Kur'an ve Sünnet
   
 
  Küfür önderinin bariz şirki
FETHULLAH GÜLEN
Zaman gazetesi, 29 Kasım 1996 Perşembe [Birden “ya Hamza!” dedim...] Küçük Dünyam -2- Röportaj: L. ErdoğanYayına hazırlayan: A. Aymaz, A. Kurucan
“Son Avcılar kampında Bedir ashabıyla alakalı bir hadise olmuş. Bedir Ashabıyla alakalı başka hadiseler de varsa anlatır mısınız?”
“Hz. Hamza ile alakalı müşahedelerime gelince bunların hepsini hatırlamam imkansız. Hatırlayabildiklerimden bir ikisini kısaca arz edeyim:
İhtilalden sonraydı. Salih Bey, Cevdet ve ben, üçümüz Ankara'dan İstanbul'a geliyoruz... Kartal civarına kadar geldik. Hava hafif hafif yağıyordu. Oralarda çukurca bir yer varmış; tam biz oraya yaklaşmıştık ki, yağmur olanca hızıyla şiddetlendi ve rampanın dibine indiğimizde de bujiler su aldı ve araba stop etti. Bir iki dakika içinde su kabardı ve bizim arabayı yüzdürmeye başladı. Her geçen dakika su daha da kabarıyor ve bir afet halini alıyordu. Öyle ki kısa bir müddet sonra kalas yüklü kamyonları bile kaldı­rıp sağa sola sürüklemeye başladı. Camı biraz açayım dedim. İçeriye dolan su üçümüzü de sırılsıklam ıslattı. Hemen camı kapattım. Elimden hiçbir şey gelmiyordu. Koca koca otobüs ve kamyonlar dahi suyun yüzünde adeta saman çöpüne dönmüşlerdi. Hatta onlardan bir kaçı sağımızdan, solumuzdan geçerken, “geçen sene burada bir sürü taksi sü­rüklendi gitti”, diyerek moralimizi de bozdular... Cevdet soğukkanlı ve gülüyor. Salih Bey ise benim adıma endişeli.
Arkadaşlara, “dua edin”", dedim. Her ikisi de, “Sizi kalas yüklü bir kamyona bin­direlim, biz arkadan geliriz” diyorlardı. Tabii ki kabul etmedim. Ben araba için endişe­leniyordum; zira o araba bizde emanet olarak bulunuyor, ya giderde şu kıyıdaki bariyerlere çarparsa diye ödüm kopuyordu. Zaten böyle olmaması için de herhangi bir sebep yok. Selin ortasında ordan oraya sürüklenip duruyoruz. Yer yer diğer arabalar bizim üzerimize, biz de onların üzerine gidiyoruz. Direksiyon hakimiyeti diye bir şey yok ve tabi yapacak da. Adam üzerimize gelmeyin diye bağırıyor. Nasıl gitmeyeceksin, sel tutmuş, seni oraya sürüklüyor... Sonra bakıyorsun, aynı adam senin üzerine geliyor. Bütün bunlar olurken benim “fikri sabitim”dir. Kibir o değişmiyor. Ya araba kıyıdaki bariyerlere vurur da parçalanırsa; halbuki emanet, durmadan bunları düşünüyorum.
“Bir ara baktım ki, büyük bir kalas bize doğru geliyor. Aklımdan, şu kalas bizim ile sütre arasında dursa hiç olmazsa araba kıyıdaki sütrelere çarpmaz diye düşündüm ve tam o esnada arkadaşlara “dua edin” dedim, kendim de "Ya Seyyidena Hz. Hamza! Ya Seyyidena Hz. Hamza!", diyerek o yüce ruhu imdadımıza göndersin diye Cenab-ı Hakk'a dua ettim. Üzerimize doğru gelmekte olan kalas yanımızdan geçerek gözden kayboldu. Ve hayrettir, selin mecrası birden değişti, hızı da azaldı. Olayın şahitleri var. Bu değişikliği ve birden selin hızının azalmazı fiziki kanunlarla imkansız ki, Cenab-ı Hak, o mukaddes ve yüce ruhu istihdam buyurdu ve yardımımıza gönderdi.
Hz. Hamza (r.a.) ile alakalı bir başka müşahedem de şudur: Kaldığım yerin salo­nunda arkadaşlarla öğle namazını kıldık. Ben son sünneti kılmak için odama döndüm. Bir tuhaf ruh haletinde bir garip müşahede; baktım cin diyebileceğim bir yaratık. Biraz da Tatarlara benziyordu. Beni elimden tuttu ve götürmeye çalıştı.
Teferruatını unutmuşum. Ancak çok bunaldığımı hatırlıyorum. Birden istimdat ile “Ya Hz. Hamza!” dedim. O şanlı sahabi benim gibi aciz bir insanın davetine icabet etti ve adeta odanın içinde belirdi... Cin onu görünce korkudan geri geri gitti ve duvardan süzülerek gözden kayboldu”.
Fethullah Hoca, Hitab Çiçekleri kitabında da böyle bir tehlike anında “Ya Hz. Hamza!”, diye çağırdığında Hz. Hamza'nın ruhunun orada hazır olacağını söylüyor.
Fethullah Hoca'yı bu itikata sürükleyen Üstadı Sait Nursi, Hz. Hamza hakkında bakın ne söylüyor:
Mektubat altıncı baskı 1991 İstanbul. Birinci mektup. Dördüncü Tabaka-i Hayat.
S. 6. hatta seyyid-üş-şuheda olan Hz Hamza (r.a.) mükerrer vakıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevi işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve ispat edilmiş.
Türkiye toprakları üzerinde yaşayan, müslümanım diyen her Allah’ın kulundan rıza-i ilahiyi kazanmak için bir istekte bulunsam kabul eder misiniz? Kabul ederiz derseniz, isteğim şudur: İslâm'ı temelinden saptıran ve İslâm adına binlerce eser yazan bini aşkın batıl tarikat ve mezhep kurulmuştur. Bunlar Kur'an ve sünnet diyerek hak ve batılın karışımı bir kültür oluşturmuşlardır. Bin yıldan beri bu kültür İslâm coğrafyasına hakim durumdadır. Bunların sahtekar, yalancı, münafık, müşrik ve kafir olduklarını ve çürük ipliklerini pazara çıkarma zamanı gelmiştir. Bunları hiçbir maddi güç yolundan çeviremez. Bunları toptan piyasadan silmenin bir tek yolu var. O da her müslümanın, Allah'ın kitabı olan Kur'an-ı Kerim'i baştan sonuna kadar bir kere okumasıdır. Göreceksiniz ki, bu bine yakın tarikat ve batıl mezheplerin hiç birinin Kur'an'da yeri yoktur. Bu sapıkları, Kur'an'ımız müslüman olarak kabul etmiyor. İnşallah bu tavsiyemi tutar, Kur'an'ı bir kere okursunuz da bu zalimlerin zulmünü Allah'ın izniyle önlemiş olursunuz. Bu hu­susta bendeniz size bir öncülük yapmak istiyorum. Ölülerin, ne zaman tekrar dirilecek­lerinin bilincinden de mahrum olduğunu belirten Nahl suresinin 20-22. âyetleri, aynı zamanda onların da yardıma ihtiyacı olduğunu; kimseye yardıma kudretleri bulunma­dığını da belirtmektedir. Adı geçen âyetlerin nüzulunda müşriklerin diktikleri putlardan, isimleri ve anılarına yaptıkları putları vesile kılarak kendilerinden (adına putlar diktikle­ri ölülerinden) yardım talep ettiklerine değinilmekte ve hele ölülerden yardım talep et­menin, ölülerin de yardım edebilmesinin mümkün olmadığı vurgulanmaktadır. Ayette ölüler için “Ne zaman dirileceklerine dair şuurları da yoktur” buyurularak ölülerin tekrar dirilecekleri vakte kadar bilinçten (şuurdan) da yoksun oldukları belirtilmektedir.
Kabirdeki ölüler bir şey de hissetmez. Ta ki Allah, onları yeniden diriltene ka­dar. Nitekim ne zaman dirileceklerine dair bilgileri de yoktur ölülerin. Artık bir daha dünyaya gelici de değildirler. Dirildikten sonra hayat orada devam edecektir. Hesap görüldükten sonra ya cehennem ya da cennette.
Resulullah da yaşadığı zamanda bir takım müşküllerle karşılaşmıştır. Ümmetin maişetinden tutunuz, onlara yapılan zulme, düşmanlarını savmaya kadar karşılaştığı müşküllerin çözümünde Allah'ın Resulü nasıl davranmış, kimden istimdat etmiştir ki, ümmetine de onu tezkiye etsin, aynı yolu salık versin.
Nitekim Uhud Harbi ile ilgili olarak, düşmanın şehirde ya da şehrin dışında ova­da karşılanması konusunda farklı fikirlerin oluşması ve bir müşkülün ortaya çıkması, bu müşkülün halli ile ilgili ayete bakıldığında çözüm usulünün de beraberinde bulunduğu görülür. Allah “Bir kere de azmettin mi, artık Allah'a güven, O'na tevekkül et” buyurmaktadır. Yani düşünülüp, taşınılıp, istişare edilip uygun görülen bir karar verilecektir ve Allah'a tevekkül edilecektir.
Müşküller dünyada böyle çözülecektir. Müşküllerin çözümünde Allah'tan gayrisinin yardıma gücü de yoktur, yardım edebilmesi mümkün de değildir. Hele ölülerin bu yardıma hiç imkanları yoktur. Zira ölüler yeniden dirilecekleri vakte kadar hiçbir şeyden haberdar da değillerdir.
2000 yılına kadar 466 tarikat inceledim. Her tarikatın öz kaynakları temin edilerek bir kütüphane meydana gelmiş durumda. Hiç kimseye iftira edilmiş değildir. İftiradan Allah'a sığınırım. Okuyanlar göreceklerdir ki, tasavvufçulara bir iftirada bulunmadım. Ve kendi mallarını kendilerine göstermekten başka bir şey yapmadım. Haklarında şu veya bu kişilerin söylediklerine değil, bizzat tasavvuf kitapla­rından inançlarını açıkça ifade eden metinlere ve sözlere yer verdim. Bunları Kur'an-ı Kerim âyetleri ve Resulullah'ın (s.a.v.) sünnetiyle karşılaştırdım. Böylece hiçbir tasavvufçu Allah'a (c.c.) birer iftira olan kendi sözlerini kendilerine aktarmanın dışında her­hangi bir iftirada bulunduğumuzu iddia edemez.
Geçmişte ve çağımızda tasavvufu eleştiren bir takım kişilerin yolunu izleyebilirdik. Tasavvufçular hakkında İslâm âlimlerinin fetvalarım nakleder yahut tasavvufçulardan naklettikleri ifadeleri aktarabilirdik. Ne var ki, hakkı, adaleti ve araştırmayı önde tuttum ve inanageldikleri, kaynak saydıkları kitaplarından dinlerini naklettim. Bu ki­tapların adlarını, basma yerlerini ve alıntı sayfalarını dilleriyle beraber belirttim. Böyle­ce zan ve şüpheleri kesin yakin ile dağıttım. Kendilerine iftira ettiğimizi yahut haklarını yediğimizi sanmalarının önüne geçtim. Artık her okuyucu fetvasını bizzat kendisi versin ve hak ile tasavvufçuların batılları arasında hakemlik yapsın.
Yine de bir takım kimseler duyup araştırmadan hücum oklarını şahsıma yöneltecekler. Kafirleri bırakıp müslümanlarla uğraşıyor diyecekler. Ama böylelerine yavaş olun demek istiyoruz. Bizim yaptığımız eşyaya kendi ismini vermek, sıfatlarıyla nitele­mekten başka bir şey değildir. Zakkum ile (için??) cennet elması, cehennemliklerin vücutların­dan akan irin için cennet şarabı ve şirk için tevhiddir demiyoruz. Hatta münafıklık yap­maya alışmış, aldatmak ve kandırmada hüner kazanmış bir takım şeyhleri, hem mü­minler, hem de kafirlerle beraber sayılmaları için yaptıkları gibi, tasavvufçuların içinde bulunduklarının şirk değil, sadece bir yanlışlık olduğunu iddia edecek değiliz. Ne tuhaf­tır ki, adımızdan başka bir adla anıldığımız zaman öfkelenip küplere biniyoruz, ehlin­den başkasına intisap edenleri horluyoruz da, batılı hak diye anmaya yahut batıla hak adını vermeye neden öfkelenmiyoruz? Karanlık geceyi aydınlık ve güneşli gündüz ola­rak isimlendiren, yahut acıya tatlı diyen, yahut bire üç diyen, yahut bir mezhebin görüşü­nü başka bir mezhebe nisbet eden, yahut tarihi, coğrafi veya kanuni bir meselede yanılan kişileri körlük ve cahillikle suçladığımız halde, tasavvufun sahih bir İslâm olduğunu veya mezarlarının etrafını kabe gibi tavaf ederek sağır taşlardan meded umanların müslüman olduklarını iddia edenleri körlük ve cehaletle suçlamıyoruz? Bütün bunlar apaçık olduğu halde gerçeği gizleyerek ve kurnazlık yaparak böylelerinin müslümanlar arasında sayılması için “sadece yanılmışlar” demekle nasıl yetinilebilir?...
Hayret ediyorum, hadis uydurup Resulullah'a (s.a.v.) nisbet eden veya Allah (c.c.) üçte biridir diyenleri tekfir ediyoruz da, ilk sofunun Resulullah (s.a.v.) olduğunu ve tasavvufçuların dinini vahiyle onun getirdiğini iddia edenlerin gerçek müminler olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Allah (c.c.) her şeyin kendisi ve milyarlarca varlığın aynısı olduğunu söyleyenlerin, sadece müslümanların isimlerine benzer isimler taşıdıkları için mümin olduklarını nasıl söyleyebiliriz?
Gerçeği yalnızca gerçeği savunmak. Her şeyi kendi adıyla adlandırmamızı ve sıfatlarıyla nitelenmemizi gerektirmektedir. Aksi halde gerçeğe iftira etmiş, batıla üstün­lük ve hakimiyet tanımış, iman konusunda kafirlik yapmış oluruz. Şüphe yok ki, hakkı savunmak ve hak sözü açıkça söylemede korkaklık, uzlaşmacılık, gevşeklik ve sinsi yaltaklık yüz karası zilletin en kötüsü, iki yüzlülük, ödleklik ve utandırıcı acizliğin en çirkin örneğidir.
Hak ölçülerini aşmadan bizim için istediğiniz her şeyi söyleyiniz. Çünkü hakkın öyle bir hamlesi vardır ki, karşısında bütün hamleler fiyasko ile sonuçlanır. Hakkın bazı erlerini katı davranma ve ifadede dozajı kaçırmakla suçlamanız, hakkın bu hamlesini hiçbir zaman durduramaz. Kaldı ki dinin ve faziletin en kutsal yanını savunurken katılık ve sertlikle suçlamanız ne garip bir şey! Halbuki yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran, onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir.” (Tevbe 9/73)
İstediğinizi söyleyin. Ama unutmayın ki, tasavvufu savunma, yahut can çekişen nefislerini sürdürmede, söylediklerimizin hiçbir yararı olmayacaktır. Unutmayınız ki, bütün söylediklerimize rağmen bu gerçekler tasavvufun tapınaklarını yıkan ve yerle bir eden yıldırımlar ve kasırgalar olarak devam edecektir. Tasavvufun, İslâm'ın amansız düşmanı olduğunu gösteren delilleri, açık ve hak ve adaletin şahidi olarak kalacaktır. Unutulmamalıdır ki bu düşman, insanları kucaklama içkisiyle sarhoş ve öpücüktü gazelleriyle büyülenmiş yapar. Tatlı rüya neşesiyle gözlerini kapatır kapatmaz kalplerinin orta­sına zehirli hançerini saplar[16].Yazdıklarımızla insanların hoşnutluğunu aramıyoruz. Sadece Yüce Allah'ın rızasını arıyoruz. Bütün çalışmalarımız Allah rızası içindir. Bizim için yoluna verilmiş bir çaba saymasını ve günahlarımız sebebiyle bizi bağışlamasını diliyoruz.

Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol