Kur'an ve Sünnet
   
 
  Kurtuluşun Sağlanmasında Tevhidin Söz ve Amel İle Gerçekleştirilmesi Şarttır

Kurtuluşun Sağlanmasında Tevhidin Söz ve Amel İle Gerçekleştirilmesi Şarttır

 

İmam İbni Teymiye diyor ki:

Kişi, Rabb'i, müstehak olduğu sıfatları ikrar edip münezzeh olduğu her şeyden tenzih etse keza tek başına her şeyin yaratıcısı olduğunu kabul etse de ne muvahhit olabilir ve ne de mü'min.

Ta ki "La ilahe illallah" 'a şehadet edip şirk koşmadan yalnızca Allah'ın ibadete müstehak ilah olduğunu kabul ederek buna sarılmadıkça.

İlah; ibadete müstehak, kulluk edilen ve himaye eden mabud demektir." (Muvafakat'u Sahih'il-Makul li Sarih'il-Menkul bi Hamiş'i Minhac'is-Sünnet'in-Nebeviyye, 1/133)

"Özetle, şüphesiz Allah'ı tevhit etmek ile elçilere ve ahiret gününe inanmak, salih amel ile beraber, biri ötekinin ayrılmaz parçası olarak birbirinin gereğidirler. Buna göre, bu iman ile ameli salih ehli, başta da sonda da saadet ehli olanlardır. Bu imandan çıkanlar ise şaki müşriklerdir. Şu bir sabitedir ki, kim elçileri yalanlarsa o sadece bir müşriktir. Her müşrik elçileri yalanlayandır. Esasen her müşrik ve elçileri reddetmiş her kâfir, aynı zamanda ahiret gününü de reddetmiş (bir kâfir)dir. Nitekim aynı şekilde ahiret gününü reddeden herkes aynı zamanda elçilere de kâfirdir." (Feteva, 9/32)

 

"O felsefeciler, tevhit iddiasında bulunduklarında onların iddia ettikleri bu tevhit ibadet ve amelden oluşan değil, sözden ibaret bir tevhittir. Oysa Resullerin getirdiği tevhitte din ve ibdadetin Allah'a -ki O'nun bir ortağı olmayıp tektir- has kılınması esastır. Bu ise onların bilip tanımadığı bir gerçektir. Onların iddia ettiği tevhit, Allah'ın bütün isim ve sıfatlarının özünün iptal edilmesidir. Bunda küfür ve sapıklık vardır. Esasen şirkin en büyük sebepleri de bunlardır. Şayet söz ve kelam itibariyle, gerçekte muvahhit olsalar bile -ki bu da Allah'ı (c.c) elçilerin bildirdiği sıfatlarla tavsif etmektir-, bu durumda onlarda amelden uzak teorik bir tevhit bulunuyor demektir. Bu ise kurtuluş ve saadet için yeterli değildir. Bilakis, sırf Allah'a ibadet edilmesi ve dışındakilerin terkedilerek yalnızca O'nun ilah edinilmesi gerekir. Esasen bu "La ilahe illallah" ifadesinin manasıdır.

Bu nasıl olur? Aksine onlar söz ve kelam itibariyle muattil olup muvahhit ve muhlis değil, sırf inkarcılardır...

Bu topluluktakilerin zekası ve kavraması olsa da, içlerinde zühd ve ahlak bulunsa da, önceki anlatılan temel ilkeler bulunmadıkça, bu sayılanlar kendilerine azabtan kurtuluş ve saadeti sağlayamazlar. Ta ki daha önce sayılan, Allah'a iman, O'nun tevhit edilmesi, O'na ihlasla ibadet edilerek elçiler ve ahiret gününe iman edilmesi ve bir de ameli salih bulununcaya kadar. Görüş ve ilim sahibi insanlar din ve devlet ricali mesabesindedir. Bütün bu kişilere ortağı olmayan tek Allah'a ibadet etmek, elçilerine ve kıyamet gününe iman etmek dışında hiçbir şey fayda veremez. Nitekim bu hususlar birbirinin gerekleridirler. Sözgelimi, kim sadece Allah'a ibadet ederse onun aynı zamanda elçilerine ve son güne de iman etmesi gerekir ki sevaba müstahak olabilsin. Yoksa bu kişiler vaid (cehennem) ehli olup, kendilerine elçi ile hüccet kaim olduğunda azapta ebedi kalacaklardır."  (Feteva, 9/35-38)

 

Görüldüğü gibi kurtuluş ancak üç temel ilkeyle gerçekleşebilmektedir:

a. Allah'ın ibadet ve uluhiyette birlenmesi,

b. Elçilerine ve kıyamet gününe iman,

c. Ameli salih.

Yok böyle olmazsa, kişi vaid ehlinden olur. Şu var ki bu kişi, kendisine nebevi hüccet kaim olmadıkça kıyamette ebedi cehennemliklerden olmaz. Bu daha önce hakkında izahat verilen bir konudur:

Şüphesiz cennete ancak Müslüman kişi girecektir.

İslâm ise, Allah'ın tevhit ve ilahlık açısından birlenmesi ve O'nun dışında ibadet edilen her şeyin reddedilmesidir. Kim bu kadarını tamamlamamışsa (inanmamışsa) o şüphe yok ki müşriklerdendir. Onun için cehalet ve tevilden kaynaklanan hiçbir özür de yoktur. Ne var ki o dareynde ancak nebevi hüccet kaim olduktan sonra azap görecektir. (Böyle olmakla beraber Müslüman sayılmaz.Yahut bu onun Müslümanlığını gerektirmez.)

 

İbni Teymiye diyor ki:

Aslında dinin O'na halis kılınması ile adalet, her halükarda ve bütün şeriatlarda mutlak olarak vacibtir. Kişinin halis olarak Allah'a ibadet etmesi ve sırf O'na dua etmesi esastır. Bu ondan hiçbir durumda sakıt olmaz. Kaldı ki cennete sadece tevhit ehli girecektir. Bunlar "La ilahe illallah" ehlidir. Doğrusu bu, Allah'ın, kullarından her biri üzerindeki hakkıdır. Nitekim sahihaynda geçen Muaz hadisinde Peygamber (s.a.v) diyor ki:

"Ey Muaz Allah'ın kullar üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun? Dedim ki: Allah ve resulü daha iyi bilir. Dedi ki: O 'nun kullar üzerindeki hakkı O'na ibadet etmeleri ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır."

Ancak dinini, ibadetini ve duasını Allah'a halis kılan kişi kurtulabilir. Dinini ihlasla O'na tevcih etmeyen kişi ise Allah'ın azabından kurtulamaz. Kim de O'na şirk koşmamakla beraber O'na ibadet de etmemekteyse bu kişi O'nun ibadetinden de başkasına ibadetten de geri kalmıştır. Tıpkı Firavun ve benzerleri gibi. Aslında bunun hali müşriğinkinden daha kötüdür. Bu nedenle tek olan Allah'a ibadet etmek lazımdır. Kaldı ki bu bütün kullara şamil bir vacibtir. Hiçbir surette kimseden sakıt olmaz. Esasen bu, umumî İslâm'dır ki Allah din olarak kimseden bundan başkasını kabul etmez. Ancak Allah kendisine elçi göndermedikçe kimseye azap da etmez. Nitekim ona azap etmeyeceği gibi bütün bunların yanında cennete de sadece Müslüman- mümin kişiden başkası giremez. Bu anlamda oraya ne bir müşrik ne de rabbine ibadetden uzak duran bir müstekbir girebilir. Kime de dünyada kendisine davet ulaşmamışsa ahirette imtihan edilecektir. Bunun gibi ancak şeytana tabi olanlar cehenneme girecektir. Kimin de günahı yoksa cehenneme girmez. Çünkü Allah (c.c), elçi göndermedikçe hiç kimseye cehennem ile azap etmez. Kime bir elçinin mesajı ulaşmamışsa, mesela çocuk, deli ve mahza fetretde ölen kişi gibi. Bunlar da ahirette imtihan edilir. Nitekim rivayetler bunu pekiştirmiştir. (Feteva, 14/476-477)

 

Şu husus Şeyh'in ifadelerinde çok açıktır:

Şüphesiz ahirette kurtuluş sadece şu üç noktayı gerçekleştirenler içindir:

a - Allah'ı tevhit etmek,

b - Elçilere, kıyamet gününe iman etmek ve

c - Ameli salih.

Çünkü ayette şöyle deniyor:

"Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır." (Al-i İmran 3/85)

Hadiste de şöyle deniyor:

"Cennete sadece Müslüman şahıs girer."

Buna göre kim tevhit ile gelmez ve şirke bulaşırsa o müşriktir. Dünyada kendisine ahkamın icrası noktasında hiçbir özür olamaz. Çünkü bu kişi fıtrat, misak ve akıl hüccetlerini nakzetmiştir. Fakat bu kişi için dünya- ahiret azabını gerektiren bir anlamda küfür sıfatı (el-küfr'ul-muazzep aleyh) sabit olmaz. Ta ki kendisine nebevi hüccet kaim oluncaya kadar. Velev ki hüccetten önce azabı gerektirecek amelde bulunsa bile. Bu Allah'ın kullarına rahmet ve fazlındandır.

 

İbni Teymiye (r.a) şöyle demiştir:

"Şüphesiz elçiler sadece Allah'a davet etmekle gönderildiler. Onlar ahiret hayatını hem mücmel ve hem de mufassal olarak anlatmışlardır. Kıssalar bunu uzun - kısa farklı şekillerde anlatmaktadır.

Uluhiyet ise bütün bunların özüdür. Bu manada, O'nun dışındakilere değil de sadece O'na ibadet etmenin ne demeye geldiğinin açıklanması gerekir. İşte bu amaçla gelmiş her nebinin şu üç esas prensibi hep olagelmiştir:

a. Allah'a iman,

b. Kıyamet gününe iman,

c. Ameli salih." (Feteva, 17/125-126)

 

Felsefeciler, kelam ve kurallar (kanun) ehli, ki o kuralları mesele ve konulara dair koymuş ve akabinde kişi ancak bunlarla İslâm'a girebilir ve dinin aslını sadece bunlarla gerçekleştirebilir, diye iddia etmişlerdir.

İşte İmam bu tip kimselerden bahsederken diyor ki:

"Bunlar tağutlarını taklit etmekte ve şöyle demektedirler:

Bu kıyasî yollarla elde edilmeyen hiçbir şey, ilim ifade etmez. Bu ise birçok kimse için mümkün olamamaktadır.

Bunlardan biri, vacip imanın kendisiyle elde edildiği şeydir. Böyle olunca da söz konusu kişi kâfir, zındık, münafık, cahil, sapık, saptırıcı, zalim, kefur olur. Keza resulün düşmanlarının ekabirinden ve milletin münafıklarından olur.

Onlar hakkında Allah (c.c) şöyle demiştir:

"(Resulüm!) İşte biz böylece her peygamber için günahkârlardan düşman (lar) peyda ederiz. Hidayet verici ve yardımcı olarak Rabbin yeter." (Furkan 25/31)

Bazılarında iman ve nifak birden hasıl oluyor. Böylece de mürted olmuş olur. Bu, ya dinin aslında yahut da bazı kanunlarındadır. Bu riddet ise ya nifak riddetidir veyahut da küfür irtidadıdır. Bu çok ve genel bir vakıadır. Özellikle de cahiliye, nifak ve küfrün yaygın olduğu dönem ve beldelerde daha da çoktur. Bu kimselerde öyle acaip bir cehalet, zulüm, kizb, küfür, nifak ve dalalet vardır ki burada anlatabilmek mümkün değildir.

Şimdi basit (hafi-gizli) konularda bile şöyle denilir:

O bu konuda hatalıdır, dalalettedir. Ancak sahibi tekfir edilen hüccet kendisine kaim olmamıştır. Böyle iken, bu tuhaflıklar, onların bazı gruplarında, umum ve husus her Müslümanın İslâm dininden olduğunu bildiği açık ve zahir konularda bile vaki olmaktadır. Dahası Yahudi, Nasara ve müşrikler hep biliyorlar ki bu, Muhammed'in getirdiğidir. Buna muhalefet eden tekfir edilmektedir.

Söz gelimi onun şirk koşmadan tek Allah'a ibadeti emretmesi ve Allah dışında birine mesela melekler, nebiler vs. ibadeti yasaklamış olması gibi. Şüphesiz bunlar İslâmî şiarların en belirgin ve zahir olanlarıdır.

Mesela Yahudi, Nasara ve müşriklere düşmanlık edilmesi (dostluk kurulmaması) fuhuş, riba, içki, kumar, vs. haram olması gibi konular.

Sonra onların ileri gelenlerinin büyük bir kısmımın bu pisliklere daldığını görürsün. Bu halleriyle de mürted olmuşlardır. Her ne kadar bundan tevbe edip, bazı kabile reisleri gibi, dönenler varsa da.

Mesela el-Akra', U'yeyne ve İslâm'dan irtidat eden diğer gruplar gibi. İşte bunlar daha sonra geri dönmüşlerdir. Onlardan kimisi nifak ve kalbî marazla itham edilmiştir. Kimisi de bu halde değildir.

Esasen o kimselerin liderlerinden birçoğu böyledirler. Bazen İslâm'dan apaçık bir irtidadla mürted olduklarını ve kimi zaman da ona döndüklerini görürsün. Tabi ki kalbindeki maraz ve nifakla beraber. Bu da onlar için üçüncü bir hal olur. Bunda iman nifaktan daha galibtir. Fakat gene de nifak nevilerinden salim olmaları gayet nadirdir. Bu konuya dair onlardan gelen hikayeler çok meşhurdur.

Bundan daha açık olanı şudur:

Onlardan kimisi müşriklerin dini ve İslâm'dan irtidat hakkında kitaplar tasnif etmiştir. Mesela Razi, yıldızlara ibadet hakkında bir kitap tasnif etmiş bunda, bunun güzellik ve faydalarına dair deliller serdetmiş, insanları buna teşvik etmiştir. İşte bu, bütün Müslümanların ittifakı ile İslâm'dan irtidattır. Her ne kadar sonradan İslâm'a dönmüş olsa da. Aslında bunların ilim, amel ve ahlak türünden emrettiklerinden hiçbiri Allah'ın azabından kurtuluşa kafi gelmez. Nerde kaldı ki; ahiret nimetlerine ulaştırsınlar. Allah (c.c) diyor ki:

"Kim, Allah'a iftira eden ya da O'nun ayetlerini yalanlayandan daha zalimdir? Onların kitaptan nasipleri (ne ise) kendilerine erişecektir." (Araf 7/37) 

"Peygamberlerimiz onlara apaçık mu'cizeleri getirince, kendilerinde bulunan bilgi ile gururlandılar. Alaya aldıkları şey kendilerini kuşatıverdi"-"Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman, Allah 'a inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik, dediler. "- "Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Allah'ın kulları hakkında cari olagelen adeti budur. İşte kâfirler burada hüsrana uğramışlardır."  (Gafir 40/83-85)

Burada da A'raf ta bildirdiğinin benzerini bildirmektedir. Resulün getirdiğinden yüz çeviren o kimseler Allah'ın şiddetli azabı geldiğinde Allah'ı birleyip şirki terketmişlerdir. Bu ise onlara fayda vermemiştir. Tıpkı Fira'vn hakkında anllattığı gibi. O, tevhit ve risaleti inkâr ediyordu. Fakat boğulmayla karşı karşıya gelince şöyle demiştir:

"Nihayet (denizde) boğulma haline gelince, gerçekten, İsrail oğullarının inandığı ilahtan başka ilah olmadığına ben de iman ettim. Ben de Müslümanlardanım, dedi." (Yunus 10/90)

Ayrıca şu iki ayette de şöyle denilmektedir:

"Kıyamet gününde, Biz bundan habersizdik, demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları kendilerine şahid tuttu" (Araf 7/172-173)

Bu tür ayetler, Kur'an'ın birçok yerinde mevcuttur. Bunlar beyan ediyor ki:

Resuller şirk koşmadan sadece Allah'a ibadeti emretmiş O'nun dışındaki yaratıklara ibadetten de sakındırmışlardır.

Ayrıca şüphesiz saadet ehli, tevhit ehli ve müşrikler ise şekavet ehli kimselerdir. Keza peygamberlere iman etmeyenlerin müşrikler olduğunu belirtmektedirler. Buradan anlaşıldığı gibi tevhit İle elçilere iman birbirinin mütelazımıdır (gereğidir). Tıpkı ahirete imanın da böyle olması gibi. Bu üç husus da birbirinin ayrılmaz gerekleridir. Bu nedenle şu ayetteki gibi araları birleştirilmiştir:

"Ayetlerimizi yalanlayanların ve ahiret gününe inanmayanların arzularına uyma, çünkü onlar, rablerine eş tutuyorlar." (Enam 6/150)

Muhakkak anlaşılmıştır ki saadetin aslı ve azaptan kurtuluşun gerekçesi, şirk koşmadan sadece Allah'a ibadet ile O'nu tevhit etmek, elçiler ve ahiret gününe iman ile ameli salihtir.

İşte bu hususlar bahsi geçen o kimselerin hikmetleri arasında bulunmamaktadır. Evet şirk koşulmadan yalnız Allah'a ibadetin emredilmesi ve mahlukata ibadetten nehyedilmesi onların sabiteleri durumundaki hikmetleri içerisinde yoktur. Aksine alemdeki her şirk kendi cinslerinden birinin görüşüyle vukua gelmiştir. Onlar şirki emretmiş ve fiilen de işlemişlerdir. Şimdi onlardan kim şirki emretmez ise fakat aynı zamanda nehy de etmezse aksine o kimseleri de şu kimseleri de kabul etmekte ise, sözgelimi herhangi bir şekilde muvahhitleri tercih etseler bile aynı zamanda onlarla beraber müşrikleri de seçerler. Böylesi insanlar bu durumla iki hususu birden terketmiş olurlar.

Bu noktayı iyi düşün, bu çok önemli bir husustur. Şüphesiz ben onların kitaplarında yıldızlar ve meleklere ibadet ile enbiya ve diğerlerinin nefislerinden apayrı nefislere ibadeti içeren ve fakat gerçekte şirkin özü olan şeyler gördüm. Bu kimseler tevhit iddiasında bulunduklarında şüphesiz onların bu tevhidleri ibadet ve amelsiz bir söz tevhididir. Oysa elçilerin getirdikleri tevhitte mutlaka şunlar bulunmaktadır:

Dinin halisen Allah için olması ve şirk koşmadan sadece O'na ibadet edilmesi prensibi. Bu ise onların hiç anlamadığı bir şeydir. Çünkü onların iddia ettiği tevhit, isim ve sıfatların hakikatini sırf iptal etmektir. İlaveten içinde küfrün/ şirkin en önemli sebepleri olan sapıklıklar mevcuttur." (Feteva, 18/53-58)

 

Şeyh'ul-İslâm'dan yapılan bu önemli alıntılardan şu hususlar anlaşılır:

1. İslâm'ın gerçekleşmesinde tevhit şarttır. Kişinin İslâm'ı onsuz sahih olamaz.

2. Müşrik İslâm'a girinceye kadar tevhidi öğrenmeye muhtaçtır.

3. Müşrik dinde bidatçı olup alemlerin rabbine şirk koşmaktadır. Bu, müminlerin yolundan başka bir yola uymaktır.

4. İslâm, sırf Allah'a teslim olmak demektir. Kim Allah'a ve ondan başkasına ibadet ediyorsa Müslüman sayılamaz. Allah'a ibadet etmekten kaçınan müstekbir de böyledir.

5. Şüphesiz gereklerini yerine getirmeden (teslim olmadan) sırf ikrar etmek, İslâm (Müslüman) olmak demek değildir. İslâm beraberinde itaat edilen bir ikrardır. Bu da sahabe, tabiin ve sünnet imamlarının üzerinde ittifak ettiği bir husustur.

6. Uluhiyet tevhidi, tevhit ehli ile şirk ehli arasını ayıran temel farktır. Şüphesiz kul şirki bilerek ve basiretle terkedip başkalarını dışlayarak sadece Allah'ı ilahlıkta birlediğinde hanif, muvahhit bir Müslüman olur.

7. Allah'ın azabından ancak zahir ve batın olarak tevhit, risalet ve ahiret gününe iman ve ameli salih ile kurtulunabilir. Müşrik ise dareynde, mutlaka hüccetin ikamesinden sonra azap görür. Aynı şekilde nimetlendirilmez de, hüccet ikame edilinceye dek. Çünkü cennete sadece Müslüman mümin şahıs girecektir.

8. Bütün peygamberler, şirk koşmadan sadece Allah'a ibadet etme emrini genişçe anlatmışlardır. Çünkü bu, esasların esasıdır.

 

İbni Kayyım şöyle demiştir:

"İslâm, Allah'ın birlenmesi ve şirk koşmadan sadece O'na ibadet edilmesi ve ayrıca Allah'a ve Resulüne iman ve onun getirdiği hususlarda kendisine itaat etmektir. Bu şekilde olmayan kul Müslüman değildir. Bu durumdaki biri muannid bir kâfir değilse de cahil bir kâfirdir." (Tarik'ul-Hicreteyn,411)

 

Muhammed b. Abdulvehhab da şöyle diyor:

Bil ki başından sonuna kadarki bütün elçilerin davet ettiği tevhit, Allah'ın bütün ibadetlerde birlenmesidir. Bunda hiçbir mukarrep melek ve gönderilmiş peygamberin herhangi bir hakkı yoktur. Bunların dışındakilere ise hiç yoktur. Bu çerçeveden olarak sadece O'na dua edilir. Ayette şöyle deniyor:

"Mescidler şüphesiz Allah'ındır. O halde, Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın (dua)."  (Cin 72/18)

Buna göre kim gece- gündüz Allah'a ibadet etse sonra da bir peygamber ya da kabrine gittiği bir evliyaya dua ederse şüphesiz iki tane ilah edinmiş demektir. Haddi zatında bu kişi Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet etmemiştir. Çünkü onun ilahı o çağırdığı kişidir. Tıpkı bugünkü müşriklerin Zübeyr, Abdulkadir vs. kabri yanında yaptıkları gibi.

Kim Allah'a bin kurban kesse sonra da bir nebi yahut başkasına da bir tane kesse bu kişi iki ilah edinmiş olur. Ayette dendiği gibi:

"De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim (nüsuk), hayatım ve ölümüm hepsi alemlerin Rabbi Allah içindir.," (Enam 6/162) Nüsük, hayvan kesmektir. Artık buna kıyasla.

Kim ibadetlerini Allah'a halis kılsa ve bunlarda kimseyi O'na ortak kılmasa bu kişi "La ilahe illallah" 'a şehadet eden biridir, demektir. Kim de bu ibadetlere Allah yanında başkasını da katarsa bu ise müşrik ve "La ilahe illallah" 'ı inkâr eden biridir. Zikrettiğim bu şirkler bugün hadiste zikredilen garibler dışında şarkta ve garbta herkeste bulunuyor. (Bu garipler ise ne kadar da azdır.) (Kütüb-i Sitte, 17/530) Bu hususta bütün mezhep alimleri arasında hiçbir ihtilaf yoktur." (er-Resail'uş-Şahsiyye kitabından er-Risalet'ul-İ'şrun, 166-167)

"Bil ki bu kelime, küfürle İslâm arasını ayıran alameti farikadır. O da takva kelimesi olup urvetul vüskadır. Bu ise İbrahim'in (a) ortaya koyduğudur:

"Bu sözü ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki insanlar (dinine) dönsünler." (Zuhruf 43/28)

Bundan murat onun manası bilinmeden (cehaletle) dil ile söylenmesi değildir. Nitekim münafıklar bunu söylemekteydiler. Böyle iken onlar cehennemde en alt tabakada, kâfirlerin altındadırlar. Hem de onlar namaz kılıp tasaddukta bulunmalarına rağmen. Aksine bundan murad, bunu kalben bilerek, kendisini (kelimei tevhid) ve müntesiblerini severek söylemektir. Keza ona muhalefet edenlere buğzedip düşmanlık göstermektir.

Nitekim Resulullah (s.a.v) şöyle diyor:

"Kim ihlasla Allah'tan başka ilah olmadığını söylerse"

bir rivayette "kalbten gelen ihlasla"

bir diğerinde "kalben tastik ederek"

başka bir hadiste de "kim La ilahe illallah der ve Allah dışında ibadet edilen her şeyi reddederse" denilmiştir.

Ve daha başka insanların ekserisinin bu şehadete cehaletini gösteren diğer hadisler..." (Tarih'u Necd, 397)

 

Beğavi:

"Ey Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlardan kıl." (Bakara 2/128)

Yani muvahhitler olarak itaat edip sana huşu göstererek, diye tefsir etmiştir.

İbni Kesir, İbni Cerir'den naklen şöyle diyor:

Bu dua ile şu kastedilir:

Bizi emrine teslim olanlardan ve itaatine boyun eğenlerden kıl. İtaat ve ibadette başkasını sana ortak koşmayacağız, demektir. (İbni Kesir Terc., 2/567-568)

Kurtubi:

"Allah nezdinde hak din İslâm'dır." (Al-ilmran3/19) ayeti hakkında diyor ki:

Bu ayetteki din, itaat ve millettir. İslâm ise, iman ve itaat manasındadır. Bunu Eb'ul-Aliye belirtmiştir. Ayrıca mütekellimlerin çoğu da bu görüştedir.

Beğavi şöyle diyor:

İslâm silme (barış) girmektir. Bu da inkıyad ve taattır. Mesela teslim oldu (İslâm oldu) denilir. Bu, selamete giriş yaptı ve teslim oldu demektir. Katade, "Allah nezdinde hak din İslâm 'dır." (Al-i İmran3/19) ayeti hakkında:

"La ilahe illallah" şehadeti ve Allah katından gelenleri ikrar, Allah'ın kendisi için teşri buyurduğu dinidir. Elçilerini onunla göndermiş velilerini de ona teşvik etmiştir.Ondan başkasını kabul etmeyecek ve sadece onunla sorumlu tutacaktır, demiştir."

İbni Kesir ise şöyle demektedir:

Bu, Allah'ın, hiç kimseden, İslâm'dan başka bir din kabul etmeyeceğinin ilanıdır. Muhammed'le (s.a.v) son buluncaya dek her dönemde Allah'ın kendileriyle göndermiş olduğu hususlarda, elçilere ittiba etmektir. Bu İslâm, özel olarak Muhammed (s.a.v) vasıtasıyla gelmiş olan yol-metoda dönüşmüş olarak Allah'a giden diğer yolların hepsini kapatmıştır. Kim Muhammed'in (s.a.v) bisetinden sonra onun şeriatından başka bir din ile Allah'a kavuşursa bu ondan asla kabul edilmeyecektir.

Nitekim ayette şöyle deniyor:

"Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o ahirette ziyan edenlerden olacaktır." (Al-i İmran 3/85; * İbni Kesir Terc., 3/1199)

İşte bu Kur'anî ayetler ve nebevî naslar ile selefi salihinin bunlara dair yaklaşımından -Allah'ın izin ve keremiyle- rahatlıkla şu anlaşılıyor:

Şüphesiz Allah'ın din edinmemizi ve uğruna, insanlar da bunu benimseyinceye kadar savaşmamızı emrettiği din İslâm'dır. Bu diğer dinlerin tümünün aksine O'nun nezdinde razı olunmuş bir din olup, cennete girmek ve ateşte ebedi kalmaktan kurtuluşun, müntesiblerine mahsus olduğu İslâm'dır. Bu ise, Allah'ın ilahlık, itaat ve ibadette birlenmesi, batın ve zahir olarak şirk koşmadan sadece O'na inkıyad edip boyun eğmek ve itaat etmekle beraber, O'nun dışındaki ibadet edilen herşeyi reddetmek demektir. Ayrıca, gereklerine itikat ve iman etmeden kelime-i şehadeti sırf telaffuz etmek değildir. Bunun gibi, şirkten soyutlanıp tevhide yönelme,hanif olma ve İslâm'ın hükümlerini kabul etme yani başkasından değil sırf Allah'tan kabul etme mecburiyeti söz konusu olmadan da olmaz.


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol