Kur'an ve Sünnet
   
 
  Allah'ın isim ve sıfatları mecaz değil hakikattir:

Allah'ın isim ve sıfatları mecaz değil hakikattir:

Bunun «hakikat» olmasının anlamı nedir? sorusuna gelince:
Hakikat, vazedildiği şey için kullanılan lâfızdır. Lâfzın vazedildiği anlam için kullanılmasına da denir. Usûlcülerin terminolojisinde hakikat veya mecaz, lâfızların özelliklerindendir. Anlamların özelliklerinden saydıkları da olmuştur, ama birincisi daha meşhurdur. Bu isim ve sıfatlar, mutlak olarak ve Allah'a izafe edilerek kullanıldığında, kulların özellikleri için vazedilmiş değildir. Sadece kullara izafe edilerek kullanıldığında onlar için vazedilmiş olur.
«İlim» adı, mutlak olarak kullanıldığı gibi, kula izafe edilmiş olarak da kullanılmaktadır. Meselâ, "Allah, melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri O'ndan başka ilâh olmadığına şahidlik etmişlerdir »(90) Yüce Allah'a izafe edilerek de kullanılmaktadır. Meselâ, «Dilediğinden başka ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar»(91). İlim kula izafe edilmişse, artık Allah'ın ilmini kapsamaya elverişli olmaz. Kulun ilmi Allah'ın ilmi gibi de değildir. Yine «Onu ilmiyle indirdi» âyetinde olduğu-gibi, ilim Allah'a izafe edilirse, artık kulların ilmi onun kapsamında olmasına elverişli olmaz. Allah'ın ilmi, kulların ilmi gibi de değildir.
Mutlak olarak «ilim» denilirse, onu birtakım bölümlere ayırmak mümkündür. Meselâ ilim, kadim ilim, muhdes ilim diye ikiye ayrılır, denilir. îlim kelimesi ikisinde de genel olup hakikat olarak ikisini kapsamaktadır.
Yine «varlık», kadim ve muhdes, vacip ve mümkün diye ikiye ayrılır, denir. İstiva için de Allah'ın istivası ve kulun istivası diye ikiye ayrılır, denir. İrade, rahmet, sevgi gibi isimler de Allah'ın iradesi, rahmeti ve sevgisi; kulun iradesi, rahmeti ve sevgisi diye ikiye ayrılır, denir.
«Hakikat» in sadece kulun mahlûk ve muhdes olan sıfatını kapsadığını, Allah'ın sıfatını kapsamadığını zanneden kimse, son derece cahil bir kimsedir. Çünkü yüce Allah'ın sıfatı en mükemmel, en tam ve bu güzel isimlere daha lâyıktır. Allah ile kulun zatı arasında bir bağlantı (nisbet) olmadığı gibi Allah'ın sıfatı ile kulun sıfatı arasında da bir bağlantı (nisbet) yoktur. Nasıl olup kul güzel isimlere lâyık ve âlim, kadir, işiten ve gören denilmeğe lâyık oluyor da yüce Allah bunlara ancak mecaz olarak lâyık oluyor?! Halbuki kulun sahip olduğu her mükemmellik, ona sadece Allah'tan gelmiştir. En güzel mesel O'nundur. Yüce Allah, kulun sahip olduğu her kemâle sahip olmağa daha lâyıktır. Kulun münezzeh olduğu her eksiklikten de yüce Allah münezzeh olmağa daha lâyıktır. Onun için en güzel mesel Allah'ındır. Kullarına kıyas edilmez ve Ona kullarıyla örnek verilmez. Ona daha başka şeylerle, de örnek verilmez. Yüce Allah ile kullar temsil kıyasında aynı misâlde ortak olamayacağı gibi, bireyleri eşit şumûl kıyasında da müşterek olamazlar. Göklerde ve yerde olan en üstün mesel O'nundur. O güçlüdür,Hakimdir»(92).
Bazıları bu isimlere «Müşekkike isimler» adını vermektedir. Çünkü anlam, iki taraftan birinde daha mükemmel bulunmaktadır. Vacip olanda varlık, mümkün olandakinden daha önceliklidir. Kardaki beyazlık fildişindekinden daha önceliklidir. Yüce Allah'ın isim ve sıfatları bu kabildendir. Her iki bölüm arasında bir ölçüde ortaklık varsa da, Yüce Allah kullardan hiçbirine benzemeyecek tarzda bu isimlerle tavsif edilmektedir. Bu ortak kısım da mutlak olarak kullanıldığında lâfzın müsemmasıdır. Yani isim ve sıfatlardaki isim benzerliğidir. îki taraftan biriyle sınırlanmış olarak kullanılırsa, onunla sınırlı kalır.
Varlık, mahiyet ve zât denildiğinde, bu isim yaratanı da, yaratılanı da kapsar ve ikisi için hakikat olan bu isme yaratan yaratılandan daha çok lâyık olur. Ama Allah'ın varlığı, mahiyeti ve zâtı denilirse, bu isim sırf Allah'a özgü olur ve kulun bu müsemmada bir payı kalmaz. Bu isim sadece Allah hakkında hakikat olur. Yine kulun varlığı ve zâtı denilirse, bu isim kula özgü ve onun için hakikat olur. Kulun varlığı, mahiyeti ve hakikati denilirse, yaratan bu müsemmaya dahil olmaz ve sadece kul hakkında hakikat olur.
Cahil kişi «hakikat» isminin sadece kulu kapsadığını sanar. Bu ise, aklen ve dinen olduğu gibi, dil bakımından da yanlışlığı açık bir dalâlettir. Çünkü mevcut her iki varlık arasında bir ölçüde ortaklık ve bir ölçüde farklılık olduğu zorunlu olarak bilinmektedir. Sadece ortaklık bulunan kısma delalet eden şey, farklılığın olduğu kısmı gerektirmez. İslâm'da zorunlu olarak bilinmektedir ki, yüce Allah güzel isimlere lâyıktır. Kullardan bazıları da bu isimlerden bazılarıyla isimlendirilmiştir. Kula işiten, gören, diri, âlim, hakim, rauf, rahim, melik, aziz, mü'min, kerîm gibi isimler verildiği gibi. Bilindiği gibi isimde benzerlik, yaratan ile yaratılanın benzerliğini gerektirmez, sadece iki müsemma arasında belirli ölçüde ortaklaşa bir hususun bulunduğuna delalet gerektirir. Bununla birlikte iki taraf arasındaki farklılık, müşterek husustan çok daha büyüktür.
Dil bakımından yanlış oluşuna gelince; arapça, rumca, türkçe, farsça ve berberi gibi bütün dillerde buna benzer şeyler bulunmaktadır. Bütün milletlerin dillerinde bu bir hakikattir. Hattâ yüce Allah'ın kuldan daha kadir ve fail olduğunu biliyorlar. Kadir Rab ismine lâyık oluşu, kulun buna lâyık oluşundan çok daha büyüktür. Diğer güzel isimlerde de durum aynıdır.
İnsanlar «iki isim arasında bir ölçüde ortaklık vardır» derken, zihinlerin dışında yaratan ile yaratılan arasında ortak bir durum olduğunu söylemek istemiyorlar. Dışarıda iki mahlûk arasında ortak bir şey yokken, yaratan ile yaratılan arasında nasıl ortak bir şey olsun! Böyle bir şeyi ancak Yunan mantıkçıları ve onların uyduları tevehhüm edebilir ki, bunlar dışta hissedilen varlıklar arasında ortak mutlak mahiyetler olduğunu zannetmişlerdir. Bazıları ise, E f -1 a t u n gibi, maddî varlıklardan soyutlamaktadır. Aristo ve î b n - i Sina gibi bazıları da, bunların daima maddî varlıklarda olduğunu söylemektedir.
Bu konuyu başka bir yerde ayrıntılarıyla açıkladık, «mantık ve ilahiyatta» bu meselede tabilerinin düştükleri sapıklıkları sergiledik. Düşünce sahiplerinden bazı gruplar şöyle demişlerdir. Rabbin varlığı mahiyetinin kendisidir. -îspat ehlinin ve İbni Küllâb, E ş' a r î ve başkası gibi sıfat ehli kelâmcılarının görüşü de budur -. Bu da varlık kelimesinin, kelimedeki ortaklık yönünden ikisi hakkında kullanılmış olmasını gerektirir. Bunu Ebû Abdillah e r -Razî, Eş'ari, Hasan el-Basrî ve başkalarından zikretmiştir. Aslında onların görücü bu değildir. Onların görüşü, «varlık» kelimesinin tevafuk (tevatu')la kullanılmış olmasıdır; bu da kadîm ve muhdes diye ikiye ayrılır, şeklindedir. Bunun yanında Rabbin varlığının mahiyetinin kendisi olduğunu da söylüyor. Onlara göre «varlık» kelimesi, «mahiyet» kelimesi gibidir.
Zât ve mahiyet, kadîm ve muhdes diye ikiye ayrılıp Rabbin mahiyeti zâtının aynısı (kendisi) olduğu gibi, varlık (vücud)da kadim ve muhdes diye ikiye ayrılıp Rabbin varlığı zâtının aynısı ve kulun varlığı da zâtının aynısıdır. Bir şeyin zâtı, onun mahiyetidir.
Lâfız, tevafuk (tevatu') eden lâfızlardandır. Ama izafe edilince iki müsemmadan birine mahsus olur. îki müsemma varlık, zât ve mahiyet müsemmasında ortak olursa, Aristo,  îbn Sina,  Razî ve benzerlerinin zannettiği gibi, dışta herbirinin Özelliklerine ek olarak aralarında ortak bir durum bulunmaz. Hattâ dışta mutlak olarak ne bir varlık, ne bir mahiyet, ne de bir zât bulunur. Mutlak olarak kullanılması şartıyla «mutlak» a gelince; bunlar ve başkaları, dışta var olmadığında ittifak etmişlerdir Eflâtun ve tabiîlerinden sabit olduğu takdir edildiğinde bile bu zaruretle bâtıl bir görüştür.
Şartsız mutlakın ise, dışarda bulunduğu ve muayyen şeyin bir parça olduğu zannedilir. Bu da yanlıştır. Çünkü dışta sadece muayyen şeyler vardır. Yoksa dışta muayyenin parçası olarak bir mutlak yoktur. Ancak bunların parçadan (cüzden) maksatları, mevsufun zâti sıfatı olan şeydir. Çünkü onlara göre mevsuf, zâtı cüzler diye isimlendirdikleri sıfatlardan oluşmuştur. însan canlılık ve konuşmanın birleşmesinden meydana gelmiştir; dedikleri gibi. Bu sentez (terkip) zihnî bir sentezdir. Zihinde mürekkeb olan mahiyet bu şeylerden mürekkeptir. Bunlar da o mahiyetin parçalandır.
Dışta varolan hakikata gelince; o da bu sıfatlarla muttasıftır. Ne var ki, bunlardan çoğu zihni varlıkla dıştaki varlığı karıştırmıştır. Bu yanılma filozofların sözlerinde çokça meydana gelmiştir. Pisagorcular gibi. Bunlar dışarıda sayılabilen şeylerden soyutlanmış olan sayıların (soyut sayı kavramının) varlığına inanırlar. Eflatun-cular ise, idelerin (rnûsûl) varlığını, dışardaki belirli varlıkların mutlak hakikatler: olarak değerlendirirler. Bu hakikatler de dışardaki muayyen varlıklarla beraberdir. Tıpkı aklî cevherlerin gerçek oluşları gibi. Bunlara «soyut kavramlar» (mücerredât) denir: Madde, heyûlâ, akıllar ve nefisler gibi.
Nevileri oluşturan ve cinsler ve fasıllar adını verdikleri mahiyetten önce olan zâtı sıfatlar ile mahiyetten ayrılmayan ve genel olarak araz ve havas adını verdikleri arızî sıfatlar arasında ayırım yapmaları da bu kabildendir. Bunlar beş tümeller (külliyat-ı hamse)dir ki, cins, fasıl, nevi, genel araz, hassa'dan ibarettir. Bunlar sebebiyle mantık ve ilahiyat anlayışlarında çok kişiyi dalâlete götüren yanlışlar meydana gelmiştir. Buna başka yerde dikkat çektik ve geniş bir şekilde açıkladık. Onun iç'n «mürekkeb» lâfzı onlarda beş anlamda kullanılmıştır. Bunlar vücud ve mahiyetten mürekkeb, zât ve sıfatlardan mürekkeb, hususî ve umumîden mürekkeb, madde ve sûtetten mürekkebtir. Bir de tek cevherlerden oluşmuş ferdi cevherleri (atom) kabul ederler.
Muhakkik âlimler gibi bu mânâlara terkip adının verilmesinin bir terim (isimlendirme) işi olduğunu bilirler. Bu da, ya dışta var

lığı olmayan zihni bir şeydir, ya da mevsufta bulunan (mevcut) birden fazla sıfata raci olmaktadır ki, doğrusu da budur.
Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in görüşü, yüce Allah'ın sıfatlarının gerçek olduğudur. Hatta kemâl sıfatları O'nun zâtının bir gereğidir ve lâzımı kemâl sıfatları olmadan zâtının sübûtu mümtenî (imkânsız) -dir. Hatta sıfatları bulunmayan herhangi bir zâtın gerçeklik kazanması mümkün değildir. Bütün bunları başka yerde açıkladık.
Belirtmek istediğimiz şudur: «Bu bir insandır» denildiğinde, bu isimle işaret edilen varlık bir tek insandır, mutlak insan bunun bir parçası değildir. Burada insan ancak mukayyed bir insan olup dışta değil, ancak zihinde mutlak olarak bulunur. Ama «insanlık» hakkında aynı şey denilirse, anlaşılan mânâ, ikisi arasında bir benzerliğin bulunduğu ve ayan (ayrı ayrı varlıklar) da ikisinin ortak olacağı bir şeyin bulunmadığıdır.                           

Aklı olan bunu düşünsün. Çünkü bu, birçok şüpheleri gidermektedir. Bu konuyu kavrayan bir kimse, bu isimlerin mânevi değil, lâfzı iştirak ile söylendiğine kail olanların yüce Allah'a ait isimleri, «kavramlara» işaret etmeyen salt özel isim sayanların ve dışta ayrı ayrı (ayan) varlıkların ortak olduğu mutlak hakikatların bulunduğunu iddia edenlerin yanlışlığını anlamış ve görmüş olur. Yine Rab-bin kendisi için müstahik (sahip olmağa lâyık) olduğu şeylerde başka bir varlığın hiçbir şekilde ortak olamayacağını ve sıfatlarının hiçbirinde, yaratılanlardan hiçbir şeyin ona benzemediğini anlar.
Yaratılmış şeylere gelince, sıfatlarında başkası ona benzeyebilir. Ancak sahip olması gereken sıfatlardan başka şeyde ona ortak olmaz. İkisi hakkında kullanılan ve birbirine benzeyen (mütevatî') isimler, ayrı ayrı ikisi için de hakikattir. İkisi için umumi ise, ikisini kapsamış olur. Ama mutlak ise, ikisinin tasavvuru onda ikisinin ortak olmasına engel olmaz. Mukayyed ise, o zaman kullanıldığı şahsa mahsus olur.
Allah'ın varlığı, zâtı, ilmi, kudreti, görmesi, işitmesi, irâdesi, kelâmı, rahmeti, gazabı, istivası, inmesi, sevmesi, v.b. denilirse, bütün bu isimler hakikat olarak Allah'ın isimleri olur ve yaratılmış olan hiçbir varlık ona dahil olmadığı gibi, onlarda mahlûkattan hiçbir şey de ona benzer olmaz.
Kulun varlığı (vücudu), zâtı, mâhiyeti, ilmi, kudreti, görmesi, işitmesi, kelâmı, istivası, inmesi denildiğinde de, bunlar hakikat olarak, kula mahsus olur ve hiçbir şekilde Allah'ın sıfatlarına benzer olmazlar.
Bundan daha açık bir şey var; Yüce Allah cennette yiyecekler, içecekler, giyecekler, evlenmeler ve Kur'an'da bildirdiği başka şeyler olduğunu haber vermiş, yine cennette süt, bal, içki, et, ipek, altın, gümüş, huriler, köşkler ve diğer şeyler olduğunu bildirmiştir. İbn Abbas-, «Dünyada bulunanlarla cennette bulunanlar arasında sadece isim benzerliği bulunmaktadır» demiştir.
Âhiretteki bu hakikî şeyler, bazı yönlerden dünyada bulunan şeylere benziyor ve isim hakikat olarak ikisini birden kapsıyorsa bile, dünyadaki bu hakiki şeylerin benzeri değildir. Bilindiği gibi Allah kula benzemekten münezzehtir. Böyle olunca, Allah'ın sahip olduğunu bildirdiği isim ve sıfatlarda kullarına benzediği, bu isim ve sıfatların Allah için hakiki olmadığı nasıl söylenebilir? Üstelik Allah'ın mahlûkattan farklılığı mahlûkatın birbirinden farklılığıyla kıyas kabul etmezken. Göklerin ve yerin Rabbi bu güzel isimlere ve üstün sıfatlara öncelikle sahip olmasına nasıl itiraz edilebilir?!
Cahil kişi, kelâmcıların, Araplar istiva kelimesini, insanın eve yahut gemi üzerine istiva etmesi veya geminin Cûdi dağına istiva etmesi gibi, bazı yaratıkların istiva etmesi için kullanmışlardır. Tıpkı konuşma, işitme ve görme sözcüklerini yanak, kirpik, kulak, dudak gibi organların bulunduğu yer için kullanmışlardır, sözü gibi sözlerine bakarak sapıtır. Çünkü böyle bir şey yalandır ve şeriatta sapıklık çıkarmaktır. Zira rahmet, ilim ve irâde lâfızlarını, yürek ve et parçasının bulunduğu yer için kullanmışlardır, diyen kişi, ancak cehaletini ortaya koymaktadır.
Araplar insana, ancak ona izafe ettiği şeyleri kullanmışlardır. Kulun işitmesi, görmesi, kelâmı, ilmi, irâdesi, rahmeti ve ona mahsus şeyleri kullanmışlarsa, bu ancak kulun özelliklerini kapsar. Allah'ın işitmesi, görmesi, kelâmı, ameli, irâdesi ve rahmeti şeklinde kullanmışlarsa, bu da ancak Allah'a mahsus şeyleri kapsar ve kulların özelliklerinden hiçbir şey bunun kapsamına girmez. Âyet-i kerimede, istiva, yüce Allah'a tahsis edilerek zikredilmesine rağmen bu istivanın hakikat olması halinde kulların sıfatlarından bazısını kapsadığım zanneden kimse, dillerin delâletlerim, hakikat ve mecazı hiç bilmeyen koyu bir cahildir.
Bu cahiller anlayışlarının başında yaratanın sıfatlarını, yaratılanın sıfatlarıyla temsil ediyorlar. Sonra da bunları nefy ve tatil ediyorlar. Bu konuda ancak kula mahsus olan şeyleri anlıyorlar. Bunun içeriğini nefyederek yüce Allah'ın sahip olması gereken sıfat ve özelliklerini inkâr etmiş, Allah'ın isim ve sıfatlarında îlhada düşmüş, akli kıyasın ve şer'î nassın dışına çıkmış oluyorlar. Ellerinde ne açık bir mâkul, ne de açık bir menkul kalıyor.
Halbuki bunların, ispat ehlinin kanıtladığı ve sıfatlardan bazılarını ispat etmeleri kaçınılmazdır. Bazılarını ispat, bazılarını nef-yederlerse, o zaman onlara şunu sormak gerekir: Nefyettikleriniz ile ispat ettikleriniz arasında ne fark vardır? Niçin bunlar gerçek oluyor da, diğerleri gerçek olmuyor? Böyle bir durumda verecekleri hiçbir cevap yoktur. Şeriat ve değer açısından cehaletleri ve sapıklıkları da ortaya çıkmış olmaktadır.
Peygamberlerin ispat ettiği isim ve sıfatlardan bazısını inkâr edenlerin hepsinin sözlerini inceledim ve tümünün çelişki içinde olduğunu gördüm. Hepsi de nefyettikleri için, nefyeden kişinin, ispat etmek için getirdiği delilin benzerini getirirler. Bu durumda iki şeyi de, ya nefyetmeleri veya ispat etmeleri gerekir, ikisini nefyederlerse, o zaman vâcibu'l-vücûdun hem var, hem yok olduğunu söylemeleri gerekir ki, nefyeden aşırı mülhid, filozof ve Karmatîlerin sonucu budur. Zıd iki şeyi birden nefyediyorlarsa, bilinmelidir ki, iki zıd bir arada olamayacağı gibi, ikisi de birlikte yok olmaz.
İki zıdlığın onda bulunmadığını söylerken yüce Allah'ı önce tasavvur etmeleri, sonra onu ifade etmiş olmaları kaçınılmazdır. Zira tasdikten önce tasavvur bulunur. Onu tasavvur edip gerçek vâcib veya başka şekilde ifade ettikleri takdirde, nefyettikleri şeylerde, kaçınamayacaklarının mukabili olarak, ortak kısmı ispat etmeleri de kaçınılmaz olur. Allah'ın isimlerinin sadece lâfzi iştirak (lâfız benzerliği) ile kullanıldığını söyledikleri halde, bundan bir şeyin tasavvur edilmesi mümkün değildir.
Hem bir yıldızın hem de satın alan kişinin adı olan «müşteri» sözcüğü gibi, yine hem bir yıldızın, hem de Süheyl îbn A m r '-m adı olan «Süheyl» gibi, mânevi değil de, lafzı müşterek olan iki müşterek olabilir. Birisine, «bana Süheyl İbn Amr geldi, bu malı satın alacak budur», denildiğinde, bu lâfızdan hiçbir şekilde yıldızı anlamaz. Ama lâfzın o yıldız için vazedildiğini bilmesi halinde böyle bir şeyi anlayabilir. İsimler tevâfuk, (tevatu') eden isimler değilse, insanlar, onun zâtına mahsus olduğunu bilmedikçe, onun isimlerinden hiçbir şey anlamazlar. Onun zâtına mahsus olan şeyi bilmediklerinden, hiçbir şey anlamış olmazlar.
Sonra varlığın kadim (ezelî) ve muhdes (sonradan yaratılmış) şeklinde bölümlere ayrıldığını bilmek, zorunlu bir bilgidir. Buna ancak sofestâîler karşı çıkar. Aynı şekilde iki isim arasında ortak bir tarafın bulunduğunu bilmek de zorunlu^ bir bilgidir. Lâfız ikisi hakkında hakikattir, denildiği zaman bu, dil sahiplerinin lâfzı mutlak olarak söylemiş ve mutlak ortak mânâyı ifade etmiş olmalarına ihtiyaç göstermez. Hayat, ilim, kudret, istiva, hatta el gibi, ancak başkasına oranla mevcut olan anlamlar mahallinden soyutlanmış olarak dışta bulunmayacak şekilde başkasıyla kaim bir isim veya bir sıfat olan şeylerdendir. Ancak düşünürler, mutlak küllî kavramları soyutlamak istediklerinde onları mutlak küllî lâfızlarla ifade etmişlerdir. Dilciler de konuşmalarının başında, meselâ «Zeyd geldi», «bu, Zeyd'in yüzüdür» gibi ifadeler kullanır ve gelişin, yüzün sahibine işaret ederler. Muhatap da bunu anlar.
Bazan da «Amr geldi», «Amr'ın yüzünü gördüm», «at geldi», «atın yüzünü gördüm» derler. Dinleyici bu ikisi arasında hem ortak ve hem de farklı bir taraf olduğunu anlar. Yine Amr'ın bir gelişi ve yüzü olduğu, ona nisbetinin Zeyd'e gelişin ve yüzün nisbeti gibi olduğunu, yani ikisinin de yüzü ve gelişi olduğunu anlar, Amr'ın Zeyd gibi olduğunu anlarsa, gelişinin ve yüzünün de onun gelişi ve yüzü gibi olduğunu anlar. Atın Zeyd gibi olmayıp ona ancak bazı yönlerden benzediğini anlarsa, atın gelişinin ve yüzünün Zeyd'in gelişi ve yüzü gibi olmadığını, sadece bazı yönlerden ona benzediğini anlar.
Aynı şekilde «melekler geldiler» ve «Peygamberler meleklerin yüzlerini gördüler» denildiği zaman, meleklerin gelişinin ve yüzünün olduğu ve onlara nisbetinin, gelişin ve yüzün insana nisbeti gibi olduğunu anlar. Bunun hakikatini bilmesi, meleklerin hakikatini bilmesini izlemektedir. Melekleri ancak icmali olarak biliyor ve keyfiyetlerini tasavvur edemiyorsa, gelişleri ve yüzleri bakımından da ancak icmali olarak biliyor ve keyfiyetini tasavvur edemiyor demektir.
Yine «cinler geldiler» sözü de bu şekildedir. Bütün bu yerlerde lâfız, onların anlamlarına hakikat yolu ile işaret etmektedir. Hatta «meleğin hakikati ve mâhiyeti, cinnin hakikati ve mâhiyeti gibi değildir» denildiğinde, ikisi için hakikat ve mahiyet lâfzı hakikat yolu ile kullanılmış ve tevatu' eden isimlerden olmuş olur. Halbuki müsemmalarda benzerliğin bulunmadığı belirtilmiştir. Aynı şekilde, «dünya içkisi ve altını, âhiretin içkisi ve altım gibi değildir, sütü ve balı da âhiretin sütü ve balı gibi değildir», denildiğinde, ikisinde de isim hakikat yolu ile kullanılmış olmasına rağmen burada benzerliğin olmadığı tasrih edilmiş olmaktadır.
Buna benzer şeyler çoktur. Birisi, bu yaratık şu yaratık gibi değildir; konuşan bu canlı   konuşmayan şu canlı gibi değildir, yahut şu beyaz renk bu siyah renk gibi değildir veya yaratan varlık yaratılan varlık gibi değildir gibi şeyler söylediğinde, bu isimler, birbirine benzemediği ifade edilen iki müsemma hakkında hakikat yolu ile kullanılmış olmaktadır. Tevatu' eden isimler, iki müsemma birbirinin zıddı ve birbirinden farklı da olsa, aralarında bir ölçüde benzerliğin bulunmasını gerektirir.
Bir kimse, Allah'ın isim ve sıfatlarının hakikat olması halinde Allah'ın yaratıklara benzer olacağını, sıfatlarının onların sıfatlarına benzeyeceğini zannederse, insanların en cahili ve sözünün başı safsata, sonu da zındıklık olur. Çünkü bu, yüce Allah'ın bütün isim ve sıfatlarının nefyini gerektirir ki, bundan daha büyük zındıklık ve ilhad olmaz.
Hakikat ve mecaz sebeblerinde eşit oldukları halde iki sıfat arasında ayırım yapan bir kimse, söylediklerinde çelişkili, görüşünde isabetsiz, Kitab'ın bir kısmına inanan, bir kısmını inkâr eden kişilere benzemiş olur.
Akıllı ve saygın bir kişi bu durumları iyice düşündüğünde, selefin ve imamların mezhebinin son derece doğru, sıhhatli ve kapsayıcı olduğunu, sarih mâkulün ve sahih menkulün gereği olduğunu anlar. Buna aykırı davrananın da kendisinden dönebilecek kişinin döndürüldüğü çelişkili sözleri yanında aklın ve naklin gereği dışına çıktığını, fıtrata ve sahih nakle muhalif düştüğünü kavrar. Yüce Allah'tan bize ve bütün mü'min kardeşlerimize nimetini tamamlamasını, dünya ve âhiret iyiliğini vermesini dileriz(*).
Bunun Allah'ın sıfatlarıyla ilgisi yoktur. Bazısı, yüce Allah'ın «Musa'nın ardından milleti, ziynet takımlarından, canlıymış gibi böğüren bir buzağı heykeli yaparak onu tanrı edindiler. O buzağının kendileriyle konuşmadığını ve yol da göstermediğini görmediler mi? Onu tanrı olarak benimseyip kendilerine yazık ettiler»(93), âyetinde yüce Allah'ın cisimden maddi bir cesedi ilâh edinenleri kötülediği-ni söyleyerek, Allah hakkında sıfatların ispat (kabul) edilmesinin, onun cisim olmasını gerektirdiğini, böyle bir şeyin de bu şer'i delil ile geçersiz olduğunu iddia etmektedir. Bu konuda şeriata dayandığım iddia eden kişinin söylediklerinin özeti budur. Ona, bu söylediğinin birçok yönden bâtıl olduğu söylenir. Şöyle ki:
1 — Bu şey olsa olsa, cisim olmasının nefyine değil, ceset olmasının nefyine işaret etmektedir. Sıfatı nefyedenlere göre cisim, cesetten daha geneldir. Onlara göre cisim, lâtif (şeffaf) ve kesif (yoğun) diye kısımlara ayrılır. Halbuki ceset böyle değildir.
Bu sözlerle, dilcilerin ceset olduğunu söyledikleri, sözlük anlamındaki cisim kasdediliyorsa, cevap olarak denilir ki: Arş üzerine istivasının kabul edilmesi onun ceset, yani sözlük anlamındaki cisim olmasını gerektirmez. Zorunlu bir bilgidir ki, hava yer yüzeyinin üstündedir ve ceset, yani lûgavî cisim değildir.
Arş üzerine istiva etmiş olsaydı cisim olurdu, cisim de cesettir, ceset de şeriatla merduttur, sözleri mugalâtadan ibarettir. Çünkü cisimle ceset kasdedilmişse, birinci mukaddime (öncül) imkânsız olur. Zira aklı olan hiçbir kimse, arş üzerinde olsaydı ceset olurdu diyemeyeceği gibi, ilmi ve kudreti olsaydı ceset olurdu da diyemez. Yine görür ve konuşur olsaydı, ceset ve beden olurdu diyemez. Çünkü meleklerin ilmi ve kudreti vardır, görür ve konuşurlar. Cinler de böyledir. Yine hava başka şeylerden üstte olur ve ceset değildir.
Kelâmcılar işaret edilen, görülen veya görülebilen, yahut sıfatlarla nitelenen, ya da başkasından üstün ve yukarıda olan her şeye cisim diyorlar.
Cisimden maksat, kelâmcıların «işaret edilen» dedikleri ise, o zaman şöyle cevap verilir: Bu kelâmı izah ile ceset ve cisim, arapçada ceset demek değildir. Belki bu, kalın ve ince, ceset olan ve olmayan şeklinde bir takım bölümlere ayrılır. Onun için fakıhler, eğer pislik, ölü hayvan gibi bir ceset ise, hükmü şudur, idrar gibi ceset değilse, hükmü şudur derler.
Delilin o şeyin ceset olmadığını gösterdiği takdir edilecek olursa, bu ıstılaha göre cisim olmaması gerekmez. Çünkü cisim onlara göre cesetten daha geneldir. Özel olanın nefyedilmesinden genelin de nefyi gerekmez. Meselâ, o insan değildir, sözünden onun hayvan olmadığı gerekmediği gibi, «Cisim- sözcüğünün sözlükteki anlamı ile kelâmcıların örfündeki anlam arasında bir ortaklık vardır. Sözlükteki anlamı, ceset anlamının kendisi ise -ki belirtilen delille bu nefyedilmiştir - bu sıfatlara sahip olursa cisim olur, diyerek bizzat istivayı veya başka sıfatları nefyedenlerin sözü yanlış olur. Çünkü o takdirde mülâzemet nefyedilmiş ve iki mukaddime (öncül) den biri (ya birincisi veya ikincisi) bâtıl olmuş olur.
Bunun benzeri şudur: İlim ve kudreti olsaydı araza mahal olurdu ki, bu da kusurların ve âfetlerin mahallidir. O zaman Kuddüs ve Selâm olamaz. Çünkü dilcilere göre araz, insana arız olan  (sonradan ilişen) hastalık ve benzeri şeylerdir. Onda bu şeylerin olması caiz olsaydı, yüce ve mukaddes olan Allah kusurlu ve eksik olurdu. Halbuki Allah, bu şeylerden münezzehtir. O, Selâm ve Kuddüs'tür.
«Araz» sözcüğü de, sözü edilen sözlük anlamı ile kelâmcılann örfündeki anlamı arasında müşterektir, ilim ve kudrete mutlak olarak araz adını verenlere göre arazın anlamı hayat, ilim, kudret, hareket ve sükûn gibi başkasıyla ayakta duran, varlığını, başka şeye borçlu olan şeydir.
Başkaları ise, iki zamanda devam etmeyen yani geçici olandır, diyorlar. Yaratıklardaki sıfatların aksine Allah'ın sıfatları sonsuza kadar kalıcıdır. Halbuki kulların sıfatları kalıcı değildir.
Burada söylenmek istenen şudur «Onda ilim ve kudret kaim olsaydı araz olurdu. Araz olanda da âfetler olur». Bu söz bir mugalâtadır ve mukaddimelerden biri bâtıldır.
«Araz» sözcüğü sıfatla açıklanırsa, ikinci öncül bâtıl olur. İnsana arız olan hastalık ve benzeri şeylerle açıklanırsa, o zaman birinci öncül bâtıl olur.
Bunun benzen şudur: Arşı üzerine istiva etmiş olsaydı, sonradan bir iş yapmış ve ondan işler sâdır olmuş olurdu. Çünkü istiva sonradan ortaya çıkmış bir fiildir. - Önce yokken sonra olmuştur -. Onun istiva etmesi sonradan meydana gelseydi, kendisinde sonradan işler meydana gelen olurdu. Kendisinde sonradan işler meydana gelen ise, bir fiil yapmış olur. Allah ise bundan münezzehtir. Çünkü Resûlullah şöyle buyurmuştur: «Sonradan bir olay (bid'at) çıkarana Allah lanet etsin». Yine "Sonradan çıkan (bid'at) şeylerden sakının. Çünkü her bid'at dalâlettir».
Buna şöyle cevap verilir: Sözlükte hadis, önce yokken sonradan meydana gelen şeydir. Allah dilediğini yapar. Yaptığı bütün işler, sonradan meydana gelen şeylerdir. Resûlüllah'ın sözünü ettiği sonradan meydana gelen (muhdesat) işler ise, dinde ihdas edilen (çıkarılan) bid'atlardır. O da kişinin dinde, Allah'ın teşri buyurmadığı bir şeyi sonradan uydurmasıdır. Kulların dinde bid'at çıkarması yasaklanmıştır. Allah ise, dilediğini ihdas eder ve hiçbir kimse O'nun yaptığına karşı çıkamaz.
Mücmel ve müteşabih lâfız istidlalde kullanılırsa, sapma ve saptırma meydana gelir. Akıl sahiplerinin çoğunun ihtilâflarının müşterek isimler sebebiyle olduğu söylenmiştir.
2 — Şu da yukarıdaki istidlalin bâtıl olduğunu gösterir: Yüce Allah yaratıkların ne bedenleri, ne ruhları, ne de başka bir şeyleri cinsinden olmaktan münezzehtir. Yüce Allah bu yaratıkların herhangi birinin cinsinden olursa, O'nun hakikati de onların hakikati gibi olurdu. Biri için gerekli olan bir şey, diğeri için de gerekli veya mümteni, ya da vâcib olanın diğeri için de vâcib veya mümteni olması gerekirdi. Bu ise mümkün değildir. Çünkü kadîm ve vâcibu'l-vücûd'-un, kadîm ve vâcibu'l-vücûd'dan başkası olması, hiçbir şeye muhtaç olmaması, mümteni olan yaratığın da yaratıcıya muhtaç olması mümteni olacak bir gani (ihtiyaçsız) olmasını ve buna benzer çelişkilerin meydana gelmesini gerektirir. Halbuki yüce Allah kendisini, bir dengi, benzeri, rakibi ve adaşının bulunmasından tenzih etmiştir.
Bu şer'î ve aklî deliller yüce Allah'ın, insanların veya başka yaratıkların cinsinden olmaktan münezzeh olduğunu göstermektedir. Ancak «Musa'nın ardından milleti, ziynet takımlarından canlıymış gibi böğüren bir buzağı heykeli yaparak onu tanrı edindiler» âyetiyle istidlal eden kimse çok zayıf bir delille istidlal etmiş olur. Çünkü Cevheri ve başkaları, cesed'in beden anlamına geldiğini söylemişlerse de, gerçekte cesedin başka anlamlan da vardır. Cisim kökünden «tecessüm etti» denildiği gibi, ceset kökünden de <tecessüd etti> denir. Cesedin diğer bir anlamı da, zaferan ve benzeri boyadır. Yine kan anlamına da gelir. Nitekim N â b i ğ a «putlara dökülen kanlar (cesetler)» demiştir.
Kur'an'da geçen cesetten maksat ne bu, ne de odur. Buzağı da, insan vücudu gibi bir vücudu olan ve sığır gibi bir bedeni bulunan demek değildir. Buzağı böyle olmamıştır. Araplar kan bulaştığı zaman
جسد به الدم يجسد جسدا  فهو جاسد و جسد    derler. Nitekim şair şöyle demiştir:
«Yaş ve kuru kana boyanmış kırmızı bir bilek»
Kırmızı ceset ve mücessed, çok iyi boyanmış demektir. Bu isim ona, çok boya tuttuğu için verilmiştir. Kelimede yapışkanlık ve yoğunluk anlamı bulunmaktadır. Onun için fakîhler yoğunlaşmış ve yoğunlaşmamış necaset derler.
Kur'ân-ı Kerîm'deki cesetten maksat, içi dolu, birbirine yapışık ve yoğunlaşmış bir şey, yahut canlılığı olmayan şeydir. Kur'ân-ı Kerim'de «ceset» kelimesi dört yerde geçmektedir: «Biz onları yemek yemez birer ceset yapmadık»(94), «Andolsun ki Süleyman'a bir fitne

de verdik ve tahtının üstüne bir ceset bıraktık. Sonra tevbe ile rücû etti»(95), «Musa'nın ardından milleti, ziynet takımlarından, canlıymış gibi böğüren bir buzağı heykeli yaparak onu tanrı edindiler»(96), «Bunun üzerine Samirî onlara böğüren bir buzağı heykeli ortaya koydu». Bu da sanki karnı olmayan, içi dolu, yahut cansız bir buzağı gibidir. «Böğüren» demiştir. Cesedi olan, bedeni olan, cismi olan bir buzağı dememiştir. Çünkü cesedi olan her buzağının bedeni ve cismi olan buzağı olduğu bilinmektedir. Zaten buzağı denilince cesedi ve ruhu olan buzağı anlaşılır.
Söylenmek istenen şudur: Onu ruhsuz, içi dolu bir şekilde ortaya koymuş, böylece hemen eksikliği açığa çıkmıştır. Çünkü hareket ve hayattan yoksundu.
Bir defa böğürdüğü söylenir. Denilebilir ki, cesetten maksat, içi dolu veya yoğunlaşmış ve benzeri bir şey ise, eksikliğini göstermek için bu şekilde zikredildiğinin söylenmesi nedendir? Zaten sapma, bu açıdan olmuştur. Halbuki eksikliği «Onlarla konuşmaması ve bir yola hidayet etmemesi» yönündendir.
Hayattan yoksun ise, o zaman eksikliği hayattan ve benzeri kemâl sıfatlardan yoksunluğu yönündendir, yoksa bedeninin olup olmaması yönünden değildir. İnsanın bedeni vardır, denilebilir.
Onlara diğer buzağılar gibi bir buzağı veya vücudu tam bir insan veya canlı bir at, yahut bir deve, ya da başka bir hayvan ortaya koysaydı, yine onun bedeni olur ve böyle bir şey, acaip büyük bir şey olur ve dolayısıyla onun yolaçacağı fitne de daha korkunç olurdu. Ama yüce Allah ortaya konan ve noksanlık sıfatları taşıyan bu şeyin maksadı gerçekleştirdiğini ifade etmektedir.
3 — Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Onlarla konuşmadığı ve onlara yol göstermediğini görmediler mi?» Kusurları arasında ceset sahibi oluşunu zikretmemiş, sadece kusur olarak «onlarla konuşmadığı ve onlara yol göstermediğini belirtmiştir. Beden sahibi olmak bir ayıp ve noksanlık olsaydı, bu da söz konusu edilirdi.
Bundan da anlaşılıyor ki, âyet bir şeyin beden sahibi olmasının ayıp ve noksanlık olduğuna işaret ettiğini söyleyenlerin yanlışlığını göstermektedir. Bu delil, tıpkı ayın veya güneşin batmasını delil göstermeleri gibidir. Batmak mânâsındaki «ufûl» kelimesinin sözlük anlamını değiştirmiş ve hareket olduğunu söylemişlerdir. Hz. î b -r a h i m ' in bunu, ayın veya güneşin Âlemlerin Rabbi olmadığına delil gösterdiğini sanmışlardır. Halbuki böyle olsaydı, lehlerine değil, aleyhlerine hüccet olurdu.
4  — Yüce Allah onu, böğürmesi olan cesetten ibaret buzağı olarak nitelemiş, sonra «Onlarla konuşmadığı ve onlara yol göstermediğini görmediler mi?» demiştir. Başka bir sûrede ise şöyle buyurmuştur: «Bunun üzerine Samiri onlara böğüren bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. O ve adamları «Bu, sizin de Musa'nın da tanrısıdır, ama o unuttu» dediler. Görmüyorlar mıydı ki, o heykel onlara ne söz söyleyebilir, ne zarar ve ne de fayda verebilirdi?»(98).
Yüce Allah onun bir ceset olduğunu bildirmekle kalmamış, onun böğürmesi olduğunu, onlarla konuşmadığını, onlara fayda veya zarar sağlamadığını da belirtmiştir.
Noksanlığını gerektiren, ya bütün sıfatların toplamı veya bazısı, yahut herbiridir. Eğer noksanlığının sebebi sıfatların toplamı ise, o zaman bir sıfatın noksanlığı değildir. Bazısı ise o zaman ceset oluşu ile böğürmesi arasında bir öncelik yoktur. Aynı şekilde bu iki sıfatın konuşmaması, fayda veya zarar vermemesinden önceliği yoktur. Sıfatların herbiri ise, biliyoruz ki onlar böğürmesi ve diğer sıfatlarla sapıtmışlardır. Halbuki yüce Allah onun konuşmamasını, fayda veya zarar vermemesini onlara karşı delil göstermiştir.
5  — Kur'ân-ı Kerîm'de ceset oluşu ile böğürmesi bulunmasının bir eksiklik sıfatı olduğunu gösteren bir işaret yoktur. Ancak Kur'-an'ın noksanlık olduğuna delâlet ettiği  sıfatlar,  onlarla konuşmaması, onlara fayda ve zarar vermemesidir. Bu da gösteriyor ki, böğürmesi sestir. İnsan da seslenir. Öküz de böğürür. İnsan başkasıyla konuşur ve ona yol gösterebilir.
Yüce Allah buzağının sıfatlarının başkasıyla konuşan ve başkasına yol gösteren insanın sıfatlarından noksan olduğunu açıklamıştır. O halde tapan (insan), tapılan (buzağı)dan daha mükemmeldir. Bu da gösteriyor ki, onlarla konuşsaydı yine ses çıkarmış olacaktı. Bu bakımdan sesinin belirtilmesi noksanlığını göstermek için olsaydı, «Onlarla konuşmadığını görmediler mi?» âyetiyle istişhad bâtıl olurdu. Onlarla konuşması olsaydı, bu konuşma ancak duyacakları bir sesle olurdu. Bundan da anlaşılıyor ki, ses çıkarmasının belirtilmesi, bir noksanlık sıfatı olduğundan değildir. Cesedin zikredilmesi de aynı şekilde bir noksanlık olduğu için değildir.Sonuç olarak, Kur"ân-ı Kerim'in bu şeyleri zikredip onları ayıp saydığını ve buzağının ilâh olmadığına bunları delil getirdiğini iddia eden kimse, delâlet etmediği bir şeyi Kur'ân-ı Kerim'e isnad etmiş olur. Çünkü aksine delâlet etmektedir.
6  — Yüce Allah, Hz. İbrahim'in babasına şöyle dediğini ifade etmektedir: «Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun? »(99) Yine şöyle buyurmuştur-. «Çağırdığınız zaman sizi duyarlar veya size bir fayda ve zarar verirler mi? demişti. Hayır, ama babalarımızı da bu şekilde ibadet ederken bulduk, demişlerdi»'(100). İlâh olmadıklarını görüp işitmemelerini, fayda ve zarar sağlamamalarını delil olarak göstermiştir. Taş olsun veya başka bir şey olsun, ikisinin de bedeni ve cismi olmasına rağmen, fayda ve zarar vermedikleri için ilâh olmadığını söylemiştir. Sadece bunu delil göstermek yeterli olsaydı,  Hz.  İbrahim  ve diğer peygamberler onu zikrederlerdi. Bu yeterli olmadığı için, peygamberler de yüce Allah'ın yaptığı gibi, putların kudret, kelâm ve hareket gibi kemâl sıfatlarına sahip olmamalarını delil göstermişlerdir.
7  — Yüce Allah'ın zikrettiği bu şeyler, ya yüce Allah'ın bu sıfatlardan bazılarına sahip olduğuna işaret etmekte, ya da etmemektedir. İşaret etmiyorsa, söyledikleri bâtıl olur; ediyorsa, o zaman yüce Allah'ın işitme, görme, kudret, fayda ve zarar, kullarla konuşma gibi kemâl sıfatlarına sahip olduğuna işaret etmektedir. Bu da âyetlerin, sıfatların nefyine değil, ispatına işaret etmiş olmasını gerektirmektedir. Sıfatlan nefyedenler, onları kabul etmenin tecsimi ve tecsidi gerektireceğini iddia ettikleri için nefyetmişlerdir. Halbuki delil gösterdikleri âyetler, onların lehine değil, aleyhinedir. Sıfatlan nefyedenlerin delil gösterdikleri bütün âyetlerde durumun böyle olduğunu, bu âyetlerin istediklerine değil, onun aksine delâlet ettiğini müşahede ettik.
8  — Her cisim bir ceset ve güneş, ay, yıldızlar, putlar ve Allah'tan başka tapılan bütün şeyler birer cisim ve ceset ise ve yüce Allah, buzağı hakkında bunu tanrı olmadığım belirtmek için zikretmişse, bu delilin Allah'tan başka tapılan bütün şeyler için geçerli olması gerekir. Bilindiği gibi yüce Allah bunu buzağı dışındaki varlıklar hakkında zikretmemiştir. Onları yoldan çıkarmasının sebebini açıklamak için bir ceset olduğunu belirtmiştir, yoksa bu delili aleyhlerine getirdiği için değildir. Onlara delil olarak sadece onlarla konuşmamasını ve onlara yol göstermemesini getirmiştir.
9 — Yüce Allah A'raf sûresinde şöyle buyurmuştur: «Onların yürüyecek ayakları mı var, yoksa tutacak elleri mi var, ya da görecek gözleri mi var veya işitecek kulakları mı var?»(101). Bu âyetin açıklanmasında iki görüş ortaya konmaktadır.
a — Tapanın tapılandan daha mükemmel olduğunu göstermek için onları bu noksanlıklarla nitelemiştir.
b — Tapılanın bu sıfatların zıddıyla muttasıf olması gerektiğini göstermek için bunları zikretmiştir.
Birinci görüş benimsenirse, aynısının buzağı âyeti için de söylenmesi gerekir. Böylece orada ilâhın sıfatlarına temas söz konusu olmaz. îkinci görüş benimsenirse, yüce Allah'ın putlardan nefyettiği şeylerle muttasıf olması gerekir.
O takdirde, bu şeyler cisim ise, bu işaret o âyette zikredilen şeylere aykırı olur. Bu şeyler cisim değilseler, onları Allah'tan nefyetmek bâtıl olur ve Kur'an ile Sünnet'te varid olan eller türünden şeylerle yüce Allah'ın nitelenmesi vâcib olur. Bunların cisim olması gerekmediği gibi, böyle bir şey tecsim de olmaz. Bu bir tecsim (cisimlendirme) değilse, fevkiyyetin (üstte oluşun) ispatı (kabulü) öncelikle tecsim olmaz. Böylece bunun tecsim olmadığı ve söylediklerinin şeriata aykırı olduğu anlaşılmaktadır.
10 — Kur'an ve Sünnet'in delâleti kemâl sıfatlarının ispatı (kabulü) ve yüce Allah'ın arşı üzerinde sınırlanmayacak kadar büyük ve yüce olduğu şeklindedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Güzel söz O'na yükselir», «Halbuki Allah onu katına yükseltmiştir», «Melekler ve Ruh (Cebrail), O'na yükselir», «Rabbinin yanındaki kimseler». Buna, benzer âyetlerin üçyüz kadar olduğu, hepsi de Kur'an'-dan anlaşılan ve Allah'ın kelâmından kavranan apaçık deliller olduğu söylenmiştir.
Bunların ispat edilmesi (kabulü) yüce Allah'ın cisim ve ceset olmasını gerektiriyorsa, buzağı kıssasında zikredilenlerle bu naslarm gereğini defetmek mümkün olmaz. Çünkü bu âyetlerde salt ceset oluşu - yüce Allah'ın kötülediği ve ilâhlığına engel saydığı - noksanlığın kendisi değildir. Sıfatları ve üstte oluşu cisim ve ceset olmasını gerektirmiyorsa, temel yaptıkları «üstte oluşunu ispat tecsim ve tecsidi gerektirir» sözleri de bâtıl olur. Bunun tecsim ve tecsidi gerektirmediğini kabul ediyorlarsa, o zaman bunu nefyetmek için bir delilleri kalmaz.
Böylece, buzağı kıssası veya başkası Allah'ın cisim veya ceset olmasının imkânsızlığına işaret edince, naslar arasında bir çelişki olmaz. Belki bizzat kendisi arşın üstünde olmakla tavsif edilir ve kendisi hakkında nefyedilmesi vâcib olan şey de ondan nefyedilir.
Sonuç olarak, şeriatta, üstte oluşunu (fevkiyeti) ve başka sıfatlan kabul etmeyenleri destekleyecek hiçbir şey yoktur. Allah daha iyi bilir!

Dip Notlar:
90) 3 Al-l İmrân, 18
91) 2 Bakara, 255
92) 30 Rûm, 27
Buradan itibaren sonuna kadarki kısmın yeri iki nüshada daha öncedir re «zat, kadîm ve muhdes diye ikiye ayrılır, Rabbin mahiyeti zâtından başkadır» ibaresinden sonra bulunmaktadır. (Derleyenler)
93) 7 A'raf, 148
94) 21 Enbiyâ, 8
95)    38 Sâd, 34
96)    7 A'raf, 148
97)   20 Tahâ, 88
98)    20 Tâhâ, 88-89
99)    19 Meryem, 42
100)    26 Şuarâ, 72-74
101)   7 A'raf, 188


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol