Kur'an ve Sünnet
   
 
  Selefin yolu ve halefin yolu :

Selefin yolu ve halefin yolu :

Bu konuda onlardan ve onların söylediklerinden söz etmek bu fetvanın hacmini kat kat aşar. Araştırıcılar bunu bilirler. Bunlara göre, sonra gelenlerin, seleften daha bilge olmaları olası birşey değildir. Nitekim selefin kadrini bilmeyen, hatta Allah'ı, Resulünü ve O'na iman edenleri emredildiği üzere hakkıyla tanımayan bazı kalın kafalılar, «Selefin yolu daha selâmetli, halefin yolu daha bilgece ve hikmetlidir» diyorlar. Her ne kadar kimi âlimler bu sözü söylemekle bazan doğru bir mânâ kasdetmiş olabilirlerse de bu söz, genelde selefi, Allah'ı ve Resulünü lâyık şekilde tanımayan kalın kafalıların dilinde bu bozuk anlamı taşımaktadır.

Yani haleften şu filozofların ve felsefe yolunu izleyenlerin yolunu ve metodunu, selefin yoluna üstün tutan bu bid'atçılar, selefin yolunu Kur'an'ın ve hadisin salt lâfızlarına inanmak, anlamlarını kavrayamamak olduğunu sandıkları, selefi Allah'ın haklarında «onlardan (ehl-i kitabtan) bazı ümmiler vardır ki kitabı bilmezler, sadece bazı kuruntular taşırlar»(12) buyurduğu ehl-i kitâb ümmîleri gibi kabul ettikleri, halefin yolunu ise, çeşitli mecaz ve dil oyunlarına kapılarak naslann hakikatlerinden uzak mânalar çıkarmak olduğunu vehmettikleri için bu sözü söylüyorlar.
İşte onları bu sözü söylemeye iten şey, bu bozuk zanları ve vehimleridir. Bu sözün özü, İslâm'ı önemsememek demektir. Böylece selerin yoluna iftira etmiş, halefin yolunu doğru saydıkları için sapıtmışlar; selefe iftira ettikleri için onların yolunu bilmediklerini sergilerlerken, halefin yolunu doğrulamakla hem cehaletlerini, hem de sapıklıklarını kanıtlamışlardır.

Bütün bunların sebebi, kâfir yoldaşlarıyla ortak yanları olan bozuk şüpheleri sebebiyle, gerçekte naslann işaret ettiği herhangi bir sıfatın bulunmadığına inanmış olmalarıdır. Aslında tunlar sıfatların olmadığına inanmakta, dolayısıyla da naslann mutlaka ifade ettiği bir mânanın olması kaçınılmaz hale gelmektedir. Lafza inanıp mânayı Allah'a havale etme yolu ile -ki selefin yolu dedikleri yol budur- bir tür zorakilikle lâfızları başka mânalara yormak yolu -ki halefin yolu dedikleri yol da budur- arasında tereddütte kaldılar, bu bâtıl ikilem, aklî fesad ile nakli inkârdan müteşekkil bir tenakuza dönüştü. Çünkü sıfatlan nefyederken tüm dayar.aklan apaçık şeyler sandıkları ve aslında şüphelerden ibaret olan akli hususlardı. Nakli ise tahrif edip söylenenleri yerlerinden oynattılar.

Böylece nazariyeleri yalancı ve inkarcı iki önermeye dayalı olunca, sonuç olarak ortaya İslâm'da öne geçen ilk müslümanları câhil ve saf görmeleri, onların avam tabakadan temiz insanlar mesabesinde olup Allah bilgisinin hakikatlerinde derini eşmemiş, ilm-i ilâhînin inceliklerine ermemiş ümmi bir topluluk olduklarını sanmaları, faziletli halefin ise bütün bu hususlarda bayrağı hedefe diktiklerini zannetmeleri durumunu çıkardı.
Gerçekten de insan bu sözü düşünürse, son derece bilgisizce ve hatta sapık bir söz olduğunu görür. Sonradan gelen bu insanlar, hele hele şu halef denince, din konusunda sık sık sarsıntılar geçiren, Allah bilgisi ile aralarında kalın perdeler bulunan, düştükleri hâle, sonuçta nereye vardıklarına vâkıf olan bir zâtın, haklarında:
Ömrüme yemin olsun ki, bütün ilim yuvalarını dolaştım, medreselere göz gezdirdim,
Elini çenesine dayamış düşünen, pişmanlıktan dizini dövenlerden başkasını görmedim, dediği kelâmcılar.
Bu beyitleri kendilerine temsil getiren, veya yazdıkları kitaplarda benzeri beyitler kaleme alan -ki onların ileri gelenlerinden birisi :
Aklın attığı adımların sonu bukağılara dolanmaktır, âlimlerin
bu konuya çok dalması sapıtmaktır.
Ruhlarımız bedenlerimizden ayrı, bir yalnızlık içinde, dünyada
elimize geçen azâb ve vebal,
Ömür boyu çalıştık birşey elde etmedik, toplaya toplaya  'dediler ve denildikleri topladık.
demektedir- ve kendi sözleriyle kendi aleyhlerine itiraflarda bulunan Kelâmcılar, (bu zât sözünü şöyle bitiriyor) «kelâmı ve felsefi metodları düşündüm, onların herhangi bir hastaya şifâ verdiğini, içenlerin susuzluğunu giderdiğini görmedim. En kısa yolun Kur'an'ın yolu olduğunu gördüm, meselâ isbât âyetleri olarak "Rahman Arş'a istiva etti»(13), *Güzel söz O'na yükselir»(14) âyetlerini, nefy âyetleri olarak da: 'O'na denk gibisi dahi yoktur»(15), «Bilgice O'nu kavrayamazlar» (16) âyetlerini oku. Benim geçirdiğim bu tecrübeyi aynen geçiren, benim sonunda anladığımı anlar»-, diyen kelâmcılar, içlerinden bir diğerinin, «derin bir denize dalmış, meğer İslâm ehlini ve ilimlerini terketmişim, beni nehyettikleri konulara dalmışım. Şimdi eğer Rabbim bana rahmetiyle yetişmezse, halimiz haraptır. Bakın ben anamın itikadı üzere ölüyorum» dediği kelâmcılar, bir diğerinin de: «Ölüm anında en çok şüphesi olan insanlar kelâmcılardır» dediği kelâmcılar, işte selefe muhalefet eden ve iş hakikate bindiği zaman yanlarında Allah bilgisine dair bir gerçek ve marifetullaha dair bir haber bulunmadığı anlaşılan, bu konuda bir kaynağa ve esere dayanmadıkları belli olan kelâmcılar, bu perdeli, fazilette aşağı, eksik, geriden gelen, şaşkın ve şaşırmış kelâmcılar, nasıl olur da öne geçen ilk müslümanlar olan Muhacir ve Ensâr'dan, onlara ihsan ile tabi olan peygamber varislerinden, resullerin takipçilerinden, hidâyet sancaklarından, karanlıkların lâmbalarından, Kitab'ı ayakta tutan ve Kitab ile ayakta duranlardan, Kitab'ın bahsettikleri ve Kitab ile konuşanlardan, kendilerine Allah'ın verdiği ilim ve hikmet ile, değil kitabsız ümmetlere, kitablı ümmetlere bile üstün duruma geçen, marifetlerin gerçeğine, hakikatlerin içyüzlerine vâkıf olan, başka herkesin bildiği onların bildiğiyle yanyana getirilse, karşılaştırma yapmak isteyen kimsenin utanacağı ölçüde ilmi genişlik ve derinliğe sahip olanlardan nasıl bilge ve hakim olabilirler. Allah'ı, isimlerini, sıfatlarını nasıl daha iyi bilebilir, zâtı ve âyetleri hakkında nasıl daha hikmetli olabilirler?
Evet bu ümmetin en hayırlı nesilleri nasıl olur da ilim ve hikmette (Kur'an ve Sünnet'te) ve özellikle Allah'ı, isimlerinin ve âyetlerinin hükümlerini bilmede, kendilerine nisbetle ufak tefek olanlardan daha eksik olabilirler? Ya da felsefecilerin yavruları, Hintlilerin ve Yunanlıların tabileri, mecûsîlerin, müşriklerin, yahudî, hıristiyan, sâbii ve benzeri sapıklık ehlinin varisleri, peygamberlerin varislerinden, Kur'an ve iman ehlinden daha iyi bilebilir Allah'ı?
Bu girişi şunun için yaptım; bunları kafalarına iyice yerleştirenler, hidayet yolunun nerede olduğunu anlar, birçok müteahhir zâta dalâlet ve hayretin Allah'ın kitabını arkalarına atmaları, Allah'ın Muhammed (s.a.v.) ile yolladığı açık âyetlerden ve hidayetten yüz çevirmeleri, ilk müslümanların ve tabiînin yolunu aramayı terkedip, Allah'ı tanıyamadıkları, kendi itirafları ile, ümmetin şehâdeti ile, başka birçok delil ve işaret ile malûm olan kişilerin ilimlerine talib olmaları sebebiyle arız olduğunu anlar. Belli bir kişiyi kasdetmiyorum, bütün amacım hem bunların, hem onların hakikatini ortaya koymak ve genel bir karşılaştırma yapmaktır.
Durum bu olunca, bakalım işte Allah'ın kitabı başından sonuna kadar, işte Resulünün (s.a.v.) sünneti başından sonuna kadar, işte sahabenin ve tabiînin tüm sözleri başından sonuna kadar, işte imamların sözleri... Bunların hepsi, baştan sona gerek zahirleri ve gerekse nasları ile delâlet etmektedir ki, Allah Sübhânehû ve Teâlâ en üstün yücedir, herşeyin üstündedir. Nitekim buyurur ki: «Güzel söz O'na çıkar, iyi amel onu yükseltir»(17), «Ey İsâ, seni vefat ettireceğim ve bana yükselteceğim»(18), «Gökte olanın sizi yere batırmayacağından emin misiniz»(19), "Yoksa siz gökte olanın üzerinize taş yağdıran bir fırtına göndermeyeceğinden emin misiniz»(20), 'Aksine Allah onu kendine yükseltmiştir»(21), «Melekler ve Rûh O'na yükselir»(22), «Allah işini gökten yere düzenler, sonra O'na yükselir»(23), «Üstlerinden, Rablerinden korkarlar»(24), «Sonra Arşa istiva etti»(25) -ki bu âyet altı yerde geçer-, «Rahman Arş'a istiva etti»(26), «Fir'avn dedi: Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap ki sebebler elde edeyim, yani göklerin yollarına erişeyim de Musa'nın ilâhına çıkıp bakayım. Çünkü ben onun yalan söylediğini sanıyorum»(27), «O hikmet sahibi, çok övülen (Allah)'tan indiril-mistir»(28), «Rabbinden hak ile indirilmiştir»(29).
Daha bunlar gibi, saymakta bile güçlük çekeceğimiz nice âyet var. Aynı şekilde, burada sayması çok zor olan nice sahih ve hasen hadisler vardır. Meselâ Resul (s.a.v.)'in Rabbine mi'rac olayı, meleklerin Allah katından inip O'na çıkması kıssası, melekler hakkında aranızda gece gündüz nöbetleşe görev yapıp, gece görev yapanların Rablerine yükselip, daha iyi bildiği halde onlara sizi sorması hadisi böyledir.
Hâriciler hakkındaki sahih hadislerde de, «Gökte olanın emini olduğum halde, bana güvenmeyecek misiniz, bana göğün haberleri sabah akşam gelir»(30), Ebû Dâvûd ve başkasının rivayet ettiği Rukye hadisinde: «Ey gökte olan Allah, ey Rabbimiz, ismin mukaddestir, emrin ve işin gökte ve yerdedir, rahmetin göktedir, onu yere lütfet, günahımızı, hatâlarımızı bağışla, Sen iyilerin Rabbi, rahmetinden bir rahmet indir, bu ağrıya şifalarından bir şifa indir»(31) buyurmuştur. Resûlullah (s.a.v.), «sizden birinizin veya bir kardeşinizin bir şikâyeti olursa «Ey gökte olan Rabbimiz...» desin şeklinde beyanda bulunmuştur.
Ev'âl hadisindeki sözleri de böyledir: «Arş onun (denizin), Allah da Arş'ın üstündedir ve ne halde olduğunuzu bilir»(32). Sahih hadiste cariyeye söyledikleri de ayni: «Allah nerede?» buyurdular, câriye: «gökte* dedi, «ben kimim?» buyurdular, "Sen Allah'ın resulüsün» dedi, bunun üzerine, onu âzâd et, çünkü mümindir, buyurdular(33).
Sahih hadisteki: «Allah mahlûkatı yaratınca Arş'ın üstünde yanına konulmuş bir kitaba 'rahmetim gazabımı geçti' yazmıştır»(34) sözleri ile ruhun kabzı hadisindeki «nihayet Allah'ın bulunduğu göğe yükseltilir»(35) sözü de böyledir.
Abdullah b. Revaha'nın Peygamber (s.a.v.)'in önünde söylediği ve Peygamberimizin takrir ettiği şu sözü de;
Şehadet ederim ki Allah'ın va'di haktır ve cehennem kâfirlerin barınağıdır.
Arş su üzerinde durmaktadır ve Arş'ın üstünde âlemlerin Rabbi vardır.
Ümeyye b. Ebî -Salt es-Sakafî' nin kendisi ve başkası tarafından Resûlullah huzurunda okunan ve Resûlullah'm güzel bulup «şiiri iman etti, kalbi kâfir idi» buyurduğu beyitleri de böyledir. Ümeyye der ki:
Allah'ı yücelttiler, ki O bu yüceltmeye ehildir. Rabbimiz göktedir, büyüktür O.
İnsanları aşan en yüksek yapıdadır. Ve gök üstünde bir şerir (divan) kurmuştur.
Uzun bir şerir ki, gözlerin bakışı ona ulaşamaz, berisinde şekil şekil melekler görülür.
Müsned'teki bir hadiste geçen şu sözü de böyledir: "Allah haya sahibidir, yüce ve cömerttir, kul kendisine el açtığı, ellerini göğe kaldırdığı zaman, onu elini boş çevirmekten haya eder»(36). Şu sözü de öyle: «Ellerini göğe uzatır ve.- Yâ rab, yâ rab der»(37). Böyle daha nice sözleri vardır ki, sayısını ancak Allah bilir. Bütün bu sözleri, Resûlullah (s.a.v.)'in Allah'tan dini tebliğ eden o peygamberin, Allah sübhânehû'nün arş üzere ve göğün üstünde olduğu itikadını, davet ettiği ümmetine bildirdiği hususunda zarurî ilimlerin en zarurisi olarak yakini bir bilgi ifade eden lâfzi ve manevî mütevâtirlerin başta gelenlerindendir. Aynı zamanda Allah, şeytanların fıtratını değiştirdiği kişiler dışında, diğer arap ve acem bütün milletleri hem cahiliyye, hem İslâm çağlarında bu fıtrat üzere, yani Allah'ın gökte olduğu düşüncesi üzere yaratmıştır.
Selefin bu konudaki sözleri de, bir araya toplandığında yüzlerce veya binlerce sayfa tutacak kadar çoktur.
Sonra ne Allah'ın kitabında, ne Resûlullah (s.a.v.)'in sünnetinde ve ne de bu ümmetin selefinden gelen nakillerde, yan' ne sahabenin, ne onlara ihsan ile tâbi olanların, ne ihtilâf ve nevaların çoğaldığı çağa yetişen imamların sözlerinde, bu esaslara ne nas olarak, ne zahir olarak ters düşen tek bir harf dahi yoktur.
Onlardan hiçbiri: «Allah gökte değildir», «Arş üzere değildir», «Zâtıyla her yerde mevcuttur», «O'nun açısından bütün mekânlar aynıdır», «Ne âlemin içindedir, ne dışında», «Ne muttasıl (bitişik), ne munfasıl (ayrı) dır», «O'na parmak vesaire ile hissi işarette bulunulmaz» dememiştir. Aksine Câbir b. Abdillah' tan gelen sahih hadiste Resûlullah, Arafat gününde, o büyük hutbesini verdikleri zaman, hazır bulundukları en büyük topluluk içerisinde, «tebliğ ettim mi?» buyuruyor, sahabe de, «evet» diyorlardı. Bunun üzerine parmağını göğe kaldırıyor, sonra onlara çeviriyor(38) ve  Allah'ım şahit ol» buyuruyor, bunu defalarca tekrar ediyordu(39). Onun bu tür göğe işaretleri çoktur.

Dip Notlar:
12 ) 7 Bakara, 78
13 )  20 Tâhâ, 5                                         
14 ) 35 Fatır.  10       
15 )   42 Sûra, 11
16)   20 Tâhâ, 110
17 )  35 Fâtır, 10 21 4 Nisa, 158
18 )  3 Âl-i imran, 55 22 70 Meâric, 4
19 )  67 Mülk, 17 23 32 Secde, 5
20 )  67 Mülk, 17
24 )  16 Nahl, 50
25 )  7 A'raf 54; 10 Yunus 3; 13 Ra'd 2; 25 Furkan 59; 32 Secde 4; 57 Hadid 4
26 )  20 Tâhâ, 5 27 40 Mü'min 36-37 28 41 Fussilet, 42 29 6 En'am, 114
30 )  Buhârî, Meğazî, 61; Müslim, Zekât, 144
31 )  Ebû Dâvûd, Tib, İbn Hanbel, VI/21
       ibn Teymiye Külliyatı: V — F. : 2
32 )  Ebu Dâvüd, Sünnet 18; İbn Mâce Mukaddime, 13; İbn Hanbel. 1/206. Bu hadîs için, İbn Teymiye Külliyâtı, 3/167, 168'ln dipnotuna bkz.
33 )  Müslim, Mesâcid, 33; Ebu Dâvûd, Salat, 167
34 )  Buharî, Tevhid, 55; Müslim, Tevbe, 14-16
35 )  îbn Mâce, Zühd, 31; îbn Hanbel. 11/364, VI/140
36 )  Tirmizi, Daavât, 104; Ebu Dâvûd, Vitr, 23 (Salat, 358); İbn Hanbel, V/438, VI/314
37 )  Müslim, Zekât, 65; Tirmizî, Tefsir Sûre, 2, 36
38 )  Resûlullah (s.a.v.) bunu, Allah'ı onlara karşı kendisine şahit 1 utmak için yapıyordu. (el-Hattâbî ö. 388 hicri) Meâlimü's-Sünen, (Ebu Dâvûd şerhi). Ebû Dâvüd, 11/462, dipnot/l.
39 )  Hadis için bkz: Ebu Dâvûd, Menâsik, 56; îbn Mâce, Menâsik, 84.


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol