Kur'an ve Sünnet
   
 
  ŞİRKİN ASLI VE ÇEŞİTLERİ

بســـم الله الرحمن الرحيم

 

Şirk'in Aslı ve Çeşitleri

 

Allah Te'âlâ:

"Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar." (Nisa 4/48) buyurarak, bunu Kitab'ında iki ayrı yerde zikretmiştir.

Allah Te'âlâ Kitab'ında (Kur'an'da), melekleri O'na ortak koşmayı, peygamberleri ortak koşmayı, yıldızları ortak koşmayı, putları ortak koşmayı anlatarak - ki şirkin aslı, şeytanı Allah'a ortak koşmaktır-, Hristiyanlar hakkında şöyle buyurmuştur:

"(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hristiyanlar da) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i (İsa) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk/ibadet etmeleri emrolundu. O'ndan başka ibadete layık ilah yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden münezzehtir/uzaktır." (Tevbe 9/31);

"Hani Allah: "Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara, "Allah’ı bırakıp beni ve anamı iki ilah edinin" diye söyledin?" dediğinde o dedi ki: "Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan birşeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer böyle söylemişsem, sen onu bilirsin. Sen, benim nefsimde olanları bilirsin. Ben ise senin nefsindekileri bilemem. Muhakkak ki sen, gaybleri en iyi bilensin."

"Ben onlara, senin bana emrettiğinden başka birşey söylemedim. (Sadece şunu dedim) : "Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk/ibadet edin!." Ve ben, onların arasında bulunduğum müddetçe onlara şahid idim. Fakat sen beni vefat ettirince, onlar üzerine sen gözetleyici oldun. Sen, herşeye şahidsin." (Mâide 5/116-117);

"Allah'ın kendisine kitap, hüküm ve nübüvvet verdiği insanoğlunun: "Allah'ı bırakıp da bana kul olun" demesi düşünülemez. Fakat kitabı öğrettiğinize ve okuduğunuza göre: "Rabbaniler (Rabb'e hâlis kullar) olun" der.

(Hiçbir rasul) melekleri ve nebileri rabler edinmenizi size emretmez. Sizler müslüman olduktan sonra, kafir olmanızı mı emredecek(ler)?" (Âl-i İmrân 3/79-80)

Bu suretle (görüldüğü gibi) Allah Te'âlâ, (hahamları, rahipleri) melekleri ve nebileri / peygamberleri rabb edinmenin küfür olduğunu beyan etmiştir.

Şurası bilinen bir vakıadır ki:

Yaratılmışlardan hiçbiri, peygamberlerin, âlimlerin / hahamların, rahiplerin ve Meryem'in oğlu İsa'nın, göklerin ve yerin yaratılması konusunda Allah'a ortak olduğunu iddia etmemiştir; hattâ hiç kimse, âlemin, sıfatları ve fiilleri bakımından birbirine denk iki yaratıcısı olduğu iddiasında bulunmamıştır.

Yine hiçbir âdemoğlu, tüm sıfatlarıyla Allah'a eşit olan bir ilâhın varlığını isbat etmemiştir.

Allah'a şirk koşanların/müşriklerin tamamı; Allah'ın ortağının kendisine denk olmadığını, hattâ ister hükümdar, ister nebî, ister yıldız ve isterse put olsun, bu ortağın Allah'ın hükmü altında olduğunu kabul etmişlerdir.

Nitekim müşrik Araplar telbiyelerinde:

"Buyur, senin kendi hükmün altında olandan başka ortağın yoktur; ona ve onun sahip olduklarına sen hükmedersin" demekteydiler.

Resûlullah ise tevhidi seslendirerek:

"lebbeyk Allâhümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerike leke lebbeyk, inne'l-hamde ve'n-ni'mete leke ve'l-mülke lâ şerike leke" = "Buyur Allahım, emret; senin ortağın yoktur; buyur; hamd, nimet ve hükümranlık sana mahsustur; senin ortağın yoktur" buyurmuştur.

(Telbiye, kelime anlamı itibariyle "(çağrıya, isteğe, davete) karşılık verme, boyun eğme, itaat etme" demektir. Istılahta ise "hacda, "lebbeyk Allâhümme lebbeyk, lebbeyk lâ şerike leke lebbeyk, inne'l-hamde ve'n-ni'mete leke ve'l-mülke lâ şerike leke" diyerek ilâhî çağrıya icabette bulunmak" anlamında kullanılır.)

Mezhepler tarihi (din ve mezheblerle felsefi ekollerin görüşlerini içeren "Makalât" isimli eserlerin) müellifleri, gelmiş geçmiş dinî cemaat, inanç, görüş ve din mensuplarının görüşlerini zikretmişler;

Fakat hiç kimsenin (müşrikin), tüm yaratıkların yaratılışında Allah'a ortaklık eden bir ortağın, veya tüm sıfatlarında O'na benzer/denk olan bir varlığın varlığını isbat ettiğini nakletmemiş (mevcudiyetinden bahsetmemişler) dir.

Bu konuda naklettikleri en aşırı görüş, "nur" ve "zulmet" şeklinde iki aslın varlığını öne süren ve nurun iyiliği, zulmetin ise kötülüğü yarattığını söyleyen Seneviyye'nin (düalistler) görüşüdür.

Bunların zulmet / karanlık hakkında iki farklı görüşe sahip olduklarını söylemişlerdir:

- Birincisi, zulmetin muhdes (yaratılmış) olduğudur ki bu durumda o, Allah'ın yarattığı varlıklardan olur.

- İkincisi, onun kadîm olduğu, fakat sadece kötülüğü işlediği görüşüdür. Bu durumda da, zâtı, sıfatları ve fiilleri bakımından nurdan eksik olur.

Nitekim  Allah Te'âlâ, müşriklerin, kendisinin Kitab'ında beyan ettiği yaratıkların yaratıcısı olduğunu kabul / ikrar ettiklerini haber vermiştir. Buyurmuştur ki:

"Andolsun ki onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, elbette 'Allah'tır' derler. De ki: Öyleyse bana söyler misiniz. Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar O'nun bu rahmetini önleyebilirler mi? De ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler, ancak O'na güvenip dayanırlar." (Zümer 39/38);

"(Resulüm!) de ki: Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım), bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir? 'Allah'a aittir' diyecekler. Öyle ise siz hiç düşünüp taşınmaz mısınız, de.

Yedi kat göklerin Rabbi, azametli Arş'ın Rabbi kimdir, diye sor. '(Bunlar da) Allah'ındır' diyecekler. Şu halde siz Allah'tan korkmaz mısınız, de.

Eğer biliyorsanız (söyleyin), her şeyin melekûtu (mülkiyeti ve yönetimi) kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan (buna muhtaç olmayan) kimdir, diye sor. '(Bunların hepsi) Allah'ındır' diyecekler. Öyle ise nasıl olup da büyüye kapılıyorsunuz, de.

Doğrusu biz onlara gerçeği getirdik; onlar ise hakikaten yalancılardır. Allah evlât edinmemiştir; O'nunla beraber ibadete layık hiçbir ilah da yoktur. Aksi takdirde her ilah kendi yarattığını sevk ve idare eder ve mutlaka onlardan biri diğerine galebe çalardı. Allah, onların (müşriklerin) yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir." (Mü'minûn 23/84-91);

"Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah'a iman ederler" (Yûsuf 12/106).

İşte bu ve benzeri âyetlerle (örneklerle), "tevhîd" in manâsı / amacı hususunda ortaya çıkan yanlışlıklar (düşülen hatalar) görülür.

بســـم الله الرحمن الرحيم

 

Tevhidin Manâsı ve Amacı Konusunda Ortaya Çıkan Yanlışlıklar ve Düşülen Hatalar

 

Kelâm ve felsefe, nazar  kitaplarında tevhîdden bahseden kelâmcıların tamamının gayesi, tevhidi üç kısma ayırmaktır.

Buna binaen derler ki:

1 - Allah zâtı itibariyle birdir / tektir, kısımları yoktur (bölünme kabul etmez.);

2 - Sıfatları itibariyle birdir / tektir, benzeri yoktur;

3 - Fiilleri itibariyle birdir / tektir, ortağı yoktur.

Bu üç kısımdan, onlar nezdinde en meşhur olanı üçüncüsü, yani fiilde tevhîd (Rububiyyet Tevhidi) dir. Bu da âlemin yaratıcısının tek olması anlamına gelir. Onlar bu konuda temânu' delili ve benzeri deliller getirirler.

("Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti." (Enbiyâ 21/22) âyetinden hareketle ortaya konulan Allah'ın birliğine dair delildir. Delil kısaca şu şekilde ifade edilir: Alemde iki yaratıcı bulunması durumunda, birbirine zıt hususları irade ettiklerinde bunlar arasında bir irade çatışması ortaya çıkar. Her ikisinin de irade ettiği hususun aynı anda gerçekleşmesi, -birbirine zıt olan hususlar bir arada bulunamayacağı için- imkânsızdır. Birisinin diğerine boyun eğmesi onun âciz olduğu veya iradesinin başkasına tâbi olduğu anlamına gelir. Yaratıcı için böyle bir durum düşünülemeyeceğinden, Yaratıcı'nın bir ve tek olduğu sabit olur.)

Arzulanan tevhidin bu olduğunu zannederler ve "lâ ilâhe illallah (Allah'tan başka ibadete layık ilâh yoktur)" sözünün de bu anlama geldiğini zannederek "ilâhlığın / uluhiyyetin" anlamını "yaratma kudreti (yoktan yaratmaya güç yetirme)" olarak görürler.

Oysa, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak kendilerine gönderildiği müşrik Araplar'ın bu konuda O'na muhalefet etmedikleri, bilâkis Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğunu, hattâ kaderi kabul ettikleri, ancak buna (bu hususta onlardan farklı düşünmemelerine) rağmen müşrik oldukları bilinmektedir.

Dünyada bu şirkin hakikati / aslı konusunda kimsenin ihtilâf / muhalefet etmediği ortaya çıkmıştır.

Ancak son söz olarak denilebilir ki:

İnsanlar arasında Kaderiyye ve benzerleri gibi, varlıkların bazılarını Allah'tan başkasının yarattığı görüşünde olanlar vardır. Maamâfih bunlar, insanların kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu söyleseler de, Allah'ın, kulların ve onların kudretlerinin yaratıcısı olduğunu kabul ederler.

Benzer şekilde, felsefeciler, naturalistler / tabiatçılar ve müneccimler / nücûm ehli, bazı yaratılmışları bazı şeylerin yaratıcısı sayarlar. Bunlar, Yaratıcı'nın varlığını kabul etmekle, söz konusu failleri yaratılmış ve var edilmiş (sonradan meydana getirilmiş) olarak görürler, "Bunlar Yaratıcı'dan müstağnidir; yaratma konusunda O'na ortaktır" demezler. Firavun'un ortaya koyduğu görüş gibi, Yaratıcıyı inkâr eden ise, Yaratıcı'yı yok sayan kâfirin ta kendisidir. (O, münkirdir ve yaratıcıyı ta'til etmektedir.)

Allah'a ortak koşan, fakat O'nun varlığını kabul eden müşrikler hakkında söylenecek söz ise şudur:

Onların (kelâmcıların) ortaya koyduğu (yaratmaya hasrettikleri) bu tevhide bu müşrikler karşı çıkmaz; bilâkis kabul ederler. Bununla birlikte, Kitap (Kur'an) Sünnet ve icmâ' ile sabit olduğu ve İslâm Dini için zorunlu olarak bilindiği üzere bunlar gene de müşriktir. (müşrik oldukları sabittir.)

İkinci kısım (tevhîd), yani "O'nun (Allah'ın) sıfatları hususunda bir benzeri yoktur" sözleri için de aynı şey geçerlidir. Zira, hiçbir ümmette, istiva konusunda O'nun benzeri olan bir kadîm varlığı isbat edip, "Bu varlık istiva konusunda Allah'a ortaktır" veya "O'nun fiili yoktur" diyen birisi çıkmamıştır. Yarattıklarından birini Allah'a benzeten kimse, bazı hususlarda onu Allah'a benzetmektedir.

Allah'ın, yaratıkları arasında, kendisi hakkında vâcib, caiz veya mümteni' olan herhangi bir hususta O'na ortak olan bir denginin bulunmasının imkânsız olduğu aklen bilinir. Zira bu, daha önce zikri geçtiği üzere, birbirine zıt iki hususun bir arada bulunmasını gerektirir.

Kendi başına kaim olan iki varlığın, ikisi için de "varlığın" aynı anlamı ifade etmesi, kendi başlarına kaim olmaları, (kıyam binefsihi) zâtları vb. gibi ortak bir özelliklerinin (müşterek bir ölçünün) bulunması gerektiği, (Böyle bir uyuşma olmadığı takdirde tam anlamıyla ta'til söz konusu olur.) bunu reddetmenin ise bu varlıkların mutlak inkârını gerektirdiği ve ilâhlığa / uluhiyyete mahsus sıfatların isbatının gerekli olduğu da akıl yoluyla bilinir. Bu konudan da daha önce bahsedilmiştir.

Mu'tezile'den Cehmiyye ve diğer bazıları, sıfatların reddini/nefyini bu kapsama (tevhid muhtevasının kapsamına) sokmuşlar ve "Allah'ın ilmi ve kudreti vardır; O görülür veya Kur'ân Allah'ın yaratılmamış kelâmıdır" diyen kimsenin tevhîdci / muvahhid değil teşbîhçi / müşebbihe olduğunu söylemişlerdir.

Aşırı giden felsefeciler ile Karmatîler daha ileri gitmiş ve Allah'ın esmâ-i hüsnâsını inkâr etmişlerdir. "Allah alîm, kadîr, azîz ve hakimdir" diyen kimse tevhîdci / muvahhid değil teşbîhçi / müşebbihe dir, demişlerdir.

Aşırı Karmatîler ise "Allah ne nefiy ne de isbat ile tavsîf olunabilir; çünkü bunların her birinde teşbih söz konusudur" diyerek işi iyice ileri götürmüşlerdir.

Bunların (bu grubların) tamamı, kaçındıklarından daha kötü bir teşbihin içine düşmüşlerdir. Zira, Allah'ı -kendi iddialarına göre- yaşayan varlıklara benzetmekten kaçınmak için, O'nu mümtenî (varlığı imkânsız), ma'dûm (yok) veya cemadâta / cansız olan varlıklara benzetmişlerdir.

Bilinmektedir ki, bu sıfatlar Allah hakkında, kesinlikle yaratılmış bir varlık için isbat edildiği tarzda (yaratılmışların sıfatlarıyla eşit ve benzer) isbat edilmez.

Ne zâtı, ne sıfatları ne de fiilleri hususunda Allah Te'âlâ'nın benzeri olan bir şey söz konusudur.

Zâtın isbatı ile sıfatların isbatı arasında bir fark yoktur. Zâtın isbatında, başka zâtların O'nun zâtına benzerliğinin isbatı söz konusu değilse, sıfatların isbatında da, sıfatlar konusunda O'na benzeyen bir varlığın isbatı söz konusu değildir.

Oysa sıfatları iptal eden Cehmiyye (muattile), bu (yaptıklarını) tevhîd, bunun tersini ise teşbîh / müşebbihe olarak görmekte ve kendilerini tevhîdciler / muvahhid  olarak isimlendirmektedir.

Üçüncü kısım (tevhîd), yani "O tektir, O'nun zâtının kısmı, cüz'ü, parçası yoktur" sözleri de bunun benzeridir. Bu mücmel (kapalı) bir ifadedir.

Allah Te'âlâ, bir ve sameddir, doğurmamış ve doğmamıştır; O'nun hiçbir dengi yoktur. O'nun kısımlara ayrılması (mümtenîdir), yer kaplaması veya parçaların birleşmesiyle (cüzlerden terkib edilmesiyle) oluşması muhaldir.

Ancak onlar bu ifade ile Allah'ın Arşı'nın üzerinde olması, yarattıklarından ayrı ve farklı olması gibi nefyi gereken manâların reddini kastederek bunu tevhidin bir parçası olarak görmektedirler.

 

Onların "tevhîd" dedikleri şeyde hem doğru hem de yanlış hususlar olduğu ortaya çıkmıştır.

Velev ki tamamı doğru olsun. Müşrikler bunların tamamını (Rububiyyet Tevhidini) kabul etmelerine rağmen, Allah'ın Kur'ân'da kendilerini tavsif ettiği /nitelediği şirkten / müşrik olmaktan çıkamamışlardır ve buna dayanarak Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onlarla savaşmıştır.

Onların müşriklikten kurtulmaları için, Allah'tan başka ibadete layık ilâh bulunmadığına (Ulûhiyyet Tevhidine) iman etmeleri gereklidir.


بســـم الله الرحمن الرحيم

 

İlâh'ın Anlamı

 

Önde gelen kelâmcıların zannettiği gibi, "ilâh" ile kastedilen yaratma kudretine sahip olan varlık değildir. Onlar, ilâhlığın / ulûhiyyetin "yaratma kudreti (yoktan yaratmaya güç yetirme)" olduğunu, dolayısıyla "yalnızca Allah'ın yaratma (yoktan var etmeye) kudretine sahip bulunduğunu" kabul / ikrar eden kimsenin, "Allah'tan başka ibadete layık ilâh olmadığına" şehadet ettiğini zannetmişlerdir.

Oysa müşrikler, daha önce açıklandığı gibi, müşrik olmalarına rağmen bunu (Allah'ın yaratma kudretini) kabul etmekteydiler.

Oysa gerçek "ilâh", tapılmaya / kendisine kulluk edilmeye lâyık olandır / İbadeti hak edendir.

Dolayısıyla O, "yaratıcı ilâh (âlih)" değil, "ma'bûd (me'lûh)" anlamında ilâhtır. (O ilâhlık eden anlamında değil, ilâh edinilen anlamında ilâhtır. (İbadet ettirten değil, ibadet edilendir.)

Tevhîd; (başkasını O'na) ortak koşmaksızın yalnızca Allah'a kulluk / ibadet etmektir.

Şirk / ortak koşma ise; Allah ile birlikte bir başka ilâh ortaya koymaktır / başka bir ilâh kabul etmektir.


بســـم الله الرحمن الرحيم

 

Müşriklerin Kabul Ettiği Tevhidin Anlamı

 

Kaderi isbat eden Ehl-i Sünnet'e mensup bu düşünürlerin (kelâmcıların kendilerine çizdikleri nihaî sınır) ortaya koydukları görüşün varacağı son nokta, "tevhîd-i rubûbiyyet (Rububiyyet Tevhidi)" ve Allah'ın her şeyin Rabbi olduğudur. Bununla birlikte, müşrikler de müşrik olmalarına rağmen bunu (rubûbiyyet tevhidini) kabul / ikrar etmekteydiler.

Benzer şekilde, mutasavvıflardan bazıları ile marifet, tahkîk ve tevhîd yolunu tutanlara göre tevhidin son noktası şühûdî tevhîd, Allah'ın her şeyin Rabbi, Meliki (hâkimi) ve yaratıcısı olduğunu görmektir.

Özellikle arif bulduğu şey ile varlıktan (mevcuduna dalarak kendi vücudundan), gördüğü şey ile görmesinden (meşhuduna dalarak kendi şühûdundan) ve bildiği şey ile bilmesinden (mar'ûfuna dalarak kendi ma'rifetinden) "gaib olup", -aslında var olmayan şey fena bulacak ve ezelî olan varlık da bakî kalacak biçimde- tevhîd-i rubûbiyyette (Rububiyyet Tevhidinde) "fena" bulduğunda, onlara göre bu, daha ötesi olmayan, varılacak son noktadır.

Müşriklerin kabul ettiği tevhidin anlamının da bu olduğu bilinmektedir. Kişi, salt bu tevhîd (Rububiyyet Tevhidi) ile Allah'ın velîsi veya evliyanın önde gelenlerinden olmak bir yana, Müslüman bile olmaz / olamaz.

Tasavvuf ve marifet ehlinden bazı gruplar, sıfatları da isbat ederek bu tür tevhidi ortaya koyarlar ve böylelikle âlemin, yarattıklarından ayrı bir Yaratıcı'sının varlığını isbat etmekle birlikte "Rububiyyet Tevhidinde" fena bulurlar.

Başka bir grup ise buna sıfatların inkârını da eklerler ve sıfatları iptal edenlerden olurlar (sıfatları nefyederek ta'tile saparlar). Bu (bunların durumu) ise, müşriklerin pek çoğunun durumundan daha kötüdür.

(Rubûbiyyet Tevhîdi: Tevhidin bu türü, Allah'ı fiillerinde birlemektir. Yüce Allah'ın Rabb olması, yaratması, yetiştirmesi ve imkan vermesi bakımından tekliğidir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dönemindeki müşrikler tevhidin bu türünü kabul ediyorlar, bunu inkara kalkışmıyorlardı. Fakat tevhidin bu çeşidini kabul etmeleri, onların İslam'a girmeleri için yeterli değildi. İşte bu yüzden Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), döneminin müşrikleriyle savaşmış, onların canlarını ve mallarını helal kabul etmiştir.)


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol