Kur'an ve Sünnet
   
 
  İslâm’ın Kabul Edilmesinde Hükümlerinin Yaşanması Esastır

İslâm’ın Kabul Edilmesinde Hükümlerinin Yaşanması Esastır

 

İmam İbni Teymiye diyor ki:

"Malumdur ki şayet, farzı muhal, kavmin birinin Nebi'ye (s.a.v) şöyle dediği varsayılsa:

Biz senin bize getirdiğin şeylere şüphe duymadan kalben inanıyoruz. Kelime-i şehadet'i dilimizle ikrar ediyoruz. Fakat biz senin bize emr yahut nehyedeceğin hiçbir hususta sana itaat etmeyeceğiz. Buna göre; namaz kılmayacağız, oruç tutmayacağız, haccetmeyeceğiz. Doğru konuşmayıp, emaneti iade etmeyeceğiz. Sözümüzde durmayacağız. Sılai rahim yapmayacağız. Emrettiğin hiçbir hayrı işlemeyerek, içki içip açık zina olan yakın akraba ile evleneceğiz. Ashabın ve ümmetinden gücümüzün yettiklerini öldürüp mallarına el koyacağız. Dahası seni öldürecek ve düşmanlarınla beraber sana karşı savaşacağız. Şimdi böyle bir durumda hiçbir akıllı insan Nebi'nin onlara şöyle diyeceğini zanneder mi:

Siz imanı, kâmil müminlersiniz! Ve siz kıyamet günü şefaatıma nail olacaklardansınız! Sizden kimsenin cehenneme girmeyeceği ümit edilir! Tam tersine her Müslüman zaruri olarak bilir ki Nebi (s.a.v) onlara şöyle der:

Siz benim getirdiklerime küfreden insanların en azılılarısınız. Siz böylesi bir durumdan tevbe etmezseniz boynunuz vurulur." (Feteva, 7/287; *Külliyat, 7/235-236)

 

"Yahudiler'den bir grup Nebi'ye (s.a.v) gelip:

Biz senin Allah'ın resulü olduğuna şehadet ediyoruz, demişlerdi. Ne var ki onlar bununla Müslüman olamamışlardır. Çünkü onlar bunu sadece içlerindeki bilgiyi haber vermek suretiyle demişlerdi. Yani biliyoruz ve kesinlikle belirtiyoruz ki sen Allah'ın elçisisin. Devamında Resulullah onlara:

Peki niçin bana tabi olmuyorsunuz? demişti. Onlar da:

Biz Yahudiler'den korkuyoruz demişlerdi.

Bilinmektedir ki mücerred ilim ve ondan haber vermek, iman değildir. Ta ki benimseme ve boyun eğmeyi içeren ve ayrıca içindeki duruma dair verdiği bu haberin gereğiyle beraber inşa suretinde imanı telaffuz edinceye kadar. Mesela münafıklar yalandan haber verdikleri halde içte kâfirdirler. O kimseler ise benimsemeden ve boyun eğmeden ifade etmekte idiler. Bu sebeple zahirde de batınen de kâfir idiler." (Feteva, 7/561; *Külliyat, 7/441)

 

İbni Kayyım ise şöyle demiştir:

Bu anlamda ehli kitaptan bir kâhinin Resulullah'ın (s.a.v) peygamberliğini ikrar etmesi, onun Müslüman olması için yeterli değildir. Müslüman olabilmesi için Peygamber'e (s.a.v) itaat etmesi ve ona uyması da şarttır. Bu ikrarından sonra kendi dininin icablarını yerine getirmesi irtidat ettiiği anlamına gelmez. Bu meselenin misali iki Yahudi aliminin:

Şehadet ederiz ki sen peygambersin, demeleri, bunun üzerine Resulullah'ın (s.a.v):

O halde bana tabi olmanıza engel nedir? diye sorması, buna karşılık ise:

Yahudiler'in bizi öldürmelerinden korkuyoruz, demeleridir. Sadece şehadet etmeleri, Müslüman olmaları anlamına gelmemektedir. (Mesela Resulullah (s.a.v)'ın amcası Ebu Talip onun davasında sadık olduğuna ve dininin yeryüzü dinlerinin en hayırlısı olduğuna şehadet etmiştir. Fakat bu şehadet onun İslâm ile müşerref olmasına yetmemiştir.) Resulullah'ın (s.a.v) hayatında, siyerinde ve sahih haberlerde ehli kitabın ve müşriklerin çoğunun onun peygamber olduğuna, bu davasında sadık olduğuna şehadet ettikleri, buna rağmen İslâm'a girmedikleri hususundaki haberler üzerinde düşünenler, İslâm'ın bu durumun ötesinde bir şey olduğunu, onun sadece bilgi olmadığını, yalnızca bilgi ve ikrar (yani peygamber olduğunu bilip anlamak ve peygamberliğini kabul etmek) da olmadığını, bilakis İslâm denen müessesenin bilgi, ikrar, emir ve yasaklara boyun eğmek, zahiri ve batini her konuda itaat etmek olduğunu göreceklerdir." (Zad'ul Mead, 3/42; *Zad'ul-Mead Terc., 4/186)

"Buna göre şüphesiz Resulullah, risaletinin doğruluğuna şehadet eden o Yahudiler'e Müslüman olmak anlamında İslâm hükmüyle hükmetmemiştir. Çünkü risaletinin doğruluğuna dair mücerred ikrar ve ihbar İslâm (Müslüman) olmayı sağlamaz. Ta ki taat ve mutabaatına sarılınmadıkça (peşinden gidilmedikçe). Nitekim, eğer birisi dese ki ben onun nebi olduğunu biliyorum, lakin ona tabi olmuyor ve dini ile de tedeyyün etmiyorum (dinine sarılmıyorum). Bu kişi en azılı kâfirlerden olur. Tıpkı bu zikredilenler ve diğerlerinin hali gibi. Şu husus sahabe, tabiin ve sünnet imamları arasında müttefekun aleyhtir:

Şüphesiz imanda ne mücerred lisanın telaffuzu ve ne de kalbin marifeti yeterlidir. Aksine bunda aynı zamanda kalbin amelinin de bulunması gerekir. Bu ise Allah ve elçisinin sevgisi, O'nun dinine boyun eğme ve ona taat ile elçisine uymadır. Bu, iman kalbin mücerred bilgisi ve bunun ikrarıdır, diyenlerin hilafınadır." (Miflah'u Dar'is-Seade, 1/94)

Nitekim Hafız da:

Necran heyeti kıssasındaki faidelerden biri de şudur:

Kâfirin nübüvveti ikrar etmesi onu İslâm'a sokmaz (Müslüman yapmaz), ta ki onun ahkamına sarılıncaya kadar, demiştir. (Feth'ul-Bari, 7/697)

 

İbni Teymiye diyor ki:

"Şüphesiz geçen kaideler arasında zikrettim ki:

Muhakkak ki İslâm Allah'ın dinidir. Kitaplarını onunla indirmiş, elçilerini onunla göndermiştir. O, kişinin alemlerin rabbi olan Allah'a teslim olmasıdır. Bu haliyle de Allah'a şirk koşmadan sadece O'na teslim olmuş olur. Dolayısıyla O'nun dışındakileri ilah edinmekten uzak, sadece O'nu ilah edinmiş bir şekilde salim olur. Nitekim bunu sözlerin en faziletlisi ve İslâm'ın özü olan söz beyan etmiştir. O da "La ilahe illallah" şehadetidir. Bunun iki karşıtı vardır:

Kibir ve şirk. Bu nedenle rivayet edilir ki; Nuh (a.s) çocuklarına La ilahe illallah ve Sübhanellah sabitelerini emretmiştir. Bunun yanında onları kibir ve şirkten sakındırmıştır. Bu, başka yerde zikrettiğim bir hadiste gelmiştir. Şüphesiz Allah'a ibadet etmekten kaçınan (müstekbir) O'na ibadet etmiyordur. Dolayısıyla O'na teslim olmuş sayılamaz. O'na ve ondan başkasına ibadet eden ise O'na (şirk,koşan) müşrik olur. Buna göre salim olmuş olmaz. Aksine kendisinde şirk bulunan biri olur," (Feteva, 7/623; *Külliyat, 7/484)

 

"Bu, yani uluhiyet tevhidi, irade ve sülük ehline riayeti gerekli en önemli vacibtir. Oysa sonradan gelen birçok kimse bundan kaymış ve dosdoğru yoldan sapmıştır. Şüphesiz bu uluhiyet tevhidinden inhiraf, sadece kişinin kalbine yönelmek ve ona teveccüh etmekle anlaşılır. Böyle birinde işlerin özü belirginleşir. Böylece genel anlamda rububiyete şehadet etmiş olur. Lakin kendisinde, uluhiyete şehadet etmesi için iman ile furkanı sağlayan Kur'an nuru bulunmazsa -ki bununla tevhit ile şirk ehli arası temyiz edilir. Bu vesileyle Allah'ın sevdikleriyle buğzettikleri, Resulün emrettikleri ile yasakladıkları bilinir- bu durumda bundan (uluhiyyet tevhidi) mahrum olması hasebiyle İslâm dininden çıkmış olur. Çünkü müşrikler rububiyeti genel olarak zaten ikrar ediyorlardı. O müşrikler hakkında Allah (c.c), şöyle demektedir:

''Onların çoğu ancak ortak koşarak Allah'a iman eder." (Yusuf 12/106)

Şüphesiz kişi sadece "La ilahe illallah" 'a şehadet edip onunla beraber uluhiyetinde, sevgisinde, kulluğunda, yönelmesinde, teslimiyetinde, duasında, tevekkülünde, dost edinmesinde, düşmanlıkta, sevdiğini sevmede ve buğzettiğine buğzetmede O'na hiç kimseyi şirk koşmayacak şekilde sadece O'na ibadet ettiğinde hanif ve müvahhit bir Müslüman olur.

Bütün gayretiyle batıl şirkten uzaklaşıp tevhit için gereği gibi çabalarsa bu çaba onu kalıcılığa yaklaştırır ve dolayısıyla "La ilahe illallah" sözü vasıtasıyla tahkiki olarak Allah'ın uluhiyeti gerekçesi ile diğer şeylerin uluhiyetinden uzak durmuş olur. Bu bağlamda Allah dışındakilerin ilahlığını nefyedip kalbinden uzaklaştırır. Böyle olunca da kalbinde sadece Allah'ın uluhiyetini sabit kılıp ebedileştirir.

Sahih hadiste Resulullah (s.a.v) diyor ki:

"Kim "La ilahe illallah" 'ı bilerek ölürse cennete girer."

Başka bir hadiste de:

"Kimin son sözü "La ilahe illallah" olursa cennete girer."

Keza sahih hadiste diyor ki:

"Ölülerinize (ölüm hastasına) "La ilahe illallah" telkin ediniz. Çünkü bu İslâm dininin özüdür. Kim onunla ölürse Müslüman olarak ölmüş olur." (Feteva, 8/369)

 

Şeyh'in ifadelerine dikkat ettiğimizde şöyle dediğini görürüz:

Şüphesiz kişi sadece "La ilahe illallah" 'a şehadet edip uluhiyetinde O'na hiçbir şeyi ortak koşmadan yalnızca O'na ibadet ettiğinde hanif -muvahhit bir Müslüman olur. İslâm'ın hakikatına dair bu kapsamlı tarif onun daha önce zikredilen kitaplarında da mütevatir derecede mevcuttur. Bunların bir kısmından daha önce bahsedilmişti, bir kısmından da inşaallah bahsedilecektir.

Bu dahi İmam'ın, temel ilkelerin özü olan tevhide inanmak ve şirki terk etmek hususunda kimseyi cehalet ile mazur görmediğine dair en açık delillerdendir. Çünkü ona göre müşrikler Müslüman kavramının kapsamına girememektedirler.

Keza ona göre:

hanif; basiret ve şeriat üzerinde müstakim olarak şirki terk eden muvahhit demektir.

Bu mana şeriatın nasları arasında bol miktarda bulunmaktadır. Ayrıca mutlak surette müfessirlerin ifadelerinden de anlaşılmaktadır.

İşte buna dair açık delil ve belgeler:


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol