Kur'an ve Sünnet
   
 
  Mezarlıklarda Dua ve Dilekte Bulunmak

بســـم الله الرحمن الرحيم

 

Mezarlıklarda Dua ve Dilekte Bulunmak

 

Bu tür meselelerden biri mezarlara karşı veya mezarlara yönelik olarak dua etmek üzere buraları ziyaret etmekdir.

Bilmek gerekir ki, mezarlar karşısında veya bu tür başka yerlerde dua yapmak ikiye ayrılır:

1 - Belirli bir yerde yapılan bu duanın tesadüfen yapılmış olması, söz konusu yerde özellikle dua etmek amacı taşınmaması durumunda yapılan dua.

Meselâ; yolda giderken dua eden bir kimsenin tesadüfen mezarlık yanından geçmesi veya mezarlığı ziyaret edip sünnete uygun şekilde mezarlık sakinlerini selâmladıktan sonra, hem kendisi ve hem de karşısındaki ölüler için Allah'dan (c.c.) bağış ve mutluluk dileyen kimsenin durumu gibi. Bu ve buna benzer mezarlık dualarının hiç bir sakıncası yoktur.

2 -  İkinci durum, mezarlıklarda yapılan duaların daha makbul olacağı düşüncesi ile özellikle buraları dua yeri olarak belirleme durumudur, İşte mezarlıklarda yapılan duaların yasak olan kısmı budur. Bu yasaklık ya haram veya kaçınmayı özendirici (Tenzihi) niteliktedir. Ama harama daha yakın bir yasak olması daha güçlü bir ihtimaldir.

Bu iki dua şekli arasındaki fark açıktır. Açıklayacak olursak:

Herhangi bir kimse Allah'a dua ederken tesadüfen bir putun, bir hac'ın (salib'in) yada bir kilisenin yanından geçse veya yakınında farkında olmadığı bir put bulunan yerde dua etse, yahud yolculuk sırasında geceyi bir kilisede geçirmek zorunda kalıp orada Allah'a dua etse veya bir arkadaşının evinde misafirken orada gece Allah'a dua etse, hiç kuşkusuz bu duaların hiç bir sakıncası olmaz.

Buna karşılık aynı kişi eğer duasının öncelikle kabul edileceğini umarak bir putun, bir haç sembolünün veya kilisenin yanında dua etse yaptığı hareket ağır bir günah olur. Hatta bu kişi belirli bir evi, bir hanı veya herhangi bir sokak başını kabul edilme önceliği umarak özellikle dua yeri olarak seçse, bu davranışı haram hareketler sınıfına girer. Çünkü böyle yerlerde yapılacak duanın hiçbir üstünlüğü yoktur.

İşte dua etmek için özellikle mezarları seçmek de bu kategoriye girer, hatta saydığımız yerlerin bazılarında yapılan dualardan daha büyük bir günahtır. Çünkü Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- mezarlıkları mescid bayram (tören) yeri edinmeyi ve oralarda namaz kılmayı açıkça yasaklamıştır. Oysa saymış olduğumuz yerlerin bazıları hakkında böyle açık bir yasaklama yoktur.

Şunu da belirtmek gerekir ki, bazı kimselerin peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- dayandırarak naklettikleri “Çeşitli meseleler karşısında şaşkınlığa düştüğünüz zaman mezarlıklarda ölülerin yardımına başvurunuz” gibi sözde hadisler alimlerin ortak görüşüne göre asılsızdır, uydurmadır.

Bu söylediğimizin aşağıda sayacağımız bir kaç önemli gerekçesi vardır:

1 - Söz konusu gerekçelerin birincisi, artık açıkça belli oldu ki, Peygamberimizin mezarlıklar karşısında dua etmeyi yasaklamasının sebebi, bu hareketin mezarlıkları öncelikli bir dua yeri diye belleyerek, mezarlar karşısında saygı duruşu yaparak veya orası ile ilgili olarak kalblerde korku veya saygı besleyerek bir tür müşrikliğe kapı açmasını önlemektir.

Bilindiği gibi herhangi bir derde düştüğü için sıkıntı içinde dua edenin, başka türlü söylersek yağmurun yağmasını istemek gibi bir hayrı çekmek veya savaşta düşmanı yenmek gibi bir zararı savmak amacı ile dua eden kimsenin, öncelikle kabul edileceğini umarak mezarlıklarda yaptığı dua, normal ve sıkıntısız zamanlarında buralarda farz namazlarından birini kılan kimseye göre fitneye ve yanlış saplantılara kapılmaya daha yatkındır.

Buna karşılık mezarlıklarda namaz kılanların kalblerinde, bu yüzden çoğunlukla fitne doğmaz. Fakat sıkıntılı anlarında buralarda dua edenler daha çok fitneye kapılmaya açıktırlar. Mezarlıklarda namaz kılmanın yasaklanmasına gerekçe olan fitne ve yıkım bu kimseler hakkında kesinlikle söz konusu olduğuna göre bu yasak onlar için daha çok geçerlidir.

Bu durum Allah'ın dinini iyi kavramış, sırf Allah'ın rızasına dönük dengeli dinimizin ilkelerini iyi bilen ve Takva önderlerinin Tevhid titizliği ile şirkin bütün yollarını tıkayan tutumlarını anlayabilmiş kimseler için açık bir gerçektir.

2 - Mezarlıkları dua etmek üzere seçmek, buralarda yapılacak olan duaların başka yerlerde yapılan dualardan daha çok kabul edilme şansına sahip olacaklarını ummak, ne Allah'ın (c.c.) Kitabı ve ne Peygamberimizin buyruklarında yeri olan, ne sahabiler, tabiin ve İslâm imamlarının her hangi biri tarafından uygulanan ve nede ilk dönem alimleri ile seçkin şahsiyetlerinden biri tarafından dile getirilen bir tutumdur.

Tersine hicrî iki yüz yıllarından sonra yaşamış bazı son dönem (muteehhirin) alimlerinden ve sahabiler zamanındaki olaylardan öğrendiğimize göre, o dönemlerde birçok büyük kuraklık yaşanmış. Ayrıca başka bazı belâlara uğradıkları halde acaba Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- mezarı başına gelerek yağmur yağsın diye dua mı etmiş, veya başlarına gelen belâların giderilmesi için ağlayıp sızlanmışlar mı?

Ne münasebet! Bunun yerine meselâ; Hz. Ömer'in, İbn-i Abbas'ı -Allah her ikisinden de razı olsun- yanına alarak yağmur duasına çıktığını ve bidatçı mantığın bekleyebileceği gibi bu duayı Peygamberimizin mezarı başında yaptırmadığını görüyoruz. Hatta söz konusu kuraklık sırasında Hz. Ayşe'nin Peygamberimizin mezarına yağmur yağsın diye üzerini açmasına, çünkü rahmet olan yağmurun O'nun mezarına ineceğine inanmasına rağmen, ne Rasulüllah'ın mezarı başında yağmur yağsın diye dua etmiş nede yüksek sesle ağlayıp sızlanmıştı.

Bu yüzden Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun ve anam babam yoluna feda olsun- hücresi ikinci nesil müslümanları (Tabiin) döneminde yapılınca üstünde göğe açık bir delik bırakılmıştı. Bu güne kadar olduğu gibi duran o deliğe bir mum konmuş ve bu mum da çevresine yerleştirilen taşlarla tutturulmuştu. O dönemde hücrenin tavanı göğe açıktı. Mescid ile Minberin yangın geçirmesi üzerine hicri altı yüz elli küsur yıllarında hücrenin üzerine çatı yapılınca Hicaz'da ateş görülmüş ve arkasında Bağdat ve diğer yörelerde Moğol (tatar) fitnesi baş göstermiştir.

Konu hakkında daha geniş malûmat için bakınız: İbn Kesir, El Bidaye ve El-Nihaye, c. 13, s. 187,193; olayın geçtiği yıl, hicri 654 yılıdır. Ayrıca gene adı geçen eserin 13. cildinin 187 ve 192. sayfalarına da bakabilirsiniz.

Bu iki olay da aynı yılda vukuu bulmuştur. Söz konusu yangın olayı Cenab-ı Peygamberin mucizelerindendir. Bu konunun meydana geleceğine değgin haberi Buhar-i, Müslim ittifakla nakletmişlerdi. Orada Cenab-ı Peygamber şöyle buyuruyordu:

“Hicaz toprağından Basra'daki develerin boyunlarını aydınlatacak bir ateş çıkmadıkça kıyamet kopmayacaktır.”

Buhari, Fitneler kitabı, yangının çıkma zamanı, babı: H. No: 7118, Müslim, Kitab, Fitneler ve kıyamet anının -saatinin- şartları; hicaz toprağından bir ateş çıkmadıkça kıyametin kopmayacağı babı, H. No: 2902.)

 

Arkasından Mescid ve hücre çatısı ilk şekline göre onarılmış ve Hücrenin çevresine ahşab bir duvar çekilmiştir. Bundan epeyce sene sonra Hücrenin çatısı üzerine kubbe yapılınca bir çokları buna karşı çıkmışlardı.

Öte yandan Muhammed b. İshak “Meğazî (İslâm Savaşları Tarihi) adlı eserinde Ebu Halde Halid b. Dinar'a dayanarak Ebu Aliye'nin şöyle bir olay anlattığını nakleder;

Tuster kendini fethettiğimiz zaman Hurmuzan prensliğinin hazine odasında üzerinde bir ölünün yatmakta olduğu bir divan bulduk. Ölünün baş ucunda kendisine ait bir mushaf vardı. Mushafı alıp, Halife Ömer'e getirdik. Ömer de Kâab'ı çağırarak bu Mushafı arap harflerine çevirtti. O mushafi, elimizdeki şu mushafları okuduğumuz gibi, ilk okuyan arap ben oldum.

Ebu Aliye'ye o mushafta başka ne gibi yazılar olduğunu sordum. Bana orada İslâm tarihi, İslâm gelenekleri arap dilinin çeşitli lehçeleri ve ilerde olacak olaylar hakkında bilgiler olduğunu söyledi.

Kendisine ölüyü ne yaptıklarını sordum. Bana gündüzleyin on üç ayrı yerde mezar kazdıklarını ve gece karanlığında adamı toprağa verdikten sonra halk tarafından yerleri belirlenip açılmasınlar diye açılan tüm mezarları belirsiz hale getirdiklerini anlattı.

Ebu Aliye'ye o ölüden ne gibi isteklerde bulunduklarını sordum. Bana beldelerinde kuraklık görülünce adamın divanı odadan dışarı çıkardıklarını ve bunu yapınca yağmura kavuştuklarına inandıkların söyledi. Kendisine halkın onun kim olduğuna inandığını sordum. Bana adının Danyal olduğunu söylediklerini anlattı. Kendisine onu bulduklarından kaç yıl önce öldüğünü sordum. Ebu Aliyye adamın üçyüz yıl önce öldüğünü belirtti. Kendisine adamın vücûdunda bir değişiklik olup olmadığını sordum. Bana:

“Hayır sadece saçlarının bir kısmı dökülmüştü. Çünkü Peygamberlerin vücûdlarının etlerini ne toprak çürütür ve ne de yırtıcı hayvanlar yer” diye cevap vermişti.”

(Adı geçen olayı anlattıktan sonra diyor ki, İbn Kesir: Bu hadisin Ebulâliye dayandırılması sahihtir. Bu olayın doğruluğunu destekler başka rivayetler de vardır: a.g.e., c. 2, s. 40-42.) 

(Tüster Khuzistan diyarında bir şehrin âdıdır. Ömer'in hilafeti döneminde Ebu Musa El-Eşarî orasını fethetti. Bkz. Yakûtî Mu'cem, el-Büldan, c. 2, s. 29, 71.)

(Hurmuzan: Fars hükümdarlarındandır. Fetih ordusuyla Irak'ta savaştı. Bu komutan Ahvaz kentinin melikiydi. Tüster kentinin fethi sırasında müslümanlar onu yenilgiye uğrattılar. Ebu Musa onu Ömer b. Hattab'a gönderdi. O da müslüman olduğunu ilan etti. Daha sonra Ömer'in öldürülmesini teşvik ettiği sanısıyla Ubeydullah b. Ömer tarafından öldürülünceye kadar Medine'de yaşadı. Geniş bilgi için bkz. İbn Kesir, El-Bidaye ve El-Nihaye, c. 7, s. 85,88.)

(Danyal: İbn Kesir ve diğerlerinin konuya ilişkin rivayetlerine bakılacak olursa bu zat Beni israil oğullarına gelen Peygamberlerdendir. Ya da mukaddes topraklarda yaşayan onların salih kişilerinden biridir. Konuyla ilgili bir takım mürsel hadislere de rastlamaktadır. Bkz. a.g.e., c. 2, s. 40, 42.)

Bu hikâyeden öğreniyoruz ki, halkın yanlış inançlarına malzeme olmasın diye müslümanlar, söz konusu ölüyü gömdükleri mezarı belirsiz hale getirmişlerdir. Bu da onların mezarları yanlış inançlara alet etmeye karşı olduklarını gösterir.

Anlatıldığına göre Kostantiniye (İstanbul) halkının Ebu Eyyüb-el Ensari'nin -Allah ondan razı olsun- mezarı karşısındaki tutumları da bunun gibidir.

Hiç kuşkusuz Kostantiniye halkı bu tutumun öncüleri ve ilk uygulayıcıları değildirler. Çünkü İslâm aleminin çeşitli şehirlerinde çok sayıda başka sahabî mezarları vardır. Bu mezarların bulundukları şehirlerde çok sayıda ikinci nesil müslümanı (Tabiîn) ve onların arkasından gelen mezheb imamları yaşamıştır. Bununla birlikte bunlar asla hiç bir sahabinin mezarı başında yüksek sesle ağlayıp sızlanmamış ve asla ne bu sahabî mezarları karşısında ve nede onlar aracılığı ile yağmur veya zafer diledikleri görülmemiştir.

Bilindiği gibi eğer böyle bir olay olmuş olsaydı, -hatta daha az önemlisi bile- büyük bir istek ve titizlikle bize kadar ulaştırılır. Buna karşılık tarihî eserleri inceleyerek ilk müslümanların gelenek ve tutumlarını öğrenen kimse onların mezarlar başında ne hüngür hüngür ağladıklarını, nede özel amaçlı dualar yaptıklarını, tersine bazı örneklerde rastlağımız gibi bu tür hareketler yapan bir kısım cahilleri yaptıklarından vazgeçirmeye çalıştıklarım tespit eder.

Meseleyi bir de şu açıdan düşünelim. Mezarlıklarda yapılan dua, diğer yerlerde yapılan dualardan ya daha üstündür, ya da değildir. Eğer daha üstünse sahabilerin, Tabiin'in ve daha sonrakilerin bu üstünlüğün farkında olmaması, böylece ilk üç İslâm kuşağının bu önemli üstünlüğü bilmezken, onlardan sonrakilerin bunu bilmeleri aklın alacağı bir şey değildir. Ayrıca, özellikle başta dua olmak üzere, bütün iyi amellere düşkün oldukları bilindiği halde ondan uzak durdukları da düşünülmez.

Üstelik hep biliyoruz ki, sıkıntıya düşenler her sebebe baş vururlar. Hatta bu sebeplerin bir kısmı bir parça mekruhluk kokusu taşısa bile. O halde, bu ilk üç müslüman kuşak, çoğu dualarını sıkışık anlarında yaptıkları halde nasıl olurda mezarlıklarda yapılacak duaların üstün olduğunu bilir de oralara baş vurmazlar. Böyle bir şey ne şeriatla ve ne de akıl prensipleri ile bağdaşır.

Yok, eğer mezarlıklarda yapılacak duaların diğer yerlerdeki dualara göre bir üstünlüğü yoksa, o zaman özellikle buraları dua yeri olarak belirlemek sapıklık ve günahtır (masiyettir). Tıpkı nehir kenarı, ağaç kovukları, yol hanları, sokak köşeleri gibi, dua etmek için hiç bir üstünlük taşımayan yerleri seçip oralarda dua etmeyi tercih etmek gibi.

Allah'ın (c.c.) Kitabının çeşitli yerlerinde bu ilkeyi dile getiren deliller vardır. Meselâ bu delillerden birinde şöyle buyuruluyor:

Yoksa onların Allah'ın izin vermediği dinî konuları meşrulaştıran ortakları mı var?” (Şûra: 21.)

Buna göre eğer; Allah mezarlıklara dua etmeyi yasallaştırmadı ise, onu yasallaştırmaya kalkışan kimse Allah'ın izin vermediği bir şeyi meşrulaştırmaya kalkışmış olur.

Ayni ilkeyi dile getiren bir başka ayet de şöyledir:

“De ki; Rabb'im, açığı ile gizlisi ile tüm kötülükleri, günahı, haksız saldırganlığı, hakkında hiç bir delil indirmemiş olduğu bir şeyi kendisine ortak koşmayı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi haram kılmıştır.”  (Araf: 33)

İşte sözümüzün konusu olan mezarlıklarda ibadet etmek, bir bakıma:

“Hakkında hiç bir delil indirmemiş olduğu bir şeyi Allah'a ortak koşma” eylemidir.

Çünkü Cenab-ı Allah (c.c.) mezarlıkları dua yeri olarak seçmeyi özendiren ve buralardaki duaların başka yerlerde yapılacak dualardan daha üstün olduğunu ima eden hiç bir delil indirmiş değildir. Buna göre, bunu Allah'ın dinine katan:

“Allah hakkında bilmediği bir şeyi söylemiş” olur. Cenab-ı Allah'ın:

“Hakkında hiç bir delil indirmemiş olduğu” şeklindeki ifadesi, böyle durumlarda kıyaslara ve hikâyelere dayanarak delil göstermenin yersizliğini ve anlamsızlığını ne kadar güzel bir şekilde dile getirmiştir!

Bir de Kur'an'daki Halil İbrahim ile ilgili olan şu ayetleri bu açıdan değerlendirelim:

Bunun üzerine Kavmi İbrahim ile tartışmaya girişti. O onlara dedi ki; “Allah beni doğru yola (gerçeğe) iletmişken Rabb'im hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan korkmam. Rabb'im ne dilerse o olur.  Rabbim, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. Halâ kendinize gelip (aklınızı başınıza alıp) öğüt almaz mısınız?

Hem siz Allah'ın, ilâh oldukları hakkında hiç bir delil indirmemiş olduğu şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden nasıl olur da korkarım? Şimdi biliyorsanız, söyleyin bakalım, Allah'a iman edenler mi, yoksa O'na ortak koşanlar mı, güven içinde olmaya (güven duymaya) daha lâyıktırlar?

Hiç şüphesiz iman edenler ve imanlarına her hangi bir zulümle gölgelememiş olanlar (imanlarına zulüm karıştırmayanlar) yok mu? İşte asıl güven içinde olanlar onlardır ve hidayete (doğru yola) ermişler de onlardır.

İşte bunlar, kavmine karşı İbrahime vermiş olduğumuz hüccetlerimizdir. Biz dilediğimizi derecelerce (derece derece) yükseltiriz. Hiç şüphesiz Rabbin hikmet sahibi (Hakim) ve her şeyi bilen (Alim) dir. (En'am: 80-83)

Bilindiği gibi Allah'a büyük veya küçük nitelikle şirk (ortak) yakıştıran bu kimseler de, gerçek müminleri Allah'a ortak olarak yakıştırdıkları söz konusu aracılarla korkuturlar. Buna göre onlara şöyle karşılık vermelidir;

“Biz sizin uydurup ileri sürdüğünüz bu sözde aracılardan korkmuyoruz. Sebebine gelince:

Onlar Allah'ın yaratıklarıdırlar, bu yüzden Allah öyle dilemedikçe hiç kimseye herhangi bir şekilde zarar veremezler. Zaten eğer Allah bir kimseye her hangi bir zarar verecek olursa, o zararı O'ndan başka hiç kimse gideremez, savamaz. Buna karşılık Allah, kuluna her hangi bir rahmet verecek oldu mu, O'nun bu bağışını da hiç kimse engelleyemez, geri çeviremez.

Siz Allah'tan kokmuyorsunuz da biz, sizlerin Allah'a ortak olarak yakıştırdığınız bu sözde aracı yaratıklardan niye korkalım? Oysa, Allah'ın hakkında hiç bir delil indirmemiş olduğu sözde ortakları O'nun dinine katan sizsiniz. Acaba kim güven içinde olmaya lâyıktır?

Allah'dan başka hiç kimseden korkmayıp, O'na hiç bir ortak yakıştırmaya (koşmaya) kalkışmayanlar mı, yoksa Onun hiç bir onayı olmaksızın kendisine ortak yakıştıranlar mı?

Açıktır ki, iman edip de bu, imanına asla müşriklik katmamış olanlar yok mu, işte hem güven duymaya lâyık olanlar ve hem de hidayet üzere olanlar onlardır.

Açıkladığımız bu delile dayalı savunma Allah'ın onun ve benzerlerinin aracılığı ile ilim adamlarını derece derece yükselttiği sağlam bir akıl yürütme şeklidir.

Sözlerimizin burasında bize şöyle diyenler olabilir:

“Anlatıldığına göre alimlerimizden biri :

“Tanınmış bir şahsiyete ait mezar denenmiş bir tiryak (etkili ilaç) gibidir” diyor.

Bunun yanında Maruf'un, amcasının oğluna ölünce mezarı başında dua etmesini vasiyet ettiği bildirilmiştir.

(Maruf b. Feyrûz El-Kerhî, abid ve zahidlerin ünlülerindendir. Duasının kabul edilmesiyle meşhurdur. Sahabe ve tabiinin haraket ve davranışlarıyla çelişen, tasavvufi konularda sözleri ve davranışları vardır. Hicri 200'de öldü.bkz. Vefeyet El Ayan, c.5, s. 23, 233, Biy. No: 729; Ayrıca bakınız: İbn Teymiye, Mec'mu El-Fetava, c. 10, s. 468.)

Ayrıca Ebu Ali Harkî'nin anlattığına göre Ahmed b. Hanbel'in öldüğünde kendisi ile küs olan bir dostu, devamlı şekilde İmam'ın mezarına giderek özellikle orada dua ederdi. Galiba bu olayı Muruzî de naklediyor.

Başka bazı kimseler de bazı peygamberler ile aralarında Peygamberimizin soyundan gelenlerin de bulunduğu kimi salih kişilerin mezarları başında dua ettiklerini ve bu dualarının kabul edildiğini anlatmaktadırlar.

Tarih boyunca çok sayıda müslüman böyle davranmış, bu yolu izlemiştir.

Meselâ “Hac Rehberi” niteliğinde bir eser yazmış olan son dönem (muteehhir) alimlerinden biri, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- mezarı ziyaret edilirken orada dua edileceğini söylemiştir. Yine bu kesimden olan bir alime göre, Peygamberimizin mezarı başında yetmiş kere salât ve selâm getirip arkasından belirli bir konuda dua yapan ziyaretçinin dileği yerine getirilir. Yine bu fıkıh alimlerinden bir başkası da mezar başında Kur'an okumanın caiz olduğunu kanıtlamaya çalışırken, “Oralarda selâm vermek, zikir ve dua yapmak caiz olduğuna göre başka yerlerde olduğu gibi oralarda da Kur'an okumak caizdir” diye akıl yürütüyor.

Bu arada tanınmış bazı ilim adamları bazı şeyhlerin mezarları başında dua yapılması ile ilgili rüyalar görmüşler ve bir çok kimse de tanınmış şahsiyetlerin mezarları başında yapılan duaların kabul edildiğini tecrübe ile görmüştür. Meselâ bu tür mezarlardan biri Şeyh Ebu Ferec Şirazî el-Makdisi'ye ait mezardır.

(Şeyh Ebu Ferec Şirazî el-Makdisi; Asıl adı Abdulvahid b. Muhammed b. El-Şirazî, sonra, El-Makdisî, daha sonra da El-Dimaşkî'dir. Künyesi Ebul fereç el-Hanbeli olan bu zat fıkıhçı ve zahid bir kimseydi. Döneminde şam diyarının üstadıydı. Fıkıh ve metodoloji ve değgin bir takım eserleri mevcuttur. Bir kaçı: El-Tebeessur fi Usul El-Din; El-Minhac, el-İzah ve diğerleri... h. 486 yılında vefat etti. Bkz. El-Zeyl ala Tabakat El-Zeyl ala tabakat El-Hanabile, c. 1, s. 68, 73.)

Gerek zamanımızda ve gerekse yakın dönemde yaşamış, halk arasında ilim ve amel alanında üstünlüğü ile tanınan bazı kimselerin mezarlar başında dua ettiklerini, hatta onlar karşısında saygı ile durduklarına çok rastlamışızdır. Böyle yapanlar arasında deha çapında bilginler olduğu gibi, halk tarafından kerametleri görülenler de vardır. Böylelerine nasıl karşı çıkılabilir?

Dikkat edilecek olursa bu muhtemel itirazı anlatırken onun bazı alim ve dindar şahsiyetler tarafından da onaylanıp savunulduğuna değinmeyi ihmal etmedim. Çünkü “mezarlık savunucuları” bu gerekçeye gayet sıkı bir şekilde sarılırlar.

 

Bu muhtemel veya gerçek itiraza vereceğimiz cevap şudur:

Bizim mekruh olduğunu söylediğimiz davranış hakkında ilk üç müslüman kuşaktan (Sahabî, Tabiin, Tebee-i Tabiîn) kaynaklanan hiç bir özendirici belge yoktur. Oysa bu ilk üç kuşağı, Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şu hadisinde özellikle övmektedir:

“Bu ümmetin en hayırlı kuşağı benim peygamber olarak aralarında yaşadığım kuşaktır. Sonra onları izleyenler, daha sonra da bu ikinci kuşağı izleyenler gelir.” (Müttefekun aleyh olan bu hadisi Buhari Peygamberin ashabının faziletleri kitab ve babında tahriç etmiş. H. No: 3650. Hadisin sözleri orada şu şekilde yer almaktadır: “Ümmetimin en hayırlıları benim çağımda yaşayanlar sonra onları izleyenler, daha sonra da bu ikincileri izleyenler”; Müslim, Aynı adlı kitab ve bab, H. No: 533, 2534, 2535.)

Herkes kabul eder ki, eğer söz konusu hareket faziletli olsaydı, bu ilk üç kuşak ona herkesten daha çok sarılırlardı. Durum böyleyken onların bu hareketi ne emretmemiş ve ne de yapmamış olmaları, faziletli şeylere karşı güçlü bir arzu beslediklerini bildiğimize göre, bu hareketin faziletli olmadığına kesinlikle hükmetmemizi gerektirir.

Bu üç kuşaktan sonra gelenlerin bu konudaki tutumuna gelince; bu hususta en çok söylenen şey, bu meselede yetkililerin anlaşmazlığa düştükleri, bunun sonucu olarak alim ve sofuların (sıddık) çoğu bu hareketin yanında yer alırken, bazılarının da buna karşı çıktıklarıdır.

Bu duruma göre şu iki sebepten dolayı bu hareketin hoş ve özenilmesi gereken bir hareket olduğu hususunda görüş birliği olduğu ileri sürülemez:

1 - Bu gerekçelerin ilki, bu ümmetin çoğunluğunun söz konusu hareketi mekruh sayması ve gerek eski ve gerekse yeni dönemlerde yaşamış bir çok yetkili alimin bu hareketine karşı olmasıdır.

2 - Bu gerekçelerin ikincisi de şudur:

İyi bir hareket olsa ilk üç kuşak tarafından mutlaka yapılacağı halde, onlar tarafından işlenmediğini bildiğimiz her hangi bir hareketin iyi olduğu hakkında bu ümmetin söz birliğine varması düşünülemez.

Böyle bir şey, ümmetin çeşitli “söz birlikleri” arasında çelişki olduğunun delili olur. Oysa, ümmetin farklı zamanlardaki “söz birlikleri” birbirleri ile çelişmez.

Böyle bir konuda eğer son dönem alimleri arasında farklı görüşler belirirse bu görüşler arasındaki son hüküm Kur'an, sünnet ve eski alimlerin (mutekaddimin) gerek nass'a ve gerekse akıl yürütmeye dayalı “söz birlikleri” tarafından belirlenir.

Üstelik -Allah'a hamdolsun ki- bu konuda elimizde hiç bir tanınmış imama ve hiç bir içtihadına uyulur alime dayanan bir onaylayan hüküm yoktur. Bize kadar gelen bu nitelikteki bazı sözler sahiplerine yalandan yakıştırılmış bir takım asılsız iddialardır.

Meselâ İmam-ı Şafiî'ye maledilen şu söz gibi;

“Her hangi bir meseleyi çözemediğim zaman Ebu Hanife'nin mezarı başına gidip dua ederim. Böyle yapınca, o bana çözemediğim meselenin cevabını veriverir”.

Bu söz asılsızdır ve asılsızlığı asgari derecede tarihi bilgisi olanların bilebileceği kadar apaçıktır.

Çünkü İmam-ı Şafiî'nin Bağdat'da bulunduğu sıralarda orada ziyaret edilip dua edilecek böyle bir mezar yoktu. Daha doğrusu, Ebu Hanife'nin mezarı, Şafiî'nin günlerinde bugünkü gibi tanınmış bir yer değildi. Ayrıca Hicaz'da, Yemen'de, Şam'da, Irak'da ve Mısır'da birçok Peygamber, Sahabi ve Tabiin mezarı görmüş olan Şafiî, niçin hem kendi gözünde ve tüm müslümanların nazarında sahipleri Ebu Hanife gibi büyük alimlerden daha faziletli olan bu mezarların başında dua etmeyip de, özellikle Ebu Hanife'nin mezarını dua yeri olarak seçmiş olsun?

Üstelik Ebu Hanife'nin yakın arkadaşları olan Ebu Yusuf, Muhammed, Zufer ve Hasan b. Ziyad gibi büyük alimler ne Ebu Hanife'nin ve nede bir başkasının mezarını özellikle dua yeri olarak seçmiş değillerdi.

Ayrıca, daha önce değindiğimiz gibi, doğrudan doğruya kendi kitabında okuduğumuza göre İmam-ı Şafiî fitneye yol açar endişesi ile salih (iyi amelli) kişilerin mezarlarına saygı gösterilmesini mekruh saymaktadır.

Bu tür hikayeleri bilgisi kıt ve dine bağlılığı zayıf kimseler uydurmaktadır.

Bazen da bu tür hikâyeler, haklarında pek bir şey bilinmeyen, tanınmamış kimselere mal edilerek nakledilmektedir. Oysa eğer bu kulaktan dolma hikâyelerle aynı paralelde bir hadis, güvenilir kimseler tarafından bize kadar gelmiş olsa bile, doğruluğundan iyice emin olmadıkça ona dayanmamız caiz değilken, bu tür kaynağı şüpheli rivayetlere nasıl dayanabiliriz?

Bu sözler veya bize örnek gösterilen hareketler arasında öyleleri de var ki, sahiplerinin hem isabetli ve hem de yanılgılı olması muhtemel içtihadlarına dayanır veya adamlar bu sözleri çeşitli kayıt ve şartlara bağlayarak sakıncasız bir şekilde dile getirmişlerdir ama, görüşleri değişikliğe uğratılarak nakledilmiştir.

Meselâ; Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-daha önce yasaklamış olduğu kabir ziyaretini bilâhere serbest bıraktığını ifade etti diye, bidatçılar bu müsadeyi mezarlıklar da namaz kılmak, oralarda hüngür hüngür feryad etmek gibi davranışları içeren kendi ziyaret anlayışlarının Resulüllah tarafından serbest bırakılması biçiminde yorumlamışlardır.

Ayrıca bize karşı kullanılmak istenen bu deliller ya her hangi bir şeriat konusunu isbat etmeye elverişli olmayan nakiller, veya Peygamberimiz tarafından ortaya konmadığı kesin bilinen ibadetleri mustahab saydırma bakımından yetersiz kalan kıyaslardır.

Kaldı ki, ibadetleri bu tür hikâye ve kıyaslara dayanarak isbat edebilmek için hikâye ve kıyasların nakilcileri arasında hristiyanlar veya zihniyet bakımından hristiyanlara benzer kimseler bulunmamalıdır.

Aslında İslâm alimleri her hangi bir konuda hüküm verirken, ya Kur'an'a ya sünnete (Peygamberimizin sözlerine, uygulamalarına ve tutumlarına) veya ilk örnek neslin pratik uygulamalarına dayanırlar.

Bu üç yoldan başka hiç bir şekilde -ister nassa dayalı olsun, isterse akıl yürütme ürünü olsun- hiç bir şer'i hüküm ortaya konamaz.

Bu giriş kısmından sonra eğer sözü bize yöneltilen itirazı cevaplandırmaya getirecek olursak belirtelim ki, bu cevabımız

1 - “genel” ve

2 - “ayrıntılı” olmak üzere iki türlü olacaktır.


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol