Kur'an ve Sünnet
   
 
  İMANIN HAKİKATİ


İMANIN HAKİKATİ 






Ebu Muaz Seyfullah Erdoğmuş
Ebu Hureyre r.a.’den; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki;

“İman (altmış veya) yetmiş küsur şubedir. Onun en üstünü “La ilahe illallah” demek, en aşağısı ise yoldan eziyet verici bir şeyi kaldırmaktır. Haya da imandan bir şubedir.”[1]


İmam Ebu Abdullah el Halimi, el Minhac adlı eserinde, iman şubelerini yetmiş yedi bölüme taksim etmiştir. El Halimi der ki; “İmanın güven ve korku olmak üzere iki şıkkı vardır. Allah Teala buyuruyor ki; “Düşmandan korkarsınız o halde yaya olarak ve binek üzerinde (namaz kılın). Artık emin olduğunuz zaman Allah’ı zikredin”(Bakara 239)


İmanın manası ve gayesi; tasdik ve tahkiktir. Gelen haber ya doğru, yada yalandır. Kişi emre uymak ve yasaktan sakınmak hususunda itaat ile isyan etmek arasındadır. Kim gelen haberin yalan olduğuna ihtimal vermeden, doğru ve hak oluşuna inanırsa o, işittiğinden şüpheyle veya yalanlayarak nefsinde inanan gibidir.


Emir ve yasağı işitip, ona itaat etmeye inanan, onun gereklerini kabul ve itaate zorlanarak, nefsinde iman eden gibidir. Bu kişi “Ben buna iman ettim” derken, “buna ihtimal vererek veya böyle zannederek nefsimde iman ediyorum” demek ister. Veya yalnızca “inandım” der.


Bunun ikinci bir yönü şöyledir; “iman ettim” demenin anlamı; “Bana haber veren veya davet eden kimseyi tasdik ettim, ona uydum. Onu yalanlamam ve ona muhalefet etmem” demektir. İman ile murad edilen şey; bir şeye kavuşmadan önce onu tasdik etmek, yani gaybe inanmaktır.


Allah Azze ve Celle’ye iman etmek; O’nun varlığının sabit oluşunu itiraf ve kabul edip O’na itaat etmektir.


Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e iman etmek; O’nun peygamberliğinin sabit oluşunu itiraf edip O’na uymak ve itaat etmektir.


Allah’a ve Rasulüne imanın ifadesi olan “tasdik”in; kalpte gizli olan itikad ve dilde açığa çıkan ikrar ile şehadet olmak üzere iki kısmı vardır. Böylece Allah’a ve Rasulüne iman; gizli ve açık olmak üzere iki kısımdır.


İmanın gizli olanı; kasıt ve niyetlerdir ki, niyet olmadan amel caiz olmaz. Vacip olana vacip, mübah olana mübah, ruhsat olana ruhsat, mahzur olana mahzur, ibadet olana ibadet diye inanmak gerekir.


İmanın açık olanı ise; Abdest, namaz, zekat, oruç, hac, Allah yolunda cihad gibi azalar ile yerine getirilmesi gereken şeyleri yapmaktır. Bunların hepsi iman ve İslam’dır. Allah Azze ve Celle’ye ve Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’e itaat etmektir.


Allah’a iman etmenin manası; O’na kulluk etmek, Rasulüne iman etmenin manası ise; Ona kulluk etmeden, Ondan geleni kabul etmektir. Kulluk ancak Allah’a yapılır.


Küfürden uzaklaşmayı ifade eden; Allah’a ve Rasulüne iman; kök (asıl) olup, kemale eren, artıp eksilen iman ise daldır (füru).


Bu manada imanın kökü hasıl olursa, buna taatlerin eklenmesi ile iman artar, taatler eklene eklene iman şubeleri tamamlanmış olur.


İmanın eksikliği; imanın sadece kökünün kalıp, dallarının eksik olması demektir. Bu yüzden iman edip namaz kılan kimseye; “imanını artırdı” denilir. Yine iman edip üzerine namaz vacip olan kimse namaz kılmazsa; “onun imanı eksik” denilir. Zira o, gücü yettiği halde terk ettiği için fasık ve asi olmuştur. Diğer rükünler de böyledir.


Nafilelere gelince; bunlar, insana tasdik, itikad, söz ve fiil olarak vacip olmadığı halde, yapıldığında imanı artırırlar. Terk eden kimsenin imanı, bunları terk etmeyerek yerine getiren kimseye nazaran eksiktir. Ama bu nafileleri terk eden isyan etmiş olmaz.


Bütün taatler, bizim için iman oluyor diye, müminlerden günaha düşenleri kafirlikle suçlamamız gerekmez. Allah ve Rasulüne küfrün zıddı; onlara iman etmektir. Allah’a ve Rasulüne iman; onları isbat ve itiraf olduğuna göre, küfür; onları inkar etmek ve yalanlamaktır. Amellere gelince; şüphesiz bunlar, Allah’a ve rasulüne imanın mevcudiyetinden sonra iman ismini alırlar. Yani Allah ve Rasulünü kabul şartı ile taatleri yerine getirmek iman olup, bu taatleri terk etmek; şikak ve isyandır, küfür değildir.[2]


Enes r.a.’ın rivayet ettiği hadiste buyrulur ki; “İslam alenidir, iman kalptedir, (göğsüne işaret ederek;) takva ise buradadır, takva buradadır.”[3]


Bu hadis, emirleri yerine getirip, yasaklardan sakınmanın İslam, kalbi batıl itikatlardan uzak tutmanın İman olduğunu gösteriyor. Kişinin imanının kemale ermesi; iman, İslam ve takvayı kendisinde birleştirmesine bağlıdır. Ne amel (İslam) olmadan iman, ne de Allah ve Rasulüne nezih itikadden ibaret iman olmadan amel makbul değildir. Takva da bunu kemale erdiren haslettir.

Kalp ile Tasdik ve Dil ile İkrar İmanın Aslıdır

Allah Azze ve Celle buyuruyor ki; “Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve esbâta indirilene, Musa ve İsa'ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim olduk deyin.”(Bakara 136)


Bu ayette müminlere; “Allah’a iman ettik” demeleri emrolunuyor.


“Bedevîler "İnandık" dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama "Boyun eğdik" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi.”(Hucurat 14)


Allah Teala bu ayette, inanç olmadan dil ile söylemenin iman olmadığını haber veriyor. Kalplerinde iman olsaydı, onlar kalp ile tasdiki ve dil ile ikrarı birleştirmiş müminler olurlardı. Hadisi şerifler de aynı şeyi göstermektedir;


İbni Ömer r.a.’dan merfuan; “Ben insanlar Allah'tan başka ilâhın olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet edinceye, namaz kılıncaya, zekât verinceye kadar onlarla savaş etmekle emrolundum. Bunları yaptılar mı, kanlarını, mallarını bana karşı korumuş (emniyet altına almış) olurlar. İslâm'ın hakkı hâriç. Artık (samimi olup olmadıklarına dair) durumları Allah'a kalmıştır"[4]


Ebu Hureyre r.a.’den merfuan; “Git ve karşılaştığın herkesi, kalbinde yakin ile Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet ettikleri takdirde cennetle müjdele.”[5]


Muaz Bin Cebel r.a.’den merfuan; Kim kalbindeki sadakat ile; eşhedu en la ilahe illallah ve enne Muhammeden Rasulullah” diye şehadet ettiği halde ölürse cennete girer.”[6]


Enes r.a.’den; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki; “Kulun kalbi dosdoğru olmadıkça imanı da dosdoğru olmaz, dili dosdoğru olmadıkça da kalbi dosdoğru olmaz.”[7]


Ebu Katade r.a.’den merfuan; “Kim diliyle telaffuz edip, kalbinde itminan ile Allah’tan başka ilah ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun rasulü olduğuna şehadet ederse, cehennem onu yakmaz”[8]


Mücahid r.a., Allah Teala’nın; “Ancak kim hakka bilerek şahidlik ederse müstesna…”(zuhruf 86) ayeti hakkında dedi ki; “Hakka şehadet etmek; Allah’ı rabbi olarak bilmektir.”[9]

Bütün Taatlerin İman Oluşu
Allah Azze ve Celle müminleri şöyle vasfediyor;


“Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir. Onlar namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcayan kimselerdir.”(Enfal 2-3)


Bu ayet, müminlerin bu amelleri kendilerinde birleştiren kimseler olduğunu haber veriyor. Bu da gösteriyor ki, bunlar imana dahildir.


El Halimi der ki; “Bu ayette geçenlerle vasıflanırsan, hakiki mümin ismini almaya hak kazanırsın. Zira Allah Teala bu ameller ile onları “abidler” diye değil de “hakiki müminler” diye vasıflamıştır. Namaz; bedenler ile yapılan taate, “kalp ürpermesi”; her yönden istikamet sahibi olmaya işarettir. Taatleri yapmak ve isyandan uzak durmak, imana giriştir.


Ayette; “Allah zikredilince kalbi ürperen” ibaresi geçiyor. Günah işlemek veya emre muhalefet etmek ile kalp ürpermez. “Allah’ın ayetleri okunduğunda imanı artan”; yani farzları yerine getirmek ve vaciplere devam etmek imanın artmasına sebeptir. Eğer kişide bu sıfatlar bulunmazsa, hakiki müminlerden sayılmaz, imanı eksiktir ve bu ayette bahsedilen müminlerin kapsamına girmez.


Allah Azze ve Celle buyuruyor ki; “Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu kalplerinizde süslemiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı ise size çirkin göstermiştir.”(Hucurat 7)


Bize sevdirdiği şeyler ile bize çirkin gösterdiği şeyler arasında zıtlık vardır. Sevdirdiği şeyleri iman olarak zikretmiş, bunun zıddı olan çirkin gösterdiği şeyleri de küfür ve fısk olarak belirtmiştir. Bu da gösteriyor ki, imanın iki zıddı vardır; imanla çelişen şeylerin bazısı küfür, bazısı fısktır. Ama bütün taatler imandır. Eğer böyle olmasaydı imanın terki fısk olmazdı. Allahu a’lem.


İmam Beyhaki der ki; isyan ile fısk birbirinden ayrıdır. Bu, isyanın bazısının fısk olmadığını gösterir. Fısk; ancak büyük günahlardan birini işlemek veya küçük günahta ısrar etmektir. Bunların hepsinden uzak durmak, imandandır.


Allah Teala buyuruyor ki; “Allah imanlarınızı zayi edecek değildir.”


Müfessirler icma ile dediler ki; “Bu ayet ile kastedilen; Beytül Makdis’e yönelerek kılınan namazlarıdr. Namaz, iman olarak isimlendiriliyor. Böyle olunca da, hiçbiri arasında ayırım yapmadan bütün taatler iman olur.


Bera Bin Azib r.a. rivayet ediyor; “Rasulullah sallallahu aleyhi ve selem, Medine’ye geldikten sonra on altı veya on yedi ay kıble olarak Beytul Makdis’e yönelerek namaz kıldı. Sonra kıble olarak Kabe tayin edildi. Bazıları kıble değiştirilmeden önce vefat ettiklerinden, onların hakkında ne denileceği bilinmiyordu. Bunun üzerine Allah Teala “Allah imanlarınızı zayi edecek değildir.”(Bakara 143) ayetini indirdi.”[10]

Ebu Malik el Eşari r.a.’ın rivayet ettiği hadiste Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem tahareti imandan saymıştır; “Temizlik imanın yarısıdır”[11]


Bera r.a’den; “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında oturuyorduk. Buyurdu ki; “İmanın en sağlam kulpu nedir bilir misiniz?” dediler ki;


“namazdır” buyurdu ki;


“Şüphesiz namaz hasenedir. Başka?”


“Cihaddır” dediler.


“Şüphesiz cihad hasenedir. Başka nedir?”


“Hacdır” dediler. Buyurdu ki;


“Hac güzeldir. Ondan başka?”


“Oruçtur” dediler. Buyurdu ki;


“Şüphesiz oruç hasenedir. Ancak o da değil. Muhakkak ki imanın en sağlam kulpu Allah için sevmen ve Allah için buğz etmendir.”[12]


İslam’ın bütün şartları imandan sayılmıştır.


Muaz Bin Enes el Cuheni r.a. merfuan rivayet ediyor; “Kim Allah için verir, Allah için mani olursa, Allah için sever, Allah için buğzederse ve Allah için evlenirse imanını kemale erdirmiştir.”[13]


Ali r.a.’den merfuan; “İman; dil ile ikrar, kalp ile bilmek ve azalar ile ameldir.”[14]


Allah Teala’nın; “Şüphesiz iman edenler ve Salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnadır. “(Asr 3) kavline gelince;


Birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmenin ayrıca zikredilmesi, bunların Salih amellerden olmadığını göstermediği gibi, Salih amellerin ayrıca zikredilmesi, bunların imandan ayrı olduğunu da göstermez. Zira şüphesiz bunun anlamı ancak şudur; iman edenler, imandan önce küfürden uzaklaşırlar, bununla yetinmeyerek Salih amelleri de işleyip imanlarına eklerler. Böylece imanlarını en düşük dereceden, en yükseğine ulaştırırlar demektir.


Veya; “iman edenler” ile kastedilen; Allah’a iman etmek ve Salih amellerle Allah için iman etmektir. Bu iki iman, açıkladığımız şekilde birbirinden farklı olduğu için iki isimle zikrediliyor. Allahu a’lem.[15]


Ümmü Seleme r.a.’dan; “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e; “Hişam Bin Muğire akrabayı gözetir, misafiri ağırlar ve yemek yedirirdi. Şayet sana yetişip Müslüman olsaydı, bunların faydasını görür müydü? “ dedim. Buyurdu ki; “Hayır! Şüphesiz o, dünya için bağışta bulundu. Bir gün olsun; “Ya Rabbi! Beni din gününde bağışla” demedi.”[16]


Bu hadis, iman ile amel arasındaki ayrılmazlığın delillerindendir. Hem iman edilecek, hem de yapılan amel Allah’a has kılınacaktır. İman olmadan amelin kabul olmadığı gibi, Allah için halis kılınmayan amelin de kabul olmayacağı, bilakis bunun kişinin aleyhine olduğu belirtiliyor.

İman ve İslam Tek Bir Dinin İfadesidir

Allah Teala buyuruyor ki; “Allah nezdinde hak din İslâm'dır.”(Al-i İmran 19)


“Allah’a iman ettik” deyiniz”


İşte bunu söylememiz İslamdır. Allah Teala, Lut kıssasını anlatırken buyuruyor ki; “Bunun üzerine orada bulunan müminleri çıkardık. Zaten orada müslümanlardan, bir ev halkından başka kimse bulmadık.”(Zariyat 35,36)


Allah Azze ve Celle, bu ayette, bir defasında; “müminler” ve diğerinde “Müslümanlar” diye onları isimlendirmiştir. Burada kastedilen, onların başka dinlerden ayrılmasıdır. Doğrusu iman ve İslam; tek bir dinin iki ismidir. İslam’ın hakikati; teslimiyet, imanın hakikatinin ise tasdik olmasına rağmen, hakikatlerindeki farklılık, bunların tek bir dinin ismi olmalarına mani değildir. Mesela Arap dilinde yağmur hem; “gays” hem de; “matar” kelimeleriyle ifade edilir. Fakat her ikisinin hakikatleri de birbirinden farklıdır.

Abdullah İbnu Abbas'ın rivayetine göre, bir kadın, kendisine küpte yapılan şıra (nebîz) hakkında sordu. Kadına şu cevabı verdi: "Abdulkays kabilesinin heyeti Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e geldiği vakit:

"Bu gelenler kimdir?" diye sordu. "Rebîalılar" diye kendilerini tanıttılar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):

"Merhaba, hoş geldiniz. İnşaallah bu ziyaretten memnun kalır, pişman olmazsınız" buyurdu.

Misafirler: "Biz uzak bir yerden geliyoruz. Sizinle bizim aramızda şu kâfir Mudarlılar var. Bu sebeple, size ancak haram ayında uğrayabiliyoruz. Öyle ise, bize kesin, açık bir amel emret, onu geride bıraktıklarımıza da öğretelim. Ve bizi cennete götürsün" dediler.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de onlara dört emir ve dört yasakta bulundu: Önce tek olan Allah Teâla'ya imanı emretti ve sordu:

"İman nedir biliyor musunuz?"

"Allah ve Resûlü daha iyi bilir!" dediler. Açıkladı: Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucu tutmak, harpte elde edilen ganimetten beşte birini ödemenizdir."

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara şu kapları (şıra yapmada) kullanmalarını yasakladı: hantem (topraktan mâmul küp), dübbâ (su kabağından yapılmış testiler), nakîr hurma kökünden ayrılan çanak, müzeffet -veya mukayyer- (içi ziftle, katranla cilalanmış kap).”[17]

Bu kaplar içersinde içki yapılmak için kullanılıyordu. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bu hadiste, kelime-i şehadeti “iman” diye isimlendirmiştir. Şu hadiste ise “İslam” diye isimlendiriyor;

“Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahu anh)’den; “Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in yanında oturuyordum. Derken elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah bir adam yanımıza çıkageldi. Üzerinde, yolculuğa delalet eder hiçbir belirti yoktu. Üstelik içimizden kimse onu tanımıyordu da. Gelip Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in önüne oturup dizlerini dizlerine dayadı. Ellerini bacaklarının üstüne hürmetle koyduktan sonra sormaya başladı:

Ey Muhammed! Bana İslâm hakkında bilgi ver! Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) açıkladı:

"İslâm, Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan orucu tutman, gücün yettiği takdirde Beytullah'a haccetmendir." Yabancı: "-Doğru söyledin" diye tasdîk etti. Biz hem sorup hem de söyleneni tasdik etmesine hayret ettik.

Sonra tekrar sordu: "Bana iman hakkında bilgi ver?"

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) açıkladı: "Allah'a, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Kadere yani hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna da inanmandır." Yabancı yine: "Doğru söyledin!" diye tasdik etti. Sonra tekrar sordu: "Bana ihsan hakkında bilgi ver?"

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) açıkladı: "İhsan Allah'ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi Allah'a ibadet etmendir. Sen O'nu görmesen de O seni görüyor."

Adam tekrar sordu: "Bana kıyamet(in ne zaman kopacağı) hakkında bilgi ver?"

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu sefer: "Kıyamet hakkında kendisinden sorulan, sorandan daha fazla birşey bilmiyor!" karşılığını verdi.

Yabancı: "Öyleyse kıyametin alâmetinden haber ver!" dedi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu açıklamayı yaptı:

"Köle kadınların efendilerini doğurmaları, yalın ayak, üstü çıplak, fakir -Müslim'in rivayetinde fakir kelimesi yoktur- davar çobanlarının yüksek binalar yapmada yarıştıklarını görmendir."

Bu söz üzerine yabancı çıktı gitti. Ben epeyce bir müddet kaldım. Hz. Peygamber (aleyhis salâtu ves selâm) Ey Ömer, sual soran bu zatın kim olduğunu biliyor musun? dedi. Ben: "Allah ve Resûlü daha iyi bilir" deyince şu açıklamayı yaptı: "Bu Cebrail aleyhisselâmdı. Size dininizi öğretmeye geldi."

Müzeyne veya Cüheyne kabilesinden bir adam sordu: "Ey Allah'ın Resûlü, hangi işi yapıyoruz, olup bitmiş (levh-i mahfuza kaydı geçmiş) bir işi mi, yoksa (henüz levh-i mahfuza geçmemiş) şu anda yeni başlanacak olan bir işi mi?" Resûlüllah (aleyhissalâtu vesselâm): "Olup biten bir işi" dedi.

Adamcağız -veya cemaatten biri- yine sordu: Öyleyse niye çalışılsın ki? Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu açıklamada bulundu: "Cennet ehli olanlara cennetliklerin ameli müyesser kılınır, ateş ehli olanlara da cehennemliklerin ameli müyesser kılınır."[18]

İmam Beyhaki der ki; “Şehadet kelimesi bu hadiste “İslam” diye isimlendirilmiştir. Önceki hadiste ise “iman” diye isimlendirilmiştir. Bu da, tek bir şeyin iki isim aldığını gösteriyor. Ancak bu hadiste imanın “tasdik olduğu, İslam’ın ise onun alameti olduğu belirtiliyor. Tıpkı bu ikisinin “ihsan”dan ayrı tutulması gibi. Eğer iman ve İslam; ihsan oluyorsa, ihsan; “ihlas” ile açıklanır ve imanda yakin hasıl olur. Allahu a’lem.”[19]

Abdullah İbnu Ömer İbni'l-Hattâb (radıyallahu anh)'den; "Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i işittim, şöyle buyurmuştu: "İslâm beş esas üzerine bina edilmiştir: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, Kâbe'ye haccetmek, Ramazan orucu tutmak".[20]

Bu rivayette beş rükün “İslam” diye isimlendirilmiştir. Şu rivayette ise iman diye isimlendiriliyor;

Yezid es Sekseki’den; “Medine’ye geldim ve Abdullah Bin Ömer r.a.’nın yanına girdim. Iraklı birisi ona; “ey Ebu Abdurrahman! Neden Allah yolunda savaşmıyor da, hac ve umre yapıyorsun?” o da dedi ki; “sana yazıklar olsun! Şüphesiz iman beş şey üzerine kurulmuştur; Allah’a kulluk etmen, namaz kılman, zekat vermen, Beyt’i haccetmen ve Ramazan orucunu tutman. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem böyle buyurdu. Bunlardan sonra cihad da güzeldir.”[21]

Beyhaki der ki; “Allahu a’lem bunu söylemekle, cihadın farzı ayn değil, farzı kifaye olduğunu kasdetmiştir.

Amr Bin Abese r.a.’den; “Birisi Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi ve; “İslam nedir?” diye sordu. Buyurdu ki;

“Kalbini Allah’a teslim etmen, Müslümanların senin dilinden ve elinden selamette olmasıdır.”

“Hangi İslam efdaldir?”

“İman”

“İman nedir?”

“Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ölümden sonra dirilişe inanmandır.”

“Hangi iman efdaldir?”

“Hicret”

“Hicret nedir?”

“Kötülükleri terk etmendir.”

“Hangi hicret efdaldir?”

“Cihad”

“Cihad nedir?”

“Kafirlerle karşılaşınca onlarla savaşmandır. (diğer rivayette şöyle geçer; “Düşmanla karşılaştığında korkmadan ve haddi aşmadan savaşmandır.”) sonra Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki;

“İki amel vardır ki – orta parmağı ile işaret parmağını göstererek – şu ikisi gibi bir arada yapan dışında en üstün amellerdir; kabul edilmiş hac ve Umre”[22]

Zahiri amelleri ve itikadı; “İslam kalbini Allah’a teslim etmendir” kavli düzenliyor. “Müslümanların senin dilinden ve elinden selamette olmasıdır” kavli; zahiri muameleleri ıslah ediyor. Sonra iman hakkında, İslam’ın en faziletlisi olduğu açıklanıyor. Bu da; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve dirilişe iman etmek ile açıklanıyor. Burada kastedilen; gaybe iman etmenin, görülen şeye iman etmekten üstün oluşudur. Bu, Allah Teala’nın şu kavline uygundur; “Onlar gaybe iman ederler.”(Bakara 3) bu ayet, gaybe iman eden müminleri övmektedir.

Sonra itikadın ve bütün amellerin iman oluşu; “imanın en üstünü hicrettir” kavliyle açıklanıyor. Böylece bütün taatlerin İslam olduğu gibi, aynı zamanda iman oluşu da ifade ediliyor. İslam; Allah’ın zahiri ve Batıni emirlerine boyun eğmek, Allah’ın kulları için razı olduğu ameller ile O’na yaklaşmaktır.

Abdullah Bin Mesud r.a.’den; “Birisi; “Ey Allah’ın rasulü! Allah bizleri cahiliyedeki yaptıklarımızdan sorumlu tutar mı?” diye sordu. Buyurdu ki; “Kim İslam’da güzel ameller işlerse, cahiliyedeki yaptıklarından sorumlu tutulmaz. Kim de İslam’da kötülükler işlerse hem önceki hem de sonraki amellerinden sorumlu tutulur.”[23]

Böylece, iman ettikten sonra işlenen taat; iman, küfürde işlenen günah ise; küfür oluyor. Kafir, Müslüman olduğu zaman, İslam onun küfrünü iptal ediyor. İslam’da güzel ameller işlerse, bu taatler onun küfür halinde iken işlediği günahları iptal ediyor. Eğer İslam’da güzel ameller işlemezse, işte o işlediği günahlar öylece kalır. Bu yüzden İslam’da işlediği kötülükler ile beraber, Müslüman olmadan önce işlediği kötülüklerden de sorumlu olur.

Bu hadis şunu da belirtiyor ki; Müslüman olmadan önceki terk edilen oruç ve namazlar, şayet İslam’da oruç tutulur ve namaz kılınırsa, kaza edilmesi gerekmez. Müslüman olup bunları yapınca, daha önce terk ettikleri sakıt olur. Eğer Müslüman olduktan sonra namaz kılmaz ve oruç tutmazsa, yapmadığı bu amellerden, öncekilerden ve sonrakilerden sorumlu olur.

Ebu Said el Hudri r.a.’den; “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: "Bir kul İslâm'a girer ve bunda samimi olursa, daha önce yaptığı bütün hayırları Allah, lehine yazar, işlemiş olduğu bütün şerleri de affeder. Müslüman olduktan sonra yaptıkları da şu şekilde muâmele görür: Yaptığı her hayır için en az on misli olmak üzere yedi yüz misline kadar sevap yazılır. İşlediği her bir şer için de, -Allah affetmediği takdirde- bir günah yazılır."[24]

İmanın Artması ve Eksilmesi
Şüphesiz, taatler iman olunca, amellerin kemale ermesi ile iman da kemale erer ve noksanlığı ile iman da noksan olur. Müminler de bu şekilde imanlarında birbirlerinden üstün olurlar. Bir kimsenin; “imanım meleklerin ve peygamberlerin imanı gibidir.” Demesi haramdır. Allah Azze ve Celle buyuruyor ki;


“İmanlarına iman katsınlar diye…”(Fetih 4)


“Üzerlerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanları artar.”(Enfal 2)


“Bir sure nazil olduğu zaman (münafıklardan bazıları); “Bu hanginizin imanını artırdı?” derler. Fakat müminlere gelince (inen her sure) onların imanlarını artırır ve bununla müjdelenirler.”(Tevbe 124)


“İman edenlerin de imanları artar..”(Müddessir 31)


Bu ayetler ile, imanda artışın olacağı sabit oluyor. Bu sabit olunca da, bu artışın gerçekleşmediği takdirde, imanın eksik kalması söz konusu olacaktır. Hadisi şerifler de aynı şeyi göstermektedir;


“Ebu Hureyre r.a.’den merfuan; “Müminlerin iman bakımından en kamili, ahlakı en güzel olanıdır. En hayırlınız ise, kadınlarınıza en hayırlı olanınızdır.”[25]


Halimi der ki; “Bu hadisi şerif, güzel ahlakın iman olduğunu gösteriyor. Bunun yokluğu ise imanda eksikliktir. Müminler imanlarında farklı derecededirler. Bazısının imanı daha kamildir.”


İsmail Bin Reca’dan; “Mervan minbere çıktı ve hutbeye namazdan önce başladı. Birisi; “Ey Mervan! Namazdan önce hutbeye başlamakla Sünnete muhalefet ettin! Böyle yapamazsın!” dedi. Ebu Said r.a.; “Bu kimdir?” diye sordu. O adamın kim olduğunu söylediklerinde şöyle dedi;


“Şüphesiz bu adam, üzerine düşeni yaptı. Zira Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim;


“Kötü bir iş gören ona eliyle mani olsun. Buna gücü yetmezse diliyle engel olsun. Buna da güç yetiremezse kalbiyle nefret etsin. İşte bu sonuncusu da imanın en düşük derecesidir.”[26]

Rasûlullah’ın Kendilerine Gönderildiği Kafirler
Allah, Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i kendilerini ibadete veren bir kavme peygamber olarak gönderdi. Fakat bu ibadetleri Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği batıl bir ibadet idi. Bu kavim sadakalar veriyor ve çeşitli pek çok hayırlar işliyorlardı. Ancak bu hayırların onlara bir faydası olmuyordu, çünkü onlar kâfir idiler. Yüce Allah’a yakınlaşmanın bir şartı, yüce Allah’a yakınlaşmaya çalışan kimsenin müslüman olmasıdır. Bunlar ise müslüman değillerdi.

Onlar ancak bu putlara kendilerini yüce Allah’a daha bir yakınlaştırsınlar diye ibadet ediyorlardı. Onlar bunların Allah’tan başka varlıklar olduğunu, kendilerine bir fayda sağlayamayacak, bir zarar veremeyecek durumda olduklarını bilmekle birlikte, Allah nezdinde kendilerine şefaatçi olacaklarını kabul ediyorlardı. Ancak onların bu şefaat ümitleri batıl bir ümitti. Bunun sahiplerine bir faydası söz konusu olamaz, çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermeyecektir.” (el-Muddessir, 74/48)

Buna sebep ise yüce Allah’ın bu müşriklerin şirk koşmalarına razı olmayışı ve onlara (bu halleriyle) şefaat edilmesine izin vermesinin imkansız oluşudur. Zira yüce Allah’ın razı olduğu kimseler dışındakilere şefaat yoktur. Allah da kullarının kâfir olmalarına razı olmaz, fesadı sevmez. Dolayısıyla müşriklerin tapındıkları ilâhlarına yapışıp;

”Bunlar Allah’ın nezdinde bizim şefaatçilerimizdir.” (Yunus, 10/18) demeleri batıl ve faydasız bir sarılıştır. Aksine bu, onların Allah’tan uzaklaşmalarından başka bir şeylerini arttırmaz. Üstelik müşrikler batıl bir yolla putlarının şefaat edeceklerini ümit etmektedirler. Bu ise bu gibi putlara tapınmalarıdır. Allah’tan uzaklıktan başka bir şeylerini arttırmayan bu varlıklara ibadet ile Allah’a yakınlaşmaya çalışmak, müşriklerin cahilliklerinden ve beyinsizliklerinden kaynaklanan bir husustur.

Yüce Allah Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i ataları İbrahîm aleyhis selam’ın dinini onlar için yenilemek ve onlara böyle bir yakınlaşma çabası ile böyle bir inanışın katıksız olarak yüce Allah’ın hakkı olduğunu -başkaları şöyle dursun- mukarreb bir melek yahut mürsel bir nebi dahi olsa, Allah’tan başkasına bunun bir bölümünü dahi ayırmanın doğru olmadığını haber vermek üzere göndermiştir.

Onlar bu küfürleri üzere devam edip gittiler. Yani kendi iddialarına göre yüce Allah’a kendilerini yakınlaştırsın diye bu putlara ibadete devam ettiler. Nihayet Allah onlara rasûlü ve peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i gönderdi. Allah onu katıksız tevhid ile gönderdi. İnsanları bir ve tek olarak Allah’a ibadet etmeye çağırıyor, şirkten sakındırıyordu.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ”Şüphesiz ki kim Allah’a ortak koşarsa, elbette Allah ona cenneti haram kılmıştır. Onun varacağı yer cehennemdir. Zulmedenlerin hiçbir yardımcıları yoktur.” (el-Mâide, 5/72)

İbadetin ancak bir ve tek olarak Allah’ın hakkı olduğunu, ibadetin bir bölümünü dahi -başkaları şöyle dursun- mukarreb bir melek ya da mürsel bir peygambere yönelik kılmanın caiz olmadığını onlara açıkladı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Ey Adem oğulları! Şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır ve bana ibadet edin, diye size emrimi açıklamadım mı? İşte dosdoğru yol budur.” (Yâsîn, 36/60-61)

Kendilerine ataları İbrahîm’in dinini yenilemek üzere...” ifadesi ile yüce Allah’ın:”Sonra biz sana: Hanif olarak İbrahîm’in dinine uy, o müşriklerden olmadı diye vahyettik.” (en-Nahl, 16/123) buyruğuna işaret edilmektedir.

“Katıksız Allah’ın hakkıdır.” ifadesi de yalnızca halis olarak Allah’ın hakkıdır, demektir.

Yoksa bu müşrikler de Allah’ın bir ve tek olarak ve hiçbir ortağı bulunmaksızın yaratıcı olduğuna, O’ndan başka kimsenin rızık vermediğine, O’ndan başka hayat veren ve öldüren bulunmadığına, kâinatın işlerini yalnızca O’nun çekip çevirdiğine, göklerdekilerin ve oralarda bulunanların hepsinin, yedi arzın ve içinde bulunanların tamamının Allah’ın olup, O’nun tasarruf ve kahr-u galebesi altında bulunduğuna şahidlik ediyorlardı.

Yüce Allah’ın rasûlünün sallallahu aleyhi ve sellem aralarında peygamber olarak gönderdiği bu müşrikler yüce Allah’ın tek başına yaratıcı olduğunu, gökleri ve yeri O’nun yarattığını, bütün işleri çekip çevirenin O olduğunu itiraf ve kabul ediyorlardı. Nitekim yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyet-i kerimesinde onların bu hallerini söz konusu etmektedir. (Mesela) yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”And olsun ki onlara: Göklerle yeri kim yarattı? diye sorsan, elbette: Onları hüküm ve emrinde galip, her şeyi en iyi bilen (Allah) yarattı derler.” (ez-Zuhruf, 43/9)

”And olsun ki sen onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan, elbette: Allah diyeceklerdir.” (ez-Zuhruf, 43/87)

Bu anlamdaki âyet-i kerimeler pek çoktur. Ancak onların bu kanaatte olmalarının kendilerine bir faydası yoktur. Çünkü bu sadece rubûbiyetin kabul edilmesidir. Beraberinde ulûhiyet kabul edilip, bir ve tek olarak yalnızca Allah’a ibadette bulunmadıkça rubûbiyetin kabul edilmesinin faydası yoktur.

Şunu bilelim ki rubûbiyeti kabul etmek, ulûhiyeti de kabul etmeyi gerektirir. Ulûhiyeti kabul etmek de aynı zamanda rubûbiyeti kabulü de ihtiva eder.

1- Birincisi (yani rubûbiyetin kabul edilmesi) bağlayıcı bir kabuldür. Şöyle ki rubûbiyetin kabul edilmesi rab diye kabul ettiği kimsenin ulûhiyyetini de kabul etmesi için bağlayıcı bir delil mahiyetindedir. Zira tek başına yaratıcı, bütün işlerin çekip çeviricisi, her şeyin mutlak egemenliğini elinde bulunduran yalnızca yüce Allah ise, o halde ibadetin de yalnızca ona olması gerekir, başkasına değil.

2- İkincisi (ulûhiyetin kabulü) birincisini de ihtiva eder. Yani uluhiyetin tevhid edilmesi, rubûbiyetin tevhidini de ihtiva eder. Zira bir ve tek olarak yaratıcı ve bütün işlerin çekip çeviricisi olduğuna inanılan o yüce Rabbin dışında hiçbir kimse ilâh olarak kabul edilemez.

Müşrikler Rububiyyeti Kabul Ediyorlardı
Şâyet Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ın kendileriyle savaştığı bu kimselerin Allah’ın rubûbiyetine tanıklık ettiklerine dair delil istiyorsan, yüce Allah’ın şu buyruklarını oku:

“De ki: Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Yahut o gözlere ve kulaklara malik olan kimdir? Ölüden diriyi çıkaran ve diriden ölüyü çıkaran kimdir? İşleri yerli yerince kim yönetiyor? Hemen: Allah diyeceklerdir. De ki: O halde korkmaz mısınız?” (Yunus, 10/31)

“De ki Yer ve oradakiler kimindir? Eğer biliyorsanız (söyleyin). Onlar Allah’ındır, diyecekler. Sen de ki: O halde siz iyice düşünüp ibret almaz mısınız? De ki: Yedi göğün ve büyük arşın Rabbi kimdir? Allah’ındır, diyeceklerdir. De ki: O halde korkmaz mısınız? De ki: Her şeyin hakimiyeti elinde bulunan, himaye eden fakat kendisine karşı kimsenin himaye altına alınmasına imkân tanımayan kimdir? Eğer biliyorsanız (söyleyin). Onlar, Allah’ındır diyeceklerdir. De ki öyleyse nasıl olur da aldanıyorsunuz?” (el-Mu’minûn, 23/84-89)

Eğer ... delil istersen, yüce Allah’ın:”De ki size gökten ve yerden rızık veren kimdir?...” (Yunus, 10/31) buyruğunu oku.

“O halde korkmaz mısınız?” buyruğu şu demektir: Sizler bunları kabul ettiğinize göre eksiksiz mülk ve egemenin, eksiksiz şekilde kâinatın işlerini çekip ve çevirenin O olduğuna, biricik yaratıcının, rızık verenin, kulaklara ve gözlere mutlak malik olanın O olduğuna, ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkartanın, bütün işleri yönetenin O olduğuna dair itirafta bulunduğunuz Allah’tan sakınmaz mısınız?

Böyle bir soru söylediklerinin bağlayıcılığını onlara hatırlatmak içindir. Yani sizler böyle bir inanca sahib olduğunuza göre Allah’tan sakınmanız, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın, bir ve tek olarak yalnızca O’na ibadet etmeniz de gerekmektedir.

Onlar yerin ve orada olanların hepsinin ortaksız olarak yalnızca Allah’a ait olduğunu kabul ettikleri gibi, gökleri ve yeri Allah’ın yarattığını, büyük Arşın Rabbinin O olduğunu da kabul ediyorlar, her şeyin melekûtunun (mutlak egemenlik ve tasarrufunun) yalnızca O’nun elinde olduğunu, kendisi başkasını himaye etmekle birlikte ona rağmen kimsenin himaye altına alamayacağını da kabul ediyorlardı. Bütün bunları kabul etmeleri bir ve tek olarak Allah’a ibadet edip, ibadetlerini yalnızca O’na tahsis etmelerini de gerektirmektedir. Bundan dolayı bu üç âyetin her birisinin sonunda da soru kipi ile onların azarlandıkları görülmektedir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in aralarından gönderildiği müşriklerin rubûbiyetin tevhidini ikrar ettiklerini belirten âyet-i kerimeler de pek çoktur.

Onların bu hususları (yani rubûbiyetin tevhidini) kabul ettiklerini ve bununla birlikte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in onları kendisine davet ettiği tevhidin kapsamına almadığını kesinlikle anlayıp, onların inkâr ettikleri tevhidin günümüzdeki müşriklerin “itikad” diye adını verdikleri ibadet tevhidi olduğunu bildiğine göre..

Yani Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ın kendi aralarında gönderilmiş olduğu müşrikler rubûbiyet tevhidini kabul ediyorlardı. Bu ise bir ve tek olarak yüce Allah’ın yaratıcı olduğuna, mutlak malik ve bütün işleri çekip çevirenin O olduğuna inancı ihtiva eder. Onların Allah’ın yaratıcı, malik ve bütün işleri çekip çeviren olduğuna iman etmeleri, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kendilerini kabul etmeye davet ettiği, kanlarının ve mallarının dokunulmazlığını da sağlayan ibadetin tevhidi kapsamına onları sokmuyordu.

İşte onların inkâr ettikleri tevhidin çağımızın müşrikleri tarafından “itikad” diye adlandırılan ibadetin tevhidi olduğunu öğrenmiş olduğuna göre onların kabul ettikleri bu (rububiyet tevhidi)nın tevhidde yeterli olmadığını, hatta İslamın çerçevesi içerisinde de yeterli olmadığını açıkça görmüş oluyorsun. Çünkü ibadet tevhidini kabul etmeyen bir kimse müslüman değildir, isterse rububiyet tevhidini kabul etsin. Bundan dolayıdır ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem rububiyetin tevhidini kabul etmiş olmalarına rağmen müşriklerle savaşmış bulunmaktadır.

Tevhid “Lâ İlâhe İllallah” Sözünün Anlamıdır
Tevhid, “lâ ilâhe illallah” sözünün anlamını ifade eder. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in kendisine davet ettiği tevhid “la ilâhe illallah” lafzının anlamının ihtiva ettiği tevhiddir. Yani Allah’tan başka, ibadet olunmayı gerçekte hak eden, hiçbir ilah (ibadet edilen) yoktur. Onlar bunun yüce Allah’tan başka hak mabud olmadığı anlamına geldiğini, bunun Allah’tan başka yaratıcı, rızık verici, tedbir edici yahut Allah’tan başka yoktan var etmeye güç yetiren -çoğu kelamcıların dediği gibi- anlamında olmadığını biliyorlardı. Çünkü bu anlamını zaten müşrikler de inkâr ve reddetmiyorlardı. Onlar “lâ ilâhe illallah”ın manasını reddediyorlardı. Yani Allah’tan başka, ibadet olunmayı gerçekte hak eden, hiçbir ilah (ibadet edilen) yoktur, gerçeğini kabul etmiyorlardı. Nitekim yüce Allah onlardan şöylece söz etmektedir:

”Acaba o bunca ilâhlar tek bir ilâh mı yaptı? Muhakkak bu çok şaşılacak bir şeydir. Onlardan ele başları: Yürüyün ve ilâhlarınıza (ibadette) direnin. Şüphesiz ki bu istenen bir şeydir, diyerek kalkıp gittiler. Biz bunu öbür dinde işitmedik, bu ancak bir uydurmadır.” (Sad, 38/5-6)

Çünkü onlara göre ilâh ister kral, ister peygamber, ister veli, ister bir ağaç, ister bir kabir ya da bir cin olsun, bu maksatlar için kendisine yönelinen kimsedir. Onlar “ilah” ile Allah’ın yaratıcı, rızık veren ve müdebbir (işleri çekip çeviren) olduğunu kastetmiyorlardı. Onlar -önceden de açıkladığımız gibi- bunların yalnızca Allah tarafından gerçekleştirildiğini biliyorlardı. Onlar ilâh ile günümüzdeki müşriklerin “seyyid: efendi” lafzı ile kastettiklerini kastediyorlardı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onlara gelip, tevhid kelimesi olan “lâ ilâhe illallah”a davet etti.

Müşriklerin “la ilâhe illallah” sözleri ile Allah’tan başka bir yaratıcı ve işleri çekip çeviren yoktur, demek istenmediğini bilmektedirler. Çünkü onlar bunun bir gerçek olduğunu biliyorlardı. Onlar bu sözün ancak “Allah’tan başka, ibadet olunmayı gerçekte hak eden, hiçbir ilah (İbadet edilen) yoktur” anlamını kabul etmiyorlardı. Bu husus, “bizler meleklere yahut ta onlardan başkalarına ancak bizleri Allah’a yakınlaştırsınlar diye ibadet ediyoruz. Yoksa bizler onların yarattıklarına ya da rızık verdiklerine inanıyor değiliz” diyenlerin kanaatlerini reddetmek için tekrarlanmaktadır.

Aslolan Şehadet Kelimesinin Anlamıdır
Burada bu sözden kasıt onun manasıdır. Onun mücerred lafzı değildir. Cahil kâfirler ise Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in bu sözden maksadının yalnızca yüce Allah’a bağlanmak olduğunu, Allah’tan başka kendisine ibadet olunan bütün varlıkların inkâr edilerek onlardan uzak kalmayı ifade ettiğini biliyorlardı. O kendilerine “lâ ilâhe illallah” deyiniz deyince, onlar da:”Acaba o bunca ilâhı bir tek ilâh mı yaptı? Muhakkak bu çok şaşılacak bir şeydir.” (Sad, 38/5) diye cevap vermişlerdir.

Müellifin “bu söz” ile kastettiği “lâ ilâhe illallah” sözüdür. O bu ifadelerinde de, önceki ifadelerinde olduğu gibi lâ ilâhe illallah’ın Allah’tan başka hak mabud olmadığı anlamına geldiğini, müşriklerin bu lafızdan bunu anladıklarını ve bunu söylemekten maksadın soyut olarak bunu telaffuz etmekten ibaret olmadığını, asıl maksadın Allah’tan başka hak mabud olmadığının kastedildiğini anlamışlardır. İşte bundan dolayı onlar biricik yaratıcı ve rızık vericinin Allah olduğunu inkâr etmemekle birlikte bu anlamını inkâr etmişlerdi.

Kafirler “Lâ İlâhe İllallah”ın Manasını Kavrıyorlardı
Kâfirlerin, cahillerinin bu hususu bildiklerini gördüğümüze göre, müslüman olduğunu ileri sürmekle birlikte kâfirlerin, cahillerinin bildiği anlamı ile bu sözün açıklamasını bilmeyen kimseye gerçekten hayret edilir. Hatta bu kişi, kalben, bu sözün herhangi bir anlamı ile itikadı söz konusu olmaksızın sadece harfleriyle bunu telaffuz etmekle işin bittiğini dahi zanneder. Onlar arasından bilgili kimse ise anlamının “Allah’tan başka yaratan, rızık veren, işleri çekip çeviren yoktur” dan ibaret olduğunu zanneder. Lâ ilâhe illallah’ın anlamını kâfirlerin cahilinin kendisinden daha iyi bilebildiği bir kişide hayır yoktur.

Kâfirler, Allah’tan başka ilâh yoktur. Yani “lâ ilâhe illallah” ibaresinin, Allah’tan başka hak mabud yoktur demek olduğunu biliyorlardı. Müellif burada şunu açıklamak istemektedir! Kimi insanlar müslüman olduğunu iddia etmekle birlikte “lâ ilâhe illallah” sözünün anlamını bilmemektedirler. Çünkü onlar bunu söylemekten maksadın anlamını bilip, ona itikad etmeksizin sadece harflerini telaffuz etmekten ibaret olduğunu sanırlar.

Kimileri de bundan maksadın rubûbiyetin tevhidi olduğunu yani Allah’tan başka yaratıcı, Allah’tan başka rızık verici olmadığına inanmak olduğunu zannederler.

Kimi insanlar da bunu bu kelimeden kasıt şudur diye şöylece açıklarlar: Eşyanın zatına dair kesin yakîni çıkartıp, Allah’ın zatı hakkında doğru ve kesin yakîni yerleştirmektir. Ancak böyle bir açıklama batıldır, selef-i salih böyle bir açıklamayı bilmez. Bu açıklamadan maksat da yüce Allah’a kesin olarak inanıp, onun dışındaki varlıklar hakkındaki yakîni çıkarmak olamaz. Çünkü böyle bir şeye imkân yoktur. Zira Allah’ın dışındaki varlıklar hakkında da yakîn (kesin inanç) sabit olmalıdır:

”And olsun siz cahimi göreceksinizdir. Yine and olsun onu ayne’l-yakîn (kesin ve tereddütsüz olarak) göreceksinizdir.” (et-Tekâsür, 102/6-7)

Ayrıca maddi olarak var olan ve varlığı bilinen eşyanın varlığına yakîn ile (kesinlikle) inanmak da tevhide aykırı değildir. Kimileri de “lâ ilâhe illallah”ı Allah’tan başka mabud yoktur, diye açıklamaktadır. Bu tanım zahiri esas alınarak doğru kabul edilemez, çünkü Allah’tan başka kendilerine ibadet olunmuş başka şeyler de vardır. Buna göre böyleleri, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in aralarında peygamber olarak gönderildiği cahillerden daha cahildirler. Çünkü onların bu kelimenin anlamına dair bildiklerini günümüz cahilleri bilmemektedirler.

Allah Şirk’i Bağışlamaz
Benim sözünü ettiğim bu hususları kalbinle bilip anladığın takdirde, yüce Allah’ın hakkında

“Şüphesiz Allah kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını ise dileyeceğine mağfiret eder.” (en-Nisâ, 4/116) diye buyurduğu şirkin ne olduğunu da öğrenirsin, Allah’ın ta ilk rasûlden, sonuncularına kadar bütün rasûlleriyle gönderdiği ve onun dışında kimseden başkasını kabul etmediği dininin hangisi olduğunu da bilmiş olursun. Aynı şekilde insanların çoğunun bu hususta ne kadar cehalet içerisinde olduklarını da öğrenmiş olursun.

Yani sen “lâ ilâhe illallah”ın gerçek anlamını ve bu gerçek anlamının “Allah’tan başka, ibadet olunmayı gerçekte hak eden hiçbir ilah (ibadet edilen) yoktur.” şeklinde olduğunu bilmiş olursun, demek istemektedir.

Bu âyet-i kerimenin, her türlü şirki mi kapsadığı, yoksa sadece en büyük şirke mi mahsus olduğu? hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.

Kimisi, isterse bu Allah’tan başkası adına yemin etmek gibi küçük şirk dahi olsun, bütün şirk çeşitlerini kapsar. Şüphesiz ki Allah onu bağışlamayacaktır.

Kimisi de bu büyük şirke hastır, Allah’ın asla bağışlamayacağı şirk budur, demiştir.

Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye’nin bu husustaki ifadeleri farklıdır. Kimi zaman birinci görüşü tercih etmiş, kimi zaman da ikinci görüşü tercih etmiştir.

Durum her ne olursa olsun, kesinlikle şirkten sakınmak icap eder. Çünkü ifadenin genel olması dolayısıyla bu genelin kapsamına küçük şirkin girme ihtimalini de ortaya koymaktadır. Çünkü yüce Allah’ın: “Şüphesiz Allah kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez” diye buyurması nefy (olumsuz) bir cümle olup, umum ifade eder.

Yüce Allah’ın hiç kimseden başkasını kabul etmeyeceği din ise şu buyruklarda dile getirdiği gibi yalnızca Allah’a ibadet etmekten ibarettir:

”Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: Benden başka ilâh yoktur. O halde yalnız bana ibadet edin.” (el-Enbiya, 21/25)

İşte yüce Allah’ın hakkında:”Kim İslam’dan başka din ararsa, ondan asla kabul olunmaz.” (Al-i İmran, 3/85) diye buyurduğu İslam dini de budur.

İşte bu kelimenin daha önce sözü geçen şekilde anlaşılmaması gereği ile “bu sözün ne anlama geldiğini bilmediği halde müslüman olduğunu iddia eden kimseye hayret edilir...” şeklindeki sözlerin mahiyeti de böylelikle anlaşılmış olmaktadır.

(Bunları bilecek olursan) bunun sana iki faydası olur: Birincisi, yüce Allah’ın lutuf ve rahmeti ile sevinmek. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”De ki: Allah’ın lutfu ile ve rahmeti ile ve yalnız bunlar ile sevinsinler. Bu onların topladıklarından daha hayırlıdır.” (Yunus, 10/58)

Aynı şekilde bununla ileri derecede (Allah’tan) korkmak faydasını da elde edersin.

Bu iki fayda iki şekilde elde edilir: Birincisi yüce Allah sana bu büyük söz olan “la ilâhe illallah” sözünün doğru anlamını bilme lutfunu ihsan etmiş olmaktadır. Elbetteki bu büyük bir lutuftur ve büyük bir rahmettir. Böyle bir şey dolayısıyla sevilmek de Allah’ın emrettiği bir sevinmedir. Bunun delili de müellifin de zikrettiği ”De ki Allah’ın lutfu ve rahmeti ile ve yalnız bunlar ile sevinsinler. Bu onların topladıklarından daha hayırlıdır.” (Yunus, 10/58) buyruğudur. Allah’ın kendisine ihsan etmiş olduğu ilim ve ibadet gibi övülmeye değer şeyler sebebi ile kul sevilir. Nitekim hadiste şöyle buyrulmaktadır:

“Oruç tutanın iki sevinci vardır. Birisi (bayramda) orucunu açtığı vakit, diğeri ise Rabbine kavuştuğu vakit duyduğu sevinçtir.”[27]

Kişinin sağladığı diğer fayda ise büyük korkudur. Yani sözü edilen o cahillerin anlamını bilmemek ve bu konudaki büyük tehlikeye düşmek korkusudur.

Şüphesiz ki sen insanın dilinden çıkacak bir söz ile kâfir olabileceğini görmüş bulunuyorsun. Kişi bu sözü bazen bilgisizce söyleyebilir ve bilgisizliği kendisi için mazeret olmayabilir.

Mazeret Olmayan Cehalet
Bu bilgisizlik kişinin hakkı işitmekle birlikte ona hiç iltifat göstermemesi ve öğrenmemeye kalkışmaması gibi öğrenmeyi terk etmesidir. Böyle bir kimse bilgisizliği dolayısıyla mazur kabul edilemez.

İslam’ın esasları (rükünleri) beştir. Bunların ilki de iki şehadet kelimesidir, sonra diğer dört esas gelir. Bu diğer dört esası kabul etmekle birlikte gevşeklik göstererek terk edecek olursa, biz böyle birisi ile bu esasları yerine getirsin diye savaşsak dahi bunları terk ettiğinden ötürü tekfir etmeyiz. İlim adamları ise inkar söz konusu olmaksızın tembellik ederek bunları terk eden kimsenin kâfir olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bizler bütün ilim adamlarının icma ile kabul ettiği husus dışındakilerde kimseyi tekfir etmeyiz. Bu husus ise iki şehadet kelimesidir.

Aynı şekilde biz böyle bir kimseyi gerekli tarifi yaptıktan sonra tekfir ederiz. O bilip inkar edecek olursa, o vakit biz de düşmanlarımız bize karşı birkaç türlüdür diyoruz.

Birinci tür: Tevhidin Allah’ın ve Rasûlünün bizim insanlara açıkladığımız dini olduğunu bilip, aynı şekilde insanların çoğunun benimsediği taşlar, ağaçlar ve beşer hakkındaki bu batıl inanışların Allah’a şirk olduğunu, Allah’ın Rasûlünü bunu yasaklamak, bu itikadları benimseyenlerle savaşmak üzere gönderdiğini ve dinin tümüyle yalnızca Allah’ın olmasını sağlamak üzere gönderdiğini kabul etmekle birlikte tevhide hiç iltifat etmeyip, tevhidi öğrenmez, tevhide girmez, şirki terk etmezse böyle bir kimse kâfirdir. Çünkü o rasûlün dinini bilmekle birlikte ona tabi olmamış, şirki bilmekle birlikte onu terk etmemiştir. Bununla birlikte o ne rasûlün dinine, ne de bu dine girene buğz etmemekte, şirki övmemekte ve bunu insanlara süslü göstermemektedir. (Böyle olsa dahi durumu değişmez.)

İkinci tür: Bunu bilmekle birlikte rasûlün dini gereğince amel etmekte olduğunu iddia etmekle beraber onun dinine sövmekle temayüz etmiş kimseleri, Allah’ı tevhid edip, şirki terk edenlerden üstün gören kimseler birincisinden daha beterdir. Yüce Allah’ın:

”İşte o tanıdıkları kendilerine gelince, onu inkar ettiler. Artık Allah’ın laneti kâfirler üzerinedir.” (el-Bakara, 2/89) buyruğu böyleleri hakkındadır. Yine bu gibi kimseler yüce Allah’ın haklarında:

”Eğer ahidlerinden sonra tekrar yeminlerini bozarlar da dininize dil uzatırlarsa, küfrün önderlerini hemen öldürün. Çünkü onların yeminleri yoktur, olur ki vazgeçerler.” (et-Tevbe, 9/12) diye buyurduğu kimselerin kapsamı içerisindedir.

Üçüncü tür: Tevhidi bilmek, onu sevmek, ona uymak, şirki bilip tanımak ve terk etmekle birlikte tevhide giren kimselerden hoşlanmayıp, şirk üzere kalanları seven kimseler. Böyleleri de kâfirdir. Yüce Allah’ın:

“Bu böyledir, çünkü onlar Allah’ın indirdiğini hoş görmediler. Bundan dolayı amellerini boşa çıkartmıştır.” (Muhammed, 47/9) buyruğu böyleleri hakkındadır.

Dördüncü tür: Bütün bunlardan uzak kalmakla birlikte yaşadığı ülkenin insanları açıktan açığa tevhid ehline düşmanlık etmekte, şirke uymaktadırlar. Tevhid ehli ile savaşmaya gayret gösterirler. Ancak bu kimse kendi vatanını terk edememekte, bunun için zorluklarla karşılaşmaktadır. Bunun sonucunda kendi ülke ahalisiyle birlikte tevhid ehline karşı savaşır, malıyla canıyla mücadele eder. Bu da kâfirdir, çünkü bunlar kendisine ramazan orucunu terk etmeyi emredecek olurlarsa, o da ancak onlardan ayrılmak halinde ramazan orucunu tutabilecekse (ayrılmaz) ve dediklerini yapar. Eğer ona babasının hanımı ile evlenmeyi emredip, onlardan ayrılmadıkça, bu işi yapmamaya imkan bulamayacaksa (ayrılmayıp) yapar. Canıyla, malıyla onların yanında yer alıp, savaşmak hususunda onlara uyması -bununla Allah’ın ve Rasûlünün dininin sonunu getirmek istemelerine rağmen- öbüründen çok, pek çok daha büyük bir iştir. O bakımdan böylesi de kâfirdir ve bu kişi de yüce Allah’ın haklarında:

”Hem sizden emin olmak, hem kendi kavimlerinden emin olmak isteyen başka insanlar olduğunu da göreceksiniz... İşte böylelerine karşı size apaçık bir yetki verdik.” (en-Nisa, 4/91) diye buyurduğu kimseler arasında yer alır. İşte bizim söylediğimiz budur.

Mazeret Olan Cehalet
Cahilliğin mazeret teşkil etmesi meselesindeki görüş ayrılığı fıkhi ve içtihadi diğer ihtilaflar gibidir. Belki bu hükmün belirli bir şahsa uygulanması noktasında bazı hallerde sadece lafzi bir ihtilaf dahi olabilir. Yani hepsi bu sözün yahut bu fiilin ya da şu işi terk etmenin küfür olduğunu görüş birliği ile kabul etmekle birlikte acaba bu hüküm şu muayyen kişi hakkında uygulanabilir mi? Uygulanamaz mı? Böyle bir ayrılığa sebeb ise o kimsenin hakkında o hükmü vermeyi gerektiren hususun bulunması ile o hükmü vermemeyi engelleyen bir hususun bulunmaması yahut ta bazı gerektirici vasıfların bulunmaması ya da bazı engellerin varlığı dolayısıyla verilememesidir. Bunun da sebebi küfre götüren hususu bilmemek (bu husustaki cahillik)in iki tür olmasıdır:

1- Bu cehalet İslam’dan başka bir dine mensup yahut ta hiçbir dine mensub olmayan bir kişinin hatırına izlemekte olduğu yola muhalif bir dinin bulunduğunun gelmemesi halidir. Böyle bir kimseye dünyada zahirine göre ahkam uygulanır. Ahirette ise işi yüce Allah’a kalmıştır. Tercih edilen görüşe göre de böyle bir kimse ahirette yüce Allah’ın dilediği bir şekilde imtihan edileceğidir. Esasen yüce Allah kimlerin ne tür amel edecek durumda olduklarını en iyi bilendir. Şu kadar var ki bizler şunu kesinlikle bilmekteyiz ki cehenneme ancak bir günah dolayısı ile girilir. Buna gerekçe de yüce Allah’ın:

”Rabbin hiçbir kimseye zulmetmez.” (el-Kehf, 18/49) buyruğudur.

Böyle birisine dünyada zahir olan ahkam uygulanır. Bunlar da zaten küfür ahkamıdır ki, bunu dememizin sebebi bu kişinin İslam dinini kabul eden bir kimse olmamasından dolayıdır. Böylesine İslam dinini kabul edenin hükmü verilemez. Tercih edilen görüşe göre böyle birisi ahirette imtihan edilecektir dememizin sebebi ise bu hususta pek çok rivayetin gelmiş olmasıdır. Bu rivayetleri İbnu’l-Kayyım rahimehullah “Tariku’l-Hicreteyn” adlı eserinde müşriklerin çocuklarının durumuna dair sekizinci görüşü açıklarken bunların on dördüncü tabakası ile ilgili yaptığı açıklamalarda kaydetmiş bulunmaktadır.

2- Bu bilgisizlik İslam dinini kabul eden bir kimse tarafından olmakla ve o küfre götüren bu hal üzere yaşamakla birlikte bunun İslam’a muhalif olduğu hatırına gelmez, hiçbir kimse de bu hususta onun dikkatini çekmemiş ise böyle birisine zahiren İslam ahkamı uygulanır. Ahirette ise işi yüce Allah’a kalmıştır. Kitab, sünnet ve ilim ehlinin görüşleri de buna delil teşkil etmektedir.

Buna dair kitabın delillerinden bazıları:

”Biz bir rasûl göndermedikçe, azab ediciler değiliz.” (el-İsra, 17/15)

”Rabbin ana şehirlerine kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe ülkeleri helak edici değildir ve biz ahalisi zalimler olmadıkça ülkeler helak edenler değiliz.” (el-Kasas, 28/59)

“Müjdeleyici ve korkutucu peygamberler olarak (gönderdik) ki insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı ileri sürecekleri bir delilleri olmasın.” (en-Nisa, 4/165)

”Biz gönderdiğimiz her bir peygamberi kendilerine apaçık anlatsın diye ancak kendi kavminin diliyle gönderdik. Artık Allah kimi dilerse saptırır, kimi dilerse de doğru yola iletir.” (İbrahîm, 14/4)

”Allah bir kavme hidayet verdikten sonra sakınacakları şeyleri kendilerine apaçık bildirmedikçe onları saptırmaz.” (et-Tevbe, 9/115)

”İşte bu indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Öyleyse ona uyun ve (ona aykırılıktan) sakının ki merhamet olunasınız. Bizden önce kitab yalnız iki topluluğa indirildi ve biz onların okuduklarından habersiz kimselerden idik demeyesiniz diye (size Kur’ân’ı indirdik). Yahut: Bize de bir kitab indirilseydi, elbette onlardan daha çok hidayet üzere olurduk demeyesiniz diye. İşte size Rabbinizden apaçık bir belge, bir hidayet ve bir rahmet gelmiştir.” (el-En’am, 6/165-167) ve buna benzer gerekli ilim gelip, gerekli açıklama da yapılmadıkça karşı delilin ortaya konulmuş olmayacağına delalet eden daha başka âyetler de vardır.

Sünnetten delile gelince, Sahih-i Müslim’de (I, 134) Ebu Hureyre radıyallahu anh.’dan gelen rivayete göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Muhammed’in canı elinde bulunana yemin olsun ki bu ümmetten -davet ümmetini kastediyor- yahudi olsun, hristiyan olsun beni (peygamberliğimi) işitir de kendisi ile gönderildiğim şeye iman etmeksizin ölürse, mutlaka cehennemliklerden olur.”

İlim ehlinin bu husustaki ifadelerine gelince: el-Muğni (VIII, 131)’de şöyle demektedir: “Eğer bu kişi İslam’a yeni girmiş yahut dar-ı İslam’dan başka bir yerde yetişen ya da şehirlerden ve ilim ehlinden uzak çölde yaşayan bir kimse gibi farziyeti bilmeyen birisi ise onun küfrüne hükmedilmez.”

Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye fetvalarında (III, 229, İbnu’l-Kasım’ın derlediği fetvalarında) şöyle demektedir:

“Her zaman için ben -benimle oturup kalkan, benim bu durumumu bilir- insanlar arasında muayyen bir kimsenin küfre, fasıklığa veya masiyete nisbet edilmesini en çok yasaklayanlardan birisiyim. Ancak eğer o kimseye karşı muhalefet edenin kimi zaman kâfir, kimi zaman fasık, kimi zaman da isyankar olarak anıldığına dair peygamber risaletinden olan bir delil ikame edilmiş olması hali müstesna. Çünkü yüce Allah bu ümmetin hatasını bağışlamıştır. Bu kavli ve haberi meselelerdeki hatayı da, ilmi meselelerdeki hatayı da kapsar. Selef ise bu gibi meselelerin birçoğu hakkında tartışıp, durmuştur. Buna karşılık onlardan hiçbir kimse diğerinin kâfir olduğuna, fasık olduğuna ya da masiyet işlediğine tanıklık etmemiştir.

Ben seleften ve imamlardan nakledilen kim bunu söylerse, kâfir olur diyen ifadelerin de aynı şekilde hak olduğunu da açıklıyordum. Fakat burada mutlak ifade kullanmak ile belirli kimselerin tayini arasında ayırım gözetmek gerekmektedir.

Tekfir tehdit kapsamı içerisindedir. Her ne kadar (küfrü gerektiren) sözü söylemek Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ın söylediğini yalanlamak ise de bu (sözü söyleyen) kişi yeni İslam’a girmiş yahut (ilimden) uzak bir çölde yaşamış bir kimse olabilir. Böyle bir kimse ise -ona karşı delil ortaya konulmadıkça- bir şeyi inkar sebebiyle kâfir olmaz. Çünkü bu adam o nasları işitmemiş yahut işitmiş de kendisince sabit olmamış yahut ta -hatalı olsa dahi- o nassın tevil edilmesini gerektiren, o nassa karşıt gibi gördüğü bir başka nass sebebiyle o kanaati benimsememiş olabilir.

Muhammed b. Abdülvahhab, ed-Dureru’s-Seniyye adlı eserinde (I, 56) şunları demektedir: “Tekfire gelince, ben Allah Rasûlünün dinini bilip tanıdıktan sonra, ona söven, insanları ondan alıkoyan ve onun gereğini yerine getirenlere düşmanlık eden kimseleri tekfir ediyorum, benim tekfir ettiğim şahıs budur.”

“Yalan ve iftiralara gelince, onlar bizim genel olarak tekfir ettiğimizi ve dinini açığa vurabilen kimseler için dahi hicreti vacip gördüğümüzü söylerler. Bütün bunlar onların (bu iftiracıların) insanları Allah’ın ve Rasûlünün dininden kendisiyle alıkoymak istedikleri yalan ve iftiralar arasındadır. Bizler cahillikleri ve kendilerini uyaracak kimse bulunmadığı için Abdulkadir’in üzerindeki puta, Ahmed el-Bedevi’nin üzerindeki puta ve benzerlerine ibadet edenleri dahi tekfir etmediğimize göre Allah’a şirk koşmayıp, bize hicret etmeyen kimseyi ya da küfre sapmayıp (müslümanlara karşı) savaşmayan kimseyi nasıl tekfir edebiliriz?”

Kitabın ve sünnetin naslarının ilim ehlinin sözlerinin gereği bu olduğuna göre Allah’ın hikmetinin lutuf ve merhametinin gereği de Allah’ın ileri sürecek bir mazereti kalmadıkça kimseyi asla azab etmeyeceğidir. Akıllar bağımsız olarak Allah’ın lehine gerekli hakları (yani Allah’a karşı vazifeleri) bilemezler. Eğer akıllar bağımsız olarak bunu bilebilecek durumda olsalardı, delilin ortaya konulması rasûllerin gönderilmesine bağlı olmazdı.

Aksine Delil Olmadıkça Kişinin Müslümanlığı Devam Eder
O halde İslam’a intisap eden kimsede asıl olan şer’î delil gereği bunun ortadan kalktığı tahakkuk etmedikçe müslümanlığının devam etmesidir. Böyle bir kimsenin tekfirinde işi gevşek tutmak caiz değildir. Bunun iki büyük sakıncası vardır:

1- Gerek hüküm vermekte, gerekse hakkında hüküm verilen kimse hakkında -kendisini tenzih ettiğimiz niteliği hususunda- yalan ve iftirada bulunmak.

Bunun Allah’a yalan ve iftira olduğu açıktır. Çünkü Allah’ın kâfir kılmadığı bir kimsenin kâfir olduğuna hükmetmek tıpkı Allah’ın helal kıldığını, haram kılmaya benzer. Zira bir kimsenin kâfir olup olmadığına dair hüküm vermek tıpkı bir şeyin haram olup olmadığına dair hüküm vermekte olduğu gibi yalnızca Allah’ın hakkıdır.

2- İkinci sakıncaya gelince, bu müslüman bir kimseyi zıt bir vasıf ile nitelendirmektir. Böyle bir kimse bu vasıftan uzak olduğu halde onun hakkında kâfirdir denilir. Bu şekilde başkasını niteleyen kimseye bu küfür niteliğinin dönüp onu bulması daha uygundur. Çünkü Müslim’in, Sahih’inde yer alan rivayete göre Abdullah b. Ömer -Allah ikisinden de razı olsun- Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu zikretmektedir:

“Kişi kardeşini tekfir edecek olursa, o ikisinden birisini gelip bulur.” Bir rivayette de şöyle denilmektedir:

“Eğer dediği gibi ise mesele yok. Aksi takdirde ona döner.” Yine Müslim’de Ebu Zerr radıyallahu anh.’dan gelen rivayete göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Bir kimse birisini kâfir diye çağırır yahut ona Allah’ın düşmanı diyecek olur da böyle olmazsa mutlaka o sözü gelip onu bulur.” Yani o söz ona döner.

İbn Ömer’in rivayet ettiği hadisteki “eğer dediği gibi ise” ifadesi yüce Allah’ın hükmünde böyle ise demektir. Yine Ebu Zerr’in rivayet ettiği hadiste “böyle değilse” yüce Allah’ın hükmünde böyle değilse demektir.

Bu ikinci sakınca yani eğer hakkında kâfir dediği şahıs bundan uzak ise küfür vasfının diyene geri dönmesi gerçekten büyük bir mahzurdur ve kişiyi böyle bir tehlikeye düşmekle karşı karşıya bırakır. Çünkü çoğunlukla görülen şudur: Bir müslümanı kâfirlikle nitelendirmekte elini çabuk tutan bir kimse amelini beğenen başkasını küçümseyen bir kimsedir. Bunun sonucunda bu şahıs amelinin boşa çıkması sonucunu verebilecek şekilde amelini beğenmek ve yüce Allah’ın cehennem ateşinden azab görmeyi gerektiren kibri bir arada kendisinde toplamış bir kimsedir. Nitekim Ahmed ve Ebu Davud’un zikrettikleri bir hadiste belirtildiğine göre Ebu Hureyre radıyallahu anh. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu zikretmektedir:

“Yüce Allah buyurdu ki kibriya (büyüklük ve azamet) benim ridamdır, azamet izarımdır. Bunların herhangi birisinde kim benimle çekişirse, ben de onu cehennem ateşine atarım.”[28]

Tekfir’e Mani Olan Şeyler
O halde bir kimsenin küfrüne hüküm vermeden önce şu iki husus üzerinde dikkatle durulması gerekmektedir:

1- Yüce Allah’a karşı yalan iftirada bulunmamak için o işin küfre götürücü olduğuna kitab ve sünnetin delaleti var mı?

2- O hükmün muayyen kişi hakkındaki tekfir şartlarının tam olup, tekfire engel hususların da hiçbir şekilde bulunmayacak şekilde muayyen kişi hakkında uyup uymadığına bakmak.

En önemli şartlardan birisi de o kişinin kâfir olmasını gerektiren muhalefetini (aykırı davranışını) bilen birisi olmasıdır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Kim kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra peygambere karşı gelir, mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü o yolda bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü bir dönüş yeridir.” (en-Nisa, 4/115)

Görüldüğü gibi burada cehennem ateşiyle cezalandırılması için rasûle karşı ayrılıkçı tavır takınmanın o kimse için hidayetin apaçık ve besbelli oluşundan sonra şartına bağlanmıştır.

Ancak yaptığı muhalif hareketin sonucu olarak küfür yahut bir başka şey mi gerektiğini bilmesi şart mıdır yoksa bunun neyi gerektiğini bilmese dahi sadece aykırı hareket ettiğini bilmesi yeterli midir?

Cevab ikincisidir, yani onun muhalif (aykırı) hareket ettiğini bilmesi bu muhalefetin gerektirdiği hükmü vermek için yeterlidir. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ramazan günü oruçlu iken cimada bulunan kimseye kefaretin gerekliliğine hükmetmiştir. Böyle bir kimse kefaret gerektiğini bilmemekle birlikte oruca muhalif hareket ettiğini bilen bir kimsedir. Diğer taraftan zinanın haram olduğunu bilen muhsan bir kimse zina ettiği takdirde zinasının gerektirdiği cezayı bilmeyen bir kişi olsa dahi recm edilir. Halbuki bilmiş olsaydı belki de zina etmeyebilirdi.

Kişinin kâfir olduğuna hükmetmenin engellerinden birisi de küfrü gerektiren hususu işlemeğe zorlanmasıdır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Kalbi imanla dolu olduğu halde zorlanan kimseler müstesna olmak üzere kim imandan sonra Allah’ı tanımaz ve küfre göğüs açarsa, işte Allah’ın gazabı onların üzerinedir ve onlar için çok büyük bir azab da vardır.” (en-Nahl, 16/106)

Kişinin aşırı sevinç, keder, kızgınlık, korku ya da buna benzer herhangi bir sebeb dolayısıyla ne söylediğini bilmeyecek kadar düşünce ve maksadının tamamıyla ortadan kalkması hali de tekfir hükmünü vermenin engellerindendir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Hata etmenizden dolayı size bir günah yoktur ama kalplerinizin kastettiği müstesnadır. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (el-Ahzab, 33/5)

Müslim’in, Sahih’inde (s. 2104’de) Enes b. Malik radıyallahu anh.’dan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

“Allah’ın kulunun tevbesi dolayısıyla kulu tevbe edip kendisine dönüşünden ötürü sevinci bir çölde devesi üzerinde bulunan sonra da yiyeceği, içeceği üzerinde iken devesini elinden kaçırıp, ondan ümit kestiğinden ötürü bir ağaca varıp, gölgesinde bineğinden ümit kesmiş haliyle yatıp uzanmışken ansızın devesini yanı başında gören ve yularından tutarak aşırı sevincinden hata ve yanlışlıkla: Allah’ım sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim diyen ve (sevincinden ne dediğini bilemeyecek hale gelen) kimsenin sevincinden daha çok sevinir.”

Küfre götürdüğü kabul edilen hususta kişinin hak üzere olduğunu zannedecek şekilde tevilde bulunması şeklinde bir şüphe olması da küfrüne hükmetmenin engellerindendir. Çünkü böyle bir kişi kasti olarak günah işlememekte, muhalefette bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kişi yüce Allah’ın:”Hata etmenizden dolayı size bir günah yoktur ama kalplerinizin kastettiği müstesnadır.” (el-Ahzab, 33/5) buyruğundaki kastın kapsamına girmez. Çünkü böyle bir kimsenin bu kanaati ortaya koyduğu gayretinin bir sonucudur. O bakımdan bu şahıs yüce Allah’ın:”Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez.” (el-Bakara, 2/286) buyruğunun kapsamına girer.

el-Muğni (VIII, 131)’de (İbn Kudâme) şöyle demektedir: “Eğer günahsız kimselerin öldürülmesini, şüphe ve tevil söz konusu olmaksızın mallarının alınmasını helal kabul ederse, yine aynı durumdadır. -Yani kâfir olur.- Şâyet hariciler gibi bir tevilleri olursa, fukahanın çoğunluğunun -onlar müslümanların kanlarını ve mallarını helal kabul etseler dahi- kâfir olduklarına hüküm vermediklerini daha önceden zikretmiş bulunuyoruz. Onlar yaptıkları bu işleriyle yüce Allah’a yakınlık kazandıklarını dahi kabul ederler... -Devamla der ki-: Haricilerin ashabdan ve onlardan sonrakilerden pek çok kimseyi tekfir ettikleri, kanlarını, mallarını helal bildikleri ve onları öldürmekle Allah’a yakınlaşacaklarına inandıkları şeklindeki görüşleri bilinen bir husustur. Bununla birlikte fukaha -tevilleri sebebiyle- onların kâfir olduklarına hüküm vermemiştir. Aynı şekilde bu türden bir tevil ile bir haramı helal kabul eden herkes de böylece değerlendirilir.”

Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye, İbn Kasım tarafından derlenen fetvalarında (XIII, 30) şöyle demektedir: “Haricilerin ortaya koydukları bid’atin tek sebebi Kur’ân-ı Kerim’i yanlış anlamalarıdır. Onlar Kur’ân’a ters düşmek maksadını gütmemişlerdir, fakat Kur’ân-ı Kerim’den delalet etmediği sonuçlar çıkartmışlar ve böylelikle onlar Kur’ân’ın günahkarları tekfir etmeyi gerektirdiğini sanmışlardır.”

Yine aynı cilt, s.210’da da şunları söylemektedir: “Hariciler Kur’ân-ı Kerim’in kendisine uyulmasını emrettiği sünnete muhalefet ettiler. Dost edinilmelerini emretmiş olduğu müminleri tekfir ettiler... Kur’ân-ı Kerim’in müteşabih buyruklarına uymaya ve onu anlamını bilmedikleri, ilimde derinlikleri olmadan, sünnete uymadan, Kur’ân’ı iyice anlayan müslüman cemaate de başvurmadan bilgisizce Kur’ân’ın bu müteşabihlerini tevil etmeye koyuldular.”

Yine sözü geçen fetvalarında (XXVIII, 518) şunları söylemektedir: “Haricilerin yerileceğine ve sapık olduklarına ittifakla görüş belirten imamlar onların kâfir kabul edilip, edilmeyecekleri hususunda meşhur iki farklı görüş ortaya atmışlardır.” Fakat (VII, 217’de) de şunları belirtmektedir: Ashab-ı kiram arasında Ali b. Ebi Talib olsun, başkası olsun onları tekfir eden bir kimse olmamıştır. Aksine onlar hakkında haddi aşan, zalimlik yapan müslümanlar hakkında verdikleri hüküm neyse o hükmü vermişlerdir. Nitekim bir başka yerde onlardan gelmiş olan -zikrettiğimiz- rivayetlerde de bu husus belirtilmiştir.

XXVIII, 518’de de şöyle demektedir: “Şüphesiz ki bu Ahmed ve daha başka diğer imamlarda açıkça zikredilen ifadedir.” III, 282’de de şunları söylemektedir: “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in kendileriyle savaşılmasını emrettiği dinden uzaklaşan hariciler ile müminlerin emiri raşid halifelerden birisi olan Ali b. Ebi Talib savaşmıştır. Ashab-ı Kiramın, tabiînin ve onlardan sonraki din alimlerinin hepsi onlarla savaşılacağı üzerinde ittifak etmişlerdir. Bununla birlikte Ali b. Ebi Talib, Sad b. Ebi Vakkas ve ashab-ı kiramdan diğerleri onların kâfir olduklarını söylememişlerdir. Aksine müslümanlarla savaşmalarına rağmen onları müslüman olarak değerlendirmişlerdir ve haram olan kanı döküp, müslümanların mallarına haksızca baskınlar düzenleyinceye kadar onlarla savaşmamışlardır. Onlarla savaşmalarına sebeb ise zulüm ve saldırganlıklarını önlemek içindi, kâfir olduklarından dolayı değildi. Bundan dolayı onların kadınları, çocukları esir alınmaz, malları ganimet alınmaz. Nas ve icma ile sapıklıkları sabit olmuş, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlarla savaşmayı emretmiş olmakla birlikte bunlar kâfir olmadıklarına göre kendilerinden daha bilgin kimselerin dahi yanlışlığa düştükleri birtakım meselelerde hakkı kestiremeyen farklı kesimler (mezhepler ve görüş sahipleri)nin durumu nasıl olacak? Elbetteki bu kesimlerden birisinin diğerini tekfir etmesi, kanını, malını helal kabul etmesi helal değildir. İsterse bunlarda bid’at olduğu muhakkak olarak bilinen bir taraf bulunsun. Hele o kesimi tekfir eden taifenin kendisi de bid’atçi olursa, bazen bu tekfircilerin bid’ati daha ağır dahi olabilir. Çoğunlukla görülen durum şu ki bunlar hakkında anlaşmazlığa düştükleri hususun gerçek mahiyetini bilmeyen cahillerdir... Müslüman savaşmakta yahut kâfir olarak kabul etmekte tevil kullanmakta ise bundan dolayı da tekfir edilmez.” Daha sonra aynı cildin 288. sahifesinde şunları söylemektedir:

“Allah ve Rasûlünün hitabının hükmü tebliğden önce kulların hakkında sabit olup olmayacağı hususunda ilim adamlarının -gerek İmam Ahmed’in mezhebinde, gerekse başkalarının kanaatine göre- üç farklı görüşü vardır... Sahih olan ise Kur’ân-ı Kerim’in şu buyruklarının delalet ettiği husustur:

”Biz bir rasûl göndermedikçe de azab ediciler değiliz.” (el-İsra, 17/15)

”Müjdeleyici ve korkutucu peygamberler olarak (gönderdik) ki insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın.” (en-Nisa, 4/165)

Buhari ve Müslim’de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir:

“Allah’tan daha çok (başkasını) mazur görmeyi seven hiçbir kimse yoktur. İşte bundan dolayı o rasûlleri müjdeleyiciler ve korkutucular olmak üzere göndermiştir.”[29]

Hulasa cahil küfür olan söz ya da yaptığı işlerden dolayı mazurdur. Nitekim fasıklık olduğunu bildiği söz yahut fiillerinde de mazur olacağı gibi. Bunun böyle olması da kitab, sünnet, kıyas ve ilim ehlinin görüşlerinden anlaşılmaktadır.

Kişi bazen o sözü kendisini yüce Allah’a yakınlaştıracağı zannı ile de söyleyebilir. Nitekim müşrikler de böyle zannediyorlardı. Özellikle bu hususta yüce Allah’ın bizlere nakletmiş olduğu -salih kimseler olmalarına, bilgili kişiler olmalarına rağmen- kavmi ona gelerek: “Onların nasıl ilahları varsa sen de bize böyle bir ilah yap.” (el-A’raf, 7/138) dediklerini biliyoruz. İşte o vakit senin (böyle bir tehlikeden) korkun büyür ve bu ve benzeri hallerden seni kurtaracak şeyleri bilmeye arzun artar.

iki husustan sakındırdı. Bunlardan birisi insanın kendisi adına bu (sapık) kimselerin tevhidin anlamı hakkındaki yanlış zanlarına kapılmak korkusudur. Onların anlayışına göre tevhid yaratıcı, rızık verici ve idare edicinin sadece Allah olduğunu kabul etmekten ibaret olduğunu zannetmişlerdir. Bu husustan sakındırdıktan sonra insana düşen görevin her zaman için (böyle bir tehlikeden) korkmak olduğunu açıklamaktadır. Sonra da Musa aleyhis selam’a:”Onların nasıl ilahları varsa, sen de bize öyle bir ilah yap.” diyen Musa’nın kavminin halini söz konusu etmektedir. Musa onlara şöyle demişti: ”Siz gerçekten cahillik eden bir topluluksunuz. Şüphesiz ki onların içinde bulundukları (hal) yok olmaya mahkumdur ve yapmakta oldukları da batıldır.” (el-A’raf, 7/138-139)

Böylelikle onların Musa aleyhis selam’dan gördükleri kavmin bir tanrıları olduğu gibi kendilerine de bir tanrı yapmasını istemelerinin cahillikten ileri geldiğini açıklamaktadır. Bu durum ise insanın kendisi adına sapıklıklarda ve cahilce anlayışlarda kaybolmaktan korkması sonucunu getiriyor. Çünkü bir kimse “la ilâhe illallah” lafzının ondan başka yaratıcı, rızık verici ve idare edici olmadığını zannedecek olursa, işte müellifin söylediği ve sakındırdığı durum ortaya çıkar. Tevhide dair söz söyleyen kelamcıların çoğunun içine düştüğü bu hal gerçekleşir. Çünkü onlar “la ilâhe illallah”ın anlamı Allah’tan başka yaratıcı ve yaratmaya kadir kimse yoktur demişlerdir ve bu büyük sözü müslümanlardan hiçbir kimsenin anlamadığı batıl bir şekilde açıklamışlardır.

Hatta müslüman olmayanlar dahi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ın peygamber olarak aralarında gönderildiği müşrikler dahi bu kelimenin anlamının söz edilen kelamcıların bildiklerinden daha fazla bildiklerini görüyoruz.


--------------------------------------------------------------------------------


[1] Buhari(Fethul Bari 1/51) Müslim(iman 57) Ebu Davud(4076) Tirmizi(2614) Nesai(8/110) İbni Mace(57) Ahmed(2/445) Abdurrazzak(20105) Beyhaki Şuabul İman(1-3) İbni Mende İman(144) Şeceri Emali(1/18) Acurri Şeriat(s.111) İbni Abdilberr et Temhid(9/235)

[2] Beyhaki Şuabul İman(1/35-37)

[3] isnadı hasendir. Ebu Ya’la(5/301) Ahmed(3/134) Deylemi(393) Heysemi Maksadul Ali(9) Mecmauz Zevaid(1/52) Metalibul Aliye(2861) Dürrül Mensur(6/100) İbni Kesir Tefsiri(7/352) Feyzul Kadir(3/178) Tehzibut Tehzib(7/334)

[4] Buhârî(İmân 17) Müslim(İman 36) Beyhaki Şuab(1/39)

[5] Müslim(s.59) Beyhaki Şuab(1/39)

[6] Ahmed(4/16) Nesai Amelül Yevme(1134) İbni Mace(4285) Taberani(5/43) İbni Mübarek Zühd(s.323) Beyhaki(10/124) Şuabul İman(1/40) Mizzi Tuhfetul Eşraf(8/398) Tehzibul Kemal(1/415) Mecmauz Zevaid(1/20) sahihtir.

[7] Hasendir. Ahmed(3/198) Beyhaki Şuab(1/41) Mecmauz Zevaid(1/53) Tergib ve Terhib(3/353) Zebidi İthaf(7/451) İbni Adiy(5/1926) Şeceri Emali(1/36) Hennad Zühd(s.106) İbni Ebid Dünya Kitabus Samt(9) Iraki el Muğni(3/94) Ahmed’in isnadında Ali Bin Mesade olup ihtilaflı bir ravidir. Derim ki; Ali Bin Mesade saduk olup, vehmeden bir ravidir. Ancak Basralılardan rivayetinde sakınca yoktur. (bkz.: (Takribut Tehzib 2/44) İbni Hibban; “Tek kaldığında huccet olmaz” İbni Main; “Basralılardan rivayetinde beis yok” dedi.(Tehzibut Tehzib(7/382) Bu hadisi Basralı olan Katade Bin Diame’den rivayet etmiştir. Şahidleri de vardır. Beyhaki bunu Hasen el Basri’den rivayet etmiştir.

[8] Beyhaki Şuab(1/41) Cemül Cevami(1/789)

[9] Beyhaki Şuab(1/42) Suyuti Durrül Mensur(6/24)

[10] Buhari(fethul Bari-1/95) Müslim(s.374) Beyhaki Şuabul İman(1/44)

[11] Müslim(s.203) Beyhaki Şuab(1/45)

[12] Ebu Davud et Tayalisi(2110) Beyhaki Şuab(1/46) bkz.: İbni Ebi Şeybe(11/48,13/229) İbni Ebi Şeybe İman(110)

[13] Ahmed(3/438) Tirmizi(2521) Hakim(2/164) Beyhaki Şuab(1/47) Münziri Tergib(4/23) Mizzi Tuhfetul Eşraf(11301)

[14] İbni Mace(65) İbni Hacer Nuketuz Zuraf(10076) İbnül Cevzi Mevduat(1/128) Kenzul Ummal(1326) Mizanul İtidal(5051) Beyhaki Şuab(16-17) Tehzibul Kemal(1/832) Acurri Şeriat(s.131) isnadında Ebus Salt vardır. Ancak Ebu Said el Acemi bunu Mu’cem’de başka bir tarik ile rivayet etmiştir. Daha önce kaydettiğimiz iman şubeleri hakkındaki hadis de bunun şahididir.

[15] Beyhaki Şuabul İman(1/49)

[16] Ebu Ya’la(12/6965) Ahmed(6/120) Ebu Avane(1/100) Hakim(2/405) Ebu Nuaym Hilye(3/278) Heysemi Maksadul Ali(54) Mecmauz Zevaid(1/118) sahihtir.

[17] Buhârî(İman 40, İlm 25, Mevâkîtu's-Salât 2, Zekât 1, Farzu'l-Hums 2, Mevâkıb 4, Meğâzî 69, Edeb 98, Haberi'l-Vâhid 5, Tevhîd 56) Müslim(İmân 23, 24, 25 (17) Ebu Dâvud(3692) Tirmizî(2614) Nesâî(8/120) Beyhaki(4/199, 8/300,303) Şuabul İman(1/51) İbni Huzeyme(307,2245-46) Begavi Şerhus Sünne(1/44)

[18] Müslim(İman 1, (8) Nesâî(8/97, 101) Ebu Dâvud(4695) Tirmizî(2613) Beyhaki Şuab(1/52) Ahmed(1/27) Abdullah Bin Ahmed esSünne(s.14,120,121) İbni Mace(63) İbni Huzeyme(2244) İbni Hibban(mevarid-16) Beyhaki(10/203) Ebu Hanife Müsned(1/174) Esfahani Tergib(132) Darekutni(2/282)

[19] Şuabul İman(1/53-54)

[20] Buhârî(İman 1) Müslim(İman 22) Nesâî(9/107-108) Tirmizî(2609) Ahmed(2/26,93,2/120) Beyhaki(1/358,4/81,199) Şuabul İman(1/54) İbni Abdilberr et Temhid(9/236) İbnu Huzeyme(308-309).

[21] Müslim(1/45) Beyhaki Şuabul İman(1/55)

[22] sahih. Ahmed(4/114) Taberani, Dimyati Matcarur Rabih(705) Beyhaki Şuab(1/55) Tergib ve Terhib(2/550)

[23] Buhari(9/18) Müslim(1/111) İbni Mace(4242) Beyhaki(9/23) Beyhaki Şuab(1/57) Ahmed(1/379,409,431,462) Esfahani Tergib(142)

[24] Buharî(İman 31) Nesâî(8/105) Beyhaki Şuab(1/58)

[25] Ahmed(2/250,527) Hakim(1/3) Beyhaki Şuab(1/61) Ebu Nuaym Hilye(9/248) el Erbainus Suğra(138) sahihtir.

[26] Müslim(s.50 no:78) Beyhaki Şuab(1/61)

[27] Buhari, Savm, Babu hel yekulu inni saimun iza şeteme; Müslim, Sıyam, Babu fadli’s-sıyam.

[28] İmam Ahmed(2/376) Ebu Davud, Libas, Bab-u ma cae fi’l-kibr, İbn Mace, Zühd, Babu’l-beraeti mine’l-kibr.

[29] Buhari, Tevhid, Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’in: “Allah’tan daha gayretli (kıskanç) bir şahıs yoktur” buyruğu; Müslim, Lian.

 


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol