Yusuf el-Kardavi
TEKFİRDE AŞIRILIK
Kainatın yaratıcısı olan Allah'a hamd ü senalar, Hz. Rasulullah'a, onun âline, ashabına ve ümmetine salat ve selam olsun.
İslam aleminin tanınmış ve ehliyetli bir alimi olan Üstad Yusuf el-Kardavî'nin, dünyanın çeşitli bölgelerindeki Müslümanlar arasında derin bir yara ve bulaşıcı bir hastalık halinde yayılmış olan "Tekfir Olayı" hakkında yazmış olduğu ilmî, seviyeli, insaf eksenli ve taassubtan uzak eserini sizlere sunmakla kendimizi bahtiyar addediyoruz.
Şüphesiz bu kitap ve bu kitabın konusunu işleyen kitaplar oldukça önemli ve yararlı bilgiler verdikleri halde piyasada fazla bulunmamaktadır. Şüphesiz bu hastalık senelerdir İslam toplumunun ve İslam toplumundaki cemaatlerin içini, kalbini ve ciğerini kemiren bir kurt gibidir. Müslüman cemaatlerin sayısı gün geçtikçe arttığı halde, İslami hizmetler beklenen seviyeye gelememektedir. Yine İslami cemaatlerin, vakıfların ve kuruluşların fazlalaşması karşısında, İslam’a karşı olan kurum ve kuruluşların geri sayması, güç kaybına uğraması gerekirken, ne yazık ki durum tam tersine olmakta, yani İslam’i kurum ve kuruluşların fazlalaşması, İslami hizmetlerin dağılıp parçalanmasına, müslümanların güçlerinin darmadağınık halde azalmasına yol açmaktadır. Mesela ülkemizdeki "başörtü sorunu", seksenli yıllardan farklı bir mecrada değildir. Halbuki ülkemizde bulunan yüzlerce cemaatin, bu konuda hakim güce sosyal baskı yaparak bu sorunu çoktan çözmüş olmaları gerekirdi.
Düşündürücü olan şudur: Biz niçin yaptırım gücü yüksek bir kuvvete sahip olamıyoruz? Evet, kendimizi sorgulamamız gerekiyor. İslami cemaatler ve cemiyetler birbirlerine çevirdikleri eleştiri oklarını kendi nefislerine ve gruplarına çevirmelidir.
Kanaatimizce bizim bu durumda olmamızın en büyük sebebi, bütün cemaatlerde ve onların fertlerinde değişik miktar ve dozlarda bulunan "Tekfir" hastalığıdır. İslami cemaatlerin mensupları birbirlerini acımasızca tenkit etmekle kalmayıp, sonucu tekfir olan çeşitli basamakları aşmaya devam ediyorlar, birbirlerini bir takım ithamlarla, lakaplarla yerin dibine batırmaya çalışıyorlar. Hakim düzeni savunan ve yönetici kadrolara yakın olan cemaatler, egemen güçler gayr-ı İslami gayelere hizmet de etseler, onlara karşı çıkan fertleri ve cemaatleri "cihad" adı altında anarşistlik yapan, kamuoyunun huzurunu bozan, yabancı devletler hesabına çalışan ve asayişi yok eden "fitneciler" olarak görmekte ve her fırsatta bu şekilde itham etmektedirler. Buna karşı, hakim güçlerin gayr-ı İslami, baskıcı ve dayatmacı uygulamalarına karşı çıkan gruplar ve cemaatler de onları korkak, menfaatçi, statükocu, riyakar ve hatta münafık olarak görüyorlar.
Şimdi böyle bir durumda İslami hizmetlerin başarıya ulaşması mümkün müdür? Elbette ki hayır! Öyleyse biz evvela bu sorunu çözmeliyiz. İslami cemaatleri ve onlara mensup olan fertleri barıştırmalıyız. Birbirimize yönelttiğimiz tenkit ve küfür oklarını hepimize düşmanlık yapan güçlere yöneltmeliyiz. Kafir ve müşrik topluluklara yönelttiğimiz hoşgörülü, müsamahakar bakışımızı müslümanlara çevirmeliyiz. Her fırsatta İslam'a ve Kur'an'a darbe vuranlara yönelttiğimiz sevgi ve şefkatimizi birbirimize yöneltmeliyiz. Kucağımızı birbirimize açmalıyız, çiçeklerimizi birbirimize sunmalıyız, selamlarımızı birbirimize vermeliyiz. Nitekim Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Muhammed, Allah'ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar da kafirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametlidirler…"
"O, "dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri etti (bir şeriat kıldı)."
"Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin. Ve Allah'tan korkup sakının; umulur ki bağışlanırsınız. Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da kadınlarla (alay etmesin) belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinizi yadırgayıp, küçük düşürmeyin ve birbirinizi olmadık-kötü lakaplarla çağırmayın..."
Bu manada ayetler ve hadisler sayılmayacak kadar çoktur. Hepsi de şunu ifade etmektedirler: Ey müminler, hepiniz küfre karşı birleşiniz, birbirinizle uğraşmayınız. Çünkü siz birbirinizin kardeşisiniz. Kafirler ise her fırsatta size düşmanlık yapanlardır!..
Ülkemizde de "tekfir sorunu" zaman zaman hortlamaktadır. Ancak hiçbir zaman tekfir tohumlan İslami cemaat mensuplarının kalplerinden sökülüp dışarı atılmamıştır. Davet yolunda aceleciliğin ve acizliğin belirtisi olan ve Îslam düşmanları tarafından "içimize atılan ve böylece İslami cemaatlerin birbirine karşı kışkırtılmasına sebep olan "tekfir" tehlikesi, daha da acı sonuçlar vermeden eleştiriye tabi tutulmalıdır. Bu amaçla ülkemizde bulunan bu hastalığa bir merhem sürmek için Dr. Yusuf Kardavi'nin elinizdeki kitapçığının tercümesi önemli bir katkıdır. İnşallah bu çalışma, tenkitle başlayan, kavgayla devam eden ve öldürme ile sonuçlanan bu tekfir sorununu çözme yolunda az da olsa bir yarar sağlayacaktır. Rabbim aramızı düzeltsin, sahip olduğumuz azımsanamaz kuvvetimizi birleştirsin.
Burada sözümüzü üç hadisle bitiriyoruz:
"Rasul-i Ekrem (sahabilere):
"Sizce pehlivanlık nedir" diye sordu. Onlar da
"Adamların güreşte yenemedikleri kimsedir" dediler. Rasul-i Ekrem bunun üzerine şöyle buyurdu:
"Hayır, gerçek pehlivanlık, kızgınlık anında nefsine hakim olmaktır."
Rasulullah (s.a.s.) bîr kudsi hadiste şöyle buyurmuştur;
"Allahu Teala buyuruyor ki: Allah benim, Rahman benim, rahmi yarattım, onu kendi ismimden türettim. Bundan dolayı kim akrabalık haklarını gözetirse, ben de ona rahmet ederim. Bunu gözetmeyenlerden de rahmetimi keserim."
"Mü'minler, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede, lütuf ve şefkatlerinde bir vücud gibidirler. O vücuddan bir uzuv şikayette bulunursa, cesedin diğer uzuvları da uykusuz kalmak ve ızdırabını duymak suretiyle o uzva iştirak eder."
İslam aleminde faaliyet gösteren bütün fertlere ve cemaatlere şu ayet-i kerime'yi de hatırlatmada fayda mülaha ediyoruz.
"Allah'a ve Rasulüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin. Yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız da gücünüz gider. Sabredin, şüphesiz Allah {c.c.) sabredenlerle beraberdir."
Bütün hamdler Allah'a mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yardım diler, O'na istiğfar eder ve nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüklerinden O'na sığınırız. Şüphesiz Allah (c.c.) kime hidayet verirse, kimse onu saptıramaz. Alîah kimi saptırırsa, kimse ona hidayet veremez. Şahadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur, O tektir ve O'nun şeriki yoktur. Yine şahadet ederim ki Hz. Muhammed muhakkak onun kulu ve Rasulüdür.
Mısır'da Abdunnasır devriminin gerçekleştiği dönemde, İhvan-ı Müslimin Cemaati'nin başından geçen üçüncü musibetten sonra hapishanelerden ve zindanlardan çıkan bazı kardeşler beni ziyaret ettiklerinde senelerdir beni meşgul eden tekfir sorunu yeniden gündeme girdi. Bu kardeşler tutuklanan ve hapishanelerde bulunan müslümanların ve otoriteyi elinde bulunduran güçlerin en çok meşgul oldukları konunun bu sorun olduğunu haber verdiler. Dikkat edin bu, tekfir vakıası veya tekfirde aşırılığa gitme hadisesidir. Öyle ki, çoğu yeni yetişmiş ve davet yolunda henüz toy olan gençler bu aşırı fikirde o hadde vardılar ki, inanç ve düşüncede kardeşleri olan ve bela ve işkencelerde kendilerine ortak olan kişilerle, hatta davet ve hareketteki üstadlarıyla beraber namaz kılmaktan kaçınmaya başladılar.
Bu aşırılığın sebebini arayan araştırmacı bunun tutuklanan ve zindanlara konanların maruz kaldığı, hiçbir din, hiçbir ahlak, hiçbir kanun ve hiçbir insanlık duygusuyla bağdaşmayan vahşi muamelelerde saklı olduğunu anlamakta güçlük çekmez.
Gerçekten de bu suçsuz gençler evlerinden alınıp işkence bodrumlarına götürüldüler ve insanın dayanamayacağı acılara maruz bırakıldılar. Şüphesiz bu hakim güçler, bedenlere eziyet etmede, insanların değerini küçültmede, akılları istihfaf etmede, şahsiyeti kırmada ve insaniyeti küçük düşürmede, kalemin tasvir etmeye aciz kaldığı ve aklın tasavvurunda durduğu şekilde uzmanlaştılar...
Şimdi soruyoruz; bütün bunlar niçin yapıldı? Şüphesiz bu gençler -en azından kendi açılarından- "Rabbimiz Allah’tır" demekten başka bir suç işlememiştiler. Hiç kimse hakkında cürüm işlememiştiler, hiçbir kötülüğü düşünmemiştirler, hiçbir masiyet ve fücur üzerinde toplanmamıştılar. Onların yaptıkları şey, İslamın bir hayat nizamı olduğuna inanmak, ona düşünce ve metot açısından bağlanmak, ona davet etmeyi ve onun şeriatını tatbik etmeyi, terk edilmesi ve kendisinde taksiratta bulunulması günah olan bir gereklilik olarak itibar etmek idi. Peki bunlar neden koğuşturuldular, neden işkence edildiler ve neden en şiddetli cezalara çarptırıldılar?
1. Şüphesiz fasıklar, facirler, mülhidler ve dinsizler serbest ve özgürdürler ve kimse onları sorgulamıyor, hiç kimse onları gözaltına almıyor. Aksine onlar basın yayın ve diğer yönlendirici organların başına getirilmişler, istedikleri gibi bu araçları küfür, fisk ve masiyet doğrultusunda yönetiyorlar...
2. Gençlere işkence yapanların ve onları cezalandıranların ne dini, ne de Allah korkusu vardır. Aksine onlardan kimi bu gençlerin dindarlığıyla alay edenlerdir, kiminin de dilinden açıkça küfre götüren kelimeler çıkıyor. Hatta bazıları: "Nerde Rabbiniz, getirin onu da şu hücreye tıkayım!!" diyebilmişlerdir. Haşa, Allah (c.c.) o zalimlerin dediklerinden çok çok yücedir.
3. Şüphesiz bu zor dönemde yazılmış olan bazı yeni İslami kitaplar, tekfir düşüncesinin tohumlarını taşıyor ve güçlü bir söylem ve sıcak bir etkiyle bu fikri aşılayarak insanları ona yöneltiyorlar.
İşte böylece bu çilekeş grup, bu aşırılık ve şiddet mührü ile mühürlenmiş olan ve -gerek fertler olsun, gerekse cemaatler olsun- insanlara tozlu olan kara bir gözlük arkasından bakan düşünceyi bağrına bastı.
Beni ziyaret eden kardeşlerden birinin bana sorduğu ilk soru şuydu: "Şu bize taş yüreklilikle ve fütursuzca işkence eden kişilerin hükmü nedir? Daha doğrusu; bunların arkasında bulunan ve hiçbir şeyden dolayı değil, sadece kendilerini Allah'ın indirdiği ile hükmetmeye çağırdığımızdan dolayı ölüm sınırına varacak kadar bize işkence yapmalarını emreden hakim güçlerin hükmü nedir?"
Onların yanında cevap hazırdı: Onlar bu cevabı bazı nasslardan ve Maide süresindeki, "Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler var ya, işte onlar kafirlerin ta kendileridir." ayeti gibi Kur'an ayetlerinden ve bazı günahlara küfür itlak eden hadisler gibi Peygamber Efendimiz (s.a.s)in hadislerinden alıyorlardı. İş bu sınırla da kalmıyordu. Nasslardan istidlal ettikleri bu anlayışta kendilerine katılmayan ve "bu nasslar delalet bakımından daha kuvvetli ve daha açık diğer bazı deliller ve kaidelerle çatıştığından dolayı Ehl-i Sünnet ve Cemaat tarafından te'vil edilmiştir" diyerek kendilerine muvafakat etmeyenleri küfür ile itham ediyorlar ve "Bu yöneticileri ve onların dostlarını tekfir etmeyen kafirdir. Zira müşriklerin, Yahudilerin, Hıristiyanların, Mecusilerin ve diğer dinlere mensub olanların kafir olduğundan şüphelenen kimse gibi, bu kafirlerin küfründen şüpheye düşmek de küfürdür" diyorlardı.
İşte buradan hareketle tekfir çerçevesi genişlemeye başlıyor, sadece bu yöneticilerle dostluk yapan veya onların hakimiyetine rıza gösterenlerle kalmayıp, onları tekfir etmede sükut edenleri de kapsıyor ve böylece insanların çoğunluğunu şumulüne alıyorlardı.
Muhakkak ki bu sayıları az olan grubun düşüncesi, İhvan-i Müslimin'den tutuklanan ve zindanlarda yatan büyük çoğunlukların, özellikle hareketin kurucusu Hasan el-Benna'ya öğrencilik yapan ve bu hareketin ilk fikri ve organik temellerini koyan öncülerinin fikriyle çatışıyordu. Şüphesiz Hasan el-Benna'nın yöntemi itidal ve yumuşaklıkla temayüz ediyordu. Onun yardımcılarının ve destekçilerinin çoğu da bu minval üzere idiler. Bunların ondan öğrendikleri bir şey de, Mısır'daki dini cemaatlerin bazılarının, diğerlerinin görüşlerinin kötü olduğunu iddia etmeleri ve hatta bazı zamanlarda birbirlerini tekfir etmeye varan tavırları sebebiyle Üstad'ın "Ta'lim Risalesi" nde -ki bu risale, İslam'ın sınırlarında anlaşılması gereken usulleri kapsıyor- açık ibarelerle 20. usulde belirttiği şu nasstır:
"Kelime-i Şahadet getirip, onun gereklerini yapan, farzları ve dini vecibeleri ifa eden hiçbir müslümanı, görüşünden veya günahkarlığından dolayı tekfir etmeyiz. Ancak kendisinden küfür kelimesi sadır olursa; veya kesin olarak bilinen (zarurat-ı diniyye'den) bir hususu inkar ederse; yahut Kur'an-ı Kerim'in açık bir hükmünü yalanlarsa veya Kur'an-ı Kerim'i Arap dili üslubunun hiçbir halde ihtimal vermediği bir şekilde tefsir ederse, yada küfürden başka bir te'vil ihtimali olmayan bir iş yaparsa; küfre girer."
Bu sorun vaktiyle İhvan-ı Müslimin'in mürşidi olan sabırlı ve derin anlayışlı üstad Hasan el-Hudeybi (Allah ona Rahmet etsin)'ye, hapishanedeyken sunulmuş o da bu eğilimi reddetmiş, cemaatin çizgisini ve düşüncesini ilan etmiş, "Biz davetçiyiz, kadı değil!" şeklindeki hikmetli ve ibretli vecizesinde söylediği gibi, bîr açıklama ile İhvan-ı Müslimin'in bu sorun ve diğer konulardaki görüşlerinin Ehl-i sünnet mezhebinin görüşüyle aynı olduğunu belirtmiştir.
Onun, daha sonra bu konuda mükemmel bir kitaba isim olan bu veciz kelimesi, şüphesiz ki, İslam uğrunda çalışanlara ve onun üzerinde gayret edenlere, kendilerinin kadı değil, davetçi olduğunu izah eden olumlu ve pratik bir metodu tarif etmektedir.
Kadı ile davetçi arasında büyük bir fark vardır;
Kâdı'nın lehte ve aleyhte hüküm vermesi için insanların hakikatini araştırması gerekir. Bu sebeple insanlar hakkında beraat ve ceza kararını vermesi için, onları bir takım sıfatlarla tanımlaması ve onların gerçek durumlarını bilmesi gerekir. Ayrıca kadılık konumu, aslında suçlardan beri oldukları halde, insanlara ithamla bakmamıza sebep olabilir.
Davetçi ise dalalette olanın hidayet bulması, günahkar olanın tevbe etmesi, cahil olanın bilgili olması ve hatta kafir olanın müslüman olması için, İslam mesajını herkese ulaştırır ve herkese bildirir!..
Davetçi, hatalı olanı cezalandırmaya çalışmaz, aksine onu hidayete ulaştırmaya çalışır. Mürtedi öldürmek için takib etmez, aksine onu tekrar İslam sığınağına geri çevirmek için izlemeye çalışır.
İhvan-ı Müslimin teşkilatının ve mürşidinin izlediği yol, bulunduğu konumu, aşırılığa eğilimli olanların çemberinin daralmasına ve onların etrafında bulunanların dağılmasına tesir etmekteydi. Onlardan geriye kalanlar ise, davet yoluna ayakları tam yerleşmemiş ve tohumları tam kök salmamış, aksine davette yeni (tecrübesiz) sayılan kişilerdir. Üstelik onların çoğunluğu "Devrim Kuşağı" denilen kuşaktandır.
İşte bu durum, beni, tehlikesinin şiddetinden ve somut tesirinden sonra konuyla ilgili bir kitap yazmamı ciddi şekilde düşünmeye yöneltti. Fakat kitabı bitirmem bir türlü nasip olmuyordu. Bunun üzerine 1977 yılı Ocak ayında, yani daha tekfir işi büyümeden ve Allah rahmet eylesin Şeyh Zehebi kaçırılıp öldürülmeden iki ay kadar önce "el-Müslimu'1-Muasir" dergisinin 9. sayısında yayınlanan araştırmamı yazdım. Bu araştırma yazısının mukaddimesinde sorunun tehlikesini, tekfir tohumlarının ekilmesine neden olan genel sebepleri ve tedavi etme yollarını açıkladım. Ayrıca hakem olarak kabul edilmesi gereken bir dizi şer'i kaide ve hakikatleri aktardım. Bu kaideler, kitap ve sünnetten sağlam delillerle ispatlanmış ve hiçbir görüşün taassubu ile karışmamış güvenilir kaidelerdir. Bununla sadece İslam'a hizmet etmeyi ve doğru yoldan ayrılmamaları için ihlaslı müslüman gençlerin elini tutmayı diledim. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) ümmetini, aşırılıktan ve bağnazlıktan sakındırmıştır. İbni Abbas’ın rivayet ettiği hadiste Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Sizi dinde aşırılığa gitmekten sakındırırım. Çünkü sizden önceki (ümmet)leri dinde aşırılığa gitmek helak etmiştir."
İbni Mes'ud'un rivayet ettiği hadiste de şöyle buyurulmuştur:
"Aşırılığa kaçanlar helak olmuştur, aşırılığa kaçanlar helak olmuştur, aşırılığa kaçanlar helak olmuştur..."
Hz. Peygamber (s.a.s.) bir kelimeyi ancak ifade ettiği tehlikenin büyüklüğünden veya taşıdığı gerçeklerin önemini te'kid etmekten dolayı tekrarlıyordu.
Şüphesiz dinleri hususunda gayretkeş ve ihlaslı olan bu gençleri, müslümanlardan kendilerine aykırı düşünenleri tekfir etmeye ve onların canlarını ve mallarını mubah kılmaya sürükleyen bu aşırılık, mü'minlerin emiri Hz. Ali (R.A)'nin kanını bile helal edecek şekilde ileri giden Haricilerin aşırılığının ta kendisidir!..
Muhakkak ki Hariciler'in amelleri ve ibadeti az değildi. Gerçekten de onlar çok oruç tutuyorlardı, geceleyin teheccüd için çok kalkıyorlardı, Kur'an'ı çok okuyorlardı, hak hususunda çok cesaretliydiler ve Allah yolunda canlarını çekinmeden feda ediyorlardı. Nitekim kendilerinden olan Ebu Hamza eş-Şadi de onları böyle vasıflamış ve daha güzel anlatmıştır.
Fakat onların amel etmeleri uzun süre ibadetle meşgul olmaları ve niyetlerinin iyi olması onlara hiçbir menfaat sağlamadı. Çünkü onlar dosdoğru istikametin dışında gidiyorlardı. Matlub olan istikametin dışında yürüyenlerin kat etmedikleri bir yer ve tırmanmadıkları bir sırt kalmasa bile, kat ettikleri mesafeler ancak onların hedeften ne kadar uzaklaştıklarını gösterir.
İmam Ahmed'in dediği gibi Haricileri zemmetme ve onlardan sakındırma konusunda rivayet edilen hadisler on vecihten sahih görülmüştür. Bunlardan bazıları da sahihayn (Buhari ve Müslim)de bulunmaktadır. Mesela bazı hadis kitaplarında şu rivayetler geçmektedir:
"Sizden her biriniz onların namazı karşısında kendi namazını, onların kıyamı karşısında kendi kıyamını ve onların kıraati karşısında kendi kıraatini tahkir edecek."
Bununla beraber Hz. Peygamber onları şöyle vasıflandırıyor:
"Okun yaydan çıktığı gibi onlar da dinden çıkacaklardır."
Yine Hz. Peygamber onların mümeyyiz alametlerini açıklıyor ki, o da şudur:
"Putperestleri (İslam'a) çağıracaklar, müslümanları ise öldüreceklerdir."
Yine onların Kur'an'ı anlamadaki kıt anlayışına, yüzeyselliklerine ve derinleşmemelerine şöyle işaret buyurulmuştur:
"Onlar Kur'an'ı okurlar. Fakat Kur'an onların boğazlarından veya köprücük kemiklerinden aşağı inmeyecektir."
Bir amelin Allah (c.c.) katında makbul olabilmesi için şu iki esas rüknün bulunması gerekir:
a. Allah (c.c.)'ın rızasından başka hiçbir şeyi dilemeyecek şekilde, amelde niyetin ihlaslı olması.
b. Şeriat nasslarından apaçık olan muhkem delillere ve kaidelere dayanması.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Artık her kim, Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amellerde bulunsun ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın."
Şüphesiz ben, tekfir eğilimini hoş görmemekle ve kendilerini "Tekfir ve Hicret Cemaatı" diye isimlendirenler de olmak üzere kim olursa olsun, bu eğilimi hoş görmediğimi arz etmekle beraber, burada bir kaç noktayı da açıklamak istiyorum:
Birincisi: Şüphesiz gazetelerin çoğunda Tekfir Cemaati sağlam olmayan ve faydasız bir şekilde ele alınmıştır. Çoğu zaman bu basın, korkutmaya, abartıya, olmayanı olmuş gibi tasvir etmeye, konuyu saptırmaya ve edep dışı tavırlara zemin hazırlar. İşte bunlardan bir kaç örnek:
a. Bu gençler gözbağcılığı ve yozlaşma ile vasıflandırılmıştır. Halbuki bu doğru değildir. Çünkü bunların kalpleri bozuk değil, fikirleri bozuktur, niyetleri kötü değil, anlayışları kötüdür.
b. Onların üzerine titredikleri edepli davranışlar ve dini görünümler tebrik edileceğine tenkit ediliyor. Mesela sakal bırakmak, misvak kullanmak, kadınlardan korunmak ve diğer birçok İslami normlar bunlar arasındadır.
c. Onları başka devletler hesabına çalışmak ile itham ettiler. Kanaatime göre aşırı olanlar, hiç kimseye ajanlık yapmaya uygun bir yapıya sahip değildirler. Çünkü onlar sadece kendilerini müslüman sayıyorlar ve herkesi cahil ve kafir olarak itham edip insanlara tepeden bakıyorlar. Onlar herhangi birisiyle ilişki kurduklarında veya başkaları onlar ile ilişki kurduğunda, onların nazarında ilişkide bulundukları kişi onlar için çalışan bir hizmetçi veya onların amaçlarını yerine getiren unsurdan başka bir şey değildir...
İkincisi: Şüphesiz ben onlara yönetilen tiksindirici töhmetlere rağmen, onların olağan bir medeni mahkemede yargılanmalarını çok isterdim. Böylece onların özgürce ve açıkça görüşlerini haykırdıklarını görürdük. Böylelikle de insanlar onların fikirlerini öğrenme fırsatını bulurlar ve mahkemenin onlara sağladığı özgürlük ortamında, hiçbir baskının ve kısıtlamanın olmadığı bir ortamda onların dağarcıklarında neler var, neler yok iyice ortaya çıkardı.
Üçüncüsü: Biz onların, kim olursa olsun, hasımlarına karşı şiddet ve sertliği kullanmalarına karşı olduğumuz gibi, egemen güçlerin onlara karşı şiddet kullanmalarına da karşıyız. Çünkü biz, daha önceki devirlerde kullanılan şiddet yönteminin şerden başka bir netice vermediğini, benzeri veya daha fazla şiddeti doğurduğunu tecrübe etmişiz.
Artık biz fiyaskoyla sonuçlandığı sabit olan ve sahiplerinin Allah'ın, meleklerin, insanların ve tüm varlıkların lanetini boyladığı bu çürümüş teknikleri terk etmeli, hukukun egemenliğine, bireyin özgürlüğüne ve insanın şerefini desteklemeye çağıran yeni dönemdeki tekniklere yapışmalıyız.
Yüce Allah'ın bu gençlerimize hak yolunu aydınlatmasını ve onları düşüncede ölçüyü kaçırmaktan, kalp kaymasından, kötü amellerden uzaklaştırmasını, yoldan sapmış olanları doğru yola iletmesini ve hidayette olanların hidayetini artırmasını dilerim.
"Rabbimiz! bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Şüphesiz ki lütfü en bol olan sensin."
"Rabbimiz! Gelmesinde şüphe edilmeyen bir günde insanları mutlaka toplayacak olan Sen'sin. Şüphesiz ki Allah (c.c.) asla sözünden dönmez."
Dr. Yusuf el-Kardavî,
28 Şa'ban 1397, Kahire
Aşağıdaki iki mektup bana gönderilmişti. Birinci mektupta girişten sonra şunlar belirtilmektedir:
"Kendilerini "Tekfir Cemaati" "Kehf Cemaati" veya "Hicret Cemaati" olarak veya başka isimlerle isimlendirenler ile herhangi bir isim veya lakap ile tanınmayan kişilerin ortaya çıkardıkları yeni dini hadise etrafında bazı gazetelerin yayınladıklarını ve dillerde dolaşanları okumuş ve duymuşsunuzdur.
Bütün bunlardan sonra bu yönelişe sahip olanlar arasında bulunan bütün gruplar, tekfirin sebepleri ve tekfiri gerektiren şeyler hususunda ihtilafa düşseler de, bu hadise, "tekfirde aşırılık" başlığı altında özetlenmesi mümkün olan genel bir yönelişi temsil etmektedir.
Bu aşırı eğilime sahip olanlardan bazıları daha önceleri Haricilerin düşündüğü gibi, büyük günah işleyenleri tekfir ediyorlar. Onlardan bazıları biz büyük günah işleyenleri tekfir etmeyiz, fakat Mısır halkı büyük günah işliyor diyorlar. Onlardan bazıları da, "bugün kendilerini müslüman sayarak İslam'a nisbet eden insanların çoğunun müslüman olmadığını söylüyorlar.
Umarım ki onların bu tür iddiaları hakkında ileri sürdükleri ve bazı alimlerin, gazetelerin bazısında ele aldıkları delilleri ve tartışmalarını okumuşsunuz. Yine umarım ki şöyle konuştuğumda abartma yapmış olmam: Şüphesiz bu iş, bazı insanların düşündüğü veya tasavvur ettiği gibi normal bir iş değildir. Aksine bu, son derece tehlikeli bir durumdur. Yine bu, bir çok genci meclislerde ve toplantılarında ciddi şekilde meşgul eden ve onların, hakkında (hak ile batılı birbirinden) ayırıcı bir söz ve adil bir hüküm istedikleri bir durumdur.
İşte bütün bunlardan sonra, sizin ilminize, anlayışınıza, dini hassasiyetinize, hak hususundaki ihlasınıza ve sadece taklit, asabiyet veya çoğunluğu razı etme uğruna bir grup aleyhine başka bir gruba meyletmeyeceğinize veya bir görüşe karşı başka bir görüşün taassubunu yapmayacağınıza olan güvenimiz dolayısıyla, sizden her ne kadar başka meşgaleleriniz bulunsa da, bu işin layık olduğu önemi ve alakayı bulacağını umarak, ümmetin alimleri yanında muteber olan nasslar ve şer'î deliller ışığında bu yönelişin İslam’daki gerçek yerini açıklamanızı istiyoruz. Bizim görüşümüze göre bu konu diğer önemli meseleler karşısında öncelik verilmesi gereken en önemli meselelerdendir... Biz, başarılar dileyerek sizden bir açıklama yapmanızı bekliyoruz."
"Müslüman gençlerden bir grup, Kahire."
Diğer mektup ise Kuzey Yemen'den, San'a'daki bir grup müslüman gençten, metninde ise şunlar belirtilmektedir:
"Sizin, Yemen’de ve diğer yerlerde bulunan 'Yemen toplumu' veya diğer toplumlara mensup olan, ister İslamın rükünlerine bağlı olsun, ister olmasın, ister alim olsun ister cahil, ister erkek olsun ister kadın, ümmetin bütün fertlerinin kafir ve mürted olduklarını; bu memleketlerin dar-ı harb veya dar-ı ridde olduğunu, Cuma ve Cemaat namazlarının mürted ve kafirler arkasından kılındığından sahih (geçerli) olmadığını, mürted bir toplumda veya mürted yahut kafir bir millet içerisinde emr-i bi’l-ma'ruf ve nehy-i ani’l-münkerin gerekmediği, aksine onların öncelikle Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed'in onun Rasulü olduğuna davet edilmesi gerektiği ve emr-i bi’l-ma’ruf ve nehyi ani'l-münkerin sadece bir İslam toplumunda ve müslüman bir ümmet içerisinde yani Daru’l-İslam'da gerektiğine inanan bir müslüman hakkındaki görüşünüz nedir?
Acaba bu inanç doğru mudur? Ve bu inancın kitap, sahih sünnet, selef-i salihinin akidesi ve icma-ı ümmetten sarih bir dayanağı var mıdır? Yoksa bu inanç, kitap, sahih sünnet, selef-i salihinin hidayeti ve icma-ı ümmetten herhangi bir dayanağının olmamasından dolayı fasit bir inanç mıdır? Bu konuda sizden yeterli bir cevap vermenizi rica ediyoruz"
Bana güvenen bu iki müslüman gruba teşekkür ediyor, Allah'u Teala'ya beni onların hüsnü zannı üzere kılmasını ve onların bilmedikleri günah ve eksikliklerimi bağışlamasını diliyor ve hemen diyorum ki:
Şüphesiz ben, onların sordukları ve onlar gibi bir çok kişiyi meşgul eden "tekfirde aşırılık" konusunun tehlikesini takdir ediyorum. Şüphesiz ben de bir çok Arap beldelerinde niyeti halis olan temiz kalpli bazı gençlerin yanında bu konunun fikri etkilerini gözetlemiş, onların bazılarının dayandığı bazı delilleri veya şüpheleri dinlemiş ve başka bazılarını da okumuştum. Fakat ben, bunların düşüncelerini tam açıklayacak şekilde, onların görüş açılarını teyit eden delillerle desteklenmiş sınırlı bir şeyler okumak isterdim. İşte ancak bununla müslüman araştırmacı, onların ilan ettikleri ve bağlandıkları görüşlerine şifahi olarak değil, kitabi olarak reddiye verebilir.
Ancak ne kadar istedimse de bunun gerçekleşmemesi üzerine, ayrıntılara girmeden tekfir düşüncesini ve tekfirde aşırılığı tartışmaya mani olmadığını düşündüm.
Bu sorunun Hariciler döneminden itibaren İslam düşünce tarihinde kökleri vardır. Belki bu problem, müslümanları meşgul eden ilk fikri problemdir. Bu problemin bir çok nesil üzerinde "askeri ve siyasi" maliyeti olan rasyonel bir takım tesirleri de vardır. İslam düşüncesi sonraki dönemlerde de uzunca bir süre bu problemden kurtulmadı ve sonunda Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaatin üzerinde bulunduğu görüşle istikrar kıldı.
Konuyla ilgili olarak bana soru soran kardeşlere senelerdir bir kitap hazırladığımı ve hala tamamlayamadığımı belirtiyordum. Bu kitabı tamamlamak için acele etmenin gerekli olduğuna gayret edenlerden bir çok kimsenin ısrarına ve benim de şiddetle buna ihtiyaç olduğuna dair hissime rağmen; bir taraftan gelecekle ilgili meşgalelerin çokluğu, bir taraftan konunun tahkikinde temkinli davranmanın gerekliliği hususundaki inancım, diğer bir taraftan da kendilerini "Tekfir Cemaati" diye isimlendirenlerin dünya görüşlerini doğru şekilde tanımaya olan hırsım, evet bütün bunlar bugüne kadar bu kitabı insanlara sunmamı geciktirdi.
Şanı yüce Allah Allahu Teala'ya razı olacağı vecih üzere bu kitabın tamamlanması için bana başarı vermesini diliyorum.
Yukarıda saydığım hususlar, bu konuda hızlı bir şekilde bir şeyler söylememize mani değildir. Gerçi bu söyleyeceklerim şiddetli susuzluğu tam gideremeyecekse de, az da olsa kuru dudaklarını ıslatabilir...
"Tekfirde Aşırılık" hadisesini basiret üzere tedavi edebilmemiz için, bunun sebeplerini ve amillerini araştırmaya ihtiyaç vardır. Bu sorunu baskı, işkence ve tutuklama gibi çeşitli şiddet metotlarıyla çözmek isteyenler şu iki sebepten dolayı hatalıdırlar:
1. Muhakkak ki fikre karşı ancak fikir ile mukavemet yapılır. Fikre karşı mukavemette şiddetin kullanılması ancak ve ancak fikrin yayılmasını ve o fikre sahip olanların bunun üzerinde ısrar etmesini artırır. Bu sorunun tedavisinde gerekli olan metot; ikna, açıklama, delillerin ikamesi ve şüphelerin giderilmesi metodudur.
2. Bu tekfircilerin tamamına yakın çoğu dindar, ihlaslı, oruçlu, namazlı, niyazlı ve dinleri hususunda gayretkeş insanlardır. Toplumda gördükleri fikri riddet, ahlaki çözülme, sosyal bozulma ve siyasi istibdad onları böyle bir tavır takınmaya itmiştir. Onlar, yolda hataya düşüp yolu şaşırmış olsalar da ıslahı isteyenlerdir, İslam ümmetinin hidayeti bulmasını şiddetle arzulayanlardır. Bu sebeple onların tertemiz savunmalarını takdir etmemiz gerekir. Onlar toplumu tahrip etmek isteyen sivri tırnaklı ve yırtıcı canavarlar değildir.
Bu hadisenin sebeplerini araştıran araştırmacı, bunun şu hususlarda temsil edildiğini görür:
1. Bizim İslam toplumumuzda küfrün ve gerçek riddetin açıkça yayılması, kafir ve mürted olanların öne geçmesi, batıl düşüncelerinin şımarıklıkları malumdur. Basın-yayın araçlarının ve diğer organların sapıklıkları ve azgınlıklarını müslüman çoğunlukları içerisinde küfriyatlarını yaymak için kullananlar vardır.
2. Bazı alimler bu gerçek kafirlerin durumu hususunda gevşeklik göstermektedirler ve onları müslümanlar zümresinden saymaktadırlar. Halbuki İslam bunlardan beridir.
3. Salih İslami düşüncenin ve Kur'an ve Sünnete bağlı İslam davetinin taşıyıcılarına işkence yapılmakta, onlara davetleri hususunda baskı uygulanmakta, özgür düşünceye sahip olanlara kısıtlama ve eziyet edilmektedir. Bu durum, ancak ve ancak yer altında kalan, açık tartışmalardan uzak olan, kapalı bir atmosferde faaliyet gösteren munhariç bir takım yönelişleri doğurur...
4. Bu gayretli gençlerin İslam fıkhından ve fıkıh usulünden sermayelerinin azlığı, onların İslami ve luğavi ilimlerde ihtisaslarının olmayışı. Bu durum onların bazı nassları terk edip başka nassları almalarına veya müteşabihatı tutup muhkematı unutmalarına veya cüziyyatı alıp külli kaidelerden gafil kalmalarına veya bazı nassları aceleci ve yüzeysel bir anlayışla anlamalarına sebep olmaktadır. Bu tehlikeli durumlar ilmi ehliyetleri olmaksızın ahkam kesmelerine sebep olmaktadır...
Allah'ın şeriatı ve hükümleri konusunda derin bir fıkıh bilgisine dayanılmadığı müddetçe, ihlas tek başına kafi değildir. Kuru bilgiye sahip olan kimse daha önce Haricilerin düştüğü hataya düşer. İmanı Ahmed'in dediği gibi, onlar öyle kimselerdir ki, on vecihten sahih olan hadislerle zemmedilmişlerdir... Bu durum, onların Allah'a kulluğa ve ibadete olan şiddetli arzularına rağmen başlarına gelmiştir.
İşte bundan dolayıdır ki, selefin imamları farkına varmadan Allah yolundan inhiraf edilmemesi için, ibadetten ve cihaddan önce ilim tahsil etmeyi tavsiye ediyorlardı.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir:
"İlimsiz amel eden, yol olmadan yürüyen gibidir. Yine ilimsiz amel edenin bozduğu şeyler yaptığı şeylerden daha çoktur. Öyleyse siz ilmi, ibadete zarar vermeyecek bir talep ile talep edin. İbadeti de ilme zarar vermeyecek bir talep ile talep edin. Çünkü ibadeti talep edip ilmi terk eden bir grup Hz. Muhammed (s.a.s.)in ümmetine kılıçlarıyla karşı çıkacak kadar ileri gittiler. Eğer onlar ilim tahsil etseydiler, ilim onları bu yaptıklarına sürüklemezdi..."
Burada çekinmeden küfrünü ortaya koyanları tekfir etmemiz ve batınları iman bakımından harap olsa bile zahirlerinde müslüman olanları tekfir etmekten çekinmemiz gerekir. Çünkü böyleleri İslam örfünde dilleriyle iman ettik deyip kalpleri iman etmemiş olan veya amelleri sözlerini yalanlayan "Münafıklar" diye isimlendirilmektedir. Onlar hakkında zahirlerinin gereği olarak dünyada müslümanlara uygulanan hükümler uygulanır. Ahirette ise batınlarında gizledikleri küfür yüzünden cehennemin en alt basamağındaki yerlerine giderler.
Aşağıdaki sınıflar, aldatma ve gizleme olmaksızın küfre nisbet edilmeleri gereken gruplardandır:
1. İslam akidesi, şeriatı ve değerlerine açıkça zıt olduğu halde komünizmin bir dünya görüşü ve hayat düzeni olduğuna, bütün dinlerin milletlerin afyonu olduğuna inanan, genel olarak tüm dinlere, özel olarak da kamil bir inanç, olgun bir hayat nizamı ve yeterli bir medeniyet olduğu için İslam dînine daha fazla intikam ve düşmanlık hissi ile düşmanlık yapan ve komünizm üzerine ısrar eden komünistler.
2. (Mısır'da) açıkça Allah'ın şeriatını reddeden, devletin dinden ayrılması gerektiğini haykıran, Allah'ın ve Rasulunun hükümlerine davet edildiklerinde karşı çıkan ve imtina eden, hatta bundan daha fazla olarak Allah'ın şeriatı ile hükmetmeye ve İslam'a dönmeye davet edenlerle çok şiddetli bir savaş ile savaşan laik devlet adamları ve laik partilerin siyaset adamları.
3. İmam Gazali ve diğer bazı alimlerin, haklarında "Zahirleri rafızi, batınları ise halis küfürdür" dediği, Şeyh'ul İslam İbni Teymiyye'nin de "Onlar, İslam'ın kati hükümlerini, esaslarını ve zaruri olarak bilinen hakikatlerini inkar etmelerinden dolayı Yahudi ve Hıristiyanlardan daha çok kafirdir" dediği Dürziler, Nüsayriler, Ismaililer ve onlara benzeyen batini fırkalar gibi İslam dininden açık bir çıkış ile çıkıp ayrılan inanç sahipleri.
Asrımızda tek başına yeni bir din olan Bahailik de bunlara benzemektedir. Allahu Teala'nın kendisiyle Peygamberlik silsilesini tamamladığı Hz. Muhammed (s.a.s.)'den sonra peygamberliğin gelebileceğini iddia eden Kadiyanilik de bunlara yakındır.
Burada dikkatimizi çekmesi gereken bir husus vardır ki, o da alimlerden muhakkik olanların tekfir konusunda şahıs ile nev'i birbirinden ayrı mülahaza etmenin gerekliliği hususundaki tesbitleridir.
Bunun manası şudur: Biz mesela (Mısır'da) komünistler kafirdir veya îslam şeriatının hükümlerini reddeden laik devlet adamları kafirdir veya kim şöyle derse yahut şuna davet ederse kafirdir demeliyiz. Çünkü bütün bunlar nevi (topluluk, grup) üzerine hüküm vermek demektir. Fakat bu saydığımız gruplara mensup olan belli bir şahsa iş taalluk ettiğinde, o zaman onun gerçek konumunu tahkik ve tesbit etmek için orda durmak ve onu sorgulamak, onunla tartışmak gerekir. Ta ki onu tekfir edebilmemiz için onun aleyhine deliller ortaya çıksın, onun hakkındaki şüpheler giderilsin ve onun ileri sürdüğü ma'zeretler yok olsun...
Bu konuda Şeyhü'l İslam İbni Teymiyye şöyle demektedir: "Şüphesiz ki bazen belli bir söz küfür olur. Bu sebeple söyleyen tekfir edilir ve "kim şöyle derse kafir olur" denilir. Fakat böyle bir sözü söyleyen belirli bir şahsın aleyhinde terk eden kişiyi kafir kılan delil, tam olarak ortaya çıkmadıkça o şahsın kafir olduğuna hükmedilmez.
İşte bu, kafirleri tehdit eden vaid ayetlerindeki hüküm gibidir: Allah'u Teala şöyle buyuruyor:
"Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Onlar, çilgm bir ateşe gireceklerdir."
Bu ve benzeri vaid ayetleri haktır. Fakat muayyen bir şahıs aleyhine azaba müstahak olduğuna dair şahadet edilmez, ehl-i kıbleden muayyen birinin cehenneme gireceği söylenemez. Çünkü bu vaid nassları ona ulaşmamış olabilir, tahrim ayetleri ona iletilmemiş olabilir ve işlemiş olduğu haramdan dolayı tevbe etmiş olabilir... Veya onun işlediği haram fiilin cezasını silecek büyük iyilikleri olabilir veya işlediği suça keffaret olarak başına bir takım musibetler gelmiş olabilir. Hatta şefaati kabul edilen bir şefaatçi onun için şefaat etmiş olabilir.
Söyleyeni küfre sokan sözleri söyleyen adama belki hakikati bildiren nasslar tebliğ edilmemiş olabilir. Veya ona ulaşmış da, ona göre sabit olmamış veya onu iyice anlamamış olabilir. Bazen de Allah'u Teala'nın affettiği şüpheler ona arız olmuş olabilir..."
Daha sonra şöyle demektedir:
"İşte müctehid imamların mezhepleri zikretmiş olduğumuz bu tafsilatta olduğu gibi belli bir şahıs ile nev'î birbirinden ayırt etme üzerine bina edilmiştir."
Bunlardan da anlaşıldığı gibi, küfrünü açıkça ortaya koyanlar hakkında böyle ihtiyatla davranmak gerektiğine göre, nasıl olur da bir müslüman "Lailahe illallah ve Muhammedun Rasulullah" diyerek Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed'in onun elçisi olduğuna şahadet eden çoğunlukları, salih amelleriyle kötü fiilleri birbiriyle karıştırsalar bile, tekfir etmeye cüret edebilir?
Halbuki insanların şahadeteyni ikrar etmeleri, hak ve hukukları müstesna olmak üzere, onların canlarının ve mallarının korunmuş olmasını sağlar. Onların hesapları ise Allah (c.c.)’a aittir. Biz ise, zahire göre hükmetmekle emrolunmuşuz. Kişinin gizli olan sırlarını sadece Allah (c.c.) bilir.
Rasulullah (s.a.s.)'den sahih, hatta mütevatir olarak şu hadis rivayet edilmiştir:
"Ben insanlar, Allah'tan başka ilah olmadığını söylemedikçe onlarla savaşmakla emrolundum. Bunu dedikleri taktirde, hakkettikleri hariç, benden canlarını ve mallarını korumuş olurlar. Onların hesabını görmek ise Allah'a (c.c.) kalmıştır."
Herhangi bir insan hakkında küfür hükmünü vermek gerçekten de ciddi ve tehlikeli bir hükümdür. Çünkü onun tekfir edilmesi halinde şu son derece tehlikeli etkiler terettüb etmektedir:
1. Onun karısının onunla beraber kalması helal olmaz ve bu sebeple ikisinin birbirinden ayrılması gerekir. Çünkü müslüman bir kadının bir kafire zevce olmasının sahih olmadığı yakin olarak bilinen icma ile sabittir.
2. Onun çocuklarının, onun idaresinde kalmaları caiz değildir. Çünkü bu durumda onlar hakkında emin olunmaz ve onun küfrünün çocuklarına tesir etmesinden korkulur. Özellikle onun çocuklarını yumuşaklıkla ve şefkatle ziyaret etmesi, bu etkiyi artırır. Bundan dolayı onlar İslam toplumuna mensub olan herkesin boynuna emanettirler.
3. Şüphesiz o, sarih küfür ve apaçık riddet ile dinden çıktıktan sonra İslam toplumu üzerinde borç olan velayet ve yardım hakkını kaybeder. Bu sebeple de kendi kendisi uyanıp geri dönene kadar ve tekrar hidayete erişinceye kadar onunla ilişkilerin kesilmesi ve toplumdan ona en yakın sığınağın kapatılması gerekir.
4. Onun, tevbeye davet edilmesi, zihninden şüphelerinin giderilmeye çalışılması ve ona delillerin ikame edilmesinden sonra hakkında mürted hükmünün infaz edilmesi için İslam mahkemesi önünde muhakeme edilmesi gerekir.
5. O öldüğünde onun hakkında müslümanlar üzerinde icra edilen hükümler icra edilmez. Bu sebeple cenazesi yıkanmaz, üzerine namaz kılınmaz, müslümanların kabristanında defnedilmez ve bir murisi öldüğünde ona varis olmadığı gibi, başkası da ona varis olamaz.
6. Yine o küfür halinde öldüğü zaman Allah'ın (c.c.) lanetini, rahmetinden kovulmayı ve cehennem ateşinde ebedi olarak kalmayı hak eder.
İşte bu hükümler, Allah'ın kullarından birisinin hakkında tekfir hükmünü veren kişinin, bu dediğini söylemeden evvel bir çok kez irkilip geriye çekilmesini gerektirir!..
Yine burada Allah'ın dini ile ve insanların hayatı ile ilgili olan bu tehlikeli konuda ve buna benzer diğer bir çok konuda Kur'an ve Sünnet'in nasslarına müracaat etmemiz ve bu nasslar ışığında hakem olarak kabul edilmesi gereken şer'î kaideleri ve hakikatleri tesbit etmemiz gerekmektedir.
Bizim genel itimadımız ancak ve ancak Allah'ın kitabında ve Rasulünün sünnetinde bulunan her türlü hatadan korunmuş olan sabit nasslaradır. Çünkü sadece bu nasslar tartışmasız hüccet ve dayanaktırlar.
Ancak bazı zamanlarda kimi alimlerin sözlerini şahid olarak göstermemiz, onların sözlerinin bizatihi hüccet olduğundan dolayı değildir. Belki biz, onların anlayışından yararlanarak bu nassları daha iyi kavrayabilmek için onların sözlerini şahid olarak gösteriyoruz. Ta ki müteşabihat hakkında şaşırıp kalmayalım veya ayet ve hadisleri birbirleriyle çarpıştırmayalım. Yine burada şu esası da te'kid etmeliyiz: Şüphesiz bu ümmetin selefi olan sahabiler ile onlara iyilikle uyan tabiiler, ümmetin en çok hidayet yolunda olanı, en sahih anlayışlısı, en sağlam metoda sahip olanı, İslam'ın ruhunu en çok kavrayanı ve İslam'a uymada en fazla haris olanıdır. Onların yanında herhangi bir konuda, bilinen bir hidayeti gördüğümüzde, artık onu bırakıp da onlardan sonra gelenlerin bid'atlerine meyletmeyiz. Çünkü onlar Rasulullah'ın (s.a.s.) şahadetiyle nesillerin en hayırlısıdırlar.
Birinci hakikat veya kaide: Şüphesiz insan İslam'a iki şahadet cümlesinden ibaret olan kelime-i şahadetle girer. Her kim bu iki şahadet cümlesini dili ile ikrar ederse İslama girmiş olur ve kalben kafir olsa bile onun hakkında müslümanlara uygulanan hükümler cari olur. Çünkü biz zahire göre hüküm vermekle ve kişinin sırlarını ise Allah'a (c.c.) havale etmekle emrolunmuşuz. Bu hakikate gösterdiğimiz deliller ise şunlardır:
1. Şüphesiz Hz. Peygamber (s.a.s) şahadeteyni ikrar edenin müslümanlığını kabul eder ve onun müslüman olduğuna hükmetmek için mesela namazın vaktinin girmesini, zekatın havlini veya Ramazan farzını eda etmesini beklemezdi. Sadece onun şahadeteyne iman etmesi ve bunu açıkça inkar etmemesi ile yetinirdi.
2. Buhari ve diğerlerinin rivayet ettiği Üsame b. Zeyd (r.a.) ile ilgili hadiste belirtildiğine göre, Üsame bir adama kılıç çekmiş, o da "Lailahe illallah" demişti. Fakat Üsame buna rağmen onu öldürmüştü. Hz. Peygamber bunu duyunca, çok şiddetli bir şekilde kızdı ve Üsame'ye şöyle buyurdu:
“Sen onu "Lailahe illallah" dedikten sonra mı öldürdün?” Bunun üzerine Üsame şöyle dedi:
“O, kılıçtan kurtulmak için onu söylemiştir!”.. Hz. Peygamber de ona dedi ki:
“Sen onun kalbini mi yardın?”
Başka bazı rivayetlere göre şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü (onun söylediği) lailahe illellah'ı ne yapacaksın?"
3. Ebu Hüreyre şu hadisi rivayet etmiştir:
"Ben insanlarla lailahe illallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Onlar bunu söyledikleri zaman, artık hakkettikleri hariç, benden canlarını ve mallarını korumuş olurlar. Onların hesaplan ise Allah'a aittir."
Müslim'in rivayetinde ise şu ibare vardır:
"Allah'tan başka ilah olmadığına şahadet edinceye, bana ve benim getirdiklerime iman edinceye kadar..."
Buhari'nin Hz. Enes'ten merfu olarak rivayet ettiği hadiste ise şu ibare geçmektedir:
"Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in onun kulu ve elçisi olduğuna şahadet edinceye kadar..."
Hadiste geçen insanlardan maksat, alimlerin belirttiği ve Hz. Enes'in, rivayet ettiği hadiste tefsir ettiği gibi Arap müşrikleridir. Çünkü ehl-i kitaptan cizyenin kabul edildiği Kur'an nassı ile sabittir.
Bizim burada delilimiz şudur: Şüphesiz Arap müşrikleri, canlarını ve mallarını koruduklarını belirten ibarenin delaletiyle, lailahe illallah dedikleri zaman, onunla İslam’a girmiş olurlar. Çünkü can ve malı korumak ya müslüman olmakla yada anlaşma ve zimmeti kabul etmekle sağlanır. Burada ise müşrikler için anlaşma ve zimmet hakkı söz konusu değildir. Öyleyse onlar için müslüman olmaktan başka kurtuluş yolu yoktur.
Şüphesiz ki bu hadis birbirine yakın lafızlarla bir çok sahabiden sahih olarak rivayet edilmiştir. Bundan dolayıdır ki Hafız es-Suyuti "el-Camius-Sağir" isimli kitabında, "bu hadis mütevatir bir hadistir" demiştir. Bu kitabın şarihi olan el-Münavi de şöyle demiştir: "Çünkü bu hadisi onbeş sahabi rivayet etmiştir."
Kendi zamanındaki hadis imamlarından biri olan Süfyan b. Üyeyne'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Hadiste belirtilen bu durum namazın, orucun, zekatın ve hicretin farz edilmesinden önceki İslamın ilk döneminde söz konusu idi."
Allame İbni Receb el-Hanbeli "Camiu'1-Ulum ve'l-Hikem" İsimli kitabında Süfyan b. Uyeyne'nin bu sözünü naklettikten sonra şöyle demiştir: "Bu, gerçekten zayıftır. Bu sözün Süfyan'dan sahih bir şekilde nakledildiği tartışma götürür. Çünkü bu hadisin ravileri olan sahabiler, Rasulullah (s.a.s.)'e ancak Medine'de sahabelik yapmışlardır. Bunlardan bazıları da son dönemlerde müslüman olmuşlardır."
Ayrıca Hz. Peygamberin "benden canlarını ve mallarını korumuş olurlar." sözü, O'nun bu sözü ifade buyururken savaşla emredilmiş olduğuna delalet eder. Bütün bunlar ise O'nun Medine'ye hicret etmesinden sonra emredilmiştir."
İbni Receb devamla şunu söylemektedir: "Zaruri olarak bilinenlerdendir ki, Hz. Peygamber (s.a.s.) İslam’a girmek için kendisine gelenlerin hepsinden sadece şahadeteyni söylemesini kabul ederdi. Böylece o, İslam’a girmiş ve canını kurtarmış olurdu. O. Üsame b. Zeyd'e, kılıcını kaldırdığında "lailahe illallah" diyen kişiyi öldürdüğü için çok sert bir şekilde kızmıştı. Hz. Peygamber İslam'a girmek isteyenlere namaz ve zekata iltizam etmelerini şart koşmuyordu. Aksine Hz. Peygamber'in zekat vermemek şartıyla müslüman olmak isteyen bir kavmin müslümanlığını kabul ettiği rivayet edilmektedir.
İmam Ahmed'in "Müsned"inde Cabir (r.a.)'den rivayet ettiğine göre, o, şöyle demiştir:
"Sakif kabilesi Rasulullah (s.a.s.)'e sadaka vermemek ve cihad etmemek üzere şart koştular. Rasulullah (s.a.s.) ise (şartlarını kabul ettikten sonra) şöyle buyurdu:
"Onlar daha sonra sadaka da verecekler, cihad da edecekler."
Yine İmam Ahmed Müsned'inde Nasr b. Asım el-Leysi'den rivayet ettiğine göre, onlardan bir adam Peygamber'e gelip iki vakit namazdan başka namaz kılmamak şartıyla müslüman oldu. Peygamber de onun müslümanlığını kabul etti."
İbni Recep diyor ki: İmam Ahmed bu hadisleri delil alarak şöyle demiştir: "Fasid şart üzere.müslüman olmak sahih olur. Fakat müslüman olduktan sonra İslam’ın bütün kanunlarını yerine getirmek gerekir." İbni Receb'in sözü burada bitti.
Bu nakillerde bizi ilgilendiren iki husus vardır:
a. Şüphesiz İslam'a girmek, şahadeteyn ile gerçekleşir. Bazı hadislerde sadece kelime-i tevhide şahadet getirmek ile yetinmesî ise ya bazı ravilerin hadisi kısaltıp onunla iktifa etmesinden dolayıdır yada hadiste insanlar kelimesi ile kastedilen Arap müşriklerinin kelime-i tevhidi getiren ve davet eden Allah'ın Rasulü Hz. Muhammed'e şahadet etmedikçe, Allah'tan başka ilah olmadığına şahadet getirmeyecekleri gerçeğinden dolayıdır.
Bundan dolayıdır ki bazı Selef alimlerinden şu söz nakledilmiştir: "İslam kelimedir." Yani İslam, kelime-i şahadet ile gerçekleşir.
Namaz, oruç ve diğer İslam prensipleri ve farzlarına gelince, bunlar ancak kişiden müslüman olduktan sonra istenir. Çünkü bu ibadetler ancak müslüman olanlardan kabul edilir. Kafirin ise ibadetlerin kabul şartı olan müslümanlık şartını taşımamasından dolayı ne namazı, ne orucu, ne haccı, ne de başka bir ibadeti kabul edilir.
b. İbni Receb'in zikrettiği ve İmamu's-Sünne Ahmed b.Hanbel'in rivayet ettiği hoşgörüyü ve geniş ufukluluğu ifade eden hadislere gelince... Rasulullah (s.a.s.) özellikle yeni İslam'a girmiş olanlara bu tavrı göstererek, bununla insanları çeşitli durumlarına ve konumlarına göre tedavi ediyordu.
Şüphesiz Hz. Peygamber (s.a.s.) bazıları için reddettiği şartları, diğer bazıları için kabul etmişti. Beşir b. el-Hassasiye'den gelen hadise göre, o sadaka vermemek ve cihad etmemek şartıyla müslüman olmak üzere Hz. Peygamber (s.a.s.)'e biat etmek istemiş, bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) ondan elini çekerek şöyle buyurmuştur:
"Ey Beşir!.. Cihad yok, sadaka yok. Peki o zaman ne ile cennete gireceksin?!.."
Fakat Hz. Peygamber (s.a.s.) Sakif kabilesinden bu şartı kabul etti ve onlara bu konum üzere donup kalmayacaklarını ve müslümanlıkları ilerleyince diğer müslümanların yaptıkları her şeyi yapacaklarını da bildirdi: İşte bunun için onlara güvenerek şöyle buyurmuştur:
"Onlar gelecekte sadaka da verecekler ve cihad da edecekler."
İkinci kaide: Tevhid inancı üzere yani Allah'tan başka ilah olmadığına inanarak ölenler Allah (c.c.) katında iki şeyle ödüllendirilir:
1. Ateşte daimi olarak kalmaktan kurtulur, ister zina gibi Allah'ın hakkına taalluk etsin, isterse hırsızlık gibi kulların haklarına taalluk etsin, ne kadar günah işlerse işlesin durum değişmez. Kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunduğu müddetçe günahları sebebiyle cehenneme girse bile, mutlaka oradan çıkacaktır.
2. Ne kadar gecikirse geciksin, mutlaka cennete girecektir, işleyip de tövbe etmediği ve herhangi bir sebeple keffaretini ödeyemediği günahları sebebiyle cehennemde azabını çekeceğinden dolayı, ilk önce cennete girenlerle beraber olmasa da cezasını çektikten sonra mutlaka girecektir.
Buna gösterdiğimiz deliller Buhari ve Müslim ile diğer hadis (kaynak)larında geçen sahih ve meşhur hadislerdir. Bunlardan bir kaçını aşağıya alıyoruz:
Ubade b. es-Sabit’ten rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Her kim ki Allah'tan başka ilah olmadığına, onun bir olduğuna ve şeriki olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna, İsa'nın da O'nun kulu, rasulü ve Meryem'e ilka etmiş olduğu kelimesi ve kendi katından bir ruh olduğuna, cennetin ve cehennemin hak olduğuna şahadet ederse, hangi amel üzere olursa olsun, Allah (c.c.) onu cennete koyacaktır."
Ebu Zerr (R.a.)'dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Ben Rasulullah (s.a.s) in yanına geldim. Bana şöyle buyurdu:
"Allah'tan başka ilah yoktur diyen ve sonra bu inanç üzere ölen hiçbir kul yoktur ki cennete girmesin."
Başka bir hadiste şöyle buyuruluyor:
"Şüphesiz ki Allah (c.c.) kendi rızasını umarak "lailahe illallah" diyene ateşi haram kılmıştır..."
Bu hüküm Peygamberlik devrinde münafıkların yaptığı gibi sadece canını ve malını korumaya çalışanlar için geçerli değildir.
Yine Enes (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kalbinde buğday tanesi kadar hayır bulunduğu halde "lailahe illallah" diyen bir kimse (bile) cehennemden çıkacaktır."
Bu hadislerin hepsinde Buhari ve Müslim ittifak etmişlerdir. Yine Buharı ve Müslim'in Ebu Zerr'den rivayet ettikleri hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Cebrail bana geldi ve
"Senin ümmetinden her kim Allah'a hiçbir şey şirk koşmadan ölürse cennete girecektir" diye beni müjdeledi." Dedim ki:
"Zina etse ve hırsızlık yapsa da mı?" Dedi ki:
"Zina yapsa ve hırsızlık yapsa da!"
Sahih-i Müslim'de es-Sanabihi'nin Ubade (r.a.)'den rivayet ettiği hadise göre o, şöyle demiştir: Rasulullah'ı (s.a.s.) şöyle buyururken işittim:
"Her kim Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şahadet ederse, Allah (c.c.) ona cehennemi haram kılar."
İşte bu zikrettiğimiz hadisler gibi daha bir çok hadis vardır ki hepsi de sarahaten ve açıkça kelime-i şahadetin cennete girmeyi ve ateşten kurtulmayı gerektirdiğine delalet etmektedir. Burada "cennete girmek"ten maksat, günahlarından dolayı hak ettiği belirli bir zaman cehennemde hakketmiş olduğu cezayı çektikten sonra, eninde sonunda cennete girmektir.
Yine burada "cehennemden kurtulmak"tan maksat, tahakkuk eden cezayı çektikten sonra kurtulmaktır.
İşte biz bütün bunları, bu hadisler ile bazı günahları irtikab edenlere cehennemin gerektiğini ve cennetin haram olduğunu belirten diğer bazı hadisler arasında cem' yapmak (uzlaştırmak) için söylüyoruz. Çünkü bizim bazı nassları diğer bazılarına zıt olarak göstermemiz caiz olmaz.
Üçüncü kaide: Muhakkak ki insan şahadeteyni ikrar etmekle İslam'a girdikten sonra, müslüman olmasının gereği olarak, İslam'ın bütün hükümlerine bağlanmış olur. Bağlılık ise, Kitab ve Sünnet'le sabit olan, sarih ve mükemmel hükümlerin, adil ve kudsi olduğuna inanmak, teslim olmak ve gerekleriyle amel etmek demektir.
Bu hükümlere karşı herhangi bir müslüman için, reddetme veya kabul etme, alma veya terk etme şeklinde hiçbir muhayyerlik hakkı yoktur. Aksine onlara, razı olmuş bir müslüman olarak boyun eğmesi, helalini helal ve haramını haram bilmesi, vacib olanların vücubuna, mubah olanların da mübahlığına itikad etmesi gerekir.
Bu hususta Allahu Teala şöyle buyurmaktadır:
"Allah ve Rasulü, bir işe hükmettiği zaman, mü'min bir erkek ve mü'min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasulüne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır."
"Aralarında hükmetmesi için, Allah'a ve elçisine çağrıldıkları zaman mü'min olanların sözü sadece "işittik ve itaat ettik" demeleridir. İşte felaha kavuşanlar bunlardır."
"Hayır öyle değil; Rabbine andolsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar."
Burada bilmemiz gereken önemli hususlardan biri de şudur: Şüphesiz İslam'ın hükümlerinden kat'i olarak sabit olup yakini ahkamlardan olan teşriattan vacibler, haramlar, cezalar (ukubat) ve diğer bir çok konu ile ilgili hükümler vardır ki, bunların Allah'ın (c.c.) dininden ve şeriatından olduğu hakkında hiçbir şek ve şüphe ihtimali söz konusu değildir. İslam alimleri bunlara "dinden zaruri olduğu bilinenler" ismini takmışlardır...
Bu hükümlerin alameti, havas ve avamın hepsinin de onları bilmesi ve isbat etmek için araştırma ve istidlale ihtiyaç duymamasıdır. Bu hükümler İslam'ın rükünlerinden olan namazın, zekatın ve diğer rükünlerin farziyyeti, kebairden olan katil, zina, faiz yemek, içki içmek ve diğer büyük günahlar ve evlilik, talak, miras, hudud, kısas ve bunlara benzer konularla ilgili hükümlerdir.
İşte kim bu saydığımız "dinden zaruri olarak bilinen" hükümlerden birisini inkar ederse veya istihfaf ederse ve alaya alırsa, hiç şüphesiz açık bir küfür ile kafir olur ve onun İslam'dan çıkan bir mürted olduğuna hükmedilir. Onun kafir olması şundandır: Bu hükümler sarih olan ayetlerle sabit olmuş, onlar hakkındaki sahih hadisler tevatür derecesine ermiş ve ümmetin nesilleri peyderpey bu hükümler üzerinde icma etmiştir. Bu sebeple kim bunları tekzib ederse, şüphesiz Kur'an ve Sünnet nasslarını tekzib etmiş olur. Bu ise küfürdür.
Dördüncü kaide: Şüphesiz küçük ma'siyetler ve büyük günahlar (kebair) işleyenler, üzerinde ısrar etse ve tevbe etmeseler de, bu durum imanlarını soyar ve eksiltir fakat kökünden kazımaz ve tamamıyla yok etmez. Buna dair deliller ise şunlardır:
1. Şayet bu günahlar imanı kökünden kaldırsaydı ve işleyeni mutlak küfre soksaydı, o zaman ma'siyet ile riddet aynı şey olurdu, günah işleyen kişi (asi) ise mürted olurdu ve ona mürted cezasını vermek gerekirdi. Böylece de zina yapanın, hırsızın, yol kesenin, eşkiyanın, içki içenin ve adam öldürenin cezaları farklı olmayacaktı. Bu ise nass ve icma ile reddedilmiştir.
2. Şüphesiz Kur'an'da kısas ayetinde katil ile maktulün velilerinin birbirinin kardeşleri olduğunu belirtmektedir: "Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Özgüre karşı özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi. Fakat kimin (hangi katilin) lehine kardeşi tarafından bağışlanma olmuşsa, bu taktirde örfe uymak ve ona (maktulun velisine) güzellikle (diyet) ödemek gerekir."
3. Yine Kur'an-i Kerim birbirleriyle savaşan iki taifenin iman sahibi olduğunu isbat etmektedir:
"Mü'minlerden iki topluluk birbirleriyle savaşacak olursa, aralarını bulup düzeltin. Şayet biri diğerine tecavüzde bulunacak olursa, artık tecavüzde bulunanla, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın..."
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz mü'minler kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin..."
Kur'an, bu iki ayetle iki grub arasındaki savaşa rağmen, onların imanlı ve birbirlerinin din kardeşleri olduklarım isbat etmiştir. Kur'an bu hakikati, Hz. Peygamber'in (s.a.s.) "Benden sonra birbirlerinizin boyunlarım vuran kafirler (gibi) olmayın!" hadisi ile "iki müslüman kılıçlarıyla birbiriyle karşılaştıklarında, öldüren de öldürülen de ateştedir." hadisi (nin zahiri manasi)na rağmen beyan etmiştir. İmam Buharı bu son hadis ile delil getirerek, günahların işleyeni küfre götürmediğini, çünkü Hz. Peygamber'in birbirine karşı kılıçlarıyla karşılaşan her iki tarafı da, cehennem ile tehdit etmekle beraber, müslüman olarak isimlendirdiğini belirtmiştir.
Bu ayet ve hadislerin kastettikleri şey, hiçbir te'vil kabul etmeyen savaştır.
4. Hatib b. Ebi Baltaa Hz. Peygamberin sıkı bir şekilde gizli kalmasını istemesine rağmen Mekke'nin Fethi'nden az bir zaman önce Hz. Peygamber (s.a.s.)'in haberlerini ve ordusunun Mekke'ye doğru hareket ettiğini Kureyş'e bildirmeyi istemek suretiyle günümüzde "en büyük hainlik" diye isimlendirilen suç gibi bir suç işlemişti. Bunun üzerine Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e şöyle dedi:
"Ya Rasulallah, izin ver de bunun boynunu vurayım. Çünkü o, münafıklık yapmıştır." Hz. Peygamber (s.a.s) ise onun Bedir ehli olduğunu belirterek özrünü kabul etti ve onun bu fiilini, kendisini imandan çıkarıp küfre götüren bir fiil saymadı. Bu olay üzerine inen Mümtehine Suresi'nin başındaki ayetler de bunu tekid etmektedir:
"Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan size geleni inkar etmişler, Rabbiniz olan Allah'a inanmanızdan dolayı elçiyi de, sizi de (yurtlarınızdan) sürüp çıkarmışlardır. Eğer siz, Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl olur) onlara karşı hala sevgi gizliyorsunuz? Ben, sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilirim. Kim sizden bunu yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp sapmış olur."
Allahu Teala "Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz" kavli ile Hatib b. Ebi Baltaa'yi da "iman edenlerin" içine koyarak hitab etmiş ve ayette onun düşmanı ile mü’minlerin düşmanlarını bir saymıştır.
5. Bedir savaşına katılanlardan biri olan ve Hz. Ebu Bekir'in kendisiyle artık ilişki kurmayacağına dair yemin ettiği Mistah b. Üsase'nin de aralarında bulunduğu, Hz. Aişe'ye zina iftirasını atanlar hakkında nazil olan şu ayet de yukarıdaki ayete yakın hakikatleri beyan etmektedir:
"Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere (mallarından) vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Şüphesiz Allah (c.c.) çok bağışlayandır ve çok esirgeyendir."
Eğer denilse ki Mistah ve diğerleri tevbe ettikleri için özürleri kabul edilmişti. Biz de diyoruz ki: İbni Teymiye (rh.a.) nin dediği gibi Allahu Teala, müslümanlara onları affetmelerini, hoş görmelerini ve onlara ihsanda bulunmalarını emrederken, tevbe etmelerini şart koşmamıştır.
6. Buhari'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber zamanında içki içen birine, Hz. Peygamber (had cezasını) vurmayı emretti. Sahbiler de ona vurdular. Adam (cezasını çektikten sonra) giderken, ashabdan bazıları ona
"Allah senin canını alsın!" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) onlara şöyle buyurdu:
"Böyle demeyiniz, şeytanı onun yardımcısı yapmayınız."
Buhari'de geçen başka rivayette ise şöyle buyurmuştur:
"Şeytanın yardımının kardeşinize gelmesine sebeb olmayınız "
Ebu Davud'un Sünen'inde ise bu olay ile ilgili olarak fazladan şu ibare geçmektedir:
"...Fakat deyin ki: Allah'ım onu bağışla, Allah'ım ona merhamet et..."
İşte kötülüklerin anası olan içkiyi içen kişiye Müsamahakar Muhammedi bakış böyledir. O, (s.a.s.), cezanın verilmesini emrediyor. Fakat onun Allah'ın rahmetinden kovulmasına ve lanetlenmesine, mü'minlerin çemberinden çıkarılmasına razı olmuyor. Aksine onunla diğer mü'minler arasında kardeşlik olduğunu isbat ediyor, onların ona söverlerken ve onu açıkça küçük düşürürlerken kalbinde şeytan için bir geçit açmalarını nehyediyor, onlara onun bağışlanmasını ve Allah'ın rahmetine kavuşması için dua etmelerini, ona kardeşlik, sevgi ve hidayet arzusu şuurunu vermelerini emrediyor. Umulur ki bu tavırlar onun düştüğü hatadan çıkmasını sağlar.
7. Yine Buhari'nin Ömer b. Hattab'dan rivayet ettiği şu hadis, konumuzu daha çok desteklemektedir: Rasulullah (s.a.s.) döneminde ismi Abdullah olup "Himar" diye lakaplanan bir adam vardı ki bir defasında (içki içtiğinden dolayı) Rasulullah (s.a.s.) ona içki cezasını verdiğinde gülüyordu. Yine bir gün bu suçtan getirildi. Hz. Peygamber (s.a.s.) emretti ve yine cezası vuruldu. Bu esnada sahabeden biri şöyle dedi:
"Allah’ım, buna lanet et, bu suçtan ne kadar da çok getiriliyor!.." Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) buyurdu ki:
"Ona lanet etmeyin. Allah'a yemin olsun ki ben onun Allah'ı ve Rasulünü sevdiğini biliyorum." Hadisin diğer bazı rivayetlerinde şu ibare geçer:
"Şüphesiz ben onun Allah'ı ve Rasulünü sevdiğini biliyorum."
Başka bazı rivayetlerde de şöyle geçer:
"Ben ancak onun Allah'ı ve Rasulünü sevdiğini biliyorum."
İşte bu tavır, onun içkiye devam etmesine, içmekte ısrar etmesine ve içkiden dolayı yadırganmasına rağmen gösterilmiştir. Hatta İbni Hacer Askalani "Fethu'1-Barî" isimli eserinde İbni Abdilberr'den o adama elli defa içki sebebiyle ceza vurduğunu ve her seferinde Hz. Peygamber'in ona lanet edilmesini nehyettiğini, onun Allah'ı ve Rasulünü sevdiğini anlattığını rivayet etmiştir.
Hafız İbni Hacer Fethu’l-Bari'de bu hadisin nüktelerini beyan ederken şöyle demektedir:
a. Bu hadiste, büyük günah işleyenin kafir olduğunu iddia edenlere reddiye vardır. Çünkü Hz. Peygamber büyük günah işleyene lanet etmeyi nehyetmiş ve ona dua etmeyi emretmiştir.
b. Yine bu hadiste büyük günah işleyen kişinin kalbinde bulunan Allah ve Rasulünün sevgisinin, büyük günah işlemekle yok edilemeyeceği gerçeği vardır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) mezkur adamın, kendisinden sadır olan günaha rağmen Allah (c.c.) ve Rasulünü sevdiğinden haber vermiştir.
c. Yine bu hadiste kendisinden defalarca günah sadır olan kimsenin kalbinden Allah ve Rasulullah sevgisinin çekilip çıkarılamayacağı belirtilmektedir.
d. İçki içen kimseden imanı nefyeden "Bir kimse mü'min iken içki içmez" şeklindeki hadiste imanın tamamıyla gittiği değil, imanın kemalinin zail olduğu belirtilmektedir. Bu da önceki hususları teyid etmektedir.
İbni Hacer’in Fethu'1-Bari kitabından yaptığımız nakil burada bitti.
8. Bu konuda göstereceğimiz diğer bir delil yukarıda geçen "lailahe illallah" diyen kimsenin zina ve hırsızlık yapsa da cennete gireceğini belirten hadislerdir.
9. Diğer bir delilimiz de Hz. Peygamber (s.a.s.)'den sahih olarak rivayet edilmiş ve meşhur olmuş olan, O'nun ümmetinden büyük günah işleyenlere şefaat edeceğini belirten hadislerdir. Bu hadisler de iki büyük hükme delalet etmektedir:
a. Şüphesiz onlar, büyük günah işlemekle Hz. Peygamber'in ümmet çemberinden dışarı çıkmazlar.
b. Yüce Allah, Hz. Peygamber'in bu şefaati sebebiyle ya onları, günahları dolayısıyla hakketseler de, cehenneme girmekten affederek, yada belirli bir zaman orada kalıp azaplarını çektikten sonra çıkararak onlara merhamet edecektir. Yoksa onlar katiyyen cehennemde ebedi kalmazlar.
Beşinci kaide: Bu kaide, bir önceki kaideyi te'kid eder. Buna göre affedilmeyen tek günah Allah'u Teala'ya şirk koşmaktır. Bundan başka diğer günahlar, ister büyük isterse küçük olsun, Allah'ın dilemesine bağlıdır; dilerse affeder, dilerse cezalandırır. Bu konuda Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki (günah)ları ise dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır."
Bu ve buna benzer ayetlerde geçen "Şirk"ten maksat, büyük şirk (şirk-i ekber)dir. Bu ise, Allah'u Teala ile beraber bir veya bir çok ilah edinmektir. İşte bu ayette geçen "şirk" lafzından mutlak olarak kastedilen böyle bir şirk koşmadır. Küfr-i ekber (büyük küfür) yani Allah'ı inkar etmek ve varlığını kabul etmemek şeklindeki küfür de buna benzer.
Bu konuda Hafız İbni Hacer şöyle demektedir:
"Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s.)in peygamberliğini inkar eden kimse Allah (c.c.) ile beraber başka ilah edinmese bile yine kafir olur. Tartışmasız olarak, bu kişi de mağfiret edilmeyecektir."
Küfür ve şirkten başka diğer günahların hepsi ilahi meşietin hakimiyetine bağlıdır. Allah'u Teala "Bunun dışındakileri ise dilediği kimse için bağışlar" ibaresinde buyurduğu gibi kimi dilerse bağışlar, kimi dilerse cezalandırır...
İmam İbni Teymiyye diyor ki:
"Bu hükmün şirkten tevbe eden kimseye de hamledilmesi caiz değildir. Şöyle ki, "(Benden onlara) de ki: Ey kendi nefisleri aleyhinde haddi aşan kullarım. Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah (c.c.) bütün günahları bağışlar. Şüphesiz o, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir..." şeklindeki ayette eksik sıfatlardan münezzeh olan Allah (c.c.) buyurduğu gibi, tevbe eden kimse hakkında şirk ve diğer günahlar arasında fark yoktur. Bu iki ayette umum ve itlak bahsi vardır. Çünkü burada "haddi aşan kullarım" dan maksat (günahtan sonra) tevbe edendir. Yine burada tahsis ve talik bahsi vardır."
Şüphesiz şirkten başka diğer tüm günahların ilahi meşiete bağlı olduğunu belirterek ayetin zımnında bulunan hakikati teyid eden sahih hadis de vardır.
Buharî'de bulunan Ubade b. es-Samit'in rivayet etmiş olduğu hadise göre. Hz. Peygamber etrafında bir grup sahabe bulunduğu halde şöyle buyurmuştur:
"Allah'a hiçbir şey ortak koşmayacağınıza, hırsızlık yapmayacağınıza, zina etmeyeceğinize, çocuklarınızı öldürmeyeceğinize, yalan-dolanlarla hiç kimseye İftirada bulunmayacağınıza ve iyilik hususunda isyan etmeyeceğinize dair bana bey'at ediniz. Sizden kim bunlara vefakar davranırsa, onun ecri Allah'a aittir. Her kim ki bunlardan birisini yapar ve bu sebeple dünyada cezalandırılırsa, bu onun için bir keffaret olur. Her kim de bunlardan birini yapar da Allah onun bu aybını örterse, onun işi Allah'a kalmıştır; dilerse affeder, dilerse cezalandırır."
Belki bu günahlardan dolayı ceza çekenler için, bu ceza temizleyici ve keffaret olmaktadır. Şayet ceza çekilmişse, durum Allah'ın meşietine bağlıdır.
Allame el-Maziri bu konuda diyor ki: Bu hadiste işledikleri günahlar sebebiyle insanları tekfir eden Haricilere ve fasıkın tevbe etmeden ölmesi durumunda ona azabın vacib olduğuna inanan Mu'tezile'ye reddiye vardır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) bu günahları işleyenin Allah'ın meşietine bağlı olduğunu belirtmiştir. Yoksa "Ona azap gerekir" dememiştir. et-Tayyibi de şöyle demiştir:
"Bu hadiste, bizzat hakkında nass varid olan kimseden başka herhangi bir kimsenin cehenneme gireceğine dair şahadet getirmekten vazgeçmenin gerektiğine işaret vardır."
Altıncı kaide: Şüphesiz Kur'an ve sünnet terminolojisinde küfür kelimesi kullanılırken, dünya hükümlerine nisbetle insanı dinden çıkaran ve ahiret hükümlerine nisbetle cehennemde ebedi kalmasını gerektiren küfr-i ekber (büyük küfür) kastedilir. Ancak bazen de kişinin cehennemde ebedi kalmasını değil, cehennem ile tehdit edilmesini gerektiren ve onu İslam dininden çıkarmayan küfr-i asgar (küçük küfür) kastedilir. Bu küfür çeşidi ancak kişinin fasıklık ve isyankarlıkla damgalanmasına sebep olur.
Birinci anlamıyla küfür (yani küfr-i ekber), Hz. Peygamber'in getirmiş olduğu dinden zaruri olarak bilinen herşeyi veya bunların bazısını kasden inkar etmek ve reddetmek demektir.
İkinci anlamıyla küfür (küfr-i asğar) ise Allah'ın emrine muhalefet sayılan, yahut onun nehyettiği yasakları işlemek suretiyle gerçekleşen diğer günahları kapsamaktadır. İşte bu küfür çeşidi hakkında şu hadisler gibi bir çok hadis bize ulaşmıştır:
a- "Kim Allah'tan başkasına yemin ederse küfretmiş olur." veya "şirk koşmuş olur."
b- "Müslümana sövmek fasıklık, onu öldürmek ise küfürdür."
c- "Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kafirler olmayın"
d- "Babalarınızı reddetmeyin. Çünkü babalarınızı reddetmeniz sizi küfre götürür."
Bizim bu tür hadisler hakkındaki değerlendirmemiz şöyledir: Bu ve benzeri nasslarda varid olan küfür, diğer bazı delillerden dolayı, kişiyi dinden çıkaran küfür değildir. Çünkü sahabe de birbiriyle savaşmıştı. Ama onlardan bazısı diğer bazısını tekfir etmiyordu. Emiru'l-Mü'minin Ali b. Ebi Talib'den yakın olarak bize ulaşmıştır ki, o, Cemel ve Sıffın savaşlarında kendisiyle savaşanları tekfir etmiyordu. Sadece onları baği sayıyordu. Şüphesiz Hz. Peygamber'in Ammar'a söylediği şu hadis sahihtir:
"Seni baği bir topluluk öldürecektir."
Yine Hariciler hakkındaki şu hadis de sahihtir:
"Onlarla iki taifeden hakka yakın olanı savaşacaktır."
Gerçekten de onlarla Hz. Ali ve beraberindekiler savaşmıştı.
Yine Kur'an-ı Kerim de birbiriyle savaşan iki taifenin mü'min olabileceğini isbat etmiştir:
"Mü'minlerden iki taife birbiriyle savaşırsa..." .
Ayrıca onlar arasında din kardeşliğinin devam ettiğini de isbat etmiştir:
"Şüphesiz mü'minler kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin."
Şu hadis de bu hususu belirtiyor:
"Her kim (müslüman) kardeşine kafir derse..."
İşte bu hadiste birbirlerine kafir diyen iki müslümanın kardeş olduğunu ve bu olayın müslüman ile kafir arasında olmadığını belirtiyor. Böylece de kardeşine kafir diyenin bu sözüyle İslam dairesinden dışarı çıkmadığına delalet etmektedir.
"Kim Allah'tan başkasına yemin ederse, şüphesiz küfretmiştir." veya "şirk koşmuştur" hadisi ile "kim bir arrafa veya kahine gider de onun dediğini tasdik ederse, şüphesiz o, Allah'ın Muhammed (s.a.s.)'e gönderdiğini inkar etmiştir" şeklindeki hadis ve buna benzer hadisler de yukarıdaki gerçeği ifade etmektedirler.
Geçmiş asırlar boyunca müslüman alimlerden hiçbiri yukarıdaki fiilleri dinden çıkaran ve İslam'dan döndüren fiiller olarak saymamıştır. Şüphesiz ki insanlar daima çeşitli zamanlarda Allah'tan başkasına yemin ediyorlar, falcıları ve kahinleri tasdik ediyorlardı. Bu tür hareketleri yüzünden ilim ve din adamları onları yadırgıyorlar, onların sapık ve fasık olduklarını söylüyorlardı. Fakat onların mürted olduklarına hüküm vermiyorlar, onları eşlerinden ayırmıyorlar, onların cenazeleri üzerine namaz kılınmamasını veya müslümanların kabristanında defnedilmesini nehyetmiyorlar. Bu ümmetin, dalalet üzere icma yapmayacakları bize merfu bir hadis ile ulaşmıştır.
İşte bu sebeple, İbni Kayyım bazı günahlara küfür itlak eden bir çok hadisi zikrettikten sonra şöyle demiştir:
"Burada kastedilen şudur: Bütün günahlar küfr-i asgar nevindendir. Bu ise taat ile amel etmek olan şükrün zıddıdır. Çalışma (sa'y) ya şükürdür, yada küfürdür (nankörlüktür.) Üçüncü bir çalışma türü ne bundandır ne de şundan."
Birinci manadaki küfür (yani küfr-i ekber) ise imanın zıddıdır. Bu manayla, "şu kafirdir, şu da mü'mindir" denilir. Aşağıdaki ayetler de bu anlamdadır:
"Onlardan kimi inandı, kimi inkar etti..."
"Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkar edenlerin velileri ise tağuttur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, orada ebedi kalacaklardır."
"Kendilerine apaçık belgeler geldiği ve elçinin hak olduğuna şahid oldukları halde, imanlarından sonra küfre sapan bir kavmi Allah (c.c.) nasıl hidayete erdirir?.."
İkinci manadaki küfür -yani küfr-i asgar-a gelince, onun zıddı da şükürdür. İnsan ya bir nimet için şükredici olur yada hakkını yerine getirmeyerek -gerçi onu reddetmekle kafir olmasa da nankör olur. Allahu Teala insanın bu vasfı hakkında şöyle buyurur:
"Şüphesiz biz ona yolu gösterdik. Artık o ya şükredici olur, ya da nankör (kafir) olur."
Başka bir ayet-i kerimede Yüce Allah şöyle buyurur:
"Her kim şükrederse, o ancak kendisi lehine şükretmiştir. Kim de küfrederse (nankörlük yaparsa), şüphesiz benim Rabbim müstağnidir ve kerimdir..."
Sahih-i Buhari'de kadınların cehenneme girmelerinin sebebi hakkındaki hadiste şöyle buyurulmaktadır:
"Şüphesiz onlar inkar ediyorlar = nankörlük ediyorlar." Bunun üzerine sahabe dedi ki:
"Allah'ı mı inkar ediyorlar?" Hz. Peygamber şöyle cevap verdi:
"Onlar dostluğa ve iyiliğe küfr (an-ı ni'met) ediyorlar."
Hafız İbni Hacer Askalani, Kurtubi'nin şu sözünü nakletmiştir:
"Şariin lisanında küfür, İslam dininden olan şer'î hususlarla ilgili zaruriyeti bilerek inkar etmek manasında kullanılmıştır. " Daha sonra İbni Hacer şunları belirtmiştir:
"Ancak bazen de şeriatta küfür, nimete karşı nankörlük, nimeti veren zata şükretmeyi terk etmek ve nimetin hakkını vermemek manasında kullanılmıştır. Nitekim Buhari'nin "Kitabu'l-îman" bölümündeki "küfr düne küfr" (küfür olmayan nankörlük) babındaki Ebu Said (R.a.)'m rivayet ettiği "onlar iyiliği inkar ediyorlar..." şeklindeki hadis de bu hususu anlatmaktadır."
Bundan dolayıdır ki İmam Buhari Sahih'inde "Kitabu'l-İman" bölümünde, büyük günahları işlemeleri sebebiyle müslümanları tekfir eden Hariciler’i reddetmek için bir çok "bab"lar koymuştur, işte bu "bab"lardan biri de "Babu Kufrani'l-Aşiri" ve "Küfri düne kufrin" bahsidir.
"Kufrun düne küfr" ibaresi Allahu Teala'nın "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler var ya, işte onla kafirlerin ta kendileridir" kavl-i şerifinin tefsiri hakkında İbni Abbas ve bazı tabiilerden rivayet edilmiştir.
İşte bütün bunlar da bize gösteriyor ki, küfrün büyük ve küçük olmak üzere değişik derecelere taksim edilmesi, Ümmetin selefinden rivayet edilmiş bir taksimdir. Bu taksim şirkte de, nifakta da, fıskta da, zulümde de cereyan etmektedir. Bütün bu saydıklarımız, insanın ebedi olarak cehennemde kalmasına sebep olan "büyük" ve buna sebep olmayan ve dinden çıkarmayan "küçük" kısımlara ayrılmaktadırlar.
Yine İmam Buhari, Sahih'inde "Babu Zulmin düne Zulm" bahsinde İbni Mesud'un rivayet ettiği şu hadisi kendisine delil almıştır:
"En'am süresindeki "İman edenler ve imanlarını zulüm ile karıştırmayanlar, işte güvenlik onlar içindir ve onlar hidayete ermişlerdir." ayeti nazil olunca sahabe dedi ki:
"Ya Rasulallah! Hangimiz kendisine zulmetmez ki?" Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Burada kastedilen sizin dediğiniz zulüm değil, imanlarına şirk karıştırmaktır. Yoksa siz Yüce Allah'ın şu sözünü duymadınız mı?:
"Şüphesiz şirk, büyük bir zulümdür."
İmam Buhari’nin irad ettiğine dair hadisin delalet vechi şudur: Sahabe "zulüm ile karıştırma" sözünden bütün günahları anlamıştılar. Hz. Peygamber de onların bu anlayışını reddetmedi. Ancak bu ayette zulümden maksadın zulüm çeşitlerinden en büyüğü olan şirk olduğunu onlara açıkladı. Bu da zulmün çeşitli mertebelere ayrıldığını göstermektedir.
Yedinci kaide: Şüphesiz iman, küfür, cahiliyye veya nifak şubelerinden bir veya birçoğunu kapsayabilir, işte bu hakikat eskiden de, şimdi de birçoklarına gizli kalmıştır. Bu sebeple insanın ya tam bir mü'min veya tam bir kafir olduğunu, bu ikisi arasında bir makamın bulunmadığını ve insanın saf bir muhlis veya saf bir münafık olduğunu zannetmişlerdir. Bazılarının dediği şu söz de buna yakındır: Ya halis bir müslüman ya da halis bir kafir olunmalıdır, bunun üçüncü şıkkı yoktur!
Bu yönteme sıkça başvuruluyor. Tüm dikkatlerini her iki tarafa çekip, orta mertebeye iltifat etmiyorlar. Onlara göre bir şey ya beyaz, ya da siyahtır. Halbuki saf beyaz ve saf siyahtan başka veya ikisi arasında bir çok rengin olduğunu unutuyorlar.
Bizim insanlardan bir grubun fertleri veya toplulukları kamil imanın sıfatlarını gerçekleştiremeyip, içlerinde kimi münafıklık özelliklerini, küfür şubelerini veya cahiliye ahlakını gördüğümüzde hemen onlara mutlak küfür, hakiki münafık (nifak-i ekber) veya küfre düşüren cahiliye hükmünü vermemiz doğru olmaz. Böyle yapanlar, imanın küfürden veya nifaktan bir özellikle hiçbir zaman bir araya gelmeyeceğine, İslam ile cahiliyenin bir arada bulunmayan iki zıt kutup olduğuna inanırlar.
Bu inanç, mutlak yani kamil iman ile mutlak küfür, veya İslam ile hakiki cahiliye açısından doğrudur. Ancak bazen
mutlak iman ile küfür, veya mutlak iman ile nifak yahut mutlak İslam ile cahiliye bir araya gelebilir.
Sahih-i Buhari'de Hz. Peygamber'in Ebu Zerr (r.a.)'a şöyle dediği geçmektedir:
"Sende cahiliyye bulunmaktadır"
Bu sözü de Ebu Zerr daha cihad ve sıdk bakımından yeni müslüman iken ona söylemişti.
Yine Buhari'de şu hadis de geçmektedir:
"Her kim ki (Allah yolunda) gazve (cihad) etmeden ve gazveyi niyetlenmeden ölürse, o nifaktan bir şube üzere ölmüştür."
Ebu Davud'un Huzeyfe b. el-Yeman’dan rivayet ettiğine göre o, şöyle demiştir:
"Kalpler dört çeşittir: Kılıflı ve kilit kalp ki, bu, kafirin kalbidir. Ters yüz olan kalp ki, bu da münafığın kalbidir. Pürüzsüz ve içinde parlak bir kandil bulunan kalp ki, bu da müminin kalbidir. Diğer kalp de içinde hem iman hem de nifak bulunan kalptir. Kalbin içindeki iman temiz su ile beslenen ağaç gibidir. Kalbin içindeki nifak da kan ve irin akıtan yara gibidir. İki maddeden hangisi diğerine galip olursa, o hakim olur."
Bu hadis imam Ahmed'in Müsned'inde merfu bir hadis olarak rivayet edilmiştir.
Şeyhu'l-İslam İbni Teymiye şöyle der:
"Huzeyfe'nin söylediği bu söze, Allahu Teala'nın şu sözüne de delalet etmektedir:
"O gün onlar, imandan çok küfre daha yakındılar."
Bu olaydan önce onlarda mağlup olmuş bir nifak vardı. Ancak Uhud savaşı olunca, onların nifağı galip oldu ve onlar küfre daha yakın oldular.
Abdullah b. el-Mübarek -kendi senediyle- Hz. Ali b. Ebi Talib'den rivayet ettiğine göre, Hz. Ali şöyle demiştir:
"İman kalpte bir beyaz nokta olarak zuhur eder. Kulun imanı ne kadar artarsa, onun kalbindeki beyazlık da o kadar artar. Ta ki iman kamil olunca, kalbin tamamı bembeyaz olur!! Nifak da kalpte siyah bir nokta (leke) olarak zuhur eder. Kulun nifakı ne kadar artarsa kalbindeki siyahlık da o kadar artar. Ta ki kulun nifağı kamil olunca, kalbi de kapkara olur. Allah'a yemin ederim ki, şayet siz mü'minin kalbini açarsanız, onun beyaz olduğunu göreceksiniz. Şayet kafirin kalbini de açarsanız, onun da kara olduğunu göreceksiniz."
İbni Mes'ud (r.a.) da demiştir ki:
"Zenginlik, suyun baklayı yeşertmesi gibi kalbte nifakı yeşertir."
Şeyhu'l-İslam İbni Teymiye devamla şunları söyler:
"İşte Selefin kelamından, bu manada bir kalpte imanın da nifakın da (aynı anda) bulunabileceğine dair sözler çoktur. Kitab ve Sünnet de buna delalet etmektedir. Mesela, Hz. Peygamber (s.a.s.) imanın ve nifakın şubelerini zikrederken şöyle buyurmuştur:
"Kimde bu nifak şubelerinden biri bulunursa, onda terk ettiği zamana kadar nifaktan bir şube bulunmuş olur."
İşte bu şube, bir çok iman şubesi ile beraber bulunur.
Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Kalbinde zerre kadar iman bulunan herkes cehennemden çıkacaktır."
Böylece kendisinde azın en azı kadar bile iman bulunan kimsenin cehennemde ebedi olarak kalmayacağı, kendisinde nifaktan çok miktar bulunanın da, kendisinde bulunduğu kadar azap çekeceği ve daha sonra cehennemden çıkacağı anlaşılmaktadır.
Yüce Allah'ın bedeviler hakkındaki şu sözü de bu manadadır:
"Bedeviler, dedi ki: "İman ettik." De ki: "Siz iman etmediniz, ancak "teslim (müslüman) olduk deyin, iman henüz kalplerinize girmiş değildir..."
Ayet imanın onların kalbine girdiğini nefyediyor. Bu ise onların kalplerinde imandan bir şubenin bulunmasına mani değildir. Nitekim bu manada Hz. Peygamber (s.a.s.) de "zina eden, hırsızlık yapan, kendisi için sevdiğini kardeşi sevmeyen, komşusunun şerrinden emin olmadığı kimse ve daha bir çok kimseden de imanı nefyetmiştir. Şüphesiz Kur'an ve Sünnet'te bazı vacipleri terk ettiğinden dolayı insanlardan imanı nefyeden nasslar çoktur."
İbni Teymiye (rh.a) başka bir yerde de bu konuya değinerek şöyle demektedir:
"Burada kastedilen şudur: Mü'minlerin en hayırlı olanları cennetin en üst derecelerinde olacaktır. Münafıklar ise gerçi dünyada zahiren müslüman görünseler ve haklarında zahiren müslümanlara uygulanan hükümler cereyan etse de cehennemin en alt tabakalarında kalacaklardır. Kalbinde hem iman, hem de nifak bulunup müslüman olarak tanınanlar ise halis münafık değildirler. Bu durumda olanlar, şayet nifakları imanlarına galib ise mü'min ismini hak etmezler, aksine münafıklık ismi onlara daha layıktır. Çünkü onda beyaz ve siyah renk beraber bulunmakta, -ancak siyahlığı beyazlığından daha çok olduğundan, siyah ismi ona beyaz isminden daha layık düşer. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Onlar o gün imandan çok küfre daha yakın idiler."
Ancak onun imanı daha galip olmakla beraber, yanında nifak da bulunsa, o zaman cehennemle tehdit edilmeye layıktır. Bu da şefaat edilmediğinde veya Allah (c.c.) onu affetmediğinde azabını çektikten sonra hakketse bile, cennete öncelikle girecek olanlardan olmaz.
İbni Teymiye devamla şöyle demektedir:
"Ehl-i hevadan olan Hariciler, Mutezile, Cehmiye ve Mürcie taifeleri, bir kulda iman ile nifağın bir arada bulunmadığını söylerler. Onlardan kimi de bu hususta icma olduğunu iddia ederler. Halbuki onlar bu konuda hataya düşmüşlerdir ve Kitab, Sünnet ve sahabe ile onlara iyilikle tabi olan Tabiûn'dan gelen rivayetlere açıkça anlaşılabilir şekilde muhalefet etmişlerdir.
Hariciler ve Mutezile bu fasid esası öne sürerek, bir şahısta, onun kendisiyle sevabı hakkettiği bir taat ile, cezayı hakkettiği bir masiyetin bir arada bulunmayacağını söylemişlerdir. Yani onlara göre bir şahıs bir açıdan övülmüş, diğer bir açıdan kınanmış, bir açıdan kendisine dua edilecek şekilde sevilmiş, diğer bir açıdan lanet edilecek şekilde gazaplanmış olamaz ve bir şahsın hem cennete hem de cehenneme gireceği tasavvur edilemez. Aksine onlara göre bir kişi cennet veya cehennemden birisine girerse artık diğerine giremez. Bu sebeple onlar cehennemde olan birisinin oradan çıkmasını veya şefaat edilmesini inkar ederler.
Mürcie'nin aşırı olanlarından da buna benzer görüş nakledilir: Onlar da bu hususta Mutezile ve Haricilere muvafakat ederler. Fakat onların tersine şöyle derler:
"Şüphesiz büyük günah işleyenler cennete girecekler, cehenneme girmeyecekler."
Halbuki sahih hadislerin haber verdiği gibi, bir şahsı Allahu Teala cehennemde azaba çektikten sonra cennete koyacaktır. Diyelim ki bir şahsın günahları var, bu durumda o şahıs günahları sebebiyle azap çekecektir. İyiliği var, iyilikleri sebebiyle cennete girecektir. Bu durumda onun hem itaati, hem de masiyeti vardır. Yukarıdaki gruplar böyle birisinin hükmü hakkında değil, ismi hakkında tartışmışlardır.
Mürcie mezhebinin görüşü şudur:
"Böyle birisi imanı kamil olan bir mü'mindir. "
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'a göre ise, böyle birisi imanı noksan olan bir mü'mindir. Şayet imanı noksan olmasaydı azap görmezdi. Nitekim müslümanların ittifakına göre böyle bir insan iyilik ve takva bakımından da eksiktir.
Peki bu durumda ona "mü'min" ismi verilebilir mi? Bu konuda iki görüş vardır ki, en doğrusu açıkladığımız şekilde Ehl-i Sünnet'in görüşüdür.
Böyle bir insanın keffaret için köle azad etmesi gibi dünya hükümleri hakkında sorulursa, bir görüşe göre onun mü'min olduğu belirtilmektedir. Aynen bunun gibi o, Allahu Teala'nın "Ey iman edenler!" hitabının kapsamına giren mü'minlerden sayılır. Ahiretle ilgili hükmüne gelince, böyle birisi cennetle vaad edilmiş müminlerden değildir. Aksine ondaki iman, onun cehennemde ebedi olarak kalmasına mani olmaktadır. Yine bu imanı sebebiyle, şayet Allah (c.c.) onun günahlarını affetmezse, cehennemde cezasını çektikten sona cennete girecektir. Bundan dolayıdır ki şöyle denilmiştir: "O, imanı sebebiyle mü'min, büyük günahları sebebiyle fasıktır. Veya o, imanı noksan olan bir mü'mindir."
Ehl-i Sünnet'ten ve Mu'tezile'den böylelerini mü'min olarak isimlendirmeyenler diyorlar ki, Allahu Teala'nın, "İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir." kavlinden dolayı onların fasıklık ismi, iman ismini kendilerinden nefyetmektedir. Yine onlar,
"Mü'min olan, kimse fasık olan kimse gibi midir?" ayetine de dayanıyorlar.
Ancak buna rağmen, bazı insanlarda küfür şubelerinden biri bulunmakla beraber, aynı zamanda iman şubeleri de bulunabilir. İşte bu manada, Hz. Peygamber (s.a.s.)'den bir çok günahları, o günahları işleyenlerde zerre miskalinden fazla iman bulunduğu halde, küfür olarak isimlendiren hadisler varid olmuştur. Bu günahları işleyenler de cehennemde ebedi kalmazlar. Bu tür hadislerden bazıları da "Müslümana sövmek fasıklık; onu öldürmek kafirliktir." hadisi ile "Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kafirler olmayın." gibi hadislerdir.
İşte bu (son) hadis, sahih hadis kitaplarında bir çok vecihten meşhur olmuştur. Çünkü bu "Veda Haccı"nda insanlar arasında ilan edilmesi emredilen bir hadistir. Burada Hz.Peygamber (s.a.s.) haksız yere birbirlerinin boyunlarını vuranları kafirler saymış, böyle bir işi de küfür olarak isimlendirmiştir. Bununla beraber Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Eğer mü'minlerden iki taife birbiriyle savaşırlarsa, aralarını bulup düzeltin."
Daha sonra şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ancak mü'minler kardeştir."
Böylece bu günahları işleyenlerin tamamıyla imandan çıkmadıklarını, fakat bunlarla beraber küfür özelliklerinin de kendilerinde bulunduğunu belirtmiştir, işte bu haslet sahabeden bazılarının "Küfrün düne küfrin" (gerçek küfür olmayan, insanı dinden çıkarmayan küfür) ismini verdikleri bir haslettir. Şu hadis de böyle değerlendirilmelidir:
"Kim kardeşine kafir derse, muhakkak ki ikisinden biri bu ismi hakketmiş olur."
Burada Hz. Peygamber o sözün denildiği zamanda bile onları birbirlerinin kardeşi olarak isimlendirmiş ve onlardan birinin bu ismi hakkettiğini haber vermiştir. Şayet ikisinden biri dinden çıkmış olsaydı, diğerinin kardeşi olmazdı. Çünkü o zaman birisi kafir olacaktı."
Sekizinci kaide: (Bu kaide, yedinci kaideyi te'kid etmektedir.) Şüphesiz insanların, Allah-u Teala'nın emrini yerine getirmede ve nehyinden uzaklaşmadaki mertebeleri ayrı ayrıdır. Bu sebeple de onların imanları ve Allahu Teala (c.c.) ya olan yakınlıkları da farklı derecelerdedir. Burada ümmetin selefi imanın artıp eksildiğini takrir etmiştir. Kitap ve Sünnet de buna delalet etmektedir. Bundan dolayı bütün insanları, kendisinden yaratılmış oldukları ve kendilerini yeryüzüne şiddetle bağlı kılan çamursal unsuru unutarak, günahsız ve hatasız melekler şeklinde tasavvur etmek açık bir yanlıştır.
İşte bu, insanların Allah'a itaat ve iman etme hususundaki farklılığı hakikati Kur'an-i Kerim'in takrir ettiği ve Rasulullah (s.a.s.)'in sünnetinin te'kid ettiği bir hakikattir.
Allahu Teala bu konuda Fatır suresinde şöyle buyurur:
"Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır. Kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda yarışır öne geçer. işte bu, büyük fazlın kendisidir. Adn Cennetleri (onlarındır); oraya girerler, orada altından bileziklerle ve incilerle süslenirler. Ve orada onların elbiseleri ipek(ten)dir."
Burada Yüce Allah (c.c.) kitabı miras olarak verdiği ve seçmiş olduğu ümmeti üç gruba ayırmıştır.
1. Nefsine zulmedenler: İbni Kesir'in dediği gibi bu sınıf bazı vacipleri yapmada gevşek davranan ve bazı haram fiilleri işleyenlerden oluşur.
2. İktisatlı davrananlar (orta yolda olanlar): Bu sınıfta olanlar vacibleri yerine getirirler, haram işleri terk ederler. Fakat bazen bazı müstehabları terk eder, bazı mekruhları da işlerler.
3. Hayırlarda yarışıp öne geçenler: Bu sınıfta olanlar da vacibleri ve müstehabları yaparlar, haramları, mekruhları ve bazı mubahları terk ederler.
İşte bu üç grup, içlerinde bazı grupların kaymasına, taksiratta bulunmasına ve nefislerine zulmetmesine rağmen, Allahu Teala'nın kulları arasında seçmiş olduğu ümmetine dahildir.
Ayrıca bu üç sınıf, meşhur Cibril hadisinde zikredilen "İslam" "iman" ve "ihsan" şeklindeki üç tabaka veya mertebeye de uymaktadır. Allahu Teala da, içlerinde kendilerine zulmedenler de olmak üzere, bu üç sınıfın cennet ehlinden olduğunu haber vermiştir.
Bu ayetin tefsiri hakkında İbni Abbas'tan sahih bir şekilde şu söz nakledilmiştir:
"Bunlar Allahu Teala'nın indirdiği bütün kitapları kendilerine miras bıraktığı Ümmet-i Muhammed'dir. Onların zalimleri affedilir, orta yolda olanları kolay bir hesab ile sorguya çekilir, hayırda yarışıp öne geçenleri de hesapsız olarak cennete girer."
Burada "kendilerine zulmedenlerin" işledikleri "muharremat-haramlar"dan maksat sadece küçük günahlar değildir. Büyük günahlar da bu kapsama girer. Yine burada "muharrematı işleyenlerden maksat, bütün günahlardan tevbe edenler değildir. Çünkü Şeyhülİslam İbni Teymiye'nin dediği gibi bu iki grup da orta yolu izleyenler veya hayırlarda öne geçenler grubuna dahildir. Zira Adem (a.s.) oğullarından hiçbiri, hiçbir günahtan uzak kalmış değildir. Onların hepsi günah işler. Fakat kim tevbe ederse, ya orta yolu izleyenlerden, yada hayırlarda öne geçenlerden olur.
Bunun gibi kim büyük günahlardan uzak durursa, onun işlediği küçük günahlar affedilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Şayet siz nehyedilmiş olduğunuz büyük günahlar (kebair)dan uzak durursanız, biz de sizin küçük günahları (seyyiatı)nızı sileriz." .
İşte nefsine zulmeden kişinin de, kendisini hatalardan temizleyecek azabı çektikten sonra da olsa, cennetle va'dedilmiş olması gerekir.
Bununla beraber, müslüman her ne kadar orta yolu izlese de veya kendi nefsine zulmetse de, etrafındaki küfrü, fasıklığı, isyankarlığı red etmeli, hayatta dolup taşan kötülüklere razı olmamalıdır. Çünkü imanın en alt derecesi, müslümanın kötülüğü kalbiyle değiştirmesi, yani onu hoş görmemesi, ondan dolayı acı duyması ve ona kızmasıdır. Bundan üstün derece ise gücü yettiğince kötülüğü diliyle değiştirmeye çalışmasıdır. Bundan daha üstün olan derece ise, gücü yeterse kötülüğü eliyle kaldırmasıdır. İşte bu gerçek, meşhur olan şu sahih hadis-i şerifte belirtilmektedir:
"Sizden her kim bir kötülüğü görürse, onu eliyle değiştirsin. Kim buna güç yetirmezse, o zaman diliyle, buna da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir."
-Bizim açıkladığımız mefhuma göre- şayet kalb ile değiştirme imanın en zayıf derecesi ise, bunun manası şudur: Her kim ki bu dereceyi -imanın en zayıf derecesini- de kaybetmişse, o, imanın tamamını yitirmiştir ve onda imandan hiçbir şey kalmamıştır.
Bu husus, Müslim'in İbni Mes'ud (r.a.)'den rivayet etmiş olduğu başka bir hadiste de açıkça anlaşılmaktadır. Buna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Benden önce ümmetlere Allahu Teala'nın gönderdiği hiçbir Peygamber yoktur ki, onun ümmetinden onun sünnetine yapışan (yolunu takib eden) ve emrine uyan havarileri ve sahabileri bulunmasın. Sonra onların ardından onları takib eden bir nesil gelir, yapmadıklarını söylerler ve emredilmediklerini yaparlar. Kim bunlarla eliyle cihad ederse o, mü'mindir. Kim onlarla diliyle cihad ederse o, mü'mindir. Kim onlarla kalbiyle cihad ederse o da mü'mindir. Bundan sonrasında ise hardal tanesi kadar iman yoktur!.."
Bu hadis-i şerif de, bu tür fasıklara ve zalimlere karşı kalbiyle cihad etmeyenlerin, yani onların amellerine, zulümlerine ve fasiklıklarına hoşnutsuz olmayanın yanında imandan hardal tanesi kadar miktarın bulunmadığını, başka bir ifadeyle, onun yanında imandan azın en azı kadar imanın bulunmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Ancak bu işin kaynağı müslümanın vicdanı ve kalbidir. Bu sebeple kendi nefsine bakıp onun münkerden razı olduğuna veya ona kızdığına hüküm verebilecek tek kişi odur. Yine şayet münker sahibi olan kişiden razı ise, acaba onun fıskı, zulmü ve Allah'ın şeriatından sapması için mi, yoksa bir şey için mi, mesela kendisine dokunan bir yarar veya aralarında bulunan bir yakınlıktan ve bunlar gibi bir başka sebepten mi razı olmuştur? Bunu sadece kişinin kendisi bilebilir. Gerçi mü'minin insanlara olan yakınlığının veya uzaklığının onların İslam'a yakınlığı veya uzaklığı oranında olması ona vacipse de, durum yine de böyledir.
Yukarda zikretmiş olduğumuz kapsamlı kaideler, kesin nasslar, açık ve net deliller ışığındaki açıklamamızdan sonra, gözü açık olan herkes tekfir konusunda aşırıya giden "kardeşlerimiz" in düştüğü büyük hatayı ve tehlikeyi anlar. Hatta onlar kendi bakış açılarına aykırı olan şer'i nasslardan ve delillerden yüz çevirerek, eski devirlerde ve çağımızda ümmetin kendilerine muvafakat etmeyen alimlerini ve imamlarını hatalı görerek ve kendilerinin "imamet" ve mutlak ictihad derecesine ulaştıklarını zannederek fertleri ve toplulukları bir bütün olarak tekfir etmektedirler. Halbuki onlar ümmetin çoğunluğuna ve selef ile halefin üzerinde icma ettiklerine aykırı davranıyorlar.
Bu feci durum, insanı helak eden bir ucube, mahveden bir gurur ve zararlı bir aşırılıktır. Bu aşırılığın, Allahu Teala'yı insanları ve kendini tanımamaktan başka bir kaynağı yoktur. Allah (c.c.) kendi haddini bilen kişiye rahmet etsin. Sahih bir hadiste şöyle geçmektedir:
"Sizi aşırılıktan sakındırırım. Çünkü sizden öncekileri ancak aşırılık helak etmiştir."
Diğer bir hadiste Hz. Peygamber üç defa "Aşırıya gidenler helak olmuştur." buyurmuştur. Bütün bunlara rağmen ben de bu aşırıya giden kardeşlerimizin düştüğü hataya düşüp herhangi bir müslümanı tekfir edenin kafir olduğunu belirten hadisler bulunsa da, onların diğer insanları tekfir ettikleri gibi onları tekfir etmek istemiyorum. Çünkü bu tür hadisler, herhangi bir müslümanı hiçbir tevil vechi olmaksızın tekfir edenler hakkında varid olmuştur. Bunların ise reddedilmiş de olsa tevil vecihleri vardır.
Bundan dolayıdır ki selef alimleri, kendilerini kınayan sahih ve merfu hadislere rağmen Haricileri tekfir etme hususunda ihtilafa düşmüştür. Emiru'l-mü'minin Hz. Ali onları tekfir etmemiş ve onlarla savaşı ilk olarak kendisi başlatmamıştır. Kendisine
"Onlar kafir midir?" diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:
"Onlar küfürden kaçmışlar!.."
İşte bundan dolayı ben de fikirlerinde hak caddeden sapmalarına ve aşırılıklarına rağmen, onların "kardeşlerimiz" olduğunu söylemekte ısrar ediyorum. Kanaatim şudur ki, onlardan çoğu benim bu kitabımı okudukları zaman, tarafsızlık, insaf hakkı taleb etme hususundaki ihlas, asabiyetten uzak durma, sadece kendileriyle ihtilaf ettiklerinden ve bu görüşlerinden dönmelerinden dolayı onları "mürted" olarak itibar edip dinlerini değiştirdiklerini iddia ederek öldürülmelerinin vacib olduğuna fetva veren arkadaşlarının kınamaları ve reislerinin tehdit etmeleri korkusundan özgür olma ruhuyla, tekfir konusundaki bu aşırı düşüncelerinden döneceklerdir.
Yine ben yakın bir şekilde biliyorum ki, bu aşırı cemaatlerde Allah'ın rızasından, Ahiret yurdundan ve İslam'a yardım etmekten başka bir şey istemeyen ihlaslı gençler vardır. Fakat onlar köklü İslami bir kültür ve derin İslami bir anlayış ile dayanamadıkları için, bu tür fikirler onların boş kalplerine girip yerleşmiştir.
Yine bu gençlerden bir çoğunun hakkı görüp, kendilerine yönelik yapılan tehdit ve uyarılara aldırış etmeden bu fikirlerinden vazgeçtiklerini, hatta bir çok eziyete maruz kalıp sabrettiklerini ve sebat ettiklerini biliyorum.
Yine biliyorum ki bu aşırılık vakıası, meydanın aydınlık ve açık bir atmosferde çalışan anlayışlı ve dikkatli bir İslami hareketten boşalmasının bir neticesidir. Bu sebeple de bu gençler yer altındaki hücrelere ve mağaralara sığınarak karanlıklarda çalışıyorlar. Şu bilinmelidir ki, davet güneşi, kamil olan İslam'a doğru doğduğu, parıltılarını semanın ufuklarına yaydığı ve sesini korkusuzca ve fütursuzca yükselttiği gün, artık yeraltı hücrelerine sığınarak aşırı gidenlerin ve haddi aşanların hiçbir fonksiyonu kalmayacaktır. Allahu Teala'nın izniyle (başka bir kitapta) tekrar bu tehlikeli konuyu ele almayı umarım.
Adudu'd-Din el-İci’nin "el-Mevâkıf" isimli kitabında ve Seyyid Şerif el-Cürcani'nin Eş'arilerden müteahhirunun ana kaynağı sayılan "Şerhu'1-Mevakıf"ta şöyle denilmektedir:
"Kelamcıların ve fukahanın cumhuruna göre kıble ehlinden olan hiç kimse tekfir edilmez. Çünkü Ebu'l-Hasan el-Eş'ari "Makâlâtu'l-İslamiyyin" kitabının başında şöyle demektedir:
"Müslümanlar Peygamberlerinden sonra bazı konularda ihtilafa düştüler. Bu ihtilaf sonucu, onlardan bazıları diğer bazılarını sapıklıkla itham ettiler, bazıları diğer bazılarından teberri ettiler. Böylece bir çok fırkalara ayrıldılar. Buna rağmen İslam bütün bu fırkaları bir araya toplamakta ve hepsini kapsamaktadır." İşte bu, İmam Eş'ari'nin mezhebidir ki, arkadaşlarımızın çoğu da bu görüştedir.
"İmam Şafii şöyle demiştir: Ben ehl-i heva ve bid'atten hiçbir şahsın şahadetini reddetmem. Ancak Hattabiye müstesna. Çünkü bunlar yalan konuşmanın helal olduğuna itikad ederler."
"el-Muhtasar" kitabının müellifi, "el-Münteka" isimli kitapta Ebu Hanife (rh.a)'nin, ehl-i kıbleden hiç kimseyi tekfir etmediğini nakletmektedir.
Ebu Bekir er-Razî de bunun aynısını el-Kerhî ve diğer bazı alimlerden nakletmektedir ve şöyle demektedir: Ebu'l-Hasan'dan -onların büyüklerinden biridir- önceki mutezililer Eş'arilerle tartışıp bazı konularda ashabı tekfir ediyorlardı. Bizden de bazıları onlara aynı karşılığı verip, onları bazı konularda tekfir ettiler. Mücessime de bir çok kişiyi tekfir etmişti. Bizim ashabımızdan ve Mu'tezileden alimler bunlara muhalefet etmişlerdir. Ütad Ebu'l-İshak el-İsferayinî şöyle demiştir:
"Bizi tekfir eden her muhalifi tekfir ederiz. Şayet onlar bizi tekfir etmezse, biz de onları tekfir etmeyiz."
"el-Mevakıf" müellifi ve sarihi kelamcıların ve fakihlerin Cumhurunun ehl-i kıbleye mensup olanların ihtilafa düştükleri bazı i'tikadi mes'elelerde hakka muhalefet etseler bile, İslam ehlinden birisinin tekfir edilmemesi şeklindeki görüşlerini teyid etmişlerdir. Ehl-i kıblenin üzerinde ihtilafa düştükleri itikadı meselelerden bazıları şunlardır:
Acaba Allah (c.c.) kulun fiilinin mucidi midir, değil midir? Allah için bir cihet var mıdır, yok mudur? Allah (c.c.) ahirette görülecek midir? Allah (c.c.) günahları irade eder mi, etmez mi? İşte bunlar gibi kelami bir takım problemler vardır ki, Hz. Peygamber (s.a.s.) İslam'a giren kimselerden bunlar hakkındaki itikadını sormadan ve bunları araştırmadan onların müslüman olduğuna hükmediyordu. Sahabe ve tabiun da böyle yaparlardı.
Böylece İslam dininin sıhhatinin bu meselelerde hakkın marifetine bağlı olmadığı ve bu meselelerde hata yapmanın İslam'ın gerçekleşmesinde herhangi bir engel olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü eğer İslam'ın sahih olması bu meselelere bağlı olsaydı ve bu hakikatler hususunda hataya düşmek müslümanlığın gerçekleşmemesine tesir etseydi o zaman Hz. Peygamber'in bunlar hakkında yeni müslüman olanların itikadının keyfiyetini araştırması gerekecekti. Halbuki ne Hz. Peygamber zamanında, ne de sahabe ve tabiun zamanında, böyle bir araştırmanın yapıldığı şeklinde hiçbir olay cereyan etmemiştir.
İmam Gazali, Mutezile, Müşebbihe ve din hususunda bidatlere sahip olan ve te'vilde hataya düşen diğer fırkaların ictihad konularında yanıldıklarını söyledikten sonra şöyle demiştir:
"Araştırmacının meyletmesi gereken, hak gördüğü yoldan tekfir etmekten onları istisna yapmasıdır. Çünkü açıkça "lailahe illallah" diyerek kıbleye yönelip namaz kılanların canlarının ve mallarının mubah olduğunu söylemek hatadır. Bin kafirin hayatta kalmasında hataya düşmek, bir müslümanın kanından bir şişe akıtma hatasını işlemekten daha ehvendir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurmuştur:
"Ben insanlar "Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed O'nun Rasulüdür" deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Şayet onlar böyle deseler, hakkettikleri müstesna, benden canlarını ve mallarını korumuş olurlar."
Yine İmam Gazzali şöyle demektedir:
"Te'vil hususunda hataya düşmenin tekfiri gerektirdiği hakkında bize hiçbir nass sabit olmamıştır. Bu sebeple, böyle bir iddiada bulunanın delil getirmesi gerekir. Halbuki bize "lailahe illallah" demekle kesin olarak can ve malın korunmasının sağlanacağı hakkında nasslar sabit olmuştur. Ancak bu husus yol kesiciler hakkında geçerli değildir... İşte bu kadarı da delilsiz olarak insanları tekfir etmede mübalağa eden kimsenin aşırıya gittiğini tenbih etmek hususunda yeterlidir. Delil ise ya asıldır veya asl üzerine kıyastır. Asıl da açık şekilde (dini) tekzib etmektir. (Dini hakikatleri) tekzib etmeyen kimse hiçbir zaman tekzib edenlerin kapsamına alınmaz. Ve o, kelime-i şahadeti söylemekle ismetin (canını ve malını korumanın) kapsamı altında kalmaya devam eder."
Hanefi mezhebinin kitaplarından "Camiu'l Fusuleyn"de şu ibare geçmektedir:
"et-Tahâvi ashabımızdan rivayet etmiştir ki: Bir kişiyi müslüman eden şeyleri, bilerek inkar etmesinden başka bir şey imandan çıkarmaz. Sonra bilinmelidir ki, riddet olduğu yakın olarak bilinen bir şey yapıldığı zaman birisinin mürted olduğuna hükmedilir. Riddet olup olmadığında şüphe bulunan şeyler sebebiyle ise bu hüküm verilemez. Çünkü İslam sabit olan bir şeydir ki, şüphe ile zail olmaz. Aynı zamanda İslam üstündür, (başka bir şey ona üstün olmaz). Bir alime bu konu getirildiği zaman, ehl-i İslam'ı tekfir etmeye acele etmemelidir.
"Ben de derim ki: Bu hususu, bu bölümdeki meseleler hakkında yapmış olduğum nakillere ölçü olması için takdim ettim. Çünkü zikrettiğim bu mukaddimeye kıyasla nakletmiş olduğum bu hususlar küfür olmadıkları halde, bazıları bana onların küfür olduğunu belirtmişlerdir. Bu sebeple konuyu iyi düşünmelisin."
"el-Fetâvâs-Suğra" isimli kitapta şöyle denilmektedir: "Tekfire gelince: Tek bir yorum vechi bile kişinin tekfir edilmesine mani olmaktadır. Fetva verilen (müfta) görüşe göre, kişinin herhangi bir rivayete meyletmesi, onun tekfir edilmemesini sağlar."
"el-Hulasa" ve diğer kitaplarda da şu ibare geçmektedir: "Şayet bir meselede tekfiri gerektiren birçok vecihler yani ihtimaller varsa, buna karşılık, tek bir vecih bile tekfire mani olur. Müfta bih görüşe göre, müslüman hakkında hüsn-ü zan etmenin gerekliliğinden dolayı, onun tekfire mani olan bir veche yönelmesi, kendisini tekfirden kurtarır."
"el-Bezzaziye" isimli eserde bu bilgiden fazla olarak şu husus da bulunmaktadır: "Ancak, küfrü gerektiren bir hususu kendi iradesiyle açıkça ortaya koyarsa, o zaman tevil ona yarar sağlamaz."
Bu hususa şunlar misaldir: Bir adam, herhangi bir müslümanın dinine söver de bu sövmenin istihfaf ettiğine ihtimal verilirse bu durumda adam tekfir edilir. Ancak o adamın bundan muradının dini küçültmek değil de, müslümanın kötü ahlakı ve çirkin muamelesi olduğuna da ihtimal verilebilir. Bu durumda ise, onun tekfir edilmemesi gerekir. Nitekim bazı Hanefi alimler de bunu belirtmişlerdir."
"el-Fetâvâ'1-Hayriyye" de şu sual vardır: Kadı bir adama "şeriate razı ol" dediği zaman, o da "kabul etmem!" dedi. Bu sebeple bir müfti onun kafir olduğuna ve karısının kendisinden ayrılmış olduğuna fetva verdi. Acaba bununla onun kafir olduğu sabit olur mu?
Bu soruya, alimin ehl-i İslam'ı tekfir etmeye acele davranmaması gerektiği ve o adamın tazir edilmesi ve cezalandırılması gerektiği cevabı verilmiştir. Burada bu çirkin kelimeye benzer kelimeleri söyleyenlerin kafir olduğu hükmü verilmemiştir. Çünkü onun bu sözü, şeriate karşı kibirlenerek veya onu kerih görerek değil, hasmına karşı aşırı şekilde gazaplanarak söylemiş olabileceği ihtimali vardır.
"el-Fetâvâ't-Tatarhaniye" de ise şöyle denilmektedir: "İhtimal sebebiyle tekfir edilmez. Çünkü küfür ukubetin son derecesidir. Bu sebeple cinayetin son derecesini gerektirir. İhtimalin yanında ise böyle bir derece söz konusu değildir."
"el-Bahr" isimli kitapta bu nakillerden sonra şöyle denilmektedir: "Tesbit edilen gerçek şudur ki, zayıf bir rivayet bile olsa, bir kişinin kafir olduğu hakkında ihtilaf olduğu zaman, onun sözünün güzel bir ihtimale hamledilmesinin mümkün olması durumunda hiçbir müslüman o kişinin kafir olduğuna fetva veremez. Buna rağmen, (yukarıda) zikredilen küfür lafızlarının bir çoğu sebebiyle tekfir fetvası verilmektedir. Ancak ben kendi kendime, böyle bir fetvayı vermemeyi gerekli kıldım.."
İbni Abidin de "Reddu'l-Muhtar"da el-Hayr er-Remli'nin ; "el-Bahr" isimli kitabın müellifinin bu sözünün ardından şöyle dediğini nakleder: Velev ki bu rivayet zayıf da olsa." Yine İbni Abidin der ki: Ben de derim ki: Velev ki bu rivayet mezheb mensuplarından başkalarına ait de olsa, küfrü gerektiren hususun, üzerinde icma gerçekleşmiş şeylerden olmasının şart koşulması da buna delalet etmektedir." Mezheb(imiz)e mensub olanların sözlerine göre bir çok kişinin tekfir edilmesi söz konusu olmaktadır. Fakat bu tür sözler müctehid olan fakihlerin sözleri değildir. Aksine başkalarının sözüdür. Fakih olmayanlara da itibar edilmez.
Malikilerin bu konudaki görüşleri için İmam-ı Şatıbî'nin şu tahkikiyle yetiniyoruz: İmam Şatıbî "el-i'tisam" isimli eserinde Hariciler ve diğer ehl-i heva ve'1-bid'attan İslam ümmetine muhalefet edenlerden bahsederken şunları söyler:
"Şüphesiz ümmetin alimleri şu "büyük bidatlere" sahib olan fırkaları tekfir etme hususunda ihtilafa düşmüştür. Fakat dikkatli düşünüldüğünde ve rivayetler göz önüne alındığında onların kesinlikle tekfir edilmemesi görüşü ağır basar. Bu husustaki delil ise, Selef-i Salihin'in onlar hakkındaki uygulamasıdır.
Sen Hz.Ali'nin, Allahu Teâlâ'nın şu kavli gereğince Hariciler hakkındaki uygulamasını ve onlarla savaşırken müslüman muamelesi yaptığını görmüyor musun:
"Şayet mü'minlerden iki taife birbiriyle savaşırsa, onların arasını bulup düzeltin."
İşte bu ayete uygun olarak Hz. Ali kendisinden ayrılan grub Haruriye'de toplandığı zaman onlara hücum edip savaşmadı. Şayet onlar ona karşı çıkmakla mürted olsaydılar "Kim dinini değiştirirse onu öldürün" hadis-i şerifi gereği Hz. Ali onları öyle bırakmayacaktı. Hz. Ebu Bekr (R.a.)'in mürted olanlarla yaptığı gibi, onlarla savaşacaktı. İşte bu durum her iki olay arasındaki farkı göstermektedir.
"Ma'bed el-Cüheni ile diğer Kaderiler ortaya çıktıkları zaman selef-i salihin onları reddetmek, onlardan uzaklaşmak, onlara düşmanlık yapmak ve onları terk etmekten başka bir şey yapmadı. Eğer onlar mutlak küfre düşseydiler, mürtedlere uygulanan had cezasını onlara uygulayacaklardı. Yine Ömer b. Abdulaziz de kendi zamanında Musul'da Hariciler ortaya çıkınca, Hz. Ali'nin yaptığı gibi onlardan el çekmeyi emretti ve onlar hakkında mürtedlere yapılan muameleyi yapmadı.
"Gerçi biz onlar hakkında "onlar, heva, fitne ve yanlış teviller peşinde giderek Kitap'taki müteşabih ayetlere tabi oluyorlar" desek de, mana bakımından onlar mutlak olarak hevaya ve Kitap'taki müteşabihata uymuş değildirler. Şayet biz onların böyle yaptıklarını farz edersek, o zaman onlar kafir olurlar. Halbuki şeriata göre inad ve küfre saparak İslam'ın muhkematını reddetmedikçe hiç kimse kafir olmaz. Fakat kim ki şeriatı tasdik edip uygularsa ve muhkem ayetler gibi bir delile uyduğunu zannederek belli bir aşamayı kat etmişse, böyle birisine mutlak olarak "hevaya uydu" denilmez. Aksine o kendi nazarına göre şeriata uymuştur. Ancak müteşabih nasslara itibar etmesi sebebiyle, muhkem nasslar hakkında şüpheye düşmesi cihetinden, şeriat tahsilinde sahip olduğu görüşüne hevayı da karıştırdığından dolayı ehl-i heva ile ortak özelliğe sahip olmaktadır. Yine o, bir bütün olarak, sadece hakkında delil bulunan görüşü kabul etmesi bakımından da ehl-i hakkla aynı özelliği taşımaktadır.
Ayrıca ehl-i heva ve bid'atten olanların ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatle amaçlarının bir olduğu da ortaya çıkmaktadır ki, bu amaç da şeriata intisab etmektir.
Mesela onlarla aramızdaki en büyük ihtilaflardan biri de Allah'ın sıfatlarının ispatı meselesidir. Bu sıfatları bazı fırkalar nefyetmektedir. Ancak biz her iki fırkanın da maksatlarını araştırırsak, görürüz ki hepsi de tenzihi müdafaa etmeye, Allah'tan (c.c.) noksan sıfatları nefyetmeye ve hudustan yüceltmeye gayret ediyorlar. Bu ise konu ile ilgili delillerin anlatmak istediği husustur. Onların ihtilafları, bu amacı gerçekleştirmek için tutulan metodda vaki olmaktadır ki, metod farklılığı bu amacı her iki taraf açısından da ihlal etmemektedir.
Bazen onlardan bize muhalif olanlara delil gösterildiğinde, çoğunluğu dönmeseler bile, onlardan bu görüşlerini terk edip, doğru görüşü benimseyenler de olmaktadır. Nitekim Hz Ali'ye karşı çıkan Haruriye fırkasından iki bin kişi de görüşlerinden dönmüştüler."
Daha önceki bölümlerde Şafii mezhebinin ve Eş'arilerin imamından olan Ebu Hamid el-Gazali'nin bu konudaki görüşlerini nakletmiştik. Burada bu mezhebin diğer bazı alimlerinin konu ile ilgili görüşlerini nakledeceğiz.
İmam Nevevi "Şerhu Müslim" isimli kitabında şunları söylemektedir:
"Bil ki, hak mezheb mensuplarına göre, herhangi bir günah sebebiyle hiç kimse tekfir edilmez. Yine ehl-i heva ve bidatten olan Hariciler, Mutezililer, Rafiziler ve diğer fırka mensupları da tekfir edilmezler. Fakat bir kimse İslam dini açısından zaruriyet olarak bilinen şeyleri bilerek inkar ederse, onun mürted olduğuna ve küfre girdiğine hükmedilir. Ancak daha yeni müslüman olmuşsa veya İslam'dan habersiz uzak bir yerde (çölde) yaşıyorsa veya bunun gibi gerçeğin kendisine gizli kaldığı bir kimse ise, tekfir edilmez. Eğer bu kişi zaruriyeti inkar etmenin küfür olduğunu öğrenip, bunları inkar etmeye devam ederse, o zaman kafir olduğuna hükmedilir. Bunun gibi, zinayı, içkiyi, katli ve bunlar gibi haram olduğu zaruri olarak bilinen diğer haramları helal kılanın da kafir olduğuna hükmedilir."
İbni Hacer el-Heysemi de "et-Tuhfe" isimle eserinde şöyle demektedir:
"Bir müftünün, tehlikesinin büyüklüğü ve kişinin kasdını aşarak söylemesi sebebiyle, özellikle de avam hakkında tekfir hükmünü verme hususunda ihtiyatlı davranması gerekir. Bizim (Şafii) imamlarımız, geçmişte ve günümüzde bu tavır üzerindedirler. Ancak Hanefi'ler küfre düşürücü bir çok sebepten dolayı, bunlar te'vil edilebilir olmasına, hatta acele etmeme gerekliliğine rağmen, küfür hükmünü vermekte biraz geniş davranmışlardır. Ben bu konuyu ez-Zerkeşi'ye sorduğumda, Hanefılerin gösterdiği bu gevşekliğin sebebini şöyle açıkladı: Bu tür hükümlerin çoğu mezheb büyüklerinden nakledilen "Fetâvâ" kitaplarında geçer. Müteahhir Hanefilerden vera (takva) sahibi olanlar ise bunların çoğunu reddedip onlara muhalefet ediyorlar ve şöyle diyorlar: Bunların taklid edilmesi caiz değildir. Çünkü bunlar müctehid olmakla tanınmamışlardır ve bu tür fetvaları İmam Ebu Hanife'nin usulü üzere istihrac etmemişlerdir. Zira (onun mezhebinden sayılan) bu tür fetvalar imamın akidesine terstir. Çünkü o şöyle demiştir: Bizim yanımızda kati olarak gerçekleşmiş bir asıl vardır ki, o da imandır. Biz yakın olarak bilmedikçe onun kalktığını iddia edemeyiz."
"Bizden (Şafiilerden) ve onlardan (Hanefilerden) bu meseleler hususunda insanları tekfir etmekte acele davrananlar artık uyanıp sakınsınlar ve kendilerinin tekfir edilmeyi hakkettiklerinden korksunlar. Çünkü onlar, bir müslümanı tekfir etmektedirler."
"Yine bizden ve onlardan bazı muhakkik alimlerin belirttiği şu değerlendirme enteresandır:
Müteahhirun muhakkiklerinden Ebu Züra'ya, bir kimseye "Allah için benden uzaklaş" denilirse, o da "bin Allah için senden uzaklaştım" derse bunun hükmünün ne olacağı soruldu. O da şöyle cevap verdi:
Şayet "bin"den maksadı "bin sebep" veya Allah için bin defa uzaklaşma (hicret) ise, bu durumda küfre girmez. Böyle bir yorum, lafzın zahirine uygun değilse bile, bize düşen mümkün olduğu kadarıyla onun kanını korumaktır. Özellikle böyle bir söz söyleyen adamın kötü bir inanca sahip olduğu bilinmiyorsa, böyle davranmak lazımdır. Ancak böyle bir lafzın mutlak ifadesindeki zahiri anlamın çirkinliğinden dolayı te'dib cezası verilir."
Biz burada Hanbelilerden insanların bidatçilere ve dinden çıkmış olanlara karşı en sert davrananlardan olan İmam İbni Teymiye'nin sözüyle yetineceğiz.
Şeyhu'l-İslam İbni Teymiye "Mecmuati'r-Resail ve'1-Mesail" kitabının 5. cildinin 199-201 sayfalarında şunları belirtmektedir:
"Hiçbir müslümanı işlemiş olduğu bir fiil veya ehl-i kıblenin hakkında münakaşa ettiği meseleler gibi herhangi bir meselede düşmüş olduğu hata yüzünden tekfir etmek caiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in kendileriyle savaşılmasını emrettiği, Raşid Halifelerden biri olan mü'minlerin emiri Hz. Ali b. Ebi Talib'in savaştığı ve sahabe, tabiin onlardan sonraki din büyüklerinin kendileriyle savaşılmasının gerekliliği hususunda ittifak ettikleri Haricileri, Hz. Ali, Sa'd b. Ebi Vakkas ve diğer sâhabiler tekfir etmediler. Aksine, onlarla savaşmalarına rağmen onları müslümanlardan saydılar. Hz. Ali onlar haram olan kanı akıtmadıkça ve müslümanların mallarına baskın yapmadıkça onlarla savaşmadı. Hz. Ali, onlar kafir oldukları için değil, onların zulümlerini ve taşkınlıklarını defetmek için onlarla savaştı. Bu sebeple de onların ailelerine el atmadı ve mallarını ganimet olarak almadı. Peki, bu sapıklıkları nass ve icma ile sabit olanlar, Allah (c.c.) ve Rasulü'nün onlarla savaş yapılması emrine rağmen tekfir edilmiyorsa, nasıl olur da onlardan en alim olanlarının bile hakkında yanıldıkları meseleler hususunda hakkı şaşıran çeşitli taifeler tekfir edilebilir? Bu taifelerden hiçbirinin diğer bir taifeyi tekfir etmesi helal değildir. Çünkü Haricilerin bid'atleri, daha büyük bid'atlerdir. Gerçek şudur ki, onların hepsi ihtilafa düştükleri meselelerin hakikatini bilmiyorlardı.
"Aslolan, müslümanların kanlarının, canlarının ve namuslarının birbirlerine haram olduğudur. Bunlar ancak Allah'ın ve Rasulü'nün izni ile helal olabilir."
"Eğer bir müslüman savaş veya tekfir hususunda te'vil edilebilir bir konuma sahip ise, o zaman tekfir edilmez. Nitekim Hz. Ömer b. el-Hattab, Hatib b. Ebi Beltaa hakkında şöyle demişti:
"Ya Rasulallah, izin ver de bu münafığın boynunu vurayım! " Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştu:
"Şüphesiz o, Bedir savaşına katılmıştır. Sen nerden biliyorsun, belki Allahu Teala Bedir ehlinin böyle yapacağını bildiğinden dolayı "Dilediğiniz gibi amel edin, şüphesiz ben sizi bağışlarım" ayetini onlar hakkında buyurmuştur." Bu hadis, sahihayn'da geçmektedir.
Yine sahihayn'da geçtiğine göre, Üseyd b. el-Hudeyr, Sa'd b. Ubade'ye
"Sen münafıklar hesabına bizimle mücadele eden bir münafıksın!.." demiş ve bunun üzerine Evs ve Hazrec kabileleri münakaşaya başlamıştılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) iki grubun arasını düzeltti.
İşte şu Bedir Savaşına katılanlar ki, onlardan biri diğerine "sen münafıksın" diyor. Fakat Hz. Peygamber ne onu ne de bunu tekfir etmiyor, aksine hepsinin de cennete gireceğine şahitlik yapıyor.
Yine bunun gibi selef de Sıffın, Cemel ve diğer bir takım savaşlarda birbirleriyle savaşmıştılar. Fakat hepsi de müslüman idiler ve mü'min idiler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Şayet mü'minlerden iki taife birbirleriyle savaşırlarsa onların aralarını bulup düzeltin."
Yine yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki mü'minler kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin"
"İşte Allahu Teala, onların birbirleriyle savaşmalarına ve birbirlerine haksızlık yapmalarına rağmen onların mü'min kardeşler olduklarını beyan etmiştir ve onların aralarının adaletle ıslah edilmesini emretmiştir."
5. Bu Mezheplere Bağlı Olmayanlardan Nakiller
es-Seyid Sıddık Hasan Han "er-Ravdatu'n-Nediyye" isimli eserinde Allame eş-Şevkânî'nin "es-Seylu'l-Cerrar" eserindeki şu sözünü nakletmiştir:
"Bil ki, bir müslümanın İslam dininden çıktığına ve küfre girdiğine hükmetmeye yönelmek gündüzün güneşinden daha açık bir delil olmadıkça, Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş olan hiçbir müslüman için gerekli değildir. Çünkü sahabeden bir grubun tarikiyle rivayet edilmiş sahih bir çok hadislerde, "Her kim kardeşine "ey kafir" derse, mutlaka ikisinden biri bunu hak eder" ibaresi sabit olmuştur.
"Sahih-i Buhari'de hadis böyledir. Sahihayn ve diğer hadis kitaplarında şu ibare de geçmektedir: "Her kim bir adamı küfür ile çağırırsa veya ona "ey Allah'ın düşmanı derse", o adam da böyle değilse, mutlaka ikisinden biri kafir olur."
"Bu hadiste ve bu husus üzerine varid olan diğer hadislerde tekfirde acele etmede çok müthiş bir tehdit ve çok büyük bir öğüt vardır. Allahu Teala da şöyle buyurmuştur:
"Kalbi imanla tatmin olduğu halde baskı halinde zorlanan hariç, kim imanından sonra Allah'a (karşı) inkara sapıp da göğsünü küfre açarsa, işte onların üstünde Allah'tan bir gazap vardır ve büyük azap onlarındır."
Buna göre (birisini tekfir etmek için) göğsün küfre açılması, kalbin küfürle tatmin olması ve nefsin onunla teskin olması gerekmektedir. Bu sebeple sahibinin kendisiyle İslam dininden çıkıp küfür dinine girmeyi irade etmediği şirk yollarından biriyle vaki olan düşüncelere, ondan sadır olan küfri davranışlara ve müslümanın ağzıyla söylemiş olduğu fakat manasına inanmadığı lafızlara, özellikle de bunların İslam yoluna muhalif olunduğunun bilinmemesi durumunda itibar edilmez."