Kur'an ve Sünnet
   
 
  Allah'ın sıfatları ve Arş üzerine istiva etmesi:

Allah'ın sıfatları ve Arş üzerine istiva etmesi:

Bu böylece anlaşılınca, yüce Allah için üstte olmayı ve benzeri şeyleri ispat (kabul) etmenin vâcibliği birçok yönden anlaşılmaktadır Şöyle ki :
1 — Kur'ân-ı Kerim, mütevatir olan ve olmayan çok sayıda hadis, önceliği kazanmış olanların, tabiin ve bilinen üç neslin sözleri, yüce Allah'ın arşı üzerinde olduğunu ispat eden türlü delillerle doludur. Bazan yeri ve gökleri altı günde yarattığını, sonra arş üzerine istiva ettiğini ifade eden çeşitli sıfatlar ve değişik ibareler ihtiva etmektedir. Kur'an arş üzerine istivayı yedi yerde zikretmiştr.
Bazan eşyanın çıkış ve inişini ve yüce Allah'a yükseltilişini zikretmektedir. Şöyle buyuruyor: "Bilâkis Allah onu kendi katına yükseltti»(29). «Ben seni eceline yetireceğim. Seni kendime yükselteceğim»(30). 'Melekler ve Ruh Ona yükselirler»(31). "Güzel sözler O'na yükselir, O sözleri de yararlı iş yükseltir»".
Bazan da kendisinden veya kendi yanından inişini bildirmektedir. Şöyle buyuruyor: «Kendilerine Kitab verdiklerimiz, onun gerçekten Rableri katından indirilmiş olduğunu bilirler»(33).
«De ki, Kur'an'ı Ruhü'l-Kudüs   (Cebrail)  Rabbinin  katından...indirmiştir»(34). «Ha, mim. Bu Kitab, merhamet eden, merhametli olan Allah katından indirilmedir»(35), «Ha, mim. Kitab'ın indirilmesi güçlü ve Hakim olan Allah katındandır»(36).
Bazan da en yüce olduğunu bildirmektedir. Meselâ; «En üstteki Rabbinin adını teşbih et»(37). «O en üsttedir, en büyüktür»(38).
Bazan gökte olduğunu bildirmektedir. Meselâ: «Gökte olanın sizi yerin dibine geçirmesinden güvende misiniz? O zaman yer sarsıldıkça sarsılır. Gökte olanın başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Benim uyarmamın nasıl olduğunu yakında bileceksiniz»(39).
Yeri zikretmeden sadece göğü zikretmiş ve ne ulûhiyet, ne başka bir şeyle ilişki kurmuştur. Halbuki şu âyetlerde şöyle buyurmaktadır: 'Gökte de ilâh, yerde de ilâh O'dur»(40), «O, göklerde de, yerde de Allah'tır»(41).
Aynı şekilde Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: «Göktekinin emini olduğum halde bana güvenmiyor musunuz?»(42).
"Cariyeye, «Allah nerede?» diye sorunca, «Gökte» dedi. Bunun üzerine efendisine «Onu azâd et, o mümindir»(43) buyurdu.
Bazan da mahlûkatın bir kısmının yanında olduğunu bildirmektedir. Meselâ, «Göklerde olanlar da, yerde olanlar da O'nundur»(44). Yanındakilerin O'na itaat ettiklerini bildirmektedir: -"Doğrusu, Rabbinin katında olanlar, Ona kulluk etmekten büyüklenmezler. O'nu tenzih ederler ve yalnız O'na secde ederler»(45).
Katında olmanın anlamı, kudreti, meşîeti ve benzeri sıfatları kapsamında olmaları gibi genel bir anlam olsaydı, her mahlûk O'-nun katında olur ve hiçbir kimse O'na ibadet etmeyi büyüklüğüne yedireremek şöyle dursun, O'na secde ve teşbih ederdi. Halbuki yüce Allah şöyle buyurmuştur: «Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir»(46). Bununla kendisine ibadet etmeyi büyüklüklerine yediremeyen kâfirleri, red ederek melekleri tavsif etmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de bunun sayılamayacak kadar çok örneği vardır. Bununla ilgili hadîsleri, ashâb ve tabiînden varid olan haberleri saymak mümkün değildir.
Bu naslarm ispat ettiği, yüce Allah'ın mahlûkatmdan üstte oluşu mes'elesi, ya gerçeğin kendisidir veya gerçek dışıdır. Çünkü zıt iki şeyden ancak bir tanesi gerçektir. Ya da kendisi mahlûkatm üstündedir veya - Cehmiyye'nin dediği gibi - mahlûkatm üstünde değildir.
Sonra bazan, ne mahlûkatm üstünde, ne altındadır, âlemin ne içinde, ne dışındadır, yeri ve yönü de belli değildir, diyorlar. Bazan da zâtıyla her yerdedir, diyorlar, iki durumda da Allah'ın, yaratıklarının üstünde (fevkinde) olduğunu reddetmiş oluyorlar.
Gerçek ya bunun ispatı (kabulü) veya inkârıdır. Bunu (Allah'ın mahlûkatına fevkiyyetini) inkâr etmek gerçeğin kendisi ise, şüphe yok ki bunu, ne Kur'an, ne Resûlüllah, ne ashâb, tabiin ve müslümanların imamlarından bir kimse, ne dört mezheb imamlarından, ne de başkalarından hiçbir kişi söylememiştir. Allah'ın mahlûkatına fevkiyyetini kabul etmediğini veya böyle bir şeyi reddettiğini onların hiçbirinden hiçbir kimse nakletmiş olamaz.
Allah'ın mahlûkatına fevkiyyetini ispat (kabul) edenlerden yapılan nakiller ise sayılamayacak kadar çoktur. Kur'an, Sünnet ve îcmâ sadece ispatı (kabulü) ifade ettiği ve inkârı (nefyi) hiç zikretmediği halde, gerçek ispat değil, sadece inkâr (nefiy) ise, o zaman Resûlüllah ve mü'minlerin bu konuda doğruyu söylememiş olmamaları, belki - ya nas olarak veya zahir olarak - doğruya ve hidayete aykırı yanlışı ve sapıklığı söylemiş olmaları gerekir.
Hz. Peygamber ve mü'minler hakkında böyle inanan kimsenin cezası şudur: «Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra peygamberden ayrılıp inananların yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız»(47).
Biri çıkıp şöyle diyebilir: Bu naslardan maksat görünen anlamının zıddıdır veya işaret ettiğinin hilafıdır, yahut Allah kendinin mahlûkatmdan fevkiyyetini demek istememiştir, belki - başka yerlerde konuyu ayrıntılarıyla açıkladığımız gibi- makamının yüceliği ve benzeri şeyleri murad etmiştir.
Cevap olarak denilir ki: Böyle olsaydı insanların bâtın ve zahir olarak tasdik etmeleri vâcib olan hakkı  (gerçeği)  onlara açıklamış olması, yani bu kelâmdan mefhumu ve muktezayı kasdetmediğine delâlet edecek bir şeyi açıklamış olması gerekirdi. Yani zahiri mânâyı kasdetmediğini açıkça belirtmesi icab ederdi.
Bu tür naslar için yapılacak nihaî takdir hakikata aykırı mecaz ve zahire aykırı bâtın ile ifade etmiştir, denilebilir.
Akıl sahipleri bilirler ki, anlatımı mükemmel konuşmacı, mecazî anlamda konuştuğu zaman, konuşmasında mecazî anlamı kasdetti-ğini belirtecek ifadeler kullanır. Yani mecaz olduğunu gösterecek bir karinenin varlığı lâzımdır. İnsanlara Allah'ın indirdiğini açıklayan eşsiz beyan sahibi ve mübelliğ Hz. Peygamber, kelâmdan maksadın mefhum ve muktezasmın hilafı olduğunu biliyor idiyse, beyanında kastedilmeyen mânâyı anlamaktan kalbleri alıkoyacak ifadeyi konuşmasında bulundurması, özellikle Allah hakkında inanılması caiz olmayan batıl bir şey olduğunda bu karineyi veya ifadeyi bulundurması gerekirdi. İnsanlar için tehlike teşkil eden ve buna delâlet edecek bir şeyi onlara söylememiş olsa bile, Allah hakkında inanmaları caiz olmayan bir şeyden onları sakındırmak görevidir. Ya nefyeden-lerin batıl dedikleri bu inancı onlara Resûlüllah'ın kendi hitabı öğretiyorsa?!..
Kur'an'da, Sünnette, seleften ve imamlardan hiçbirinin kelâmında nefyedenlerin söylediklerine uyacak hiçbir şey yoksa, aksine onlar daima ispatı (kabulü) söylediğine göre, o zaman maksatlarının ispat olmaması, hiç söylemedikleri ve izhar etmedikleri halde nefyi benimseyip ona inanmış olmaları imkânsız olmaktadır. Zira daima nefye muhalif ve aykırı olan ispatı açıklayıp durmuşlardır. Bu apaçık bir ifadedir. Onu kabullenmemek mümkün değildir. Sadece ke-lâmcı Cehmiyye ile felsefeci Cehmiyye'nin farklı bir görüşü bulunmamaktadır.
Felsefeciler ve Karmatîler ise, Peygamberlerin halka gerçeğin hilafı olanı söylediklerini ve gizlediklerinin aksini onlara açıkladığını iddia ediyorlar. Hatta kamu maslahatı için yalan söylediklerini ve batıl da olsa bu maslahatın ancak ispatı izhar etmekle gerçekleşeceğini söylüyorlar.
Bu söz, taşıdığı apaçık küfür ve zındıklıkla beraber kendi içinde çelişkili bir sözdür. Çünkü durum söyledikleri gibi olsaydı ve Resuller ve reisleri cinsinden olsaydı, o zaman Resullerden havas olanlar buna muttali olur ve kendi havaslarından olanlara bunu bildirirlerdi. Nefyetme mezhebi de ümmetin havâssı, akıl, ilim ve marifette en mükemmellerinin mezhebi olurdu. Halbuki durum bunun tam aksidir. Selefin ve imamların söylediklerini inceleyen bir kimse, ümmet nazarında ümmetin en âlimleri olan Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, îbn Mes'ud, Muaz İbn Cebel, Abdullah tbn Selâm, Selman el-Farisi, Übey îbn Ka'b, Ebû'd-Derdâ, Abdullah İbn Abbas, Abdullah îbn Ömer, Abdullah îbn Amr ve benzerlerinin insanlar içinde ispata en çok kail olduklarını görür.
Tabiinden Said îbn el-Müseyyeb, Hasan el-Bas-rî, Ali îbn el-Hüseyin ve başkaları, İbn Mes'ud ve îbn Abbas'ın ashabı gibi önde gelenlerin de ispata kail olduklarını görür.
Ancak ispatla ilgili bu zâtlardan yapılan nakilleri birçok kişi açıklamaktan çekinmektedir. Nitekim Yahya îbn Ammar ve arkadaşı şeyhü'l-îslâm Ebû îsmail el-Ensarî' den rivayet edilenin te'vili bu şekildedir: «îlmin bazısı gizli şey gibidir. Onu ancak Allah'ı bilen bilir. Onu açıkladıkları zaman ancak Allah konusunda aldananlar karşı çıkar». Bu sözü ispat konusunda varid olan şeyler, şeklinde te'vil etmişlerdir. Yani bu gizli ilimden maksat İspat bilgisidir, demişlerdir. Çünkü bu, Resûlüllah'tan, önceliği kazanmış nesilden ve onların yolunu iyilikle izleyenlerden sabit bulunmaktadır. Halbuki nefiy öyle değildir. Çünkü onlardan böyle bir şey varid değildir ve ona yorumlanması da imkânsızdır.
îspat konusunda hadis âlimleri, sayısını ancak Allah'ın bileceği kadar çok nas toplamışlardır. Halbuki nefiy konusunda, sözlerini anlayamayacak kadar cahil kişilerin uydurduğu hadisler dışında hiçbir kimse bir tek harf bile gösteremez.
Bir takım kimseler, duyduğu mücmel bazı şeylere sarılmaktadır. Halbuki bunların içinde uydurma şeylerle doğrular karışıktır. Meselâ Hz. Ö m e r' in şöyle dediğini naklederler: «Resûlüllah ve Ebû Bekir konuşuyorlardı. Ben de aralarında (dillerini bilmeyen) bir zenci gibiydim*. Hadîs bilgilerinin ittifakiyle bu söz yalandır. Doğru kabul edilse bile, ne demek istediği kapalı (mücmel)dir. îspat taraftarları, ispat konusunda onlardan nakledilenlere uygun olduğu için, konuştukları bu şey ispata ilişkindir, demeleri, nefiy taraftarlarının nefye ilişkindir, demelerinden çok daha evlâdır. Yani bu söz olsa olsa nefye değil, ispata dairdir.
Ebû Hureyre'nin şu hadîsi de bu şekildedir: 'Resûlüllah'tan iki dağarcık ezberledim. Birisini size açtım, diğerini açarsam şu gırtlağımı kesersiniz»(48). Bu hadîs sahih olmakla beraber mücmeldir.
Bunun açıklaması şöyle yapılmıştır: İkinci dağarcıkta savaş ve fitne ile ilgili şeyler vardır. İçinde sıfatlarla ilgili bir şey bulunduğu varsayılsa bile, nefye işaret edecek bir şey içermemektedir. Aksine «Kıyamet günü yüce Allah'ın gelmesi», «nüzul» ve «gülme» hadisleri gibi Ebû Hureyre' den nakledilen sabit hadislerin tümü ispata işaret etmektedir. Nefyedenlerin söyledikleri cinsinden Ebû Hureyre1 den bir tek harf nakledilmemiştir.
Kelâma Cehmiyye ise, kendilerini hitabın delâlet ettiği şeyden alıkoyan karinenin, akim kendisi olduğunu söylüyorlar. Böylece nefyedenlerin görüşüne uygun düşen akli delâletle iktifa ettiklerini belirtiyorlar. Onlara cevabımız şudur:
a — Resûlullah'ın söyledikleri onlara sadece dalâlet (sapıklık) ifade ediyor ve hidayeti yalnızca akıllarından alıyorlarsa, o zaman Resûlüllah onlara hidayet sebeblerini değil, dalâlet sebeblerini göstermiş, hidayeti bulmayı onlara bırakmış oluyor demektir. Bu söylediklerine göre onları cahiliyette bırakmak, kendilerine yarar yerine zarar veren bu risalete iletmekten daha hayırlı olmaktadır.
b — Resûlüllah aklen, nefyedenlerin söylediklerinden daha açık olan ispatı açıklamıştır. Allah'ın yaratması, ilmi, meşîeti ve - akılla bilinen - benzeri şeyler Cehmiyye'nin anladığı nefiyden daha büyüktür. Kaldı ki, bu ispata aykırı düşecek bir şey buyurmamıştır. Böyle olunca, daha kapalı ve hassas olan nefiy konusunda onları nasıl salt akla bırakır? Halbuki Resûlüllah'ın kelâmı nefye değil, zıddına işaret etmektedir. Allah böyle bir şeyi Resûlullah'a nisbet edenlerin hasmıdır ve onları hesaba çekecektir.
Üç ihtimal vardır; Resûlüllah ya hidayeti açıklamış veya dalâleti söylemiş, yahut ikisini de açıklamadan susmuştur. Bilindiği gibi ikisini açıklamadan susmak, saptıracak şeyi söylemekten iyidir. Burada aklen bilinmektedir ki, Resûlüllah ispatı açıklamış ve bu konuda susmamıştır. Ondan bu konuda varid olanlar akla da uygundur. Böyle olunca aklın ispat ettiği şeyde davrandığı gibi, aklın nefyettiği şeyi de nefyetmesi, ondan nefiyle sözetmesi gerekirdi. Böyle yapmadığına göre, nefy konusunda susmuş olması ümmet için daha salim olmaktadır.
Ama ispata delâlet edecek şeyler söylemiş olmasına rağmen akıllan kendilerine sırf nefyi bildirdiği için, sadece nefye inanmalarını istemiş olması muhaldir. Böyle bir şeyi Resûlullah'a nisbet etmek münafıklığın ve zındıklığın en büyük sekili erindendir.
c — Aklın nefy edenlerin görüşüne uygun olduğunu size kim söylemiştir? Halbuki sarih ve sahih akıl Resûlüllah'ın ispat ettiğine uygun düşmektedir. Sahih nakil ile sarih akledilen arasında hiçbir zaman çelişki yoktur. Bunu değişik yerlerde açıkladık ve Resûlüllah'ın buyurduklarına aykırı olduğunu söyledikleri şeylerin cehalet ve dalâletten ibaret olduğunu, sonra gelenlerinin önce gelenlerinden taklit ettikleri şeyler olduğunu belirttik(49). Bunlara akliyyât adını vermişler, halbuki cehliyyattan başka şeyler değildir. Birisinden dalâlet rehberlerinin söylediklerini araştırması istenildiği zaman, döner dolaşır, onların sadece taklitlerine bakar.
Bunlar, akliyyât denilen şeyleri bildiğini sandıkları kişileri taklit ederek hem akla aykırı davranıyorlar, hem de şeriatı kabul etmiyorlar. Sapıklığın önderliğini yapan imamlarıyla olan ilişkileri, F i r a v n kavminin F i r a v n' la olan ilişkilerinden farksızdır. Yüce Allah bu tavrı ne güzel dile getiriyor: «Firavn, milletini küçümsedi, ama yine de ona itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir milletti»(50). «Biz de onu ve askerlerini yakalayıp suya attık. Zalimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak! Onları ateşe çağıran önderler kıldık, kıyamet günü yardım görmezler. Bu dünyada laneti artlarına taktık. Onlar kıyamet gününde de iğrenç kimselerden olacaklardır»(51).  Firavn,  nefy edenlerin imamıdır.
Onun için nefiycilerin muhakkikleri F i r a v n' in sözüne uyduklarım açıklamışlardır. Nitekim nefiyci Cehnıiyye'den ittihatçılar bunu açık olarak söylemişlerdir. Çünkü Firavn, Allah'ın yaratıklarının üstünde oluşunu inkâr etmiş ve bu konuda Hz. M û s a' yi yalanlamıştır. Yüce Allah'ın Hz. Musa ile konuşmasını kabul etmeyerek şöyle demiştir: «Firavn, ey Hâmân! Bana bir kule yap, belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa'nın tanrısını görürüm. Doğrusu ben, onu yalancı sanıyorum»(52).
Yüce Allah, F i r a v n' m kendi diliyle yaratıcıyı inkâr ettiğini bildirmiş ve «Âlemlerin Rabbi de nedir?» dediğini, Musa'nın tanısını görmek için yükseğe çıkmak istediğini haber vermiştir. Hz. M û -s a ona Allah'ın yukarıda olduğunu bildirmeseydi Firavn böyle yapmazdı. F i ra v n Allah'a inanmıyordu. Hz. Musa ona Allah'ı haber vermeseydi, onun yukarıda oluşunu ispat ne Firavn' dan, ne Hz. Musa'dan meydana gelmiş olurdu. Dolayısıyla Allah'ı görmek istemesi de söz konusu olmaz,  Hz.  Musa' nın tanrısına çıktı

ğını söyleyerek milletini de aldatmazdı. Hz. Musa'nın tanrısına yükselmesi, kuyulara ve nehirlere inişi gibi olur ve bu ona daha kolay gelirdi. Kule yapma zahmetine de ihtiyaç duymazdı.
Hz. Peygamber Mirâc'a çıktığında, birinci semada Hz. Âdem'i, ikincide Yahya ve İs a' yi, üçüncüde Yûsuf'u, dördüncüde idris'i, beşincide Harun'u, sonra Musa ve İbrahim'i gördü. Sonra Allah'ın katma yükseldi, ve burada kendisine elli vakit namaz farz kılındı. Dönüşünde Hz. Musa ona «Rabbine dön ve ümmetin için hafifletmesini iste. Ümmetin buna güç yetiremez» dedi. Resûlüllah şöyle buyurdu: «Rabbime döndüm ve ümmetim için hafifletmesini istedim». Hz. Musa ile yüce Allah arasında birkaç defa gidip geldiğini bildirdi. Böylece yüce Allah'ın göklerin üzerinde olmasında Hz. Musa doğru söylemiş, Firavn ise bu konuda Hz. M û s a' yi yalanlamıştır.
Nefyeden Cehmiyyeciler sapıklığın önderleri olan Firavn   sınıfına uymaktadırlar.
Ehl-i Sünnet ve isbat ehli (sıfatları kabul edenler) ise hidayetin önderleri Hz. İbrahim'in sınıfına uymaktadırlar. Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Onları, emrimizle, insanları doğru yola götüren önderler yaptık. Onlara iyi işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden kimselerdi»(53). Hz. Musa ve Hz. Muhammed, Hz. İbrahim sınıfındandır. Hatta Hz. İbrahim  sınıfının seçkinleridir. Hepsine salât ve selâm olsun.
2  — İspatı ve yüce Allah'ın yerin ve göklerin üstünde oluşunu kabul etmek vâcibtir. Bilindiği gibi yüce Allah dinini ve nimetini tamamlamıştır. Kur'an'ı da her şeyin açıklayıcısı olarak indirmiştir. Yüce Allah'ın sahip olduğu ve münezzeh bulunduğu şeyleri bilmek dinin en önemli konularından ve en büyük esaslarındandır. Bunu açıklamak ve ayrıntılarıyla ortaya koymak da her şeyden önde gelir. Böyle olunca Hz. Peygamberin bunu belirtmemiş ve ayrıntılarıyla açıklamamış olması ve bu konuda ümmetine ne söyleyeceğini öğretmemesi elbette mümkün olamaz. Rablerini, onu nefyedenlerin söyledikleriyle mi, ispat ehlinin sözleriyle mi tanıyacaklarını bilmeden bu din nasıl tamamlanmış olur ve mü'minler nasıl apaçık bir cadde üzerine çıkarılmış sayılır?
3  — Kalbinde en ufak ilim veya ibadet sevgisi bulunan kişinin aklına bu mes'elenin gelmesi, bu konuda gerçeği araması ve neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilmek istemesi gerekir. Bütün ashâb ve tabiînin bu mes'eleye aldırmadıkları, bunu sormadıkları, öğrenmek istemedikleri, gece gündüz gönülleriyle yöneldikleri, açık gizli dua edip ümit ve korku ile yalvardıkları Hakk'ı (Allah'ı), kalbleri-nin aramadığı düşünülemez. Halbuki kalbler bunu bilme ve bu konuda gerçeği öğrenme sevgisi üzerine yaratılmıştır. Birçok işe duyduğu hevesten çok, buna heves etmektedir. Sağlam irade ve kudret bulunduğu zaman da maksadın hâsıl olması gerekir. Bunlar Resûlüllah'a ve birbirlerine bunu sorma gücüne de sahiptirler.
Kaldı ki, bundan daha önemsiz şeyleri ondan sormuşlardır. Kıyamet günü Rabbimizi görecek miyiz?(54) diye sormuşlar o da cevap vermiştir. E b û R e z i n : «Rabbimiz güler mi? diye sormuş, Resûlüllah «Evet» demiştir. O da «Gülen bir Rabbin hayrından mahrum olmayacağız»(55) demiştir. Yine Allah'ın görülmesini sorduklarında: «Rabbinizi, ayı ve güneşi gördüğünüz gibi göreceksiniz»(56) buyurmuştur. Resûlüllah görülenleri değil, görmeyi görmeğe benzetmiştir.
Nefyedenler ise, güneşin görüldüğü gibi görüleceğini söylemiyorlar. Gerçekte söyledikleri, hiçbir şekilde görülmeyeceğidir, ispat ehline uyarak görüleceğini söyleyen ve nefyedenlere karşı içyüzünü gizleyenler, görülmeyi daha fazla bilmekle tefsir etmekte ve bunun ay veya güneşi görmek gibi olmadığını söylemektedirler.
Belirtmek istediğimiz şudur: Ashâb mutlaka ibadet ettikleri Allah'ı, Resûlüllah'tan sormuşlardır. Sorduklarına göre O da mutlaka kendilerine bir cevap vermiştir. Bilinen bir gerçektir ki, nefyeden Cehmiyye'nin dediğini, ashâbtan hiçbirisi nakletmemiştir. Aksine ispat ehlinin görüşüne uygun olan şeyler nakletmişlerdir.
4 — Yüce Allah, ya nefyedenlerin görüşüne inanmamızı, ya ispat ehlinin görüşüne inanmamızı yahut iki tarafın da görüşlerine inanmamamızı istiyor. Eğer nefyedenlerin görüşü olan «âlemin ne içinde, ne dışındadır, göklerin üstünde bir rab ve arşın üzerinde bir ilâh yoktur. Hz. Muhammed Mirâc'ta Allah katına değil, sadece göklere çıkmıştır, melekler de Allah'a değil, O'nun melekûtuna yükselirler. Allah'tan bir şey inmez ve O'na bir şey yükselmez» gibi görüşlere inanmamızı istiyorsa; nefy edenler de bunu: «Hiçbir yerde değil, cisim değil, cevher değil, hiçbir cihette ve makamda değil» gibi avam halkın Allah'ı noksanlıklardan tenzih ediyor diye anladığı, gerçekte

ise nefyedenlerin bunlardan maksadı göklerin üstünde bir rab, arş üzerinde ibadet edilen bir ilâhın bulunmadığını ve Resûlullah'ın Mirâc'da Allah katma çıkmadığını belirtmek olup bunu da sonradan uydurulan müphem mücmel ve vehim dolu ibarelerle ifade ediyorlarsa; Yüce Allah bizden, nefyedenlerin bu görüşüne inanmamızı istiyorsa, şüphe yok ki ashâb ve tabiin bizden daha faziletlidir. Onların da, Resûlüllah'ın da bu nefye inanmış olması gerekirdi. Allah ve Resulü bize - ya vâcib veya müstehap olan - bu inancı tasvip ediyorsa, Resûlullah'm bizim için vâcib olan bir şeyi bize emretmesi ve müstehap olan bir şeye teşvik etmesi kaçınılmaz olurdu. Sonra Resûlullah ve mü'minlerin ve Allah'ın sevdiği, hoşnut olduğu ve kendisine yaklaştıran bu ispatı açıkça ortaya koymuş olmaları gerekirdi. Özellikle: «Bugün size dininizi tamamladım, üzerinize olan nimetimi bütünledim»(57) âyeti ile birlikte bunu açıklamış olmaları kaçınılmazdır.
Cehmiyye bu görüşü dinin temeli saymaktadır. Onlara göre tevhid budur ve ancak bedbaht olanlar buna karşı çıkarlar. Resûlullah ümmetine tevhidi nasıl öğretmemiş olur? Ashâb ve tabiîn tevhidi nasıl bilmemiş olur? Mutezile, filozoflar ve onlara uyanlar, nefyedenlerin görüşüne tevhid adını veriyorlar. *el-Mürşide»nin yazarı da taraftarlarına muvahhidler adını vermiştir. Çünkü onlara göre tevhid nefyedenlerin görüşüdür.
Durum böyle ise, Resûlüllah'ın onu bildirmiş olması gerektiği açıktır. Halbuki Resûlullah'm ve ashabının nefyedenlerin görüşünü söylemedikleri zorunlu olarak bilinmektedir. Böylece bunun vâcib veya müstehap olmadığı, hatta yüce Allah'ın kullarına bildirdiği tevhidle ilişkisinin bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Yüce Allah ispat ehlinin görüşüne -ki inanmamız emredilen odur- inanmamızı istiyorsa, bunu da mutlaka açıklamış olması gerekir. Bir gerçektir ki, Kur'an ve Sünnet'te üstte oluşu ve sıfatları ispat eden naslar, abdest, teyemmüm ve orucu ispat eden, mahremlerle evliliği ve kötü yiyecekleri haram eden ve diğer teşrîleri gösteren naslardan daha çoktur. Binaenaleyh ispat ehlinin görüşüne göre din tamamlanmakta, Resûlullah tebliğ ve beyan etmiş olmakta ve tevhid seleften açık ve meşhur olmaktadır. Kur'an ve Sünnet birbirini doğrulamaktadır. Selef de bu ümmetin en hayırlısıdır, yolları da en üstün yoldur.
Kur'an'ın tümü haktır. Onda saptırma olmadığı gibi, küfre ve muhal şeylere rehberlik de yoktur. Belki Kur'an hidayet, nur ve şifadır. Bütün bunlar bulunması gereken zorunlu şeyler ve kabul edilen sonuçlardır. Söyledikleri çelişkili değil, birbiriyle uyum içindedir; reddedilmiş değil, kabul edilmiş şeylerdir.
Yüce Allah bizim ispat veya nefyetmemizi istemiyor ve koyu cehalet içinde, kat kat karanlıklar arasında hakkı batıldan, hidayeti dalâletten ve doğruyu yalandan ayırdetmeden kalmamızı, «Ne onlarla, ne bunlarla, ikisi arasında bocalayan»(58)' şaşkınlar gibi tasdik etmeden ve yalanlamadan ispat edenler ile, nefyedenler arasında durmamızı istiyor denilirse, bu yüce Allah'ın Hz. Peygamber'in getirdiklerini, yüce Allah'ın sahip olması gereken mükemmel sıfatları bilmememizi, hakkı batıldan ayırmamamızı ve şüphe ile şaşkınlık arasında kalmamızı seviyor olmasını gerektirir. Halbuki yüce Allah'ın cehaleti, şüpheyi, şaşkınlık içinde bocalamayı ve dalâleti sevmediği, aksine dini, ilmi ve yakîni sevdiği bir gerçektir. Şaşkınlık içinde bocalamayı kötüleyerek şöyle buyurmuştur: «De ki: Arkadaşları «bize gel» diye doğru yola çağırırken, şeytanların yeryüzünde şaşırttıkları bir kimse gibi, geriye mi dönelim? Allah bizi doğru yola eriştirdikten sonra, Allah'tan başka bize faydası olmayan, zarar da veremeyen şeylere mi yalvaralım? De ki, doğru yol ancak Allah'ın yoludur. Âlemlerin Rabbine teslim olarak namaz kılın. Allah'tan sakının diye emrolunduk. Kendisine toplanacağınız O'dur»(59) Yüce Allah bize: «Bizi doğru yola, nimete erdirdiğin kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yoluna eriştir»(60) demeyi emretmiştir.
Sahih-i Müslim ve başka kitaplarda Resûlüllah'ın gece namaz kıldığında şöyle dediği Hz. Â i ş e' den rivayet edilmektedir: «Cebrail, Mikâil ve İsrafil'in Rabbi, yeri ve gökleri yaratan, açığı ve gizliyi bilen Allah'ım! İhtilâf ettikleri şeylerde kulların arasında hükmü sen verirsin. Üzerlerinde ihtilâf edilen hak konusunda izninle beni doğru yola ilet. Dilediğini dosdoğru yola iletirsin»(61).
Hz. Peygamber, üzerinde ihtilâf edilen hak konusunda yüce Allah'tan kendisini hidayete eriştirmesini (hakkı göstermesini) istiyor. Böyle olunca, ihtilaflı mes'elelerde hidayetsizlik (bocalama ve şaşkınlık içinde bulunma) nasıl Allah'ın sevdiği bir durum olabilir? Halbuki yüce Allah: «Rabbim, ilmimi artır»(62) buyurmuştur. Bazılarının, Hz. Peygamber adına naklettikleri: «Hakkında şaşkınlığımı artır» sözü hadis âlimlerinin görüş birliğiyle yalandır. Çünkü ancak şaşkınlık içindeki kimse böyle bir istekte bulunabilir. Halbuki kişinin zaten şaşkınlık içindeyken daha fazla şaşkınlığa düşmeyi istemesi caiz olmaz. Aksine ilim ve hidayeti ister. Kaldı ki, insanlar için sapıklıktan hidayete rehberlik eden Resûlüllah nasıl böyle bir istekte bulunsun?! Böyle bir şey varsa, bu olsa olsa bu tür konularda peşlerinden gidilemeyecek bazı şeyhlerden nakledilmiş olabilir. Ne isbat, ne de nefyetmeyen, iki görüşten birine kail olmayan bu Vakıfiyye mensuplarının görüşüne şu sonuçlar terettüp etmektedir :
a — Bunu söyleyen kişinin nefyedenlere karşı çıkması gerekir. Çünkü bunlar, aslı Kur'an ve Sünnet'te bulunmayan bir takım lâfızlar uydurmuşlardır.
İspat edenler eğer naslarla yetiniyorlarsa, bunu söyleyen kişinin onlara karşı çıkmaması gerekir. Bu Vakıfiyyeciler gizli olarak nefyedenlere uymakta veya onları tasvip etmekte ve yalnızca ispat ehline muhalefet etmektedirler. Böylece anlaşılıyor ki, bunlar bid'at ehlini tasvip etmiş ve sünnet ehline düşmanlık yapmışlardır.
b — Kur'an'ın ve hadîsin anlamım bilmemek, Allah'ın ve Resulünün sevmediği bir şeydir. Onun için bu söz batıldır.
c — Şüphe ve şaşkınlığın kendisi Müslümanların ittifakiyle güzel bir şey değildir. Bu konuda söylenecek son söz, nefiy ve ispat hakkında bilgisi olmayan kişinin susması gerektiğidir. Ama hakkı Resûlullah'ın açıklamasına uygun olan delille bilen, menkul ve makul bilgisine sahip basiretle Resûlüllah'a tâbi olan ve sağlam inanç taşıyan âlime, şüphe ve şaşkınlık içindeki Vakıfiyyecinin karşı çıkmağa hakkı yoktur.
d — Selefin tümü nefiyci Cehmiyye'ye karşı çıkmışlar, ispata inanmışlar ve bunu açıkça belirtmişlerdir. Nefyedenlere karşı çıkmaları ve ispata dair sözleri, burada aktarılamayacak kadar çoktur. Mâlik, Sevri, Evzâî, Ebû Hanîfe, Hammâd îbn Zeyd, Hammâd ibn Seleme, Abdurrahman îbn Hanbel, ishak ibn Rahûye, Ebû Ubeyd, dört mezheb imamınn ashabı olan imamlar gibi meşhur âlimlerin de bu konuda sayılamayacak kadar çok sözleri vardır.
ispat konusunda îmanı M â 1 i k' in sözü açıktır: «Ey Ebâ Abdurrahman! Rahman arşı üzerine istiva etti deniliyor. Nasıl istiva etti?» şeklinde bir soru soran kimseye şöyle cevap verdi: *îstivâ bilinmektedir, ancak keyfiyeti bilinemez». Bir rivayette de, «istiva etmesi bilinmekte, - veya makul - keyfiyeti ise akılla bilinemez. Ona inanmak vâcibtir. Hakkında soru sormak ise bid'attir» şeklindedir. İmam Mâlik, istivanın kendisinin malûm, keyfiyetinin (nasıllığının) ise meşhul olduğunu bildirmiştir. Bu da ispat ehlinin görüşünün ta kendisidir.
Nefyedenler ise, keyfiyeti bilinmeyen hiçbir istivayı kabul etmiyorlar. Hatta bu şüphecilere göre istivanın kendisi meçhuldür. O bilinmeyince ve özellikle istiva diye bir şey kabul edilmeyince, keyfiyetinin mechûl olduğunu söylemeğe gerek kalmıyor. Çünkü yok ve roadum olan bir şeyin keyfiyeti yoktur ve dolayısıyla mechûl veya malûmdur denilemez. Halbuki îmam M â 1 i k' in, istivayı ispat, bunun bilindiği ve keyfiyetinin bulunduğu konusundaki sözleri açıktır. Ancak o keyfiyet bizce mechûl olup mahiyetini bilemiyoruz.
Onun için Mâlik, istivanın keyfiyetini soran kişinin bid'at-çı olduğunu söylemiştir. Çünkü soru, ancak bizce bilinen bir şey hakkında olur. Halbuki yüce Allah'ın istiva keyfiyetini bilmiyoruz. Zaten malûm olan ve keyfiyeti bulunan her şeyin keyfiyetini biliyoruz diye bir şey yoktur. Mâlikîlerin ve başkalarının İmam Mâlik'-ten naklettikleri «Allah göktedir, ilmi ise her yerde» sözü bunu açıklamaktadır. Bunu Kurtuba hatibi Mekkî, İmam Mâlik'in görüşlerinden derleme olan «Kitabu't-Tefsir»inde nakletmiş, Ebû Amr et-Talemenkî, Ebû Ömer İbn Abdilber, İbn Ebî Zeyd «el-Muhtasar»'ında ve daha pek çok kişi nakletmiştir. Yine bunlardan başka Ahmed îbn Hanbel, oğlu Abdullah, Esrem, Hallâl, Acurrî, İbn Batta gibi sayılamayacak kadar çok kişi ve bunlardan başka sünnet alanında eser sahibi kişiler imam Mâlik' ten nakletmiştir. îmam Mâlik Vakıfiyye'-den veya nefyedenlerden olsaydı, ondan bunlar nakledilin ezdi.
İmam Mâ1ik ' in söylediğini daha önce hocası Râbia İbn Ebî Abdirrahman söylemiş ve Süfyân îbn Uyeyne ondan nakletmiştir.
Abdulaziz îbn Abdillah îbn Seleme el-Macişûn, ispat ehlinin görüşünü kabul eden ve nefyedenleri reddeden görüşünü uzunca serdetmiştir. Onu başka bir yerde naklettik.
Mâlikilerin nefiyci Cehmiyye'yi reddeden açıklamaları kitaplarında meşhurdur. Yine ilk Mâliki âlimlerle imamlarının ispata ilişkin görüşleri çok ve meşhurdur. Nitekim Mâliki âlimler yüce Allah'ın zâtıyla arşı üzerinde olduğu konusunda Ehli Sünnet ve cemaatin icmâı bulunduğunu da nakletmişlerdir.  îbn Ebi Zeyd de ancak diğer selef imamlarının zikrettiklerini zikretmiştir. Bu konuda  I b n Ebî  Zeyd'e  Mâlikilerden muhalefet eden de yoktur.
Bütün müslümanlara öğretilmesi için bunu «er-Risâle»nin önsözünde belirtmiştir. Çünkü Ehl-i Sünnet imamlarına göre bu herkese öğretilecek inançlardandır.
Bu konuda İbn Ebi Zeyd'e ancak nefiyci Cenimiyyeciler karşı çıkmıştır. Bunlar da onun söylediğinin bid'at ve Kur'an ile sünnete muhalif olduğunu söyleyerek karşı çıkmamış, sadece onun ve benzerlerinin söylediklerinin akla aykırı olduğunu iddia etmişlerdir, îbn Ebi Zeyd'in Allah hakkında neyin caiz olup olmadığını ifade eden kelâmı iyi bilmediğini söylemişlerdir.
tbn Ebi Zeyd ve müteahhirinden benzerlerine karşı çıkanlar, bu karşı çıkışı -Ebû'1-Meali ve tabileri gibi- Eş'arilerin müteahhirlerinden almışlardır. Onlar da bunu Mutezile ve benzerlerinin Cehmiyye ile paylaştıkları esaslardan almışlardır. Bu karşı çıkışın aslı, Mutezile ve başkalarından olan Cehmiyye'dir.
Ümmetin selefi ve imamları ispat konusunda görüş birliği içindedirler. Nefyedenleri ve Vakıfiyye'yi reddetmektedirler. Meselâ B e y h a k î ve başkaları Evzâi1 den şunu rivayet ediyorlar: «Tabiînin çokça bulunduğu bir zamandı «Allah arşının üzerindedir» diyorduk ve Sünnet'te varid olan sıfatlarına inanıyorduk».
Ebû Muti el-Belhî, meşhur «el-Fıkhu'1-Ekber» adlı kitabında şöyle diyor: «Ebû Hanîfe'ye. Rabbimin gökte veya yerde olduğunu bilmiyorum, diyen kimsenin durumunu sordum. Kâfir olmuştur. Çünkü Allah «Rahman arşı üzerine istiva etmiştir» buyurmaktadır. Arşı da yedi kat göklerin üstündedir, dedi. Arşı üzerine istiva ettiğini kabul ediyor, ama arşın gökçe veya yerde olduğunu bilmiyor dedim. Gökte olduğunu inkâr ediyorsa kâfir olur, çünkü yüce Allah yücelerin yücesindedir ve çağrılırken (kendisi'ne yalvarma veya dua yapılırken) aşağıda değil, yukarıda olarak çağrılır, dedi».
Abdullah îbn N a f i', Mâlik İbn Enes'in «Allah göktedir ve ilmi her yerdedir» dediğini söylüyor. Ma'danda, S ü f -yân e s - S e v r i ye «Nerede olursanız O sizinle beraberdir» âyetini sordum. îlmi sizinle beraberdir, dediğini söyledi.
Buhârî, Îbn Ebî Hatim, Abdullah îbn Ahmed ve başkalarının rivayet ettiği ve birçok yönden sabit kavlinde Hammad İbn Zeyd, Cehmiyye'nin görüşünün, «gökte bir şey yoktur» noktasında düğümlendiğini söylemektedir.
Ali îbn Hasan îbn Şakik şöyle diyor, Abdullah Ibn Mübârek'e: «Rabbimizi ne şekilde bilelim?» diye sordum. «Göklerin üstünde, arşının üstünde ve yaratıklardan farklı olarak» dedi. Tarifi var mı? dedim. «Tarifini ondan başkası bilmez», dedi. îbn Mübârek'in bu sözü tanınmış bir sözdür, ona ait olduğu birçok yoldan sabittir. Ahmed îbn Hanbel, İshak îbn Râhuye ve birçok imamın görüşünün de bu yolda olduğu sabittir.
Bir adam Abdullah îbn Mübârek'e *Cehmiyye aleyhine o kadar çok dua ediyorum ki, Allah'tan korkuyorum» dedi. O da: «Göklerin ilâhının bir şey olmadığını iddia ediyorlar, onun için korkma» cevabını verdi.
Cerir îbn Abdilhamid şöyle diyor: «Cehmiyye kelâmının önü bal, sonu zehirdir. Gökte ilâhın olmadığını söylemeğe çalışıyorlar». Bunu îbn Ebî Hatim rivayet etmiştir. Yine o, başkalarıyla birlikte sahih senedlerle Abdurrahman İbn Mehdi'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Cehmiyye yüce Allah'ın Hz. Musa ile konuştuğunu, arşı üzerinde oluşunu inkâr etmek istemişlerdir. Tevbe ettirilmeleri gerektiğine, tevbe etmezlerse boyunlarının vurulmasına kaniyim».
Yezid îbn Harun da şöyle demiştir: Halkın zihninde bilindiğinden (bilinen genel anlamdan) başka şekilde, Allah'ın arşı üzerine istiva ettiğini savunan kimse Cehmiyy e 'dendir.
Said İbn Âmir ed-Dabuî -yanında Cehmiyye anılınca -«Onların söylediği Yahudi ve Hıristiyanların söylediğinden daha kötüdür. Başka din mensupları müslümanlarla beraber Allah'ın arş üzerinde olduğu görüşünde birleşiyorlar, onlar ise arş üzerinde bir şey olmadığını söylüyorlar» dedi.
Abbâd îbn el-Avvâm el-Vâsıti şöyle diyor: *Bişr el-Müreysî ve arkadaşlarıyla konuştum. Gördüm ki, sözlerinin sonucu gökte bir şeyin (Allah'ın) bulunmadığıdır. Allah'a yemin olsun ki, bana göre bunlarla nikâh ve miras caiz değildir. Konuşmalarında bu tür şeyler çoktur».
Bu şekilde kelâm ehli, halkın, yani Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Hadîs'in söylediklerini zikretmişlerdir. Nitekim Ebu'l-Hasan el- E ş'arî   «İhtilâfu'1-Musallin ve Makalâtu'l-îslâmiyyin»  kitabında bunu zikretmiştir. Burada Haricilerin, Rafızilerin, Mutezile'nin, Mürcie ve başkalarının söylediklerini kaydetmiştir.
«Ehli Sünnet ve Ashâb-ı Hâdis'in söyledikleri» bölümünde onların görüşünü zikrederek şöyle özetlemektedir: «Allah'ı, melekleri, kitapları ve Resulleri, Allah'tan gelenleri ve sika ravilerin Resûlûllah'tan rivayet ettiklerini kabul ve ikrar ederler. Bunlardan hiçbir şey inkar etmezler» dedikten sonra şöyle devam eder: Şüphesiz Allah arşı üzerindedir. «Rahman arşı üzerine istiva etmiştir» buyurmuştur. İki eli vardır, «iki elimle yarattım» buyurmuştur. Ellerinin keyfiyeti meçhuldür.
Allah'ın ilmi olduğunu ikrar ederler, «ilmiyle, onu indirdi», «Herhangi bir dişinin gebe kalması ve doğurması ancak O'nun bilgisiyle-dir» buyuruyor, işittiğini ve gördüğünü ikrar ederler. Mutezilenin nefyettiği gibi bunların varlığını nefyetmezler. Yeryüzünde meydana gelen hayır ve şer ancak onun dilemesiyledir. Eşya Allah'ın dilemesiyle olur. «O dilemedikçe siz dileyemezsiniz» buyuruyor.
Kur'ân Allah'ın kelâmıdır ve yaratılmış değildir, diyorlar. Resulûllah'tan gelen hadisleri tasdik ediyorlar. Meselâ: •'Yüce Allah dünya semâsına iner, ve istiğfar eden yok mu, bağışlayayım der» hadîsi gibi.
Kıyamet günü Allah'ın gelmesini ikrar ediyorlar. Yüce Allah «Melekler saf saf dizildiği halde Rabbin gelir» buyuruyor. Allah'ın kullarına dilediği şekilde yakın olacağını kabul ediyorlar. «Ona şah-damarından daha yakınız» buyuruyor. Birçok şeyler daha belirttikten sonra şöyle demiştir; Bunların tümüne inanmayı emrediyor, kullanıyor ve kabul ediyorlar. Söylediklerinin hepsine katılıyor ve biz de onlar gibi inanıyoruz.
E ş a r î, istiva konusunda da şöyle diyor: Sünnet ve hadis ehli, cisim olmadığını, eşyaya benzemediğini ve «Rahman arşı üzerine istiva etmiştir» dediği gibi, arşı üzerinde olduğunu kabul etmektedirler. Bu konuda Allah ve Resulünün söylediğiyle yetiniyoruz. Keyfiyeti malûm olan iki elinin bulunduğunu söylüyoruz. Nitekim «iki elimle yarattım» buyuruyor. Hadîs'te geçtiği gibi Allah dünya semâsına iner.
E ş' a r î şöyle devam etmektedir. Mutezile arşı üzerine istiva etmesinin, istila etmesi demek olduğunu söylemektedir. E ş ' a r î «el ibane fi Usûli'd-Diyâne» kitabında «istiva» bölümünde de şöyle demektedir:
Birisi, istiva hakkında görüşünüz nedir? diye sorarsa, ona şöyle deriz: Yüce Allah «Rahman arşı üzerine istiva etmiştir», «Güzel söz ona yükselir» ve «Bilâkis onu kendine yükseltmiştir» buyurduğu gibi, arşı üzerine istiva etmiştir.
Firavn'dan hikâye ederek şöyle buyurmuştur: «Firavn-. Ey Hâ-man, bana bir kule yap, belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa'nın tanrısını görürüm. Doğrusu ben, onu yalancı sanıyorum* dedi(63)
Firavn, Musa'yı: «Allah göklerin üstündedir» sözünden dolayı yalanlamıştır.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Yer sarsıldıkça sarsıldığında, gökte olanın sizi yerin dibine geçirmesinden güvende misiniz?(64). Göklerin üstünde arş bulunmaktadır. Üstte olan her şey semâdır. «Gökte olan» deyişiyle kasdettiği bütün gökler değil, bütün göklerin üstünde olan arşın kendisidir. Nitekim gökleri anarak: «Ayı onlarda bir nur yapmıştır» demekte ve bütün gökleri doldurduğunu kasdetmemektedir.
Bütün müslümanlar dua ederken ellerini göğe kaldırırlar. Çünkü Yüce Allah göklerin üstünde bulunan arşı üzerindedir. Yüce Allah arşı üzerinde olmasaydı, ellerini arşa doğru kaldırmazlardı.
Mutezile, Cehmiyye ve Harûrîyeden bazıları şöyle demiştir: «îstiva etti» demek «mâlik ve üstün oldu» demektir. Allah her yerdedir. Böylece hak ehlinin söyledikleri şekilde, Allah'ın arşı üzerinde olmasını inkâr ettiler. İstiva'nın kudret anlamına geldiğini söylediler. Onların söyledikleri gibi olsaydı, arş ile yedinci arz arasında fark olmazdı. Çünkü Allah her şeye, arza ve onda bulunan pisliklere ve helalara da kadirdir. Eğer arş üzerine istiva, istilâ anlamında olsaydı, bütün şeyler üzerine istiva etmiştir, demek caiz olurdu. Allah bütün şeyler üzerine, pisliklere ve helalara istiva etmiştir, demek hiçbir müslümana göre caiz olmayınca, arş üzerine istiva etmenin bütün şeyler için genel olan istila etmek anlamında olması da bâtıl olmaktadır.
Bunu, E ş ' a r î' ye uyan birçok imam da nakletmiştir. î b n F û r e k ve «Tebyinu Kezibi'l-Müfteri fi mâ yünsebu ilâ'ş-Şeyh Ebi'l-Hasan el-Eş'arî» kitabında zikreden hafız îbn Asa kir gibi imamlar, îbn Asâkir el-Eş'arî' n'n «el-îbâne»nin başında açıkladığı inancını zikretmiş ve şöyle dediğini belirtmiştir:«Birisi, Mutezile, Kaderiyye, Cehmiyye, Harûriyye, Rafiza ve Mürcie'nin görüşünü reddettiğinize göre, sizin görüşünüz ve anlayışınız nedir? diye sorabilir. Görüşümüz ve din anlayışımız şudur: Allah'ın Kitab'ına, Resûlüllah'ın sünnetine ashâb, tabiîn ve hadis imamlarından rivayet edilenlere sarılmak. Biz buna bağlıyız. Ahmed îbn Hanbel'in- Allah rahmet etsin - görüşüne katılırız. Onun görüşüne aykırı olan şeye karşıyız. Çünkü o faziletli imam ve kâmil liderdir. Sapıklığın başgöstermesi anında, Allah hakkı onunla açığa çıkarmış, yolu ve metodu onunla açıklığa kavuşturmuş, bidatçıların, sapıkların ve şüphecilerin bidatim, sapıklığını ve şüphelerini onunla yok etmiştir. Allah'ın rahmeti onun ve müslümanların bütün imamları üzerine olsun, O önde gelen bir imam ve gerçekleri ortaya koyan büyük bir insandır.
Özet olarak görüşümüz şudur: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, resullerine, Allah'tan gelenlere, sika kişilerin Resûlüllah'tan rivayet ettiklerine inanıyoruz. Daha önce geçen şeyleri ve başka yerde zikredilen diğer şeyleri zikretmiştir.
Ebû Bekr el-Acurri «Kitabu'ş-Şeriâ»da şunları söylemektedir: «İlim ehlinin görüşü şudur: Allah göklerin üstünde arşının üzerindedir. îlmi her şeyi kuşatmıştır. Yüce göklerde ve yedi kat arzda ne varsa, ilmi hepsini kuşatmıştır. Kulların amelleri ona yükselir.
Birisi «Üç kişi gizli konuşursa dördüncü mutlaka O'dur. Beş kişi gizli konuşursa altıncıları mutlaka Odur. Bunlardan az veya çok, ne olursa olsunlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, mutlaka on-larla beraberdir»(65) âyetinde onlarla beraber olmasının anlamı nedir? diye soracak olursa, «ilmidir» diye cevap verilir. Yüce Allah arşı üzerindedir. İlmi onları kuşatmaktadır. îlim ehli bu şekilde tefsir etmiştir. Bunun ilmi olduğuna âyetin başı da, sonu da işaret etmektedir. Allah arşı üzerindedir. Müslümanların görüşü budur».
Muhammed îbn Ebî Zeyd'in «Mecid (olan Allah) bizatihi arşının üzerindedir ve ilmiyle her yerdedir» sözünü, sıfatları iptal edenlerden biri «Mecid (olan Allah) yücedir, maksadı, Allah bi-zatihî mecid olandır» demektir, şeklinde tevil etmiştir. Bu apaçık bir cehalet olması yanında «Rahman bizatihi, Rahim bizatihi, Aziz bizatihî» mesabesindedir.
İbn Ebî Zeyd *er-Risâle»nin mukaddimesinde «arşı üzerine istiva etti ve mülkü ihtiva etti» diyerek kendilerine uyulan imamlar prensibine uygun olarak istiva ile istilâyı birbirinden ayrı değerlendirmiştir. Bununla birlikte tbn Ebî Zeyd «el-Muhtasar»da, Yüce Allah'ın yeryüzünde değil, göğünde olduğunu açıkça belirtmiştir. Onun sözü budur. îbn Ebî Zeyd'in söylediğini bütün zümrelerden Ehl-i Sünnet imamları söylemeye devam etmektedir.
İmam Ebû Amr et-Talamenkî, «el-Vusûl ilâ Mârifeti'l-Usûl» adlı kitabında, Ehl-i Sünnet'in Yüce Allah'ın bizatihi arşı üzerine istiva ettiği konusunda birleştiğini belirtmiştir. Aynı şekilde Buharı ve benzerleri tabakasında bulunan Küfe hafızı Muhammed Îbn Osman îbn Ebû Şeybe bunu Ehl-i Sünnet ve Cemaattan zikretmiştir. Yine ülkesinin devlet başkanına yazdığı Sün-net'e dair meşhur risalesinde imam Yahya İbn Ammar e s - S i -c i s t a n i  zikretmiştir.
Yine hafız Ebû Nasr es-Secezi «el-İbâne» isimli kitabında bunu zikretmiş ve şöyle demiştir: Sevrî, Mâlik, îbn Uyey-ne, Hammad îbn Seleme, Hammad îbn Zeyd, îb-nu'1-Mübarek, Fudayl İbn İyad, Ahmed ve İshak gibi imamlarımız, Yüce Allah'ın bizatihi arşı üstünde ve ilminin her yerde olduğunda görüş birliği etmişlerdir. Aynı şekilde Şeyhü'l-îslâm el-Ensarî, Ebu'l-Abbas et-Turukî, Şeyh Abdulkadir el-Cilî ve sayısını ancak Allah'ın bildiği İslâm âlimi ve imamı, bunu zikretmiştir.
«Hilyetu'l-Evliya» ve başka meşhur eserlerin sahibi hafız Ebû Nuaym el-îsbahanî bu inanç konusunda özet olarak şöyle demiştir: Yolumuz Kur'ân, Sünnet ve Ümmet'in icmâına uyan selefin yoludur. Allah'ın, her zaman bütün kadim sıfatlarıyla kamil olduğuna, zeval bulmayacağına ve değişmeyeceğine, ilim ile âlim, basar ile basir, işitme ile işiten ve kelâm ile mütekellim olduğuna, eşyayı yoktan var ettiğine, Kur'ân'ın Allah'ın kelâmı, indirdiği diğer kitapların da aynı şekilde onun kelâmı olduğuna ve yaratılmamış olduğuna, Kur'an'ın kıraat, tilâvet, hıfz, dinleme, yazı ve telâffuz bakımından hikâye veya tercüme olarak değil, hakikat olarak Allah'ın kelâmı olduğuna, lâfızlarımızla Allah'ın kelâmı olduğuna ve yaratılmadığına inanırız. Vakıfiyye ve Lâfzıyye cehmiyyedendir. Bu yönlerden herhangi birisinde Allah kelâmının mahlûk olduğunu söyleyen kimse Cehmiyyedendir ve Cehmiyyeden olan kimse de kâfirdir». Bunun arkasından bazı konuları zikrettikten sonra şöyle demiştir:
Selef, arş ve Yüce Allah'ın onun üzerine istivasına dair Resûlüllah'tan gelen sabit hadîslerin söylediğini kabul ve keyfiyet ile temsil olmaksızın onları ispat ederler. Allah mahlûkattan ayrıdır ve mahlûkat ondan farklıdır. Ne mahlûkata hulul eder, ne de onlarla kaynaşır. Arzında değil, göğünde arşı üzerine istiva etmiştir. Bu konuda selefin bütün inançlarını ve bu konuda icmâlarım zikretmiştir.
Yahya İbn Osman «Risale»sinde şöyle demiştir: «Cehmiyye'nin söylediği gibi Allah'ın mekânların içinde, herşeye karışmış olduğunu söylemediğimiz gibi, nerede olduğunu bilmiyoruz, da demiyoruz. Aksine bizatihi arşı üzerinde olduğunu ve ilminin her-şeyi kuşattığını, işitmesi, görmesi ve kudretinin herşeyi idrak ettiğini söylüyoruz. Bu da: «Nerede olursanız, O sizinle beraberdir» sözünün anlamıdır.
Tasavvuf şeyhlerinden arif şeyh Ma'mer Ibn Ahmed şöyle demiştir: «Bu çağda ashabıma sünnetten, mütekaddimin ve müteahhirinden hadîs, marifet ve tasavvuf ehlinden bir tavsiyede bulunmak istedim. Tavsiyesinde bir takım şeyleri saydıktan sonra şöyle demiştir: Allah keyfiyetini bilmediğimiz şekilde arş üzerine istiva etmiştir. Bunu tevil etmiyoruz. îstivâ bilmen bir şey, keyfiyeti ise bilinmezdir. Allah arşı üzerine istiva etmiştir. Mahlûkattan farklıdır ve mahlûkat ondan ayrıdır. Hulul, kaynaşma ve başka bir şeye bitişmekten münezzehtir. Semi, basir, habîr, alim'dir. Konuşur, razı olur, kızar, güler, beğenir, kıyamet günü kullarına gülerek görünür, keyfiyetini bilmediğimiz ve tevil etmediğimiz bir şekilde her gece dünya göğüne iner. inişi inkâr eden veya tevil eden kimse bid'at ve dalalet ehlinden olur».
İmam Ebû Osman İsmail îbn Abdürrahman e s -Sabunî en-Neysabûrî «er-Risâle fi's-Sünne» adlı kitabında şöyle demiştir:
«Hadis ehlinin inancı ve ifadesi şudur-. Allah yedi göğün üstünde, arşının üzerindedir. Kitab, ümmetin alimleri ve selefin seçkin kişileri bunu söylemiştir. Allah'ın arşı üzerinde ve arşının göklerin üstünde olduğunda ihtilâf etmemişlerdir. Şöyle devam etmiştir: İmamımız Ebû Abdillah eş-Safü «el-Mebsut» kitabında kefaret konusunda mü'min kölenin azâd edilmesi meselesinde Muaviye îbn el-Hakem'in haberine dayanarak kâfir köle ile kefaret borcunun kalkmayacağını söylemiştir. Siyah cariyeyi kefaret olarak azâd etmek isteyerek Resûlüllah'a bunu sormuş ve Resûlûllah mü'min olup olmadığını anlamak için onu imtihan ederek, *Rabbin nerede?» diye sormuş, göğe işaret etmesi üzerine Resûlûllah: «Onu azâd et, o mü'mindir» buyurmuş, böylece rabbinin gökte olduğunu söyleyip onu üstünlük ve fevkiyet sıfatıyla tanıyınca mü'min olduğuna hükmetmiştir.Hafız Ebû Bekr el-Beyhakî «istiva» bölümünde şöyle demiştir: «Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Rahman arşı üzerine istiva etmiştir», «Sonra arşı üzerine istiva etti», «O, kulları üzerine kahir olandır», «Üstlerindeki Rabb'lerinden korkuyorlar». «Güzel söz O'na yükselir, salih emeli de o kaldırır», «Gökte olandan güvende misiniz?» (Bununla göğün üstünde olanı kastetmiştir). Nitekim «Hurma dallarında sizleri asacağım» buyurarak hurma dalları üzerinde demek istemektedir. Yine «Yerde dolaşın» diyerek, yerin üstünde demek istemektedir. Üstte olan her şey semadır. Arş göklerin üstüdür. Dolayısıyla «Gökte olandan güvende misiniz?» âyetinin anlamı başka âyetlerde de açıkça ifade edildiği gibi, «Arş üzerinde olandan güvende misiniz?» demektir.
B e y h a k i şöyle devam etmiştir: «Zikrettiğimiz âyetler, Allah'ın zatıyla her yerde olduğunu iddia eden Cehmiyye'nin iddiasını iptal etmektedir. «Nerede olursanız, O sizinle beraberdir» âyetinin anlamı, zatıyla değil, ilmiyle sizinle beraberdir, demektir.
Ebû Ömer îbn Abdilber, *Şerhu'l-Mavatta»da nüzul hadîsine değinirken şöyle demiştir: «Bu hadîsin sıhhatinde hadîs ehli ihtilâf etmemiştir. Ehli Sünnet ve Cemaatin belirttiği gibi, Yüce Allah'ın yedi gök üstünde semada arşı üzerinde olduğuna işaret etmektedir. Mutezileye karşı derilerinden biri de bu hadîstir. Bunu havas da, avam da çok iyi bilmektedir. Daha fazla açıklamaya ihtiyaç bırakmayacak kadar meşhurdur. Çünkü herkesin kabul ettiği zorunlu bir şey olup hiçbir müslüman bu konuda onlara karşı çıkmamıştır.
Şöyle devam etmiştir: «Kendilerinden tevilin nakledildiği ashâb ve tabiîn âlimleri «üç kişinin gizli konuşmaları olmasın, mutlaka O dördüncüleridir» âyetinin tevilinde şöyle demişlerdir: «O, arşın üzerindedir, ilmi her yerdedir; Bu konuda sözüne itibar edilecek hiç-kimse onlara muhalefet etmemiştir».
Halefin seleften alıp kabul ettiği budur. Seleften bundan başka şey nakledilmemiştir. Çünkü Kur'ân âyetlerinin ve nebevi hadîslerin işaret ettiği apaçık hakkın kendisidir. Bizim ve bütün müslü-manların akıbetini hayır etmesini, hidayete erdirdikten sonra kalb-lerimizi saptırmamasını, rahmet ve lûtfu ile Yüce Allah'tan dileriz. O, merhamet eden ve bağışlayandır. Hamd sadece ona mahsustur.
 

Dip Notlar:
29)    4 Nisa,   158                                        
30)    3 Âl-İ îmrân, 55 
31)    70 Meâric, 4 
32)    35 Fâtır,  10                            
33)    6 En'âm,  114
34)    16 Nahl, 102                                                     
35)    41 Füssilet, 1-2                                                 
36)    45 Câsiye, 1-2                                                   
37)    87 A'lâ,  1-2
38)    2    Bakara, 255
39)    67    Mülk, 16-17
40)    42    Zuhruf, 84                                                     
41)    6    En'âm, 3
42)    Buhârî, Meğazî, 61; Müslim    , Zekât,    144;    Ahmed îbn Hanbel, IH/4    
43)    Müslim, Mesâcid, 33; Ebû    Dâvud,    Salât,        167; Eyman, 16; Nesâî, Sehv,
Muvatta: Itk. 8-9; Ahmed îbn        Hanbel,    11/291.        1
44)    4 Nisa, 171                
45)    7 A'raf, 206                
46)    40 Mü'min, 60      
47)    4 Nisa, 115
48)   Buhârî, İlim, 42
49)    Müellifin,  Muvafakatu'l-Ma'kuli's-Sarih li'l-Menkuli's-Sahih,  I-II,  kitabına bakınız.
50)    43 Zuhruf, 54
51)    28 Kasas, 40-42          
53)   21 Enbiyâ, 73
54)    Müslim, Zühd, 16
55)    Rabbimizin gülmesi konusunda bazı hadîsler için bkz.  Buhârî,  Tefsir Sûre, 59; Tevhid, 34; Müslim, İman, 399; Ahmed ibn Hanbel, III/294, V/287
56)    Buhârî, Mevâkit, 16-26, Ezan, 129;  Tefsir Sûre, 50; Rikak, 53; Ebû Dâvud, Sünne, 19; Cennet, 16
57)   5 Mâide, 3
58)    4 Nisa,  143
59)    6 En'âm, 11-12
60)    l Fatiha, 5-7
61)    Müslim, Müsâfirin, 200; Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl, 12; îbn Mâce, İkame, 180; Ahmed Ibn Hanbel, VI/156
62)    20 Tâhâ, 114
63)    40 Mü'min, 36-37
64)    67 Mülk. 17
65)    58 Mücâdele, 7


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol