Kur'an ve Sünnet
   
 
  Sıfatları reddetmenin doğurduğu sonuçlar:

Sıfatları reddetmenin doğurduğu sonuçlar:

Eğer hak, Kitab ve Sünnet'ten nas veya zahir olarak anlaşılan bu ifadelerde değil de, Kitab ve Sünnet'te bu ibarelerle sabit olan sıfatları nefy ve reddeden bu insanların sözlerinde olursa, böyle farzedildiği takdirde, (sübhânellâh!) nasıl olur da Allah Teâlâ'nın, Resûlullah (s.a.v.)'in ve ümmetin en hayırlı nesillerinin durmadan nas veya zahir olarak hakkın hilâfına şeyler söyledikleri düşünülebilir? Nasıl düşünülebilir ki, bunlar itikadı vâcib olan şeylerin sırrını hiç çözmezler, nas veya zahir olarak hiçbir delâlette bulunmazlar da, İranlıların ve Bizanslıların baldırı çıplakları, yahudi, hıristiyan ve filozofların veletleri gelir de bu ümmete sahîh akideyi bina eder, her mükellefin, her faziletlinin inanması gerekeni söyleyi verirler!!
Vallahi eğer bu tekellüfçü kelâmcıların söyledikleri asıl inanılması gereken inanç olursa -ki onlar bu itikadı bilmek için sırf akıllarına dayanmışlardır-, eğer bunlar, akıllarının gerektirdiği kıyas metoduyla Kitab ve Sünnet'in nas ve zahir olarak delâlet ettiği her-şeyi de reddediyorlarsa, o zaman insanların kitabsız ve sünnetsiz olarak terk edilmeleri buna göre daha hidâyete sevkedici olur. Hattâ. Kitab'ın ve Sünnet'in varlığı dinin esâsı açısından sırf zarar demektir.
Gerçekten bunların söylediğine göre işin aslı şudur.- Ey âbidler, Allah Azze ve Celle'nin marifetini talep etmeyin, O'na lâyık olan ve olmayan sıfatları Kitab'tan, Sünnet'ten, ümmetin selefinden öğrenmeyin; aksine bizzat kendiniz düşünün ve O'na aklınızla lâyık gördüğünüz sıfatlan lâyık görün, bu sıfatların Kitab ve Sünnet'te bulunup bulunmadıkları önemli değil, O'nu aklınızla lâyık görmediğiniz sıfatlarla da vasfetmeyin!» (İşte söylemek istedikleri veya sözlerinin sonucu budur).
Bu konuda onlar iki fırkaya ayrılmışlardır: Çoğu, akılla isbât edilemeyen şeylerin reddedilmesi gerektiğini söylerler. Bazısı ise bu konuda tevakkuf edin, - ve aklınızın kıyasının reddettiği ve yeryüzünde yaşayanların hepsinden daha çok ihtilâf ettiğiniz ve mütereddid olduğunuz bu şeyleri reddedin ve anlaşamadığınız zaman onlara müracaat edin!? (Sanki Allah'a böyle dedirtmiş oluyorlar ve bu dedirtmeye şöyle devam ediyorlar:) Onlara müracaat edin, çünkü ben sizi onlarla bana kulluk edici kıldım. Şu Kitab ve Sünnet'te akıllarınızın idrâk etmediği şeyleri isbât eden veya aklî kıyasınıza aykırı olarak zikredilenleri -çoğunluğun metodu üzere bu halde olanları?!-ise biliniz ki, ben onları indirerek sizi mihnete ve sıkı bir sınava tâbi tutmak istedim. Yoksa sizin için hidâyet olsun veya hidâyeti onlardan elde edin diye değil!? Aksine kenarda köşede kalmış sözcüklere, garib sözlere, şâz lâfızlara dayanarak onları çıkartmak için bütün gücünüzü kullanın veya onların bilgisini Allah'a havâi o ederek susun. Ama ifade ettiği mânaları düşünmeden sıfatları reddederek böyle yapın diye!? İşte bu Kelâmcıların görüşleri üzere gidilirse varılacak sonuç budur, işin aslı buraya dayanmaktadır.
Benim bu söylediklerimi onlardan bir grubun anlam olarak açık bir şekilde söylediğini gördüm. Zaten böyle bir sonuç, o güruh için kaçınılmaz bir şeydir; söylediklerinden, başka bir yere varmak imkânsızdır. Söylediklerinin özü şu: Marifetullah'a Allah'ın Kitabı ile erişilemez, Resul, kendisini peygamber olarak yollayan Allah'ı öğretmek ve bildirmekten uzaktır, insanlar anlaşamadıkları zaman anlaşamadıkları şeyleri Allah'a ve Resule değil, cahiliyye devrinde sahip oldukları ilkelere, müşrik olan brahman ve filozoflar, mecûsiler ve bazı sâbiiler gibi peygamber münkirlerinin hakem kabul ettiği şeylerin benzeri kaynaklara havale edeceklerdir.
İsterse bu havale, işi tamamen içinden çıkılmaz hâle getirsin, yine böyle yapılacaktır!!!. Elbet iş içinden hiç çıkılmaz hâle gelecektir, çünkü onlardan her bir grubun hakem kabul ettiği değişik tâğutları vardır. Halbuki Allah onlara bütün bu tâğutları reddetmelerini emretmişti. Gerçekten Allah'ın şu sözü bu Kelâmcıların halini ne güzel yansıtıyor: "Baksana şunlara, kendilerinin, sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını iddia ediyorlar, bir taraftan da hakem olarak tâğutlara başvurmak istiyorlar! Oysa kendilerine tâğutu reddetmek emredilmişti. Şeytan da onları iyice saptırmak istiyor. Onlara, Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin denince, o münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün. Ya nasılmış; elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felâket gelince, hemen sana geldiler de, biz sadece iyilik olsun ve uzlaşma sağlansın istedik diye Allah'a yemin ediyorlar?»(40).
Evet gerçekten bunlar Allah'ın indirdiği Kitab'a ve Resule -ki vefatından sonra ona çağırma, sünnetine çağırmakla olur- çağrıldıkları zaman bunlardan yüz çeviriyor ve diyorlar ki: «Tuttuğumuz bu metod sayesinde daha güzel bilgi ve amel (pratik) geliştirmek, akli delillerle nakli delilleri uzlaştırmak istedik.»
Sonra, delil adını verdikleri bu şüpheli şeylerin çoğunluğunu, genellikle müşrik ve sâbii toplulukların tâğutlarından veya reddetmekle emrolundukları şu veya bu vârislerinden veya kalbleri benzediği için aynı şeyleri söyleyenlerden almaktadırlar. Allah buyuruyor ki: »Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan, tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar»(41). »İnsanlar tek bir ümmet idi. Allah, peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi, anlaşmazlığa düştükleri konuda insanlar arasında hükmetsin diye o peygamberlerle beraber gerçekleri içinde taşıyan kitabı indirdi. Oysa kendilerine kitab verilenler, kendilerine açık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah inananları izniyle, onların üzerinde ihtilâf ettiği gerçeğe iletti. Allah dilediğini doğru yola iletir»(42).
*Biz iyilik olsun, uzlaşma sağlansın istedik» şeklindeki bu sözlerinin ayrılmaz anlamı şudur: Kitab, insanlar için hidâyet olamaz. O hiçbir şeyi açıklamamaktadır; göğüslerdeki dertlere çare değildir, mes'eleyi aydınlatmıyor anlaşmazlık anında başvurulacak makam olamaz. Sözlerinden zorunlu olarak bu sonucu çıkarıyoruz. Çünkü bu tekellüfçülerin söylediği şey, «Kitab ve Sünnet ne nassı, ne de zahiri ile, inanılması vâcib olan hakka delâlet etmemektedir» sözüdür. Bir bilgiç palavracı olsa olsa bunu «hiçbir şey O'na denk olamamıştır»(43), «Ona bir adaş (denk) bilir misin!»(44) âyetlerinden çıkarabilir ama...
Aklı olan herkes bilir ki, kim kalkar da «O'na bir denk bilir misin» âyetinden Allah'ın Arş üzere olmadığını, göklerin üstünde bulunmadığı v.s. anlamını çıkarır, halka anlatırsa tövbe iflah etmez, ya bilmece bulmaca oynamaktadır, ya da karışıklık çıkartmakta, şüphe yaymaktadır, çünkü onlarla apaçık arapça ile konuşmamıştır.
Dernek ki bu sözün ayrılmaz sonucu şu: İnsanları risaletsiz olarak (onlara peygamber göndermemek) dinlerinin esasları açısından daha iyi olur, çünkü nasıl olsa peygamber gelmeden önceki kaynaklarla, geldikten sonraki kaynaklar değişmiyor. Dolayısıyla peygamberlik gelince onların körlük ve sapıklıklarını artırmaktan başka birşey yapmamış!!!
Sübhânallâh! Nasıl olmuş da peygamber ve seleften hiçbir zât, bir gün olsun çıkıp, «aman bu âyet ve hadislerin delâlet ettiği mânaları itikâd edinmeyin, kendi kıyas ve ölçülerinizin gerektirdiğine itikâd edin», veya «şöyle şöyle inanın, çünkü sizin kendi ölçü ve esaslarınız haktır (!?), Kur'an ve Sünnet'in zahiri sizinkilere ters düşerse sakın o zahire inanmayın», veya «bakın, eğer akıllarınızın kıyasına uyarsa kabullenin, yok uymazsa tevakkuf edin veya reddedin gitsin» dememiş hayret!!!
Evet Resûlullah (s.a.v.), ümmetinin 73 fırkaya ayrılacağını haber vermiş, olacakları bildirmiş ve sonra demiştir ki: «Size, iyi sarıldığınız takdirde asla sapıtmayacağınız birşey bırakıyorum. O, Allah'ın kitabıdır»(45).
Yine rivayet edildiği üzere O, fırka-i nâciyeyi 'Bugün benim ve ashabımın üzerinde bulunduğumuz yolun aynısını takib edenlerdir»(46) diye açıklamıştır.
O adamların söylediklerine göre Resûlullah: Kimi itikâdî konularda Kur'an'a veya Kur'an'ın delâletine veya Kur'an'ın mefhûmuna veya Kur'an'ın zahirine tutunursa, o kişi sapıktır» demeli değil miydi? «Hidâyet sadece, sizin akıllarınızın ölçülerine, ilk üç nesilden sonra gelen Kelâmcılarınızın ortaya attıklarına -ki bunların aslı tabiin asrının sonlarında türemeye başladı- başvurmakla elde edilir» buyurmalı değil miydi?
Sonra bu sözlerinin, yani sıfatları işlevsiz kılıcı, reddedici sözlerinin aslı, yahûdî müşrik ve sapık sâbiîlerin öğrencilerinden alınmadır. Çünkü İslâm dünyasında bu sözü, yani Allah Sübhânehû ve Teâlâ'nın hakikatte Arş üzerinde olmadığını, istivâ'nın istilâ etmek anlamına geldiği gibi sözleri ilk olarak söyleyen kişi Ca'd b. Dirhem' dir, bu sözleri ondan Cehm b. Safvân almış, açıktan savunmuş, bu sebeble Cehmiyye'nin söylediği bu sözler de ona nisbet edilmiştir.
Söylendiğine göre, Ca'd bu sözleri Ebân b. Sem'an'dan almış, Ebân, Lebid b. el-A'sam'm kız kardeşinin oğlu T â 1 û t' tan almış, Tâlût ise Peygamber (s.a.v.)'e sihir yapan yahudi Lebid b, el- A' s a m' dan almıştır.
Yine denildiğine göre Ca'd b. Dirhem, Harran ehlin-dendi, Harran ehli içinde de Ken'anlıların ve Nemrud dinine inananların kalıntıları -ki bunların sihirbazlıkları hakkında bazı müteahhirinin telifleri vardır- olan bir çok sâbiî ve filozoflar bulunuyordu.Nemrûd kral demektir ve müşrik Keldanî, sâbiî halkın krallarına bu ad verilir. Tıpkı «Kisrâ» kelimesi gibi ki, İranlıların ve mecûsî-lerin kralları bu isimle anılır. Aynen, Mısır (47) kırallarına «Fir'avun», Habeşistan kırallarına «Necâşî», Yunan kırallarına «Batlamyus», Bizans kırallarına «Kayser» demek gibi. Yani bu isimler özel isim değil, cins isimdir.
Sâbiiler o zaman, az bir kısmı hariç, şirk üzere idiler. Alimleri de filozoflardı. Ancak bazan müşrik olmayan, Allah'a ve âhiret gününe inanan mü'min bir sâbiî de olabilir. Nitekim Allah Teâlâ "Şüphesiz iman edenler, yahûdiler, Hıristiyanlar ve sâbiiler, bunlardan kim Allah'a ve âhîret gününe inanır, iyi işler yaparsa elbet onlara Rab'leri katında mükâfat vardır, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir»(48) buyurur.
Yine: «Şüphesiz inananlar, yahûdi olanlar, sâbiiler ve hıristiyan-lardan Allah'a ve âhiret gününe inanıp, salih amel işleyenlerin ecirleri Rablerinin katındadır. Onlar için artık korku yoktur ve üzülmeyeceklerdir»(49) buyurulmuştur.
Fakat sâbiîlerin birçoğu veya çoğunluğu kâfir ve müşriktirler. Nitekim yahûdîlerin ve hıristiyanların da birçoğu tebdil ve tahrifleri sebebiyle kâfir veya müşrik idiler, yıldızlara tapıyorlar, yıldızların heykellerini dikiyorlardı.
Bunlardan Rab konusunda inkarcı olanlar, O'nun sadece selbî (olumsuz), izafî veya hem selbî hem izafî sıfatlara sahip olduğu görüşündedirler.  İbrahim   (a.s.)  bunlara gönderilmiştir. Mes'ele-ye bu açıdan bakılırsa, C a ' d' m o sözlerini bu filozof sâbiilerden almış olduğu ortaya çıkar.
Ebû Nasrel-Fârâbîde Harran'da kalmış, bütün felsefesini sâbii filozoflardan almıştır. Cehm de aynı felsefeyi almıştır. Bunu îmam Ahmed ve başkası zikretmiştir. îmam Ahmed Sümenîler adı verilen bazı Hind filozofları ile yaptığı tartışmaları anlatırken bundan da söz etmiştir. Sümenîler duyusal bilgiler (maddî ilimler) dışında kalan bütün ilimleri inkâr eden bir topluluktur, işte Cehm' in yahûdilere, sâbiilere(50) ve müşriklere dayanan kültür silsilesi budur. Sapık filozoflar, ya sâbiilerden veya müşriklerden çıkmıştır.
Sonra Rûm ve Yunan kitapları ikinci yüzyılın sonlarında arap-çaya çevrilince belâ arttı, Şeytan tarafından sapıkların kalblerine daha önce atılanlara bir yenisi eklendi. Şeytan bu sapıkların kalblerine, onların benzerleri (olan yahûdî, hıristiyan v.s.) nin kalbine attığını atmıştı.
Hicrî 3. yüzyılın sonlarına doğru da, selefin Bişr b. Ğıyâs e 1 -Müreysî ve güruhu sebebiyle «Cehmî sözler» adını verdikleri bu sözler yaygınlık kazandı. Mâlik, Süfyan b. Uyeyne, İbnü'l-Mübârek, Ebû Yûsuf, Şafiî, Ahmed, İshâk, Fuzayl b. Iyâz, Bişr el-Hafî gibi imamlar bunları daima yermişler, sapık olduklarını sık sık tekrar etmişlerdir.
İnsanların ellerinde bugün mevcud olan şu te'viller, yanı Ebü Bekr b. Fûrek'in Kitâbü't-Te'vilât»'ında zikrettiği, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ömer er-Râzi'nin «Te'sisü't-Takdîs» adını verdiği kitabında zikrettiği te'villerin çoğunluğu ile, bu zatlardan başka Ebû Alî el-Cübbâi, Abdülcebbâr b. Ahmed el-Hemedânî, Ebu'l-Huseyn el-Basri, Ebu'1-Vefâ b. Akü, Ebû Hâmid el-Gazzâlî gibi birçok zatın kitaplarında, sözlerinde yer yer geçen bazı te'villerle tamamen aynıdır. Gerçi bu zatlardan bazısının sözleri arasında te'vilin red ve ibtal edildiğine de rastlıyoruz, bazı konularda güzel şeyler de söylemişlerdir.
Ben sadece onların te'vil ettiği şeylerin, Bişr b. el-Müreysî'-nin te'villeri ile aynı olduğunu açıklıyorum. Bu söylediğime, Buhâri zamanında yaşamış meşhur imamlardan biri olan Osman b. Said ed-Dârimî'nin yazdığı «Kitâbü'r-Redd»i de delildir. Bu kitabım yazmış ve adım (Yalancı inatçının tevhid konusunda Allah'a ettiği iftiraya Osman b. Saîd'in cevabı, anlamında) «Reddü Osman b. Saîd alâ'1-Kâzibi'l-Anîd Fimefterâ alâ'llâhi fi't-Tevhîd» olarak belirlemişti. Bu kitabında, yapılan bu te'villeri Bişr el-Müreysî'den olduğu gibi aktarmıştır. O ifadelerden anlaşılmaktadır ki, Bişr el -Müreysî, bu te'viller kendilerine, kendisi ve başkası aracılığı ile ulaşan şu müteahhir kişilerden daha sistemli imiş, nakliyyâtı ve akliyyâtı daha iyi biliyormuş. Sonra da Osman b. Said bunları öyle güzel reddediyor ki, akıllı ve zeki bir insan onun bu reddiyesini okursa selefin yolunun hakikatim anlar, onların yolunun haklılığı ve delilli olduğu, onlara muhalefet edenlerin yolunun delilden yoksun bulunduğu gözleri önüne serilir.
Ayrıca hidâyet önderleri olan imamların, Müreysîlerin yerilmesinde icmâ ettiklerini, hattâ çoğunluğunun onları kâfir veya sapık saydıklarını görür ve şu müteahhirînin sözlerine sirayet etmiş olan «te'vil etme» görüşünün Müreysi'nin metodunun aynısı olduğunu bilirse, hidâyeti gözü önünde bulacaktır. Elbette bu, Allah'ın hidâyetini murad ettiği kişiler için söz konusudur. La havle ve lâ kuvvete illâ billâh.
Bu fetva, bu konuda daha geniş açıklama yapmaya elvermiyor. Ben sadece işin ilkelerine işaret etmekle yetiniyorum. Akıllı olan harekete geçip düşünür.


Dip Notlar:
40 ) 4 Nisa, 60-62
41 ) 4 Nisa, 65
42 ) 2 Bakara, 213
43 ) 112 ihlâs, 4
44 ) 19 Meryem, 65
45 ) Tirmizi, Menâkib, 32


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol