Kur'an ve Sünnet
   
 
  Allah'ın hem üstte ve hem de yakın oluşu:

Allah'ın hem üstte ve hem de yakın oluşu:

Yüce Allah Kur'an'da ve Resûlullah'ın dilinde kendini yücelik, arş üzerine istiva ve fevkiyetle nitelemiş ve bunu birçok âyette belirtmiştir. Hatta Şafiî' nin seçkin ashabından bazısı, Kur'an'da, Allah'ın kullardan ve mahlûkattan yüce ve üstte oluşunu gösteren bin, hatta belki daha fazla delil olduğunu söylemiştir.
Bir başkası ise bu konuda Kur'an'da üçyüz kadar delil olduğunu belirtmiştir, meselâ: «Rabbinin yanındaki kimseler», «Göktekiler, yer-dekiler ve yanındakiler O'nundur». Cehmiyye'nin dediği gibi «yanında» sözünden maksat, "kudretinde, kudreti dahilinde» olsaydı, zaten bütün mahlûkat onun irâde ve kudreti dahilindedir. O zaman göktekiler, yerdekiler ve yanındakiler arasında bir fark olmazdı. Aynı şekilde «istivâ»dan maksat, «istilâ» olsaydı, o zaman bütün mahlûkat üzerine istiva etmiş ve yaratmadan önce daima arşı üzerine istiva etmiş olurdu.
Halbuki istiva Kur'an'da bildirildiği şekilde yerin ve göklerin yaratılışından sonra arşa mahsus bir şeydir. Bu da arşın üzerine ba-zan istiva etmiş, bazan istiva etmemiş olduğunu gösteriyor. Onun için üstte oluş (yücelik), ispat (kabul) eden imamlara göre, akim yanında nakil (nas) ile de bilinen sıfatlardandır. Arş üzerine istiva ise, akılla değil, sadece nakille bilinen sıfatlardandır.
Bundan başka, yüce Allah kendini beraber olmak ve yakın olmakla nitelemiştir. «Beraber olmak» genel ve özel olarak ikiye ayrılır. Genel beraberlik (maiyet) şu âyette belirtildiği şekildedir: «Nerede olursanız O sizinle beraberdir*(102). Özel beraberlik de şu âyette belirtildiği şekildedir: "Şüphesiz Allah muttaki olanlar ve iyilik yapanlarla beraberdir»(103). Buna benzer âyetler çoktur.
Yakın olmak da şu âyetlerde olduğu gibidir: «Ben yakınım»(104), «Biz ona şahdamarından daha yakınız»(105), «Biz ona sizden daha yakınız»(106).
Bu konuda insanlar dört gruba ayrılmışlardır:
1  — Yüce Allah âlemin ne içinde, ne dışında, ne üstte, ne alttadır diyen ve sıfatları kabul etmeyen Cehmiyye, üstte oluşunu ve fevkiyetini de kabul etmemektedir. Bu konuların hepsini ya te'vil ediyorlar veya susuyorlar.
Haricîler, Şia, Kaderiyye, Râfıza, Mürcie ve diğer bid'at ehlinin hepsi, bazı naslara sarılıyorlar. Cehmiyye ise, böyle değildir. Peygamberlerden kail oldukları nefyi destekleyecek hiçbir nassa sahip değildir. Onun için îbn el-Mübârek ve Yûsuf îbn Esbat şöyle demiştir: Cehmiyye yetmişüç fırkanın dışındadır. Bu da imam Ahmed ashabının iki görüşünden biridir. O görüşleri Ebû Abdillâh  îbn Hamid  ve başkaları zikretmiştir.
2  — Bazıları da yüce Allah'ın zâtıyla her yerde olduğunu söylemektedir. Neccâriyye'nin, Cehmiyye'den âbid, sofu ve avamdan çok kişinin görüşü budur. Bunlar yüce Allah'ın, tıpkı mahlûkların varlığı gibi olduğunu söylüyorlar. Nitekim âlemin bir tek varlık olduğunu söyleyen vahdet-i vücûdçular,  bir de hulul ve ittihada  kail olanların da görüşü bunun aynısıdır. Delil olarak da beraberlik ve yakınlık ifade eden naslara sarılıyorlar. Üstte oluşu ve istivayı ifade eden nasları te'vil ediyorlar.  Halbuki  delil  gösterdikleri  bütün naslar onların  aleyhinedir.   Beraberliğin  çoğu  peygamberlerine   ve evliyasına mahsustur. Bu kısım mensuplarına göre yüce Allah her yerdedir.
Naslar ise söylediklerinin aksini göstermektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Göklerde ve yerde olanlar Allah'ı teşbih eder. O güçlüdür, hakimdir»(107). Göklerde ve yerde olan herkes teşbih etmektedir. Teşbih eden de, kendisine teşbih edilen (tenzih eden ve tenzih edilen)den başkadır. Yine: «Göklerin mülkü O'nundur»(108) âyetiyle mülkün O'nun olduğunu göstermiştir. «O, ilktir, O'ndan önce bir şey yoktur. O sondur, O'ndan sonra bir şey yoktur. O zahirdir (her seyin üstündedir), bâtındır, ilmiyle her şeyi kuşatır»(109).
Sahih hadiste şöyle buyurulmuştur: «Sen ilksin, senden önce hiçbir şey yoktur. Sen sonsun, senden sonra hiçbir şey yoktur. Sen zahirsin, senin fevkinde hiçbir şey yoktur. Sen bâtınsın, senden daha yakın hiçbir şey yoktur»(110).
Yüce Allah ilk ise, O'ndan sonra olan başka şeyler de var demektir. Allah son ise, Allah'ın kendilerinden sonra da baki kalacağı şeyler var demektir. O zahir ise, O'nun üstünde bir şey yok ise Allah'ın kendilerine üstün olduğu başka varlıklar var demektir. Allah bâtın ve ondan daha yakın yok ise, onun kadar yakın olmayan başka varlıklar var demektir.
Onun için İbn Arabi şöyle demiştir: Güzel isimlerinden biri el-Aliy (üstün) dir. Kime üstün olsun? Zira ondan başkası yoktur. Hangi şeye üstün olsun? Ondan başka bir şey yoktur. Üstünlüğü kendinedir. Varlık (vücûd) bakımından o, mevcudatın kendisidir, müsemma olan hadis varlıklar, kendi kendilerine üstündürler, o varlıklar da Allah'ın kendisinden başka bir şey değildirler.
Şöyle devam ediyor: H a r r â z der ki: O, hakkın yüzlerinden bir yüz ve dillerinden bir dildir. Kendi kendine söylüyor ki, Allah zıd şeyleri benliğinde toplamakla bilinmektedir. O, görünen şeyin kendisi olduğu gibi, görünürken de gizli olan şeyin kendisidir. (Yani bir anda hem zahir, hem bâtındır). Ortalıkta görünen kişi, ondan başkası değildir. O kişi gizli olunca da ondan başkası değildir. O kendine zahir, kendinden gizlidir. O da «Ebû Saîd el-Harrâz» adını taşıyan şahsın kendisidir».
Beraberlik, karışma ve kaynaşmağa işaret etmez. Yakın olmak (kurb) kelimesi de böyledir. Hulûlcülere göre Allah, şahdamarı gibi bütün varlıkların içindedir. Bütün bunlar ise, küfür ve Kur'an'ı tanımamaktır.
3 — Bazıları da, Allah'ın hem arşı üzerinde olduğunu, hem de her yerde bulunduğunu söylerken bu nasları kabul ettiğim ve hiçbirini zahirinin dışına çıkarmadığını söylemektedir. Bunlar, E ş' a r î'nin *el-Makâlâtul-îslâmiyye»de zikrettiği bazı grupların görüşleridir, Salimiyye ve Sûfiyye zümrelerinin kelâmında mevcuttur.
Ebû Tâlib el-Mekkî,  İbn Berracan ve başkalarının söylediklerinde de bunun benzeri bulunmaktadır. Kaldı ki çoğunun söyledikleri çelişkilerle doludur. Onun için Ebû Ali el-Ehvâzî - ki «Mesâlibu İbni Ebî Bişr» kitabını yazmış ve Ebû'l-Kasım İbn Asâkir'e cevap vermiştir - kendisi Salimiyye'den olmuştur. Aynı şekilde Hâtib el-Bağdadî bir cemaatin Ebû Tâlib el-M e k k î' nin sıfatlar hakkında söylediklerine karşı çıktığını zikretmiştir.
Bu kısım naslara ilk iki sınıftan daha bağlı kalmaya ve onlara muhalefet etmemeğe daha yakın görünmektedir. Birinci kısım nas-lardan hiçbir şeye tâbi olmamış, aksine hepsine muhalefet etmiştir. İkinci kısım, muhkem ve mübeyyen çok nasları bırakmış, mânâları kendisine kapalı bulunan az sayıda naslara sarılmıştır. Üçüncü kısım ise, bütün naslara tâbi olduğunu söylemekte, ama yine yanlışlar içinde bulunmaktadır.
«Allah zâtıyla her yerdedir» diyen herkes, Kur'an'a, Sünnet'e, ümmetin selef ve imamlarının icmâına muhalefet ettiği gibi, Allah'ın insanları yarattığı fıtrata, açıkça akledilir şeylere ve çok sayıda delile de muhalefet etmiş olur. Bunlar çelişkili şeyler söylüyorlar. Allah'ın arşı üstünde olduğunu söylerken, arşın ondan nasibinin arifin kalbinin nasibi gibi olduğunu söylüyorlar. Ebû T â 1 i b ve başkaları bu nevi şeyleri zikretmektedir. Bilindiği gibi arifin kalbinin ondan nasibi marifettir, imandır ve buna bağlı şeylerdir. Arşın böyle olduğunu söylüyorlarsa, kendisi arşın üstündedir, sözleriyle çelişkiye düşmüş olurlar. Bizatihi ariflerin kalblerine hulul ettiğini söylüyorlarsa, bu da katıksız hulule kail olmaktan başka bir şey değildir.
Sûfiyye'den bir grup da hulule düşmüştür. Hatta «Menâzilu's-Sairîn» yazan, kitabın sonundaki tevhid açıklamalarında böyle bir hulul içine düşmüştür. Onun için Sûfiyye imamları tu gibilerden sakmdınrlardı. Cüneyd'e *Tevhid»in ne olduğu sorulunca, *hudûsü kıdemden ayırdetmektir» demiş, muvahhid kimsenin yaratan kadimi, yaratılan hadîsten mutlaka ayırdetmesi, birini diğerine karıştırmaması gerektiğini açıklamıştır.
Bunlar marifet ehli hakkında, hıristiyanların Hz. Isa ve Şia'-nın imamlar hakkında söylediklerini söylüyorlar. Hulûliyye ve İbâhiyye'den çokları, Kur'an ve Sünnet'e uyan ve hululü reddeden, emir ve nehyi isbat eden marifet ehlinin büyüklerinden Cüneyd ve benzerlerinin sözlerine karşı çıkmakta, Hulûliyye ve İbâhiyye'den kendilerinin ikmâl ettiği tarzda hakikat marifetini ikmâl etmediklerini söylemektedir.
4 — Dördüncü kısım ise, ümmetin selefi ve imamlarıdır, ilim ve ibadet önderlerinden dinde ve ilimde imamlardır. Kur'an ve Sünnet'-in bütün getirdiklerini tahrif edip değiştirmeden kabul etmekte ve ona inanmaktadırlar. Yüce Allah'ın göklerin üstünde olduğunu, arşı üzerinde ve yaratıklardan ayrı, yaratıkların da ondan ayrı olduğunu, ilmiyle bütün kullarla beraber, yardım, destekleme, ve onlara yeterli olma ile bütün peygamber ve evliya ile beraber olduğunu, yakın ve icabet ettiğini kabul etmektedirler. Gizli konuşma âyetinde, yüce Allah'ın kullarını bildiğine işaret bulunmaktadır.
Resûlüllah şöyle buyurmuştur: «Allah'ım, yolculukta arkadaş ve ailede halifesin»(111). Yüce Allah yolculukta yolcu ile ve ikamet yerinde aile fertleriyle beraberdir. Bu da zâtının, onların zâtlarına karışmış olmasını gerektirmez. Tıpkı Muhammed Allah'ın Resulüdür ve onunla beraber olanlar...»(112) dediği gibi. Yani imanda onunla beraber olanlar; yoksa onların zâtı onun zâtı içindedir demek değildir. Belki onunla beraber bulunanlar demektir.
Yine «Onlar mü'minlerle beraberdir» sözü, imanda muvafakat ettiklerini ve beraberliklerini ifade etmektedir. Allah kullarını bilir. Nerede olurlarsa onlarla beraberdir. Onları bilmesi beraberliğinin gereklerindendir. Tıpkı kadının «Eşimin kılıçbağı uzun, külü çok ve toplantı yerine evi yakındır* dediği gibi. Bunlar hepsi hakikattir, maksadı, bunun gerektirdiklerini, yani boyunun uzunluğunu, çok cömertliğini ve misafir ağırlama yerine evinin yakınlığını bildirmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'de «Yoksa kendilerinin gizli ve açık konuşmalarını duymaz olduğumuzu mu sanıyorlar?»(113) buyurulmaktadır. Görme ve işitmesinden maksat, bunu bilmesidir. Bunun hayır veya şer olduğunu, ona göre ceza veya mükâfat vereceğini bildiğinin ispatıdır.
Kullara karşı kudretinin ispatı da bu şekildedir. Şöyle buyuruyor: «Yerde ve gökte aciz bırakacak değilsiniz»(114), «Yoksa kötülük yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sanıyorlar? Ne kötü hüküm veriyorlar!»(115) Maksat, kötülüklerin sonuçlarıyla ve gerektirdiği ceza ve intikamla korkutmaktır.Bu şekilde yüce Allah'ın uyarmak ve korkutmak ve nefisleri hayra teşvik etmek için kendini ilim ve amellerle tavsif ettiği çoktur. Yine kendini kudret, işitme, görme ve yazma ile nitelemektedir. Lafızdan murat, onun medlulüdür. O mânânın lâzımı da murat edilmiştir. Lâfzın dilde mutabakat ve iltizam ile delâlet ettiği şey de murat edilmiştir. Yoksa lâfız sadece lâzım (gereği) anlamda kullanılmış değildir. Belki onunla lâzımı olan medlulü kastedilmiştir ki, o da hakikattir.
Yakınlık (kurbiyet) lâfzı Kur'an'da bazan tekil, bazan da çoğul kipte zikredilmiştir. Tekil şekli, dua edenin duasına icabet ettiğini bildirdiği âyette varid olmuştur. Şöyle buyuruyor «Kullarım sana beni sorarlarsa, bilsinler ki ben şüphesiz onlara yakınım. Benden isteyenin dua ettiğinde duasını kabul ederim»(116). Hadîs-i şerifte de şöyle buyurulmuştur: «Yavaş olunuz, sağır veya hazır olmayana değil, işiten ve yakın olana dua ediyorsunuz. Dua ettiğiniz (Allah), her-birinize devesinin boynundan daha yakındır»(117)
Şu âyetlerde de çoğul kipiyle kullanılmıştır: «Biz ona şahdamarından daha yakınız», «Biz sana hikâye ediyoruz», «O vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak bize düşer..- Sonra onu açıklamak bize düşer»(118). Buradaki okuma Cebrail'den dinlerken, açıklama da, Kur'an'ı tebliğ ettiği kişiye açıklamasıdır.
Ümmetin imam, selef ve halefinin görüşü şudur: Hz. Peygamber Kur'an'ı Cebrail'den dinledi. Cebrail de onu yüce Allah'tan dinledi.
«Okuyoruz», «hikâye ediyoruz», «onu okuduğumuz zaman» kipi arapçada, itaat eden yardımcılara sahip büyük, tekil kişiler için kullanılır. Yardımcıları onun emriyle bir iş yaptığı zaman «biz yaptık» der. Tıpkı hükümdarın, «bu memleketi biz fethettik, bu orduyu biz yendik- demesi gibi. Çünkü bunu ancak yardımcılarıyla yapmaktadır.
Yüce Allah'ın emrinde, başka varlıklar yanında melekler çalışmaktadır. Onun sözünün dışına çıkmazlar ve söylediklerine göre çalışırlar. Onlara emrettiklerini yerine getirir ve hiç itaatsizlik yapmazlar. Bununla beraber yüce Allah onların, fiillerinin ve kudretlerinin yaratıcısıdır. Onlara hiçbir şekilde muhtaç değildir. Yardımcıları kendi kudret ve hareketleriyle çalışan ve onun kudret ve hareketine ihtiyaç duymadıkları hükümdar gibi değildir. Yüce Allah'ın, melekler yolu ile yaptığına «biz yaptık» demesi, bir hükümdarın 'biz yaptık» demesinden çok daha evlâdır.
Bu lâfız müteşabih lâfızlardandır ki, hıristiyanların Kur'an'da «biz fethettik» ve benzeri ifadeleri görünce teslis konusunda Resûlullah'a karşı delil göstermeğe çalıştıkları kaydedilmektedir. Onun için yüce Allah, Kur'an'daki Allah'ın bir olduğunu ifade eden muhkem âyetleri bırakıp biri ve denklerini, teki ve kulları olan yardımcılarını ifade eden müteşabihe sarıldıkları için Allah onları kötüler. Fitne isteyerek müteşabihlere sarıldılar, o da birden fazla ilâhın varlığını tevehhüm ettirerek kalbleri saptırma fitnesidir. Te'vil etmek için müteşabihlere sarıldılar. Halbuki te'vilini ancak Allah ve ilimde derinlik sahipleri bilir. İlimde derinlik konusunda selefin iki görüşü olup ikisi de haktır.
Birinci görüş, ilimde derinlik sahiplerinin müteşabihin te'vilini bilemeyeceğini söylemektedir. Bu görüş sahiplerine göre onun te'vili, onun sonucudur. O da Kur'ân-ı Kerîm'in «biz» ve «şüphesiz biz» sözlerinde bildirdiğidir. Bunlar da yerin ve göklerin işlerini yüce Allah'ın kendileriyle yürüttüğü ve kulları olan melekler ki sayılarını, sıfatlarını, onlara nasıl emrettiğini ve bu emirleri nasıl yerine getirdiklerini O'ndan başkası bilemez. Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Rab-binin ordularını O'ndan başkası bilemez»(119). Meleklerden herbiri kendi durumunu ve başkasının durumunu bilse bile, bütün melekleri ve meleklerden Allah'ın neler yarattığını bilemez.
İlimde derinlik sahibi kişilerin müteşabih te'vilini bileceğini söyleyen görüşe göre te'vil, tefsirdir ve anlamları insanlara açıklamaktır. Buna göre ilimde derinlik sahibi kişiler Kur'an'ın bütün tefsirini ve yüce Allah'ın bildirdiği anlamlarını bilirler. Bu konuda seleften haberler çoktur.
İlimde derinlik sahibi kişiler meleklerin sayısını, isimlerini, sıfatlarını ve zâtlarının hakikatini bilmemekle beraber, yüce Allah'ın «biz» sözünden maksadın, bunu meleklerle beraber yaptığını ifade etmek olduğunu bilirler. Bunlar «biz» ve «şüphesiz biz» kelimelerinin anlamını bilmeyen cahiller gibi değildirler. Cahiller anlamlarını bilmedikleri sözler söylüyorlar, yahut ilâhların birden fazla, üç kişi olmasını veya yardımcıları olmayan tek kişi olmasını caiz görüyorlar.
Bu mütesahihlerden biri »Allah nefislerin ruhlarını alır»(120) âyetidir. Yüce Allah onların ruhlarını melek elçileri vasıtasıyle alır. Nitekim: «Elçilerimiz onun ruhunu aldı»(121), «Ölüm meleği ruhlarınızı alır»(122) buyurmuştur. Onların ruhlarını, başlarında ölüm meleğinin bulunduğu meleklerle alır.
«Onu okuduğumuz zaman okunuşuna tâbi ol(123) âyetindeki okuma da C e b r â i 1' in okumasıdır. Yüce Allah onu Cebrail vasıtasıyla okumuştur. »Yahut bir elçi (melek) gönderir, izniyle dilediğini vahyeder»(124) âyetinde belirttiği gibi. Cebrail'in dilinden ve onu göndererek Hz. Muhammed'le konuşmaktadır. Mü'minler için bu gerçektir. Nitekim «Allah haberlerinizi bize bildirmiştir»(125) buyurmuştur. Allah'ın onlara bildirmesi Hz. Muhammed'in vasıtasıyla olmuştur.
"Allah'a ve bize indirilence inandık, deyiniz»(126), «Size indirdiği Kitab ve hikmet»(127) âyetleri de bu şekildedir. Yani Kur'an mü'min-lere Hz. Muhammed vasıtasıyla indirilmiştir.
Meleklerin zâtları da can çekişen kişinin zâtına yaklaşır. 'Ona şahdamarından daha yakınız» buyuruyor. Yüce Allah ve meleklerinin kulun içinden geçenleri bildiği Buhârî ve Müslim hadis-leriyle sabittir. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: «Kul bir iyilik düşünüp de işleyemezce, yüce Allah meleklerine «Onu kendisine bir iyilik yazın» buyurur. Düşündüğü iyiliği işlerse, on iyilik yazın, der....»(128)
Melekler kulun içinden geçirdiği iyilik ve kötülüğü biliyoruz. İçinden geçirmek, tasarlamak da nefiste ancak amelden önce olur. Bunun daha açık örneği, şeytanın insana kan gibi sirayet ettiği, arzu ettiğini ona fısıldadığı ve nefsinin arzu ettiğini öğrendiğidir.
«Biz ona şahdamarından daha yakınız» âyetindeki yakınlık, yüce Allah'ın bilgisi ve meleklerin bizzat yakınlıklarıdır. O, meleklerin ve ruhun rabbidir. O'nun izni olmadan hiçbir şey bilemezler. Meleklerin zâtı kula şahdamarından daha yakındır. Meleklerin ona birbirlerinden daha yakın olmaları da caizdir. Onun için âyetin devamında şöyle denilmiştir: «Sağında ve solunda, onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zaptederler»(129). Bü da.- «Yoksa, kendilerinin gizli veya açık konuşmalarını duymayız mı sanıyorlar? Hayır, öyle değil, yanlarındaki  elçilerimiz   yazmaktadır»(130)   buyurması  gibidir.   Ayetteki   "أذ"
zarftır. İki melek her sözünü yazarken, ona şahdamarından daha yakın olduğunu bildirmiştir. Sağ tarafında bir, sol tarafında da bir melek oturur. «Söylediği her sözü zapteden iki melek vardır» buyurmuştur. Yani yanında her zaman hazır iki melek bulunmaktadır.
Bütün bunlar meleklerle ilgili haberlerdir. «Sen yakınım», «O, birinize devesinin boynundan daha yakındır»(131) ifadeleri, dua halinde durumunu ifade içindir. Yoksa her durumda kullara, yakın olduğunu değil, ancak bazı durumlarda yakın olduğunu belirtmiştir. Hadiste de: «Kulun Allah'a en yakın olduğu an (veya durum) secde anı (veya durumu) dır»(132) denilmiştir.
Yüce Allah «Sen secde et ve Rabbine yaklaş»(133) buyurmuştur. Maksat, secde anında dua eden kişinin yakınlığıdır. Nitekim «Secdede çok dua edin, duanızın kabul edilmesi umulur(134) denilmiştir. Secde anında kulun Allah'a yakın olduğu bir durumda çok dua edilmesine çalışılması emredilmiştir(135). Namaz kılan kişinin secdede «Sübhâne Rabbiye'1-A'lâ» diye dua etmesi istenmiştir(136). Bunu -Sünen» sahipleri rivayet etmiştir.
îbn Mes'ud hadîsinde şöyle denilmektedir: «Kul secdeye gider ve secde anında üç defa sübhâne rabbiye'l-a'lâ derse, sücûdu tam olmuş olur. Bu da asgari miktardır»(137). Müslim'in rivayet ettiği H u z e y f e hadîsinde şöyle denilmektedir: «Resûlüllah gece bir namaz kıldı ve onda Bakara, Nisa ve Âl-i İmrân'ı okuduktan sonra rükûa gitti. Sonra okuduğu kadar secdede kaldı. Rükûda «Sübhâne Rabbiye'l-Azîm» ve secdede «Sübhâne Rabbiye'l-A'ld dedi»(138). Çünkü secde, kulun boyun eğme, zillet ve mahviyetinin, en şerefli uzvu olan alın ve yüzünü yerlere koyarak tevazu göstermesinin en güzel şeklidir. Son derece mütezellil olduğu bir anda Rabbini en yüce olmakla tavsif etmesi gayet uygundur. «A'lâ» (en yüce), «Aliy» (yüce) den daha beliğdir. Kul, nefsindeki (zâtındaki) hiçbir şeyin sahibi değildir. Zâtı itibariyle salt yokluktur. Büyüklük ve azametten de nasibi yoktur.
Yeryüzünde üstünlük de böyledir. Kulun bunda hakkı yoktur. Yüce Allah, Firavun ve iblis gibi, yeryüzünde üstünlük tasla-yanlan kötülemiştir. Mü'min ise, yeryüzünde üstünlük taslamakla değil, imanla üstünlüğe sahip olur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Gevşemeyin, üzülmeyin! înanmışsanız mutlaka en üstünsünüzdür»(139).
Secde, kulun alçalış ve tevâzusunun en mükemmel şekli olduğundan, bu durumda en yüce olan Rabbinin adını teşbih eder. O en yücedir, kul ise en aşağıdır. Yine O Rabdir, insan ise kuldur. O zengindir, kul fakirdir. Rab ile kul arasında salt kulluktan başka bir şey yoktur. Kul kulluğunu mükemmelleştirdikçe Allah'a yakınlığı artar. Zira Allah iyilik sahibidir, ihsan ve lütuf sahibidir. Kula uygun olanını verir. Kulun, Allah'a karşı fakirliği arttıkça zenginliği o kadar çok olur. Ona karşı zilleti çoğaldıkça, izzeti o kadar büyük olur. Taşıdığı türlü hevesler ve şeytanın verdiği vesveseler sebebiyle nefis yüce Allah'tan uzaklaşır ve lanete uğrayacak kadar rahmetten uzak olur.
Lanet, uzaklık demektir. Laneti gerektiren en büyük günahlardan biri, yeryüzünde büyüklük taslamaktır. Yeryüzünde secde de düşüş ve alçalışın en son şeklidir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir»(140).
Sahih hadîste şöyle Duyurulmuştur: «Kalbinde zerre miktarı kadar kibir olan kimse cennete giremez»(141). Yüce Allah, İblis hakkında şöyle buyurmuştur: «Ona, in oradan, orada büyüklenmek sana düşmez. Defol, sen alçağın birisin»(142) «Ancak Allah'ın sözü yücedir»(143). Bu onun için kalıcı bir vasıftır. Ondan başkasını üstün kılmağa çalışan herkese karşı cihad yapılır, yani onunla savaşılır. Resûlüllah şöyle buyuruyor: «Allah'ın sözünün üstün olması için savaşan kimse, Allah yolunda savaşmış olur»(144).Allah'ın sözü, verdiği haber ve yaptığı emirdir. Allah'ın sözünün üstün olmasından maksat da, emrinin yerine getirilmesi ve başkasının sözünün üstün olmasından maksat da, emrinin yerine getirilmesi ve başkasının emrinden önde tutulması, haberinin de tasdik edilmesi ve başkasının haberinden önde tutulmasıdır. «Sadece Allah'ın dini kalıncaya kadar onlarla savaşın»(145)  buyurmuştur.
Din de, itaat, ibadet, boyun eğme ve teslimiyettir. Arapçada  دنته فدان  denir. Yani onu zelil kıldım, ezdim, o da zelil oldu, ezildi, demektir.
O, rebâba boyun eğdirip çaldı. Nağmeleri savaşta alınan esir gibi esir ettiğini hatırlıyorum.
Kebabın peşinden o kadın da boyun eğdi, ve sözle cezalandırma-nın verdiği azab gibi oldu.
Yüce Allah'a ibadet, itaat ve zillet, zâtı en yüce olduğu gibi, kulların nefislerinde de onun en yüce oluşunu gerçekleştirmektedir. Yine bizatihi yüce olan sözü de kulların nefislerinde en yüce olmaktadır. Tekbir de bu şekildedir. Ondan maksat kulun gözünde Allah'ın herşeyden büyük olmasının gerçekleşmesidir. Nitekim Resûlüllah, Adiy tbn Hâtim'e şöyle buyurmuştur: «Seni ürküten nedir? Seni ürküten, Allah'tan başka ilâh yoktur, denilmesi mi? Allah'tan başka ilâh olan bir varlık biliyor musun? Ey Adiy, seni ürküten nedir? Seni ürküten, Allahü ekber (Allah en büyüktür) denilmesi mi? Allah'tan büyük bir şey mi vardır?»(146) Bu da «ekber» kelimesinin «kebir» (büyük) anlamında olduğunu söyleyenin sözünü geçersiz kılmaktadır.
Resûlüllah şöyle buyuruyor: «Biz peygamberler topluluğu, dinimiz tektir»(147). O da İslâm'dır. İslâm da başkasına değil, sadece Allah'a teslim olmaktır. İtaat ve boyun eğme sadece kendisine olacak şekilde teslim olmaktır ki «la ilahe illallah» sözünün hakikati budur.
Şüphe yok ki, bunun dışında kalan şeyler kabul edilmez. Yüce Allah'a her dönemde ve her zaman emrettiği şeylerle itaat edilir. Hz. Peygamberin gönderilişinden sonra da İslâm, ancak getirdiği şeylere inanmak ve ona itaat etmekle olur. Bu da beyinsizlerden başkasının yüz çevirmeyeceği Hz. İbrahim'in dinidir. Aynı şekilde Hz. Peygamber kendisine uyulan ümmettir. Yine kendisinin peşinden gidilen önderdir. Cenâb-i Hakk'ın «Ben seni insanlara imam yapıyorum»(148) buyurduğu gibi. O itaat edendir. Kunut, itaatin devamıdır. Kunut sahibi de Allah'a devamlı itaat edendir. Hanif de, başkasına değil, sadece Allah'a yönelendir.
«Bir karış yaklaşana bir arşın, bir arşın yaklaşana bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene koşarak giderim»(149) hadîsi meşhurdur. Bir şeyin bir şeye yakın olması, diğer şeyin ona yakın olmasını gerektirir. Ancak ikinci şeyin yakınlığı, birincinin yakınlığının gereği olabilir. Kendine yakınlık da ondan olabilir. Birincisi, Mekke'ye veya Kabe duvarına yaklaşan kimse gibidir. O yaklaştıkça, diğeri de hareket etmeksizin ona yakın olmuş olur. İkincisi de bu hadîste geçtiği gibi, insanın kendisine yaklaşan kimseye yaklaşması şeklindedir. Kulun Allah'a yaklaşması ve Allah'ın ona yaklaşmasını birçok nas ifade etmiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
«Onların yakardıkları kişilerin (Allah'a) en yakın olanları bile Rablerine vesile ararlar»(150), «Ama mukarrabin (gözdeler)den ise, rahatlık, hoşluk ve nimet cenneti onundur»(151), «Mukarrabin (gözde-ler)in içtiği pınar», «Mukarrabinden...», «...ne de mukarreb melekler...(152) gibi âyetler. Kudsi hadîste: «Kulum kendisine farz kıldıklarımı yerine getirince bana yakın olduğu kadar hiçbir şeyle yakın olmaz»(153) denilmiştir. Yine hadiste: «Kulun Allah'a en çok yakınlığı, gecenin son bölümünde olur»(154) buyurulmuştur.
Bu hadîsleri ve insanların bu mânâ ile ilgili söylediklerini «Cevabu'l-Es'ileti'l-Mısriyye alâ'l-Futya el-Hameviyye» risalesinde etraflıca ele aldık. Bu, yüce Allah'ın kula yakın olmasıdır. Dünya semasına inmesi gibidir. Hadîste, «Yüce Allah Arefe gecesinde yakın olur»(155) buyurulmuştur. Bu yakınlığın tamamı hususîdir. Kur'an ve Sünnet'te her durumda yüce Allah'ın zâtının bütün mahlûkata yakın olduğuna dair bir şey yoktur. Bundan da anlaşılıyor ki, Hulûliyye'nin görüşü bâtıldır. Onlar mukayyed hususiyi (hassı) mutlak umumi olarak anlamışlardır. Nitekim kardeşleri olan ittihadiyye de şu naslarda aynı şeyi yapmıştır:  «Onun kulağı olurum»,  «Suretin den başka bir surette onlara gelir». Yüce Allah Peygamber'in diliyle, «kendisine hamd edeni Allah işitir» buyurmuştur.
Bütün bu naslar onlar aleyhine hüccettir. Açıklanınca bu ortaya çıkar. Dua ve secde eden kimse ruhunu Allah'a yöneltir. Ruhun da kendine uygun bir yükselişi vardır. Şüphesiz yüce Allah'a pisliklerden arınması oranında yaklaşır. Böylece yüce Allah onun yakınlığından doğan yakınlıkla ona yakın olur. Ayrıca ondan, Arefe gecesinde, gece ortasında, kendisine bir karış yaklaşana bir arşın yaklaşmasındaki yakınlığı gibi fazladan bir yaklaşma daha olur. Zühd'de Ahmed, İmran el-Kâsir'den naklederek Hz. Musa'nın şöyle buyurduğunu kaydeder: «Ey Rabbim! Seni nerede arayayım?" Kalbleri kırılmış olanlarda ara, hergün onlara bir kulaç yaklaşırım. Bu olmasaydı, onlar yıkılırlardı, buyurdu». Bu da, «namazı benimle kulum arasında ikiye böldüm...» sözü gibi olabilir.
«Ben yakınım» sözünün zahiri, yakınlığın dua ve secde edenin yakınlığının gereği olan değil, onun bir sıfatı olduğunu göstermektedir. Arefe gecesindeki yakınlığı da hacıların yaptığı dua, zikir ve tevbeden hoşlanmak için olan yakınlığıdır. Arafat'ta hiçbir kimse durmayacak olursa,, yüce Allah'ın onlara bu yakınlığı meydana gelmez. Yüce Allah Arafat'ta duran hacılarla meleklere karşı iftihar etmektedir. Arafat'ta kimse bulunmazsa, bu da meydana gelmez. Bu da diğer hadisin işaret ettiği gibi, yüce Allah'ın onlara yakın olması sebebiyle, onların kendisine yakınlıklarına işaret etmektedir.
Gecenin son kısmında, insanların kalbinde başka zaman bulunmayan rikkat, yakınlık ve yöneliş bulunmaktadır. Bu da yüce Allah'ın dünya semasına nüzulüne ve «Dua eden var mı? İsteyen var mı? Tevbe eden var mı?» buyurmasına münasiptir.
Acaba bu nüzulü Arefe gecesindeki gibi fiillere mi bağlıdır? Küfür memleketlerinde gece ibadete kalkan olmadığından onlar iç;.n bu nüzul meydana gelmez. Nitekim Arefe gecesi yaklaşması başka memleketlerde hacılardan başkaları için meydana gelmez. Çünkü o memleketlerde meşru vakfe ve meleklere karşı iftihar yoktur. Nitekim Ramazan ayı girdiğinde cennet kapılarının açılması, cehennem kapılarının kapanması ve şeytanların zincirlere vurulması Ramazan'a saygı duymayan kâfirler için değil, o ayda oruç tutan müslümanlar içindir.
Bedir günü mü'minlere muttali olması ve «dilediğinizi işleyin-buyurması da acaba Bedir savaşına katılanlara mı mahsustur, yoksa genel midir? Bu da tartışmalı bir konudur ve yeri burası değildir.
Bu yaklaşma hakkında söylenecekler, her gece inmesi, Arefe gecesi yakın olması ve Hz. M û s â ile ağaçtan konuşması hakkında söylenecekler gibidir. Yine: «Oraya geldiğinde kendisine şöyle ses gelmişti: Ateşin yanında olan ve çevresinde bulunanlar mübarek kılınmıştır»(156) hakkında da söylenecekler gibidir. Başka yerde bunu geniş olarak açıkladık. Hammad İbn Zeyd'in î sn ak'm ve seleften başkalarının «dünya semasına inerken arş ondan yine hâli olmaz» görüşünün - Ehl-i Sünnet'ten olduğunu iddia eden bir zümre, arşın ondan hâli olduğunu zannetmişse de, - doğru olan görüş olduğunu beyan ettik. Ebü'l-Kasım Abdurrahman tbn Mende bu konuda bir kitap yazmış ve inerken arş ondan hâli olur diyenlerin görüşünü çürütmüştür. Müsedded Risalesinde Ahmed'den bu konuda nakledilen şeylerin zayıf olduğunu, bunların Ahmed adına uydurulduğunu, bunu rivayet eden Berdai Ahmed İbn Muhammed'in de mechûl bir kişi olup Ahin e d' in  ashabı arasında bilinmediğini söylemiştir.
Bir zümre de susarak arşın ondan hâli olup olmadığını belirtmez ve söyleyenleri yadırgar. Hafız Abdulğani el-Makdîsi onlardandır. Göklerin yarıldığını, sonra birleştiğini tevehhüm etmek ise, seçkin bazı kişiler bu yanılgıya düşmüşlerse de, büyük bir cehaletten başka bir şey değildir.
Yüce Allah'ın arşın üzerinde olduğuna inanmayanlar ise, arşın hâli (boş) olması veya olmaması suretiyle inmesine de inanmazlar. İleri gelenlerden biri kabul edenlerden birine, -O'nun emri iner» demiştir. O da: «Kimden iner? Sen orada kimsenin olduğunu kabul etmiyorsun ki! Önce yüce Allah'ın orada olduğunu kabul et, sonra emrinin indiğini söyle» demiştir. Bu da İshak İbn Râhuye'nin, emir Abdullah İbn Tahir'in huzurunda söylediğinin benzeridir.
Doğrusu, selefin görüşüdür. O iner ve arş ondan hâli olmaz. Kulun ruhu, gece gündüz, ölünceye kadar vücudunda olduğu halde, uykuda yükselir, sahibinin vücudundan ayrılmadığı halde arşın altında secde ettiği de olur. «Kulun Allah'a en yakın olduğu zaman, secde halidir» hadîsinde de durum aynı olup kulun ruhu o anda da vücudundadır. Ruhların hükümleri vücutların hükümlerinden farklı olunca, melekler ve Âlemlerin Rabbi nasıl farklı olmasın?!
Gece de değişir. Üçte biri batıda olmadan önce, üçte biri doğuda olur. Resûlüllah'ın, bu taraftakilerin semasına inmesini ve şu taraftakilerin şemasına inmesini haber verdiği inişi gerçekleşir ve biri diğerine engel olmaz. Ona yaklaşan dua ve secde sahibinden her birine, nerede ve ne durumda olursa olsunlar, ayrı ayrı yakın olması da bu şekildedir. Ayrı yerlerde secde eden kişilere ayrı ayrı ya-km olduğu gibi aynı yerde secde eden iki kişiye ayrı ayrı yakın olur ve bu yakınlığında biri diğerine ortak değildir.
Varid olan naslarda hidayet ve şifa vardır. Onları açık açık tebliğ eden, insanlar arasında Rabbini en iyi bilen, kullara en yararlı ve samimi olan, en güzel şekilde açıklayan ve büyük belagata sahip olan Hz. Peygamber'dir. Hiçbir kimsenin onun gibi bilmesi, söylediği ve bildirdiği gibi söyleyip bilmesi mümkün değildir. Kalbine Allah'ın basiret verdiği ve lütûfta bulunduğu herkes bunu bilir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kendilerine ilim verilenler, sana Rabbinden indirilenin hah olduğunu, güçlü ve hamde lâyık olanın yolunu gösterdiğini bilirler»(157). Bunların zıddı olanlar hakkında da şöyle buyurmuştur: «Âyetlerimizi yalanlayanlar karanlıklarda kalmış sağır ve dilsizlerdir. Allah kimi dilerse saptırır ve kimi dilerse de doğru yola koyar»(158).
«O zahirdir» sözü, üstün olandır, mânâsını taşımaktadır. Meselâ *Artık onu aşamadılar»»(159). «Hatip minbere çıktı» denir.
Elbisenin zahiri, içinin zıddı olan dışı ve üstüdür. İnsanın zahiri içinin zıddıdır. Evin zahiri üstüdür. Sözün zahiri ise görünen ve açık olan kısmıdır. Bir şey ne kadar yüksek olursa o kadar zahir olur. Onun için Hz. Peygamber: «Zahir sensin, senin üstünde bir şey yoktur» demiştir. Zahir oluşunu ispat etmiş ve onun üstünde bir şeyin olmadığını söylemiştir. «Senden daha açık ve daha çok bilinen yoktur» dememiştir. Böylece «zahir» sözünü «mâruf (bilinen) diye tefsir edenlerin, Ebû'l-Ferec ve başkaların söylediği gibi, delille zahir ve perde ile gizlidir, diyenlerin yanlışlığı açığa çıkmış olmaktadır. Ebû'l-Ferec'in söylediğinin de doğru bir yanı olmakla beraber Allah ve Resulünün demek istediğini dememiştir. *Sen bâtınsın, senden yakın bir şey yoktur» derken, ikisinde de izafet (relâtiflik) anlamı vardır. Zahir ve bâtın olmak, açığa çıkmak ve gizlenmek anlamları taşısalar da, ortaya çıkan ve gizli olan için olması gerekir. Gerçi zuhur'da üstte olmak ve yüksekte bulunmak anlamı da vardır. Ancak buna rağmen yüce Allah alçak oluşla tavsif edilemez.
Bunu başka yerlerde etraflıca açıkladık. Ancak O, üst taraftan bize zahir (bizden üstte) olur. Kalbleri bilerek ve kalbler O'na yönelerek, kıyamet günü her şeyden üstte ve apaçık görünerek zahir olur. Diğer taraftan kendisinden daha yakın hiçbir varlık olmayacak şekilde yakın olur. «Oysa Allah onları aralarından çevirmiştir(160). Onun ötesinde hiçbir şey yoktur.

Dip Notlar:
102)   57  Hadid,   4
103)   16   Nahî,   128                                     
104)    2 Bakara, 186                                      
105)    50 Kâf, 16 
106)    56 Vakıa, 85
107)    57 Hadîd,    1                                           
108)    9 Tevbe, 116
109)    57 Hadid, 3
110)    Müslim, Daavât, 61; Ebü Dâvud, Edeb, 98; Tirmizî, Daavât, 19, 63; Van Mâce, Duâ, 3, 10, 15.
111)    Tirmizî, Daavât, 46; Darimî, İsti'zam, 42
112)    48 Feth, 29                                      
113)    43 Zuhruf, 80
114)   29 Ankebût, 22
115)    29 Ankebût, 4
116)    2 Bakara, 186
117)    Buhâri, Meğazi, 38, Cihad,  131, Daavât,  50, 68, Kader,  7,  Tevhid, 9; Müslim.  Zikr, 44-45; Ebû Dâvud, Vitir, 26; Tirmizî, Daavât, 57.
118)    75 Kıyamet, 17-18
119)    74 Müddessir, 31
120)    39 Zümer, 42
121)    6  En'âm,  61
122)    32 Secde, 11
123)    75 Kıyamet, 18
124)    42 Şûra, 51
125)    9 Tevbe, 94
126)    2 Bakara,  136
127)    2 Bakara, 231
128)   Buhârî, Rikâk, 31; Müslim, İman, 203, 204, 206, 207, 259
129)    50 Kâf, 17-18
130)    49 Zuhruf, 80
131)    Müslim, Zikr, 46
132)    Müslim, Salât, 215;  Nesâî,  Mevâkit,  35,  Tatbik,  78;   Tirmizî,  Daavat, 118; Ahmed îbn Hanbel, 11/421
133)    96 A'lâk, 19
134)    Müslim, Salât, 207; Ebû Dâvud, Salât, 148; Nesâî, Tatbik, 8
135)    Müslim, Salât, 307
136)    Ebû Dâvud, Salât, 147, 149, 150; îbn Mâce, İkâmet, 30, 70;- Dârimi, Salât, 69
137)    Ebû Dâvud, Salât, 147, 149, 150
138)    Müslim, Salâtü'l-Müsafirin, 203
139)    3 Âl-i İmrân, 139
140)    40 Mü'min, 60                                                               '
141)    Müslim. İman, 148, 149; Ebû Dâvud, Libas, 26; Tirmizî, Birr, 61
142)    7 A'raf, 13
143)    9 Tevbe, 40
144)    Buhârî, ilim, 45, Cihad, 15; Müslim, İmarât, 150, 151; tbn Mâce, Cihad, 13
145)    8 Enfâl, 39
146)    Tirmizi, Tefsir Sûre, 1; Ahmed İbn Hanbel, IV/378
147)    Buhârî, Enbiyâ, 48; Müslim, Fadâil, 145; İbn Mâce. Fiten, 33
148)    2 Bakara, 124
149)   Buhârî, Tevhid, 50, Zikr, 2, 3, 20-22, Tevbe, 1; Tirmizî, Daavât, 131. îbn Mâce, Edeb, 58
150)    17 İsrâ, 57
151)    56  Vakıa,  88-89
152)    4 Nisa,  172
153)    Tirmizî, Sevabu'l-Kur'an, 17; Ahmed İbn Hanbel, V/268
154)    Buhârî, Eşribe, 17; İbn Mâce, Menâsik, 56; Muvatta', Hac, 3-133
155)    Bkz. İbn Mâce, Menâsik, 56
156)    27 Nemi, 8
157)  34 Sebe 6
158)  6 En'âm, 39
159)  18 Kehf, 97
160)    85 Buruc, 20


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol