbir ihtilâfa düşmeden ittifak üzere olmuşlardır. -Ki onlar Allah'a hamdolsun fer'i mes'elelerde ihtilâf ettikleri gibi, hiç ihtilâf etmedikleri tevhid hükümleri, dinin asılları olan Allah'ın isimleri ve sıfatları konusunu kendilerinden almakla emrolunduğumuz kimselerdir. Eğer bu konuda ihtilâf etmiş olsalardı, diğer ihtilâfları gibi bu da bize ulaşırdı. - Öyle ki, bu itikadın doğruluğu sahabenin hem seçkinleri, hem geneli arasında tamamen yerleşmiş, onlar bunu, kendilerine ihsan ile tâbi olan tabiîne nakletmişler, onların meşhur âlimleri arasında da aynı itikadın doğruluğu karar bulmuş, âlimler bunu nesilden nesile aynen nakletmiş!erdir. Çünkü onlara göre asıldaki ihtilâf küfür idi. Hamd Allah'a mahsustur».
Sonra ben, Allah için diyorum ki, öbürleri, sahabe ve tabiînden ilk neslin mezhebine muhalefet ederek tevhidin hükümleri, Allah'ın isim ve sıfatlarının zikri konusunda ihtilâf edince, nakil ilmini bilmeyen, ilk neslin, haberleri olduğu gibi zikretme metodlarını akledemeyen hu insanlar mes'eleye daldıkça dalınca, bütün dayanakları, onların mezhebine kötü zan beslemekten dolayı uzun ve güzel söz söyleme arzusunun ortaya attığı hükümlere dayanmak, aslında gönüllerin o şekilde anlamaya yatmadığı bir takım âyetlere takılıp kalmak ve sünneti (Resûlullah'm, sahabe ve tabiinin yolunu) terk etmek olunca ve artık nevalarına uygun biçimde te'viller yapmaya başlayıp, kendi görüşlerini bu şekilde doğru göstermeye kalkınca, onların, Resûlullah (s.a.v.)'in ümmetini sakındırdığı, icabet edenlerini men edip dikkatlerini çektiği bu batıl sözlerine düşülür korkusu ile, o ilk nesli, mü'minlerin kaynağını, ilklerin yolunu ortaya çıkarma ihtiyacı duydum».
Böyle söyledikten sonra Ebû Abdillâh, Peygamber (s.a.v.)'-in, dışarı çıktığında kader konusunu tartışan bir grup görerek kızdığını zikreder, «Sizden hiçbirinizi bulmayayım...»(178)* hadisi ile «Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacak»(179) hadisini verir, çünkü der, fırka-i nâciye «onun (s.a.v.) ve ashabının üzerinde bulunduğu yoldur». Sonra da şunları söyler: Binaenaleyh ümmete, sahabenin üzerinde bulunduğu yolu kesinlikle bilmek gerekir ve bu bilgiye de, sahabeye ihsan ile tâbi olan ve sonradan çıkan mezhebleri kabul etmeyen, haberleri nakletmekle tanınan tabiîn vasıtası ile ulaşılabilir. Tabiin neslinin taşıdığı bu miras nesilden nesile, adalet (takva) ve emanetleri ile tanınmış, ümmet için leh ve aleyhlerindeki her sünneti olduğu gibi muhafaza etmiş âlimler tarafından peşpeşe aktarılmıştır.» Daha sonra der ki:
«İlk olarak söyleyeceğimiz şey, bu mes'elenin yazılış gayesi olan, Allah'ın, Kitab'ında geçen isimlerini, Peygamber (sa.v.)'in sünnetinde açıkladığı sıfatlarını, Allah'ın vasfedildiği şeyleri, bu konuda söz söyleyenlerin sözlerini, keyfiyetlerini araştırmaya kalkarak akıllarımızın verdiği hükümlere dayandırmamız caiz olmayan hususları, teslimiyet göstermekle emrolunduğumuz itikadı anmaktır». Daha sonra der ki:
«Sonra Allah, vahdâniyyetini isbat ve ulûhiyyetini ikrardan sonra bize tanınmış, şöyle ki bu hususun hak kabul edilmesinden sonra Kitab'ında bize ilk olarak O, isimlerini ve sıfatlarını zikretmiş, Peygamber (s.a.v.) de bunları kendi sözleri ile pekiştirmiş, sahabe ise ondan bunu tıpkı tevhidin ilk esasları olan ve «lâ ilahe illallah» sözünden anlaşılan prensipleri kabul ettikleri gibi kabul etmişlerdir». Daha sonra der ki: (Allah) mücmelden tafsile geçerek kendisinin «nefsi* olduğunu haber vermiş ve buyurmuştur ki: *Seni nefsim için yaptım»(180), «Allah sizi nefsinden sakındırır»(181)
Bunun doğruluğuna ve îsâ (a.s.)'m getirdiklerinin kesinliğine delil olarak da, «Sen benim nefsimdekini bilirsin, ben senin nefsin-dekini bilmem»(182) buyurmuştur. Yine buyurur ki: «Rabbiniz nefsine rahmeti yazmıştır»(183),
Peygamber (s.a.v.) de bunu kabul ve isbat etmenin doğruluğunu sünnetinde pekiştirerek der ki: «Allah azze ve celle, kim Beni nefsinde anarsa, Ben de onu nefsimde anarım, buyurur»(184). Peygamberimiz yine, «Allah nefsine (bir hah olarak) eliyle rahmetim gazabıma galip geldi, diye bir kitap yazmıştır»(185), «Nefsinin rızasınca Allah'a teşbih olsun»(186). Adem'in Musa'ya karşı hüccet getirdiği hadiste de: «Sen, Allah'ın seçtiği ve nefsi için yaptığı (yetiştirdiği) kişisin»(187) buyurulmuştur. Yani Allah bu âyetlerin zahiri ile kendisine «nefs» isbât etmiş, aynı şeyi Resûlullah da isbât etmiştir Artık Allah'ı ve Resulünü tasdik eden herkesin, Allah'ın «nefsine* dair haber verdiği şeyleri itikâd edinmesi gerekir ve bu itikâd «O'na benzer gibisi bile yoktur»(188) âyetinin zahirine dayalı olacaktır. (Yani keyfiyetlerine dalmayacağız).
Sonra der ki: Mü'minlerin gerek havassına, gerek avamına, Peygamber (s.a.v.)'e kadar âdil (takvâlı) râvilerle ulaşan senetlerle bize rivayet edilmiş olan bütün hadisleri de kabul etmek lâzımdır. Şüphesiz Allah'ın, Kitab'ında bize hükmettiği, kendim vasfettiği ve sünnette de sahih olduğuna delil bulunan şeylerden biri de Allah'ın nurunun olmasıdır. Allah buyurur ki: «Allah göklerin ve yerin nurudur». Arkasından da, « .. nûr üzerine nûr,»(189) buyurmuştur. Resûlullah (s.a.v.) de, O'na nûr nisbet ederek dua etmiş, «Sen göklerin ve yerin nurusun»(190) demiştir.» Ebû Abdillâh daha sonra Ebû Mûsâ hadisini zikreder: «O'nun hicabı (perdesi) nûr -veya nâr (ateş)-, o perdeyi açacak olsaydı, yüzünün celâl ve nuru (sübühâtı) mahlükatından basarının ulaştığı herşeyi yakardı»(191). (Ebû Abdillâh) , hadiste geçen sübühât'ın celâl ve nûr olduğunu söylemiş, bunu Halil ve Ebû Ubeyd'den nakletmiş ve demiştir ki: Abdullah b. Mes'ûd «yüzünün nuru, gökleri nurlandırmıştırdedi.
Sonra derki: «Hakkında nass bulunan hususlardan biri de, O'nun hayy (sağ, diri) olmasıdır». Sonra, «Allah, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, yegâne hayy ve yegâne kayyumdur»(192) âyeti ile «Ey Hayy, ey Kayyüm, ancak rahmetinden meded umarım»(193) hadisini zikreder. Der ki: «Allah'ın kullarına kendisini tanıttığı şeylerden biri de, celâle ve ikram'a sahip bir vech (yüz) ünün olmasıdır. Nefsini vech ile isbat etmiştir». Sonra âyetleri zikreder.
Daha sonra az önceki Ebû Mûsâ hadisini zikreder ve der ki: Bu hadiste Allah'ın vasıflarından olarak uyumadığı geçiyor, bu Kitab'ın zahirine uygundur: «O'nu ne bir dalgınlık ne uyku tutar»(194). Ayrıca nurlara sahip bir yüzü ve basar (görüş, bakış) ı olduğu geçmektedir. Kitab'ından da O'nun işitici ve görücü olduğunu biliyoruz.
Sonra Ebû Abdillâh, Allah'ın vechinin, sem'inin, basarının, olduğunu isbat eden hadisleri ve buna delâlet eden âyetleri zikr eder.
Sonra der ki: «Sonra, Allah Teâlâ mü'min kullarına kendisini, rahmeti ile yaydığı iki eli olmakla da tanıtmıştır». Sonra, bu konudaki hadisleri ve Ümeyye b. Ebî's-Salt'ın (huzur-u nebevide okunan) şiirini zikretmiştir.
Sonra, "...Cehenneme atılır, cehennem daha yok mu? der, nihayet (Allah) cehenneme ayağını kor»(195) hadisini zikreder. Buhârî'nin rivayeti böyledir. Başka bir rivayet ise «cehenneme kadem (taban) mı kor» şeklindedir.
Sonra, Müslim el - Batin' in îbn Abbas'tan rivayet ettiği, •Kürsî iki kadem (taban) ını koyduğu yerdir, Arş'ın kadrini ise ancak Allah bilir» rivayetini verir. Bizzat Müslim el-Batin'in söylediklerini, S ü d d î' nin, Vehb b. Münebbih'in ve Ebû Mâlik'in sözlerini zikreder. Bazısının «iki ayağını üzerine koyar» dediklerini anlatır.
Sonra der ki; Bütün bu rivayetler aşr-ı saadet ve tabiîn neslinden Peygamber (s.a.v.)'in sözlerine uygun olarak gerek konuşmalarında geçmek, gerek ezberlemek suretiyle rivayet edilmiş, sonra gelen önce geçen selefin sözünü reddetmemiş, onların emsali âlimlerden hiçbiri onlara karşı çıkmamış, gerek seçkinlerden, gerek genel tabakadan herkes bu rivayetleri kitaplarına geçirmiş, iş aynı minval üzere devam edip gitmiş, nihayet o ümmetin son devrelerinde, Resûlullah (s.a.v.)'in kendileri ile oturmamamızı, konuşmamamızı söyleyerek sakındırdığı, rızalarına uygun hareket etmememizi, cenazelerini teşyi etmememizi emrettiği, Allah'ın sayılarını azalttığı insanlar peydâh olmuş, onlar, bu rivayetlere maksatlı yaklaşmış, bunları teşbihe hamletmişler, bu haberlere ilişmişler, onları kıyas ve ölçülerinin hükümlerine göre anlamaya, ilk nesli hor görmeye, onlara nankörlük etmeye çalışmışlar, sahabe ve tabiîne karşı çıkmışlar, rüşdün timsali imamlara karşı çıkarak onların sözlerini reddetmişler, bu sebeble hem sapıtmış, hem doğru düzgün yoldan saptırmışlardır».
Daha sonra, (Ebû Abdillâh) îbn Abbâs' tan rivayet edilen haberleri, onun Necde el-Harûrî'ye cevabını, sonra »suret» hadisini zikreder ve bu konuda, insanların bunun te'vilindeki ihtilafına dair bir kitap yazdığını açıklar. Sonra der ki: înşaallah, sünnetin esaslarını, bizim itikâd ettiğimiz, sapıklık ehline muhalefet ettiğimiz, isbât ehli olan hadis ashabına muvafakat ettiğimiz hususlardaki ihtilâfların reddini zikredeceğiz».
Sonra imamet konusundaki ihtilâfı zikreder ve aleyhte deliller getirir. Muhâcirûn'un ve Ensar'ın (Ebû Bekir) Sıddık'ı ittifakla üstün görüp ümmetin en faziletlisi olarak kabul ettiklerini açıklar.
Sonra der ki: «Kullarının fiillerinin yaratılması konusundaki ihtilâf onların mukadderat olup olmadığı hususunda idi». Der ki: «Bizim bu konudaki görüşümüz, kulların fiillerinin mukadderat ve malûm olduğudur». Kaderin isbatına da değinir. Sonra kebâir ehli ile «esma, ve ahkâm» mes'elesine temas ile der ki: «Onlar hakkındaki görüşümüz, onların alel'ıtlak mü'min olup durumlarının Allah'a havale edileceğidir, ki isterse onlara azab eder, isterse onları affeder».
Der ki: «îmanın aslı, kulların fiillerini doğuran bir mevhibe (bağış) dir. Bu bakımdan iman temelde tasdik, ikrar ve ameldir». îmanın artıp eksilmesi konusundaki ihtilâfı da zikreder ve der ki: «Bizim (ehl-i sünnetin) görüşümüze göre iman artar ve eksilir». Der ki: «Kur'an hakkındaki ihtilâf, onun mahlûk mu, değil mi olduğu hususudur. Bizim ve imamlarımızın görüşü şu ki, Kur'ân; Allah'ın yaratılmamış kelâmıdır, Allah'ın sıfatıdır, O'ndan başladı ve hüküm olarak O'na dönecektir». Sonra rü'yet konusundaki ihtilâfı zikreder ve der ki: «Bizim ve imamlarımızın görüşü şu ki, itikadımıza göre Allah kıyamette görülecektir». Ve bunun delilini zikreder.
Sonra şunları söyler: «Allah sana rahmet etsin, bil ki ben ihtilâf hükümlerini her zaman bid'atçıların mevcut tertibine göre zikrettim ve önce akidelerle ilgili hükümleri ile işe başladım. Biz diyoruz ki: Allah azze ve celle'nin Arş'ı olduğuna, O'nun Arş'ı üzere, göklerin üstünde bütün isim ve sıfatlara sahip olarak bulunduğuna inanırız. Nitekim Allah, «Rahman Arş üzere istiva etti"(196) ve «İşi gökten yere düzenler»(197) buyurmuştur. Gökte Arş'ı üzere olduğu gibi, aynı zamanda yerdedir de demeyiz. Çünkü O, kullarının ne halde olduklarını bilir, «Sonra O'na (işler) yükselir»(198).
Daha sonra der ki: «Allah Teâlâ'nın cenneti ve cehennemi yarattığına, onların bir gün yok olmak üzere değil, ilelebet var olmak üzere yaratıldıklarına itikâd ederiz. Sonra der ki: «Peygamber (s.a. v.)'in Sidre-i Müntehâ'ya binefsihi mi'râc ettiğine inanırız». Sonra der ki: «Allah'ın iki avuç avuçlayıp şunlar cennetliktir, şunlar cehennemliktir» dediğine inanırız. Resul (s.a.v.)'in havzı olduğuna, O'nun şefaati kabul edilecek ilk şefaatçi olduğuna inanırız». Ayrıca sırat, mizan, ölüm ve maktulün rızkını tamamlayarak eceli ile öldüğünden de söz etmiştir.
Daha sonra demiştir ki: «Allah'ın her gece, gecenin son üçte biri kaldığında dünya semasına indiği, elini açarak, var mı bir isteyen...»(199)  buyurduğuna Şa'ban'ın onbeşinci gecesi ile Arafat akşamı da indiğine inanırız». Bu konudaki hadisi zikreder. Der ki: «Allah Teâlâ'-nın M û s â ile hakikaten konuştuğuna, İbrahim'i halîl (dost) edindiğine, hülle (halillik)'in fakr (ihtiyaç) olmadığına, bid'atçıların bu iddialarının geçersiz olduğuna inanırız. Allah Teâlâ'nın Muhammed'e hassaten rü'yetini lütfettiğine, O'nu İbrahim gibi dost (halil) edindiğine inanırız. Allah'ın, gaybın beş anahtarını sadece kendine mahsus kıldığına, onları Allah'tan başkasının bilmediğine itikâd ederiz. Şöyle ki: «(Kıyamet) saatinin ilmi yalnızca O'nun ka-tındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse hangi yerde öleceğini bilmez. Yegâne bilen, yegâne haberdâr olan, yalnızca Allah'tır»(200).
Mest üzerine neshetme süresinin misafir için üç, mukîm için de bir gün olduğuna, cuma ve bayram namazlarını kıldırdığı sürece zalim olsun, âdil olsun Kureyşli sultana sabredileceğine inanırız. Onlar safında cihad, kıyamet gününe kadar kalıcıdır. Her nerede cemaatle namaz kılmaya çağrı duyulursa, özür ve engel bulunmadıkça cemaate gitmenin vacip, teravih namazının ise sünnet olduğuna inanırız. Yine şehadet ederiz ki, kasden namazı terkeden kâfirdir. Şehadet ve beraet mes'elesi bid'attır*. Kıble ehlinden olup ölen kimsenin cenaze namazı şer'îdir, Peygamber sünnetidir. Allah'ın hükmü olmadıkça ne bir kimsenin cennete, ne de cehenneme gideceğini söyleriz. Dinde boş tartışma ve cidal bid'attır.
Ayrıca şuna da inanırız: Resûlullah (s.a.v.)'in ashabı arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklarda hüküm verecek olan Allah'tır. Hz. A i ş e' ye rahmet dileriz; Allah'ın rahmet ve hoşnutluğu üzerine olsun. Lâfız ve melfûz, isim ve müsemmâ hakkında konuşmak bid'attır. Yine imanın mahlûk olduğunu, ya da mahlûk olmadığını söylemek de bid'attir.
Bilesin ki, ayrıntıya girmeden sahabe ve tabiînden nakledildiği üzere Ehl-i Sünnet'in itikadını özet olarak anlattım. Çünkü görüşlerini güzel bir şekilde anlatan diyanet ehli şeyhlerimizin görüşleri daha önce anıldı. Ancak ashabımızdan tasavvuf ehlinin, kendilerini onlara nisbet eden bir grubun sonradan uydurduğu şeyleri söz konusu etmek istedim. Çünkü geçmişteki o insanların bu grubun uydurduklarına cevap verecek durumları yok ve bu yol, onların uydurdukları şeylerin üstündedir.
Sonunda sözü şu noktaya getirir-. Muhammed b. Cerir e t -Taberî'nin «et-Tabsîr» adını verdiği bir kitabında okudum. Taberi bu kitabını Taberistan halkı için yazmış. Taberistan halkı arasında anlaşmazlık çıkmış ve T a b e r i' den kendi inanç ve düşüncelerini yazmasını istemişler. Kitabında Allah'ın görülmesi konusunu da ele almış, bu konudaki görüş ayrılıklarını ortaya koymuş ve bir grubun, Allah'ın hem dünyada, hem de âhirette görüleceğini söylediğini de belirtmiştir.
Taberî adı geçen kitabında hiçbir ayırım yapmaksızın tasavvuf ehlinin tamamının bu görüşte olduğunu belirtmektedir. Ancak Taberi bu yargıya varırken, tasavvuf ehlinden samimî kimselerin görüşünü bilmediği ortaya çıkmaktadır. Tasavvuf ehline bunu nisbet ederken, kaynağı, Abdülvâhid b. Zeyd'in yeğenidir. Onlardan samimî olanların yanında Abdülvâhid b. Zeyd'in değerini Allah bilir, artık yeğeninin ne gibi bir değeri olur ki... Bir gruba mensup birinin sapması, o grubun tamamına mal edilemez; nasıl ki bir fakih veya muhaddisin sapması bütün fukaha ve hadis ehline mal edilemezse. Ayrıca tasavvuf ehlinin kendilerine özgü kelime ve bilgilerinin olduğunu bilmelisin. Sözcüklerini, kendi aralarında geçerli olan rumuz ve işaretleri de konular doğrultusunda kullanırlar. Onların bu yönlerini iyi bilmeyen-, hangi sözcükle neyi kasdettiklerini anlamayan, eli boş döner.
Sonra «rü'yet» sözcüğünü kayıtlı kullanışlarına dikkat çekerek şöyle der: Çoğu zaman Allah'ı gördüm, dediler. Meselâ C a' f e r b. Muhammed'e: Allah'a ibadet ettiğin zaman O'nu gördün mü? diye sorumuş, evet O'nu gördüm-, sonra kendisine ibadet ettim, demiştir. Soran kişi: O'nu nasıl gördün? diye sorunca da şu karşılığı vermiştir: Gözler O'nu, maddeyi gördüğü gibi görmez, (ben kendisini bu şekilde görmedim), fakat bununla yakın imanı gerçekleştirerek kalble görmeyi kastediyorum. Ca'fer b. Muhammed sonra şöyle dedi: Ama O, Kitab'ında haber verdiği ve Peygamberinin zikrettiği üzere âhirette görülecektir.
Bizim ve imamlarımızın görüşü budur. Aramızdaki cahillerle kalın kafalılar başka şeyler söyleyebilirler (onlar bizi bağlamaz)
Şuna da inanırız ki; Allah, mü'minlere birbirlerinin kanlarını, mallarını ve namuslarını haram kılmıştır. Bu konu, Veda Haccı'nda dile getirilmiştir. Her kim, mü'minlere haram kılman bir şeyi helâl etme gücüne sahip olduğunu ve Allah makamına yükselebileceğini ileri sürerse, o kâfirdir. Kişinin ilim ve ibadeti hangi derecede olursa olsun, böyle bir yetkiye sahip değildir. Ancak zor durumda kalmış kişi için durum farklıdır. Bazı haramlar bu durumdaki kişiye mubah olur. Allah'ın haram kıldığını helâl kılan, dinden çıkmıştır.
İnandığımız hususlardan biri de; Allah hakkında «Aşk» kelimesinin kullanılmayacağıdır. Çünkü böyle bir kelime ne dini nasslar-da kullanılmıştır, ne de kelimenin lügat anlamı buna uygundur. Bu nedenle Allah hakkında bu sözcüğü kullanmak, en azından bid'at ve sapıklıktır. Bu konuda Allah'ın zikrettiği «sevmek» sözcüğü yeterlidir.
Ayrıca şuna da inanıyoruz ki; Allah, görülen şeylere hulul etmez. O, isim ve sıfatlarında tek olup yaratıklarından ayrı ve Arş'ı üzerinde istiva etmiştir. Kur'an da, O'nun kelâmı olup okunduğu, öğretildiği ve ezberlendiğinde mahlûk değildir. Yine inanırız ki; Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'i dost (halil), Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)'i de dost (halil), ve sevgili (habib) edinmiştir. Mutezilenin ileri sürdüğü; «dostluk (hülle), fakirlik ve ihtiyaç ifade eder» iddialarının aksine, Allah her ikisini dost edinmiştir.
Dostluk ve sevgi (hülle ve muhabbet) Allah'ın iki sıfatıdır ve Allah onlarla muttasıftır. O'nun sıfatları nasıllık ve benzetme çerçevesine girmez. Yaratılmışların sevgi ve dostluk sıfatları hakkında ise, nasıllık geçerlidir. Allah'ın sıfatları ise, bilgide malûm ve tanımda mevcutturlar; ancak onlar için benzetme söz konusu değildir. Buna inanmak vâcibtir, ama onlar hakkında nasıllık söz konusu değildir.
Allah'ın kazanç, ticaret ve sanatı helâl; aldatma ve haksızlığı haram kıldığına inanırız. Kazanmanın haram olduğunu söyleyen sapıktır, saptırıcıdır ve bid'atçıdır. Çünkü fesat çıkarma, haksızlık ve aldatmanın ticaret ve san'atla bir ilgisi yoktur. Allah ve Resulü fesat çıkarmayı haram kılmıştır, kazanç ve ticareti değil. Kazanmak ve ticaret yapmak Kur'an ve sünnetle kıyamete kadar caizdir. Şuna inanırız ki, Allah helâl yemeyi emredip sonra da ona varma yollarını bütün yönlerden kapatmaz. İnsanlardan neyi yapmalarını istemişse, o şey kıyamete kadar geçerlidir. Her kim yeryüzünde helâl yolların tükeneceğine ve insanların haram yollarda bocalayacağına inanırsa, o sapık bir bid'atçıdır. Belki helâl yollar bazı yerlerde az,bazılarında çok olabilir, ama bu yolların tümden yok olması mümkün değildir.
İnandığımız hususlardan biri de şudur: düğümüz kimseyi kazancı, malı ve yiyeceği Böyle birinin yemeğini yemek ve kendisiyle dir. Söylediklerini araştırmak bize düşmez, sorarsa, bu caizdir. Ancak malına haksızlık
Tavırlarını güzel gör-konusunda suçlamayız, alış-veriş yapmak caiz-Biri temkin yönünden karışmışsa o başka.
Ancak bir kimsenin malına haranı karışmışsa, o zaman Hz. E b û B e k i r' in kölesine sorması örneğinde olduğu gibi sormak ve sakınmak gerekir. Birinin helâl mallarının dışında başka malı da bulunup bunlar birbirine karışmışsa, artık onun malına ne helâl, ne de-haram gözüyle bakılır; bu şüpheli mala girer. Kim böyle bir durumda sorar ve sakınırsa, dinini korumuş olur. Nitekim Hz. Ebû Bekir böyle yapmıştı. Ibn Mes'ûd ve Selmân-ı Fârisi'ye göre ise, böyle birinin yemeği yenir ve sorumluluk mal sahibine ait olur. İnsanlar tabaka tabakadır ve din de kolaylıktır.
Şuna da inanırız ki; kişi hayatta kaldığı sürece kendisi için korku da vardır, umut da. Her kim «emniyeti» iddia ederse, o Allah'ı ve Allah'ın kendisi hakkında haber verdiğini tanımamaktadır: «Allah'ın tuzağından (kurtulacaklarına) emin mi oldular? Ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın tuzağından emin olmaz»(201). Emin olduğunu iddia edenin tutarsızlığım başka bir yerde anlattım.
Şuna da inanırız ki; kişi ne kadar akıllı ve bilgili olursa olsun, kulluk görevleri üzerinden düşmez. Gücü yettiği görevlerle sorumluluğu devam eder. Çünkü peygamberler, sıddıklar, şehit ve salih kimselerin üzerinden bile kulluk sorumlulukları düşmemiştir.
Kulluk yükümlülüklerinden kurtulup hürriyet fezasına ulaştığını; Allah'ın ibadetle ilgili emirlerinin artık kendisi için geçerli olmadığını savunan, kuşkusuz kâfirdir. Ancak delirmiş, ya da iyiyi kötüden ayırt edemeyecek derecede bunamışsa o başka. Yalnızca bu durumda olan kişi hakkında sorumluluk söz konusu değildir.
Kulların durumuna muttali olduğunu; -Resûlullah (s.a.v.) sözü gibi indirilmiş bir vahiy olmaksızın- Allah indindeki makam ve derecelerini bildiğini iddia eden, dinden çıkmıştır. Yine -Allah'ın ya da Resulünün sözünden bir vahiy bulunmaksızın- insanların nereye varacağını; ne üzere öleceklerini ve amellerinin sonucunun ne olacağını bildiğini iddia eden, Allah'ın gazabına uğramıştır. Açıkladığımız hususlar çerçevesinde «firâset» haktır Ancak şu sergilediğimiz konuların firasetle bir ilgisi yoktur. Her kim Allah'ın sıfatlarının kendi sıfatlarında ortaya çıktığını ve Allah'ın azamet, tevfik ve hidayetinden hiç söz etmeden Allah'ın ezelî sıfatlarının kendisinde göründüğünü söylerse, lâhûtiliğe ve ittihada inanmış bir hulûlcüdür. Böyle bir inanış hiç şüphesiz küfürdür.
Bütün ruhların yaratılmış olduğuna da inanırız. Her kim yaratılmış olmadıklarını ileri sürerse, sözü, Nasturî Hıristiyanların Hz. î s â Hakkında söylediklerine benzer ve bu Yüce Allah hakkında bir küfürdür. Yine her kim Allah'ın tüm sıfatlarının, ya da bir bölümünün bir kula hulul ettiğini ileri sürerse, küfre girmiş olur. Kur'-an da Allah kelâmı olup ne yaratılmıştır, ne de bir yaratılmışa hulul etmiştir. O nasıl okunur ve ezberlenirse, Allah (c.c.Vın sıfatıdır. Ders, tedris edilen; okumak da okunan değildir. Çünkü Allah, bütün sıfat ve isimleriyle mahlûk değildir. Bunun aksini söyleyen, kâfirdir.
Kur'ân'm bestelenerek okunmasının bid'at ve sapıklık olduğuna da inanırız.
«Kasideler» de bid'attir. Hükmü açısından ise, iki kısma ayrılırlar: Güzel olanları, Allah'ın nimetlerini sıralayan, salih ve muttaki kişilerin vasıflarını anlatanlarıdır. Bu tür kasideler caizdir. Ancak bunlarla uğraşmayıp Allah'ı zikretmek, Kur'an ve ilim öğrenmek daha iyidir. Görülen maddî şeylerin ve yaratılmışların niteliklerini Allah hakkında anlatmayı içerenleri ise küfürdür. Yine Allah hakkında bu tür şarkı ve rubailer de küfürdür. Dinî bakımdan müzik eşliğinde raksedip oynamak ve raksedenlerin vasıflarını sayıp dökmek fâsıklıktır. Eğlenmek için bunları yapmak ise, lehviyat ve oyundur.
Sanatçılar arasında geçerli olduğu üzere, zikir amacıyla notalı kaside ve rubailer dinlemek haramdır. Ancak tevhidin hükümlerini, Allah'ın isim ve sıfatlarını bilen ve bu hususta Allah'a izafe edilmesi mümkün olan ile, O'nun şanına yakışmayanı birbirinden ayırt edebilen açısından durum, şu âyette anlatılan gibidir: »Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar akl-ı selim sahipleridir"(202)'.
Bu hususu bilmeden ve doğrusunu yanlışından ayırmadan söylenenlerin hepsini, Allah hakkında söylendiği inancıyla dinlemek kuşkuşuz küfürdür. Çeşitli sözler derleyip onları Allah'a izafe ederek dinlemek, ancak Allah'ın zikri, nimetleri ve yaratıklara ait nitelikleri ayırdetme ve Allah'ın niteliklerini bilen açısından caizdir. Hattâ bunu terketmek de daha iyi ve ihtiyata uygundur. Bu hususta ilke, bunun bid'at oluşudur. Şarkı ve rubaileri dinlemek, fitneye düşmekten emin olunamayan bir durum olup bid'attir. Muttalibî, Mâlik, Sevrî, Yezid b. Harun, Ahmed b. Hanbel ve îs-hak bu tür şeylere karşı çıkmışlardır. Bu âlimlere uymak, dini bilmeyenlere uymaktan daha hayırlıdır. Diğerlerinin ihlâslı kimseler yanında isimleri bile söz konusu edilmez.
Bişr b. el-Hâris'e şöyle dendiğini duydum: «Senin ashabın, «kaside» denilen şeyler çıkardılar». O, «ne gibi?» diye sorunca dediler ki: «Sabret ey nefs, ta ki Celil'in yurdunda karar kılasın» türünden sözler. Bişr: Güzel! Bu tür şeyleri oturup dinleyenler nerdeler» dedi. Bağdat'ta dedim. -Kendisinden başka ilâh bulunmayana yemin ederim ki- yalan söylüyorlar. Bu tür şeyleri dinleyenler Bağdat'ta oturmaz, dedi.
Ebû Abdillâh dedi ki: Bizim dediğimiz -ki imamlarımızın görüşü de budur-: Fakir kişi ihtiyacı olduğu halde sabreder ve Allah kendisine bir kapı açıncaya kadar dilenmezse, kendisi için daha hayırlıdır. Ama sabredemezse, Resûlullah (s.a.v.)'in: «Sizden biriniz ipini alıp...»(203) hadisine göre dilenmesi hayırlıdır. Ayrıca deriz ki: Kişinin çalışıp kazanmaktan uzak durması caiz değildir. Ancak insanların elindekinden müstağni olması, iffetli olması ve benzeri şartlar mevcutsa o başka. Kişinin sağlığı yerinde olduğu halde dilenmeyi meslek hâline getirmek kötü bir şeydir.
Ayrıca deriz ki: Şarkı ve lehviyatı dinleyenin durumu. Peygamber (s.a.v.)'in şu hadisindeki durumdur: «Şarkı, kalbte nifakın yeşermesine sebep olur»(204). Bu durumdaki kişi küfre varmasa bile kuşkusuz fıska girmiş olur.
Bizim burada söyleyeceğimiz, imamlarımızın söylediğidir: Dinde boş tartışmayı ve imanın mahlûk olduğunu, ya da olmadığını söylemeyi bırakmak gerekir. Peygamber (s.a.v.)'in, görevini yapan bir aracı olduğunu ve kendilerine gelen şeylerin ise, Peygamber (s.a.v.) '-in getirdiklerinden üstün olduğunu söyleyen küfre girmiş olur. Yine Allah'la arada her türlü vasıtayı reddeden (peygamberlerin aracılığına ihtiyaç yoktur, herkes direkt olarak Allah'tan alır diyen) küfre girmiştir.  (Ebû Abdillâh'ın sözleri burada bitti).


Dip Notlar:
176) Ebû Dâvüd, Sünnet, 5; Tirmizi, İlim, 16; tbn Mâce, Mukaddime, 6
177) Bu hadis Medine hakkında varid olan hadis olsa gerek. Bkz. Buharı, İ'tisâm, 5, 6, Medine, 1; Müslim, Hac, 467-469
178) Ebû Davûd, Sünnet, 5; Tirmizî, İlim, 10; İbn Mâce, Mukaddime, 2
179) Ebû Dâvûd, Sünnet, 1; Tirmizi, îman, 18
180) 20 Tâhâ, 41
181) 3 Âl-i îmran, 28, 30
182) 5 Mâide, 116
183) 6 En'âm, 54
184) Buharı, Tevhid, 150; Tirmizî, Duâ, 132
185) Buhârî, Tevhid; 15, 55; Müslim, Tevbe, 14, 16
186) Müslim, Zikir, 79; Ebû Dâvûd, Vitir, 24; Tirmizî, Daavât, 103
187) Buhârî, Tefsir, 20/1
188) 42 Şurâ, II
189) 24 Nûr, 35
190) Buhârî, Teheccûd, 1; Daavât, 9; Müslim, Müsâfirin, 199
191) Müslim, İman, 293, 194; îbn Mâce, Mukaddime, 13
192) 2 Bakara, 255
193) Tirmizî, Daavât, 92; Nesâî, Sehv, 58; İbn Hanbel, III/158, 245
194) 2 Bakara, 255
195) Buhârî, Tevhid, 7; Müslim, Cennet, 38; Dârimi, Nikâh, 122
196) 20 Tâhâ, 5
197) 32 Secde, 5
198) 32 Secde, 5
199) Buhârî, Teheccüd, 14; Müslim, Müsâfirin, 168-170; Ebû Dâvûd. Sünnet, 21
200) 31 Lokman, 34
* Şehadetle, Şiilerin ezanda «eşhedü enne Aliyyen veliyyullah» demeleri kastediliyor olmalıdır. «Beraet» ile neyin kastedildiği ise kapalıdır. Çünkü Şiilerin muhtelif fırkalarında «beraet» dairesi farklılıklar arzetmektedir. Kimileri bu kelimeyle; nübüvveti Hz. Ali'ye değil de Hz. Muhammed'e getirmesi sebebiyle «Cebrail'den beri olmayı» kasdederken; kimileri, hilâfeti Hz. Ali'ye değil de Hz, Ebû Bekir'e vermeleri sebebiyle «Benû Sakife'de toplanan ashaptan beri olmayı» kasteder. Kimileri de, ilk üç halifeden beri olmayı kasteder v.s.
201) 7 A'râf, 99
202) 39 Zumer 18
203) Buharı, Zekât, 50; îbn Mâce, Zekât, 25
204) Aclüni, Keşfu'l-Hafâ, H/80


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol