Kur'an ve Sünnet
   
 
  Allah'ın beraberliğinin anlamı:

Allah'ın beraberliğinin anlamı:

Nassların birbirleriyle çatıştığı sanılmamalıdır. Meselâ: Kur'-an ve sünnet'te Allah'ın Arş'ın üzerinde olduğuna dair nasslara "Nerede olsanız o sizinle beraberdir»(259) âyetiyle, Peygamber (s.a.v.)'-in: «Sizden biriniz namaza kalktığında Allah ön cephededir» hadisinin birbiriyle çeliştiğini ve buna benzer şeyleri söyleyenin bu tür iddiaları yanlıştır.
Çünkü yüce Allah hakikat üzere bizimle beraberdir ve yine hakikat üzere Arş'ın üzerindedir. Nitekim yüce Allah bu iki durumu şu âyette bir araya getirmiştir. «O'dur ki gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattı, sonra Arş'a istiva etti. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir, Allah yaptıklarınızı görmektedir»(260)
Yüce Allah bu âyette, kendisinin Arş'ın üzerinde olduğunu, her-şeyi bildiğini ve nerede olursak olalım bizimle beraber olduğunu haber vermektedir. Nitekim Peygamber (s.a.v.) de Ev'âl hadisende şöyle buyurmaktadır: "Allah Arş'ın üzerindedir ve sizin ne üzere olduğuzu bilir».
Çünkü «beraber» kelimesi kayıtsız söylendiğinde bitişiklik, ya da sağında veya solunda olma zorunluluğu olmaksızın mutlak beraberlik ifade eder. Ancak herhangi bir anlamla kayıtlanacak olursa, o zaman kendisinden o mâna anlaşılır. Meselâ şöyle denilir: Ay veya yıldızla beraber yürümeye devam ettik. Yine bir kimsenin eşyası başının üzerinde bile olsa, «eşyam benimle beraberdir» der.
O halde Allah hakikat üzere kullarıyla beraberdir, hem de hakikat üzere Arş'ının üzerindedir.
Ayrıca bu «beraberlik», yerine göre değişik hükümlere tâbidir. Meselâ: «... Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görmektedir»(261) âyetinde hitabın zahiri, buradaki beraberliğin hükmü ve gereği; Allah'ın size muttali olduğu, yaptıklarınızı yakinen bildiği ve size egemen olduğu şeklindedir. Selefin: «Allah ilmiyle onlarla beraberdir» sözlerinin anlamı budur. Buradaki hitabın zahiri ve hakikati da budur.
Yine, «Göklerde ve yerde olanları, Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişi gizli konuşsa mutlaka dördüncüleri O'dur. Beş kişi gizli konuşsa mutlaka altıncıları O'dur. Bundan az, bundan çok da olsalar, nerede bulunsalar, mutlaka O, onlarla beraberdir Sonra kıyamet günü, onlara yaptıklarını haber verir. Çünkü Allah, herşeyi bilendir(262) âyetindeki beraberlik de bu anlamdadır.
Peygamber (s.a.v.) mağara arkadaşına: «Üzülme, Allah bizimle beraberdir»(263) derken, buradaki beraberlik de gerçek olup zahiri üzeredir ve karine, buradaki beraberliğin; durumlarına muttali olma, onları destekleme anlamında olduğuna delâlet etmektedir.
Allah Teâlâ'nın: «Çünkü Allah, (azabından) korunanlarla ve iyilik edenlerle beraberdir»(264) sözü ile Hz. Mûsâ ve Harun'a söylediği: «Korkmayın ben sizinle beraberim, işitiyorum ve görüyorum»(265), sözü de bu anlamdadır. Burada beraberlik, zahiri üzeredir ve buralarda da yardım ve destek anlamındadır.
Meselâ avludaki bir çocuğun yanına, korktuğu biri gelir ve çocuk ağlamaya başlarsa, damdaki babası ona seslenerek: «Korkma, seninle beraberim», ya da «Ben burdayım, yanındayım» gibi şeyler söyler. Böylece durumun ifade ettiği hoşlanılmayanı defetmeyi gerektiren beraberliğe dikkat çeker. O halde beraberliğin anlamı ile, beraberliğin gereği arasında fark vardır. Hattâ bazen gereği anlamına dahil olur. Böylece «beraberlik», yerine göre başka anlamlar ifade eder.
-Beraberlik» kelimesi, Kur'an ve Sünnet'te birçok yerlerde zikredilmektedir ve yerine göre kendisiyle farklı anlamlar kastedilmiştir. Ya yerine göre farklı işaretler arzetmektedir, ya da -Her zikredildiği yerin ayn bir özelliği olmakla birlikte - zikredildiği yerlerin hepsinde bir ortak paydaya işaret etmektedir. Buna göre her iki durumda da beraberliğin gereği; Allah'ın zatının yaratıklarla karışmış bir halde olmasını ifade etmiyor ki, zahiri anlamından başka bir anlama kullanıldığını söyleyebilsin.
Bazı yönlerden «rubûbiyet» ve «ubudiyet» kelimeleri de buna benzer. Bu kelimeler, her ne kadar rubûbiyet ve ubudiyet kelimelerinin temel anlamlarında ortak iseler de, «Âlemlerin Rabbine, Mûsâ ve Harun'un Rabbine...»(266) buyurulduğunda Mûsâ ve Harun hakkında kullanılan rubûbiyet, bütün halk hakkında kullanılan genel rubûbiyete ilâve olarak özel bir anlam da ifade etmektedir. Çünkü Allah, başkasına göre kendisine daha fazla kemâl verdiği kimseyi başkasından daha çok eğitmiş ve terbiye vermiştir.
Yine yüce Allah'ın: «Bir kaynak ki Allah'ın kulları ondan içerler, (istedikleri yere de) fışkırtarak akıtırlar»(267) sözü ile «Eksiklikten uzaktır o (Allah) ki kulunu geceleyin yürüttü...(268) sözü de böyledir.
«Abd-Kul» kelimesiyle bazen kul olan kasdedilir. Ve bununla bütün kullar ifade edilir. Meselâ: «Göklerde ve yerde bulunan Rahman'a kul olarak gelecektir»(269) âyetinde bu anlamda kullanılmıştır.
Bazen de bu kelimeyle abid kişi kastedilir ve özel bir anlam kazanır. Ayrıca abid kişilerin abidlik derecesi de kişilerde farklı farklıdır. Kimin kulluğu ilim ve hal olarak daha mükemmel ise, ubudiyeti de daha mükemmeldir. Böylece kendisi hakkında «abidlik» daha mükemmel olur. Ama bununla birlikte «kul» kelimesi kullanıldığı bütün yerlerde hakikati üzere kullanılmıştır.
Kendileriyle neyin kastedildiğine dair dinleyicinin şüpheye düşmesi sebebiyle bu tür kelimelere bazıları «müşekkike» adını verirler. Bu kelimeler, mutavati (değişik müsemmalarda kullanılan isimler) midir, yoksa lâfızları yönünden ortak olan (müşterek) lâfızlar mıdır? Muhakkikler bilirler ki onlar, mutavati isimler dışında değiller. Çünkü dili vaz'eden, lâfızları, müsemmalar arasındaki müşterek miktarı hesaba katarak koymuştur. Müşekkik lâfızlar, her ne kadar mutavati lâfızların özel bir bölümü ise de, onları hususi bir lâfızda zikretmekte sakınca yoktur.
«Beraberlik»in varlıkların bütün türlerine izafe edildiğini, -meselâ rubûbiyetin izafesi de böyledir- bir şeye istivanın Arş'a hâs olmadığını ve Allah'ın ulüvv (yükseklik) ve hakiki fevkiyet (üstte olma) ile tavsif edilip ne hakikat üzere, ne de mecaz olarak asla aşağılık ve tahtaniyet (altta olma) ile nitelenemeyeceğini bilen, tahrife sapmaksızın Kur'ân'ı da üzerinde bulunduğu şey üzere bilir.
Allah'ın gökte olmasının, göğün Allah'ı kuşattığı ve O'nu içine aldığı anlamında olduğunu vehmeden -eğer bunu başkasından naklettiğini söylüyorsa- yalancıdır. Rabbi hakkında buna inanan kişi sapıktır. Biz Kur'an'ın lâfzından bunu anlayan bir kimseyi duymadık ve böyle bir şeyi geçmiş âlimlerden nakleden birini görmedik. Eğer diğer müslümanlara: Allah'ın ve Peygamberinin «Allah göktedir» sözlerinden, göğün Allah'ı kapsadığını mı anlıyorsunuz? diye sorulsa, onlardan her biri; duraksamadan: «Belki de hiçbir zaman böyle bir şey aklıma gelmiş değildir» diyecektir.
Durum böyle olunca, lâfzın zahirinin muhal olup insanlar tarafından anlaşılmadığını ve lâfzı te'vil etmek gerektiğini söylemek, mes'eleyi zorlamadan başka birşey değildir. Aksine, halkın gözünde «Allah göktedir» ve «Allah Arş'm üzerindedir» sözleri aynı anlamdadır. Çünkü «gök» kelimesiyle yükseklik kastedilir. Yani Allah yukarılardadır, aşağıda değil. Yine müslümanlar biliyor ki, Allah Teâlâ'nın Kürsisi gökleri ve yeri kuşatmıştır ve Kürsî Arş'ta, bir çöle atılmış bir halka mesabesindedir. Arş da, Allah'ın yaratıklarından olup Allah'ın kudret ve azametiyle bir ilgisi yoktur. Şimdi bütün bunlardan sonra kişi, bir yaratığın Allah'ı kapsayıp  ihata ettiğini nasıl vehmedebilir? Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: «...Ve sizi hurma dallarına asacağım»(270). «İşte yeryüzünde gezin...»(271). Âyetlerin (orijinallerinde geçen) «fi» edatı, «ala» anlamındadır. Bu, hakikat üzere arapça bir ifade olup mecaz değildir. Edatların anlamlarını hakkıyla bilenler bunu da iyi bilirler. Edatların anlamları genelde mutavati kelimelerdir, müşterek değildirler.
Peygamber (s.a.v.)'in: «Sizden biriniz namaza kalktığında Allah ön cephesindedir. Bu sebeble ön tarafa tükürmesin» hadisi de böyledir; zahiri üzere haktır. Allah sübhânehu ve teâlâ Arş'ın üzerindedir ve namaz kılanın ön cephesindedir. Hatta bu vasıf yaratıkları için de geçerlidir.
Çünkü insan şayet göğe, ya da güneş ve aya münâcatta bulunsa; gök, güneş ve ay hem yukarısında, hem de önündedir
Peygamber (s.a.v.) bunu örnek olarak da vermiştir. -En yüce mesel Allah'ındır. Fakat örnek vermekten gayesi, bunun caiz ve mümkün olduğunu açıklamaktır; yaratıcıyı yaratılmışa benzetmek değildir-. Sözkonusu hadisinde Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: »Sizden her biriniz Rabbini, yalnız görecek». Bu arada Ebû Rezîn el-Ukaylî: Ya Resulullah, bu nasıl olur? Allah tektir biz ise büyük bir topluluğuz? diye sordu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: «Bunun bir benzerini, Allah'ın yaratıklarından sonra örnek vereceğim. Şu Ay'a bak, hepiniz yalnız başınıza onu görüyorsunuz. Oysa Ay, Allah'ın âyetlerinden biridir ve Allah en büyüktür» (Ya da Peygamber (s.a.v.) buna benzer bir şey söyledi). Yine şöyle buyurmuştur: «Güneş ve Ay'ı gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz»(272). Peygamber (s.a.v.) görülen, görülene benzemese de, bu hadiste görmeyi görmeye benzetmektedir. Kıyamet günü mü'minler Rablerini görüp O'na münâcatta bulunduklarında, onlardan her biri, güneş ve Ay'ı gördüğü gibi Rabbini yukarısında ve karşısında görecektir. Bunda bir çelişki yoktur.
Bilesin ki müteahhirlerden bazıları: Selefin görüşü, bu lâfızlarla zahirlerinin kastedilmediğine inanmakla birlikte, onlarda anlatılanları kabul etmektir, derler. Aslında bu söz *mücmel»dir. Çünkü, zahirleri kasdedilmiyor derken, «zahirleri» kelimesiyle insanların niteliklerini ve sonradan meydana gelmişlerin vasıflarını kastediyor olabilir. Meselâ: -Allah'ın, namaz kılanın ön cephesinde olmasıyla,namaz kılanın önündeki duvarda yer etmiş olması, ya da «Allah bizimle beraberdir» sözünün zahiriyle, Allah'ın zatıyla yanımızda olduğunun kastedilmesi gibi ifadelerle bu anlamların kastedilmediğin de şüphe yoktur.
Selefin görüşü, bunların kastedilmediğidir diyen, anlam yönüyle isabet etmiştir, ama âyet ve hadislerin zahirlerinin anlamlarının bu olduğunu kayıtsız olarak söylemekten dolayı da hata etmektedir. Çünkü birkaç yerde belirttiğimiz gibi, bu imkân dışı olan anlamı, nassların dış anlamı değildir. Ama bu mümteni olan anlamın, bazı kimselerce anlaşıldığı noktasından hareketle böyle deniliyorsa, kişi bunu ıtlakı üzere söylemekten dolayı mazur karşılanabilir.
Çünkü zahir ve bâtın, kişilerin durumlarının farklılığına göre farklılık arz edebilir nisbi hususlardandır. Ama bu konuda takip edilecek en güzel yol, nasların zahirlerinin bu olduğuna inananlara, zahirlerinin bu olmadığını açıklamaktır. Ta ki Allah'ın ve Rasulu'nun sözlerine hem lafız, hem de anlam yönünden haklarını vermiş olsun.
Seleften nakil yapan kişi eğer: Selefe göre bu nasların zahiri kastedilmektedir derken, bu âyet ve hadislerden anlaşılan ve Allah'ın celâl ve azametine uygun düşüp yaratıkların vasıflarına has olmayan, aksine Allah hakkında vacib, ya da hem zihinde, hem de hariçte caiz bulunan şeylerin kastedilmediğini söylüyorsa, seleften yaptığı nakilde hatâ etmektedir, ya da bilerek yalan söylemektedir. Seleften herhangi birinin bile Allah'ın Arş'm üzerinde olmadığına veya duymasının, işitmesinin ve hakikat üzere elinin bulunmadığına dair bir sözünü nakleden asla yoktur.
Bu anlamı selefe nisbet eden ve te'vil ehlinin takip ettikleri yolun hakikatte selefin yolu olduğunu -yani her iki grubun da, bu âyet ve hadislerin Allah'ın sıfatlarına delâlet etmedikleri konusunda ittifak ettiklerini söyleyen bazı kimselere - şahit oldum. Ne var ki selef, onları te'vil etmekten kaçınmış, halef ise, ortaya çıkan zorunluluktan ve maslahatı te'vilde bulduklarından dolayı onları te'vil etmişlerdir. Diyorlar ki: Aralarındaki fark sadece müteahhirinin, te'ville neyin kastedildiğini tayin etmeleri, selefin ise, başka bir te'vilinin de bulunmasının caiz olması sebebiyle tayine yanaşmamalarıdır.
Kayıt altına almaksızın mutlak olarak ileri sürülen bu görüş, selef hakkında bir uydurmadan ibarettir. Sıfatların birçoğu hakkında kesin olarak uydurmadır. Meselâ, Allah'ın Arş'm üzerinde olduğu mes'elesi böyledir. Seleften nakledilenleri -ki biz burada bunların onda birini bile nakletmiş değiliz- inceleyen, zorunlu olarak bilir ki, selef, Allah'ın hakikat üzere Arş'm üzerinde olduğunu açık açık söylüyorlardı. Onlar hiçbir zaman bunun aksini söylemiş değillerdir. Onlardan bir çoğu, birçok sıfat hakkında bu şekilde açık beyanda bulunmuştur.
Ben, tam bir araştırma ve imkânlarımın ulaştığı ölçüde selefin sözlerini inceleyip okudum ve onlardan hiçbirinin, ne açık bir şekilde, ne de karine yoluyla haberi sıfatları reddettiğine şahit olmadım. Aksine, benim müşahede ettiğim; sözlerinden bir çoğunun ya nas olarak, ya da zahir olarak bu sıfatların cinsini ikrara delâlet ettiği şeklindedir. Bununla onların her birinden, her sıfat hakkında sözlerinin bulunduğunu söylemek istemiyorum, ama benim müşahedem, genel olarak onların bu sıfatların cinsini kabul ettikleridir. Onlardan herhangi birinin, bu sıfatlan reddettiğini görmedim.
Onlar teşbihi reddediyor ve Allah'ı yaratıklarına' benzeten Müşebbihe'ye karşı çıktıkları gibi, sıfatları reddedenlere de karşı çıkıyorlar. Meselâ, Buhâri'nin hocası Nuaym b. Hammâd el-Huzâî şöyle demektedir: Allah'ı yaratıklarına benzeten de, Allah'ın kendisini onlarla vasıflandırdığı sıfatlarını inkâr eden de küfre girmiştir. Ayrıca Allah'ın kendisini onunla vasıfladığı ve Resulünün vasıfladığı şey teşbih değildir.
Sıfatlan isbat etmeksizin teşbihi reddetme konusunda aşın giden birini gördüklerinde de; bu muattıladan bir cehmîdir, diyorlardı. Sözleri arasında böyle bir ifadeye çokça rastlanır. Cehmîlerle Mu-tezililer, -yalan ve iftira olarak- bu güne kadar sıfatlardan birşey kabul edene rastladıklarında, onu Müşebbihe olarak isimlendirirler. Hattâ onlardan öyle aşın gidenler olmuştur ki, bunlar peygamberleri bile Müşebbihe olmakla itham ederler. Cehmiyenin ileri gelenlerinden S ü m â m e tbnü'l-Eşres şöyle demektedir. Peygamberlerden üçü Müşebbih edendir. Hz. Mûsâ böyledir. Çünkü o: «Bu (iş), senin imtihanındandır»(273) demiştir. Hz. îsâ da böyledir. Çünkü o: «Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde olanı bilmem»(274) demiştir. Yine Muhammed (s.a.v.) de Müşebbih edendir. Çünkü o: «Rabbimiz iner» demiştir. Hatta Mutezilenin pek çoğu İmam Mâlik, Sevr i, Evzâî, Şafiî, Ahmed ve bunlara tâbi olanlarla, İshak b. Râhuye, Ebû Ubeyd ve başka imamları Müşebbi-heden sayarlar.Şafiî Ebû İshak îbrâhim b. Usmân b. Dırbaş, «Tenzihu Eimmeti'ş-Şeria Ani'l-Elkabi'ş-Şeria» isminde bir eser yazmış ve bu konuda selefin görüşlerini nakletmiştir. Yine bu kitabında bid'at ehlinden her birinin, tıpkı müşriklerin Peygamber (sav)'e iftira ürünü lâkaplar taktıklarını zikreder.
Râfıziler onları Navâsıb diye isimlendirirken Kaderiyye, Mücbire olarak; Mürcie, Şüpheciler olarak; Cehmiyye, Müşebbihe olarak, Kelâm ehli ise onları Haşeviyye, Nevabit, Ğusâ' ve Ğaser diye isimlendirmektedirler. Nitekim Kureyş de Peygamber (s.a.v.)'i bazen deli, bazen şair, bazen kâhin, bazen de müfteri diye isimlendiriyorlardı.
Âlimler bu durumun, Ehl-i Sünnetin gerçek mirasçı ve Peygambere hakkıyla tâbi olduklarına bir delil olduğunu söylüyorlar. Sünnet, Resûlullah Cs.a.v.) ile ashabının üzerinde bulundukları yoldur. İtikat olarak da, söz ve tavır olarak da nasıl ki Peygamberden sapanlar, doğruluğuna inanmakla birlikte bozuk itikatlarına dayanarak-Peygamberi kötü ve uydurma isimlerle isimlendiriyor idiyseler, o hayattayken de, o öldükten sonra da bâtın ve zahir olarak basiret üzere ona tâbi olanları benzeri isimlerle isimlendirilirler.
Bâtınlarıyla Peygambere uydukları halde zahirlerini ona uydurmaktan âciz kalanlar, zahirleriyle ona uyup batınlarını ona uydurmaktan âciz olanlar ve imkânları nisbetinde zahirde de, bâtında da ona uyanlar, ister-istemez onun sünnetinden sapanlar tarafından eksiklikle itham edilecek ve kınanacaklardır. Bu sapıklar, - kendi inançlarının doğruluğuna inansalar bile onları uydurma isimlerle isimlendireceklerdir. Meselâ bir Rafızî şöyle der: Ebû Bekir ile Ömer'e kin beslemeyen, A1 i' ye kin beslemektedir. Çünkü Ali'-ye dostluk, ancak onlardan uzak olmakla mümkündür. Rafızî, ayrıca -doğruluğuna inandığı ve daha çok inadının kendisini sürüklediği bu bâtıl değerlendirmesinden hareketle Ebû Bekir ve Ömer'i seveni Nâsibî diye isimlendirir.
Kaderiyeciye göre: Olayların Allah'ın iradesiyle olduğuna ve kulların fiillerini Allah'ın yarattığına inanan kimse, kullardan ihtiyar (seçme) ve kudreti selbetmiş ve onları, irade ve kudreti olmayan cansız varlıklar mesabesinde mecbur kimseler durumuna düşürmüş olur.
Cehmiyeciye göre: Allah'ın Arş'ın üzerinde olduğunu söyleyen, Allah'ın bir mekânla sınırlı olduğunu ve O'nun mürekkeb bir cisim ve yaratıklara benzediğini iddia etmiş olur.
Yine Cehmî ve Mûtezilîye göre: Allah'ın ilim ve kudretinin bu
lunduğunu söyleyen, Allah'ın mürekkeb bir cisim olduğunu iddia etmiş olur ve Müşebbihe'dendir. Çünkü bu sıfatlar arazdır ve arazlar ancak belli bir yerde bulunan cevherlerle ayakta durabilirler. Belli bir yer işgal eden ise mürekkeb bir cisim ya da tek bir cevherdir. Bunu söyleyen kimse de Müşebbihe'dendir. Çünkü cisimler birbirlerine benzerdir.
İnsanlar hakkında bu görüşleri nakledip kendisine muhalefet ettikleri akidesinden hareketle - onları yalancı isimlerle isimlendiren, Rabbiyle başbaşadır ve Allah onu gözetmeyip durmaktadır. Kötü hile, ancak onu plânlayıp düzenleyenin ayağına dolaşır.
 

Dip Notlar:
259)   57 Hadid, 4
260)   57 Hadîd, 4                                     
261)    57 Hadid, 4  
262)   58 Mücâdele, 7                                   
263)   9 Tevbe, 40
264)    16 Nahl, 128                                    
265)    20   Tâhâ,   46                                    
266)    7 A'râf,  121 - 122                             
267)   76 İnsan, 6
268)    17 îsrâ,  1
269)    19 Meryem,  93
270)    20  Tâhâ,  71
271)   16 Nahl, 36
272)    Buhârî, Mevakit, 16, 26; Ebû Dâvûd, Sünnet, 19; İbn Mâce, Cennet, 16
273)    7 A'râf, 155
274)    5 Maide, 116


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol