Kur'an ve Sünnet
   
 
  Rasûlullah'ın Kabrini Ziyaret Etmenin Adabı

بســـم الله الرحمن الرحيم

 

Rasûlullah'ın Kabrini Ziyaret Etmenin Adabı

 

Söz sırası gelmişken Peygamber Efendimizin mezarı ziyaret edilirken Rasûlullah ile iki arkadaşı (Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer) selâmlandıktan sonra dua edilmesinin yerinde olacağı konusu üzerinde biraz duralım.

İmam-ı Ahmed ile arkadaşlarının belirttiklerine göre Ravza-i Mutahhara'nın ziyaretçisi yüzünü kıbleye dönerek hücreyi soluna alır, böylece hücreye arkasını dönmemiş olur. Daha önce ziyaretçi Rasûlullah'ı selâmlamalıdır. Arkasından da kendisi için istediği şekilde dua eder. Başka bir ifadeye göre ziyaretçi önce yüzünü Peygamberimizin hücresine doğru dönerek O'na salât ve selâm getirir. Arkasından dua etmek isteyince hücreyi soluna alarak kıbleye döner ve bu şekilde dua eder. İşte eski büyükler bu edep kurallarını gözetirlerdi.

Demek oluyor ki, mezar yanında dua etmek mutlak anlamda mekruh değildir. Tersine daha önce hatırlattığımız hadislerde gerek dolaylı olarak ve gerekse doğrudan doğruya ölüye dua etmememiz emredilmiştir. Yalnız bu konuda mekruh olan şey özel olarak mezar başına gelip orayı öncelikli bir dua yeri kabul etmektir.

İmam-ı Malik'in arkadaşlarının bu konuda söylediklerine göre de ziyaretçi mezara yaklaşır, Peygamberimize salât ve selâm getirir, arkasından da kıbleye dönerek dua eder. Bu sırada sırtı hücreye dönük bulunur. Malikî mezhebinin bazı bilginlerine göre ziyaretçi sırtını hücreye dönük bulundurmaz, çünkü böylece hücreye arka dönmüş olur. Buna göre eğer ziyaretçi hücreyi soluna alırsa tartışmaya yer kalmayacak biçimde bu sakınca ortadan kalkmış olur. O zaman adam ya Ravza'da veya hücrenin önünde yer almış olur.

İmamların bu ayrıntılı açıklamaları, mezar yanında namaz kılmanın mekruhluğu ile ilgili endişelerinden kaynaklanıyor olmalıdır. Çünkü daha önce söylediğimiz gibi Peygamberimiz bunu kesin olarak yasaklamıştır. Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) mezarının namaz yeri ve kıble edinilmesini kesinlikle yasakladığı için, ileri gelen mezhep imamları orada namaz kılınmaması gerektiğini, oranın özellikle dua yeri olarak da seçilmemesi gerektiğini vurgulamışlardır.

Hatta “mebsud” adlı eserde belirtildiğine göre İmam-ı Malik:

“Benim görüşüme göre ziyaretçi, Peygamberimizin türbesi karşısında durup dua etmemeli, bunun yerine selât ve selâm getirerek yanından geçip gitmelidir” diyor.

Allah bilir, bu yüzden hücre bozulup yeniden yapılınca dört köşe yapılmamış ve kuzeye bakan duvarı da kıbleye dönük tutulmamıştır. Yine bu yüzden mezheb imamları, hücreye uğramadan mescide girmeyi önermişlerdir.

Bu arada İbn-i Butta'nın babasına dayanarak bildirdiğine göre bir ara halk Peygamberimizin türbesi yanında namaz kılmaya başlayınca Emevî hükümdarlarından Ömer b. Abdülâziz, bu bidati önleyebilmek için türbenin yıkılmasını emretti. Türbe yıkılınca ortaya bir ayağın diz kapağından aşağı kısmı ortaya çıkınca, hükümdar korkuya kapılmış, bunun üzerine olay yerine gelen sahabilerden Urve (Allah ondan razı olsun) ortaya çıkan diz kapağı ile ayağın Hz. Ömer'e (Allah ondan razı olsun) ait olduğunu söyleyince Ömer b. Abdülaziz'in korkusu biraz yatışabilmişti.

Burada temel bir ilke ile karşılaşıyoruz ki o da şudur:

İnsanın namaz kılarken ne tarafa dönmesi müstahab ise dua ederken de sadece o tarafa dönmesi müstahabdır. Bu yüzden değilmidir ki, müslümanlara doğuya veya başka herhangi bir yöne doğru namaz kılmaları yasak edildiği için dua yaparken de kıbleden başka bir yöne özellikle dönerek dua etmeleri yasak olmuştur.


 

بســـم الله الرحمن الرحيم

 

Mezar Başındaki İbadetlerin Sevabı Ölüye Ulaşır mı?

 

Buna rağmen dua edecekleri sırada saygı besledikleri salih bir şahsiyetin bulunduğu yere doğru dönerek dua edenlere rastlanmaktadır.

Döndükleri yön ister doğu olsun, ister olmasın farketmez. Bu davranış açık bir sapıklık ve belirgin bir şirktir.

Tıpkı bazı kimselerin kutsal saydıkları şahsiyetlerin bulundukları tarafa arkalarını döndürmekten kaçınmaları gibi. Oysa aynı kimseler gerek Beytüllah'a (Kabe'ye) ve gerekse Peygamberimizin mezarına doğru arkalarını dönebilmektedirler.

Bunların hepsi hristiyanlığı andıran, ona özenen bidatlerdir. Bunun böyle olduğunu şundan anlamak mümkündür ki, ilk nesil müslümanları ile aynı yolu benimsemiş bütün müslümanlar Peygamberimize salât ve selam getirme konusunda bile sünneti titizlikle gözeterek bu yoldan hristiyanların sapık uygulamalarına özenir duruma düşülüp mekruhluğa saplanılmamasına dikkat etmişler ve böylece Peygamberimizin:

“Sakın mezarımı bayram (tören) yeri edinmeyiniz” buyruğu ile

“Sakın hristiyanların İsa'yı aşırı derecede övdükleri gibi siz de beni aşırı derecede övmeyiniz. Ben sadece bir kulum. Bu yüzden benden -Allanın kulu ve Resulü- diye bahsediniz” direktifine, noktası noktasına uymaya çalışmışlardır.

Bundan dolayı bu titiz müslümanlardan biri:

“Resûlullah'ın belirttiği bu sakıncalı durumlara düşerim” endişesi ile O'nun mezarına selâm verip veremeyeceğini sormuş ve kendisine Abdullah b. Ömer'in (Allah ondan razı olsun) böyle yaptığı bildirilmiştir.

Bu yüzden aralarında İmam-ı Malik'in de bulunduğu bir grup ilim adamı mescide girmek isteyen kimselerin her seferinde önce Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) ile yanı başında yatan iki arkadaşının (Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'in) mezarlarına selâm vermelerini mekruh saymışlar ve bunun sadece yolculuğa çıkmadan önce veya yolculuk dönüşü yapılmasının yerinde olacağını söylemişlerdir.

Bu alimlerin bazıları ise namaz ve benzeri amaçlar için camiye girilirken, Peygamberimizin mezarını selâmlamanın sakıncasız olduğunu savunmuşlardır. Fakat sık sık bu türbenin yanına giderek Peygamberimize salât ve selâm getirmeye hiç bir alimin izin verdiğini hatırlamıyorum. Çünkü bu hareket bir anlamda orayı bayram (tören) yeri edinmek olur. Oysa bizim mescide her girişimizde tıpkı namazlarımızın sonlarında olduğu gibi:

“Esselâmu aleyke eyyühennebiyyu ve rahmetüllahı ve berekâtühü (Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun, ey Allah'ın Resulü!) diyerek Resûlüllah'ı selâmlamamız meşru kılındı. Hatta böyle söylemek, Peygamberimizi selâmlayacak hiç kimsenin bulunmadığı bir yere giren herkese müstahabdır. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi, nerede olursa olsun, Peygamberimize getirilen salât ve selâmlar kendisine iletilmektedir.

Görülüyor ki, İmam-ı Malik ve arkadaşları sık sık Peygamberimizin mezarına giderek O'nu bu meşru sözlerle selâmlamanın bile bir anlamda orayı bayram (tören) yeri edinmek demek olacağından çekinmişlerdir. Üstelik bu hareket bidattir. Çünkü gerek Ebu Bekir, gerek Ömer, gerek Osman ve gerekse Ali (Allah hepsinden razı olsun) dönemlerinde -muhacir olsun, ensar olsun- bütün müslümanlar günde beş vakit namaz kılmak için mescide geldikleri halde hiç bir zaman Peygamberimizin mezarı yanına giderek O'na selâm vermezlerdi. Sebebine gelince Peygamberimizin bunu nahoş saydığını, hatta onlardan böyle yapmamalarını istediğini biliyorlardı. Bunun yerine mescide girerken, çıkarken ve selâm vermek üzere Ettehiyyatü'ye oturunca Rasûlüllah'ı selâmlarlardı. Tıpkı hayattayken onu selâmladıkları gibi.

Nitekim Said b. Mansur'un, “sünen” adlı eserde Abdurrahman b. Zeyd'e(lOl) dayanarak bildirdiğine göre Abdullah b. Ömer, yolculuk dönüşlerinde Peygamberimizin mezarına giderek onu selâmlar, arkasından da “selâm üzerine olsun, ey Ebu Bekir; selâm üzerine olsun, babacığım” diyerek Peygamberimizin iki arkadaşını da selâmlardı.  (Bkz. Kadı İyad, El-Şifa, c. 2, s. 85: İbn Abdulberr, El-İstizkar, c. 1, s.)

(Abdurrahman b. Zeyd; Asıl adı Abdurrahman b. Zeyd Eşlem El-Advi Medinelilerin azatlısıdır. Zayıftır. Ahmed, Ali b. Elmedenî, Nesai, Ebu Hatim, Ebu Zer'a ve diğer hadisçiler onun zayıf olduğunu söylemektedirler. Hic. 182 yılında öldü. Tehzib El-Tehzib, c. 6, s. 177,179, biy. 358. - )

Fakat ayni konuda Nafî'den rivayet edilen ve yukarda değinmiş olduğumuz bir başka hadis de Abdullah b. Ömer'in bu selamlamayı her yolculuktan, hatta yolculuklarının çoğunluğundan sonra yapmadığını göstermektedir.

İmam-ı Malik: “Bu ümmetin ilk döneminde neler yararlı idi ise son döneminde de onlar yararlıdır” derken ne güzel söylemiş!

Fakat ümmetlerin peygamberlerin ilkelerine bağlılıkları azalıp imanları zayıfladıkça bu ilke ve gelenekleri şirk ve bidat nitelikli uygulamalarla değiştirmişlerdir.

Bundan dolayı ileri gelen imamlarımız Peygamberimizin kabrini elle sıvazlayıp selamlamayı veya öpmeyi mekruh saymışlar ve hücrenin orada namaz kılmaya imkân vermeyecek bir tarzda yapılmasını sağlamışlardır.

Bilindiği gibi Rasûlullah'ın toprağa verildiği yer olan Hz. Ayşe'nin hücresi Mescid'e bitişikti ve Mescid'in minberi ile hücre arasında Ravza vardı. Halifeler döneminde, hatta bir süre sonrasına kadar buranın düzeni aynen böyle kaldı. Daha sonra Mescid genişletildi ve o sırada gerek Peygamberimizin içinde yattığı hücrenin ve gerekse doğuda ve kıble tarafından bulunan mescid çevresindeki hücrelerin durumlarında değişiklikler yapıldı.

Nihayet Emevî hükümdarlarından Velid b. Abdülmelik zamanında hücre yeniden yapıldı. O sırada Medine valisi olan Ömer b. Abdülaziz, Mescidi çevreleyen hücreleri, istimlak ederek yıktırdı ve mezarları mescidin sınırları içine aldırdı. O zaman Said b. Museyyeb gibi kimi ilim adamları bu yer değiştirmeleri mekruh sayarken kimileri yerinde ve sakıncasız görmüştü.

(Velid b. Abdülmelik b. Mervan b. El-Hakem El-Kuraşî, El-Mevî, Beni Umeyye-Emevi krallarındandır. Hicretin 50. yılında doğan bu kral, babasından sonra saltanata -hilafete- geçti (86) Döneminde Fetihler yapıldı. Bilginlere karşı mükrimdi. Güçsüzleri korurdu. 97'de öldü. El-Bidaye ve el-nihaye, c. 9, s. 161,166.)

Bu konuda İbn-i Esrem'in şu satarlarını okuyalım:

“Bir defasında İmam-ı Ahmed'e -Peygamberimizin mezarına el sürmek, orayı okşamak doğru mudur?- diye sordum. Bana “Böyle yapmayı doğru görmüyorum” diye cevap verdi. Kendisine:

“Peki, mescidin minberine el sürmeye, orayı sıvazlamaya ne dersin?” diye sordum. Bu soruma:

“Bunu yapmak yerindedir. Çünkü elimizde Abdullah b Ömer'in bu minbere el sürdüğünü ve Said b. Museyyeb'in Rummane'yi sıvazladığını belirten belgeler var” diye karşılık verdi. Ben de O'nun bu cevabını:

“Yahya b. Said'e dayanılarak bildirildiğine göre Abdullah b. Ömer, Irak seferine çıkacağı sırada Mescid'e gidip minberi sıvazladı ve bu vaziyette dua etti” diyerek tamamladım. İmam-ı Ahmed'in söylediklerimi onayladığını gördüm. Fakat hemen arkasından:

“Ama her halde bunu sadece zaruret anlarında ve sefer öncesinde yapmıştı” diye ekledi. O sırada birisi, İmam'a bazı kimselerin peygamberimizin mezarına karınlarını sürttüklerini nakletti. Ben hemen oraya girerek:

“Bir kısım Medineli alimin Peygamberimizin mezarına el sürmediklerini, sadece uzağında durup O'nu selâmladıklarını gördüm” dedim. Bu sözlerime:

“Evet, Abdullah b. Ömer de böyle yapardı. Anam babam O'nun (Rasûlullah'ın) yoluna feda olsun” diye karşılık verdi.”

İmam-ı Ahmed ile arkadaşları minberin el tutma ve oturma yerine dokunmaya izin vermişler, fakat O'nun mezarına el sürmeye izin vermemişlerdir. Gerçi bazı arkadaşların bildirdiğine göre Hanbelî, Peygamberimizin mezarına el sürmeyi de serbest saymıştır. Bu arkadaşların gösterdikleri delile göre cenaze töreni ile toprağa verilişinde hazır bulunduğu bir ölünün mezarına el sürerek onun için dua etmiştir. Oysa öyle bile olsa bu iki durum arasındaki fark açıktır.

Bunun yanında İmam-ı Malik, Peygamberimizin mezarına el sürmeyi olduğu gibi minberine el sürmeyi de mekruh saymıştır.

Zamanımızdaki duruma gelince; bugün minber yanmış ve Peygamberimizin eli ile tutunarak konuştuğu yer de yok olmuştur. Peygamberimizin minberinden sadece bir tek tahta parçası kalmıştır. Buna göre el sürülmesine izin verilen eser artık ortada yok. Çünkü bilindiği gibi gerek İbn-i Ömer'den (Allah ondan razı olsun) ve gerekse başkalarından nakledilen belgeler Peygamberimizin minberde oturduğu yere el sürülebileceğine dairdir.

Öte yandan Esrem'in, Abdullah b. Dinar'a dayanarak bildirdiğine göre İbn-i Ömer, hem Peygamberimizin mezarı yanında ve hem de Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer'in (Allah onlardan razı olsun) mezarları yanında namaz kılmıştır. (İ. Malik, El-Muvatt'a, yolculukta namaz kısaltma, kitabı; Peygamberimize salat ve selam okuma ile ilgili hadisler, babı, H. No: 68, c. 1, s. 166.)

3 - Dua etmek amacı ile mezarları ziyaret etmenin mekruh oluşunun üçüncü gerekçesi; ilk kuşak müslümanlarının Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun):

“Sakın benim mezarımı bayram (tören) yeri edinmeyiniz” şeklindeki hadisini bu davranışı yasaklayıcı bir delil diye kabul ederek bu işi mekruh saymış olmalarıdır.

Daha önce belirttiğimiz gibi Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in (Allah her ikisinden de razı olsun) oğulları Ali ile Hasan bu anlayışı benimsemişlerdir. Bilindiği gibi bu iki zat, ikinci neslin en seçkin ehl-i beyt temsilcileri ve bu konuyu en doğru bilecek durumda olan kimselerdir. Çünkü hem soyca ve hem de ikametgâh açısından Peygamberimizin hücresine en yakın şahsiyetlerdi.

Yukarda İmam-ı Ahmed ile arkadaşlarının Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) mezarını selâmladıktan sonra dua etmek isteyenlerin kıbleye dönmeleri gerektiğini belirten görüşlerini nakletmiştik. Bu arada bazı alimler bu görüşe karşı çıkmışlardır. Meselâ ilk dönem alimlerinden İmam-ı Malik ve arkadaşları ile sonraki dönemlerin temsilcilerinden Ebul Vefa b. Ukeyl ve Ebu Farac b. Cevzî gibi.

Kısacası ben ne bir sahabinin ne bir ikinci kuşak temsilcisinin (tabiin) ve nede tanınmış bir imamın dua etmek amacı ile mezarlıklara gidilmesini hoş karşılayıcı bir sözünü hatırlamadığım gibi ne Peygamberimizden ve nede belli başlı imamların her hangi birinden bize kadar gelen ve bu yolda özendirici sayılabilecek olan her hangi bir belge hatırlamıyorum.

Bir çok alim tarafından dua, dua vakitleri ve dua yerleri konularında eserler yazılmıştır. Söz konusu eserler ele aldıkları konuların belgelerine de yer vermişlerdir. Fakat bu yazarlardan hiç biri, bildiğim kadarı ile, mezar başlarında dua etmenin faziletli olduğuna dair tek bir söz bile söylememiştir.

Durum böyleyken nasıl olur da mezar başlarında yapılacak dualar kabul edilme şansı daha yüksek ve daha faziletli dualar sayılabilir?

İlk nesil müslümanları böyle bir davranışa karşı çıkarken, onu onaylamazken, onu sık sık yasakladıkları halde bir kere bile özendirmezken böyle bir şey nasıl söylenebilir?

Evet, hicri üçüncü yüz yıldan sonra bu konu ile ilgili olarak bazı alimlerin şu tür sözlerine rastlar olduk:

“Falancanın mezarı başında yapılacak duanın kabul edileceği umulur”,

“Filânca mezarı başında dua edilecek bir zattır.”

Ama bu sözleri söyleyenler kimler olursa olsun, her zaman bunlara karşı çıkan ve bu yoldaki özendirmeleri onaylamayan alimler de olmuştur.

Bu tür sözler söylemiş olanların en iyi, en zararsız durumu, bu kimselerin söz konusu mesele ile ilgili görüşlerinin ya iyi niyetli bir içtihada veya benimsedikleri bir önderi taklide dayalı olması ve bu itibarla affedilmelerinin umulur olmasıdır.

Fakat söz konusu kimselerin sözlerini bu davranışı hoş görmenin gerekçesi saymak mümkün değildir. Olsa olsa deriz ki; bu sözler, tıpkı bazı kimselerin:

“Falanca yerlere adanan adaklar kabul edilir” ve

“Filanca yer adak adanacak bir yerdir” şeklindeki sözleri ile adak adamak üzere bazı pınar başları, su kuyuları, ağaç altlan, mağara kovukları, hücreleri ve benzeri putlar belirlemeleri gibidir. Bu ikinci kısım söz ve uygulamalar nasıl dini bir dayanak değilse ilk kısımdaki sözler de öyledir.

Dediğim gibi, bu konuda şu ana kadar ilk dönem müslümanlarına dayanan hiç bir serbestlik tanıyıcı belge, hiç bir rivayet bize ulaşmış değildir. Bunun tek istisnası İbn-i Ebu Dünya'nın “Kitab-ul Kubur” adlı eserde yer verdiği şu belgedir.

Muhammed b. İsmail b. Ebu Fedik'in Süleyman b. Yezid Kâabî yolu ile sahabilerden Enes b. Malik'e (Allah ondan razı olsun) dayanarak bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyuruyor:

“Kim öneminin farkında olarak beni (mezarımı) Medine'de ziyaret ederse Kıyamet günü kendisine şefaatçi ve şahid olurum”

(Süyutî, El-Cami El-Sağir, c. 2, s. 605, H. No: 8716; Süyüti hadisi hasen olarak tanımlarken El-Zehebî, metruk, Ebu Hatim, de münker el-hadis olduğunu söylemektedir. Bkz. Feyz El-Kadir, c. 6, s.)

(İbn-i Ebu Dünya; Abdullah b. Muhammed b. Ubeyd b. Süfyan b. Kays El-Kuraşi El-Emevi, Ebubekir b. Ebu El-Dünya El-Bağdadî, ünlü hadis hafızlarından ve ünlü bir çok edebi ve bilimsel esere sahip, emevi soyundan bir bilgin Hicrî 208 yılında doğan bu ünlü alim 281 yılında öldü. Tehzib el-Teh. c. 6, s. 12, 13, Biy., 18.)

(Süleyman b. Yezid Kâabî; Asıl adı Süleyman b. Yezid El-Huza'î -Ebu El-Müsenna El-Ya'bi olan bu zat hakkında İbn Hacer'in El-Takrib nam eserinden edindiğim bilgiye göre bir yerde El-Kelbi olarak geçiyor diğer bir yerde ise El-Ka'bî olarak geçiyor. Hadis tenkitçilerinden Ebu Hatim Güçlü olmadığını ve hadislerinin münkir olduğunu söylerken, Dare-Kutnî de zayıf olduğunu söylemektedir. İbn Hacer ise El-Takribinde onun hakkında şu yargıyı veriyor: “Altıncı kuşak ravilerinden olan bu zat, zayıftır. Buna rağmen Tirmizi ve İbn Mace ondan hadis tahricinde bulunmuşlar. Bkz. Tehzib El-Tehzib, c. 12, s. 221, Biy. 1014)

Yine bu hadisi nakleden İbn-i Ebu Fedik'in, Ömer b. Hafs'a dayanarak bildirdiğine göre İbn-i Ebu Melike bu konuda şöyle diyor:

“Kim Kıyamet günü Peygamberimizle karşı karşıya gelmek istiyorsa, Peygamberimizin mezarının kıble yönünde ve baş tarafında bulunan kandile başını değdirsin” (Kadı Iyad, Şifa, c. 2, s. 84, 85.)

Ayrıca yine İbn-i Ebu Fedik, bu konuda adını belirtmediği bir ilk kuşak (selef) temsilcisinin şu sözünü nakleder:

Bize söylendiğine göre kim Peygamberimizin mezarı başında ayakta durarak:

“Allah ve melekleri Peygambere salât etmektedir (Onun şerefini gözetmeye, şanını yüceltmeye özen göstermektedir). Ey müminler, siz de O'na içtenlikle salât ve selâm ediniz” ayetini okur da arkasından yetmiş kere:

“Allah'ın salâtı (rahmeti, mağfireti) üzerine olsun, ey Muhammed” derse bir melek kendisine:

“Allah'ın salâtı (rahmeti, mağfireti) üzerine olsun, ey falanca” diyerek kendisine karşılık verir ve o anda seslendireceği hiç bir dileği reddedilmez.” (A.g.e., c. 2, s. 84.)

İbn-i Ebu Fedik'in nakletmiş olduğu bu sözler belki Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) mezarı başında dua etmeyi özendirici nitelikte sayılabilir, fakat aşağıdaki sebepler yüzünden bu konuda delil kabul edilemez:

1 - Bir defa İbni Ebu Fedik bu sözleri kimin söylediğini belirtmiyor. Bu sözlerin kaynağı olan belirsiz zat da söylediklerini kimliğini açıklamadığı başka bir zattan işittiğini söylüyor. Böyle kaynağı belirsiz bir belgede tabiî ki, hiç bir şey ispatlayamaz. Üstelik bu sözlerin kendisinden öğrenmiş olduğumuz İbn Ebu Fedik, hicri ikinci yüz yıl dolaylarında yaşamış bir alimdir. Başka bir deyimle ne “Bağlılar (Tabiin) ve nede “Bağlılara bağlılar (Tebe-i Tabiin)kuşağından değildir ki, “Bu belge, bu hüküm üçüncü yüz yıl müslümanları arasında biliniyordu” diyebilelim. Nitekim güvenilir Medine alimlerinden hiç biri, böyle bir belgeden söz etmiş değildir.

Bu belgeyi zayıflatan bir başka faktör de şudur. Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) bir hadisinde öğrendiğimize göre:

“Kim O'na bir kere salât ve selâm getirirse Allah kendisine on salâtla (rahmet ve mağfiretle) karşılık verir” (Müslim, Sahih, Kitab, Namaz, bab, Teşehhüdden sonra peygambere salat ve selam okuma, H. No: 408.)

Böyle olunca neye dayanarak Peygamberimize getirilecek yetmiş salât ve selâmın karşılığı olarak meleklerden birinin o kimseye salât ve selâm getireceğini ileri sürebiliriz?

Öte yandan daha önce değindiğimiz çeşitli hadisler Peygamberimize getirilecek salât ve selâmların, uzak-yakın ayırımı olmaksızın, kendisine ulaştırılacağını belirtmektedirler.

2 - Bu belge Peygamberimizin mezarı meşru biçimde ziyaret edildiği zaman yapılacak duaların müstahab olduğunu gösterir. Tıpkı hacc ziyaretinin safhalarını anlatan alimlerin belirttikleri gibi.

Oysa bizim tartıştığımız mesele bu değildir. Bilindiği gibi biz, daha önceki sayfalarda bazı alimlerin söylediklerine dayanarak meşru bir biçimde Peygamberimizin mezarını ziyaret edecek bir kimsenin oraya gitmişken dua etmesinin mekruh sayılmayacağını belirtmiştik. Gerçi bu durumda da Peygamberimizin mezarı başında ayakta dikilerek dua etmenin mekruh olup olmayacağı tartışmalıdır ve ilk kuşak müslümanlarına (selefe) göre bu hareket mekruhtur ki, doğru olan da budur.

Fakat bizim asıl söz konusu ettiğimiz mekruh davranış sırf orada dua etmek amacı ile Peygamberimizin mezarını ziyaret etmektir.

Nitekim her hangi bir kimse bir mescide girer de Tahiyet-ül Mescid (Mescide saygı) namazı kıldıktan sonra orada dua ederse yaptığı bu dua mekruh olmaz.

Yine eğer bir kimse her hangi bir yerde abdest alır da orada namaz kılar ve sonra her namaz sonunda yaptığı gibi dua ederse, yapmış olduğu bu dua mekruh değildir.

Fakat eğer aynı kimse söz konusu mescidi veya abdest yerini, hiç bir şer'i mesnede dayanmaksızın özel bir dua yeri olarak seçerse o zaman bu dayanaksız tercihi yüzünden oralarda yapmış olduğu dua mekruh olur.

3 - Bu belgede sözü edilen duaların kabul edilme Önceliği her halde dua sahibinin Peygamberimize çok sayıda salât ve selâm getirmiş olması olmalıdır. Gerçekten duadan önce, dua sırasında ve duadan sonra Peygamberimize salât ve selâm getirmek, yapılacak olan duaların kabul edilme umudunu arttıran başlıca faktörlerden biridir. Elimizde bu yolda belgeler vardır.

Nitekim Tirmizî'nin bildirdiğine göre Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun) bu konuda:

“Peygamberimize salât ve selâm getirene kadar yapacağın dualar, yerle gök arasında durdurulur” demiştir. (Tirmizî, Sünen, Vitir kitabı, Peygambere salat ve selam okumanın fazileti babı, H. No: 486; Nevevî, Kitab El-Ezkar, s. 99.)

Ayrıca Muhammed b. Hasan b. Zubale'nin,  “Ehbarül Medine” adlı eserde Zübeyr b. Bekâr'a dayanarak bildirdiğine göre Abdülaziz b. Muhammed Deraverdî şöyle bir olay anlatıyor:

Muhammed b. Keysan adında Medineli bir zat gördüm. Bu adam her cuma günü ikindi namazını kıldıktan sonra bizler Rabia b. Ebu Abdurrahman'ın çevresinde otururken Peygamberimizin mezarı başına gider ve akşama kadar orada ayakta dikilerek dua ederdi. Çevresinde oturan bazı kimselerin:

“Baksanıza, şu adam ne yapıyor?” şeklindeki sözlerine Rabia b. Ebu Abdurrahman:

“Bırakın adamı, insan niyetine göre karşılık alır” diye cevap verirdi.”

(Muhammed b. Hasan b. Zubale; Asıl adı Muhammed b. El-Hasen b. Muhammed b. Zübale El-Mahzûmi, Ebu El-Hasen El-Medenî olan bu ravi yalancılıkla itham edilmiştir. Ebu Davud dışında altı ünlü hadis kaynağı sahabiden hiç birisi ondan hadis tahricinde bulunmamışlardır. Yaklaşık hicretin iki yüzlü yıllarında ölmüş. Tehzib El-Tehzib, c. 9, s. 115, 117, Biy. 160.)

(Zübeyr Bekar b. Abdullah b. Hus'ab b. Sabir Medine kadısı Zübeyr b. Avvam soyundandır; onuncu kuşağın güvenilir alimlerindendir. 256da öldü. Takrib El-Tehzib, c. 10, s. 257, biy. 16.)

Bize bu olayı anlatan tarihçi Muhammed b. Hasan Vakıdî gibi hadis uzmanları tarafından fazla güvenilir sayılmamış ve naklettiği hadislere ancak başka kanallardan gelen hadislerce desteklendikleri takdirde güvenilebileceğini belirtmiştir.

Anlattığı bu hikâyeye gelince, hem mezar başında dua etmenin mekruh olduğunu ve hem de öyle olmadığını söyleyenlere delil olacak unsurlar taşımaktadır.

Açıklayacak olursak bu hikâyeden anlaşıldığına göre sözü edilen Medinelinin davranışı, ne sahabilerin ve nede daha sonraki Medineli alimlerin uygulamaları ile bağdaşmayan bidat nitelikli bir harekettir. Çünkü eğer bu davranış, Medineli müslümanların adetlerine uygun, herkesçe bilinip onaylanan bir hareket olsaydı, Rabia b. Ebu Abdurrahman'ın sohbet arkadaşları onu garip ve yersiz görmezlerdi.

Hatta yazarın bu olayı Zubeyr b. Bekâr'a dayandığını belirterek anlatması, yazarla arkadaşlarının İmam-ı Malik döneminde de böyle bir uygulamadan haberdar olmadıklarını gösterir. Çünkü eğer bu olay müslümanlar arasında yaygın olsaydı, normal görüleceği için Kitaba alınmasına gerek görülmezdi.

Ayrıca hikayeye göre Rabia'nın hepsi de fıkıh bilgini olan sohbet arkadaşları bu harekete karşı çıkarken Rabia bunu onaylıyor, hoş görüyor. Bu duruma göre Rabia ile sohbet arkadaşları arasında görüş farklılığı vardır. Fakat Rabia'nın kendi hoşgörüsünü gerekçelendirirken “Bırakın adamı, insan niyetinin karşılığını elde eder” dediğini düşünecek olursak bu hoş görmenin mekruh bir davranışı onaylamayı içermediğini görürüz. Çünkü eğer adam orada namaz kılmak istese veya yasak bir vakitte namaz kılmaya kalkışsa Rabia mutlaka ona engel olurdu.

Allah bilir ya, Rabia'nın burada belirtmek istediği şudur:

Niyeti iyi olan kimse, iyi niyetine karşılık sevab kazanır. İsterse yapmış olduğu hareketin şeriatte yeri olmasın.

Fakat söz konusu şeriatte yeri olmayan hareket bile bile ve şeriate karşı çıkma amacı ile yapılmış olmamalıdır.

Buna göre söz konusu duanın her ne kadar şeriatta yeri yoksa da sahibinin iyi niyetinden dolayı kendisine sevap kazandırması mümkündür.

Bundan da anlaşılıyor ki, Rabia ile arkadaşları Peygamberimizin mezarı başında dua etmenin özendirecek bir davranış olmadığı, buranın dua etmek açısından hiç bir özellik taşımadığı ve orada dua eden kimsenin kazanabileceği hayrın dua edenin iyi niyetinden kaynaklanacağı noktalarında aynı görüşü paylaşmaktadırlar.

Bu arada Rabia'nın, arkadaşlarına uyarak adamın bu davranışına karşı çıkmayışı şu sebeplerden ileri gelebilir.

Her şeyden önce Rabia Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) “Mezarının bayram (tören) yeri edinilmesini” yasaklayan ve “Orada namaz kılınmamasını” isteyen hadislerinden haberdar olmayabilir.

Çünkü Rabia, Hanbeli'nin belirttiğine göre hadis bilgisi kıt bir zattı. Belki de bu hadislerden haberi vardı da adamın hareketinin bu yasağın kapsamına girmediğini düşünüyordu. Bir başka ihtimal de adamın hareketini haram görmeyip mekruh saymasıydı ki, bilindiği gibi mekruha karşı çıkmak farz değildir. Yahud da sözünü ettiğimiz adamın amacının sadece Peygamberimizi selâmlamak olduğu, dua etmenin selâmlamaya bağlı bir sonuç olarak meydana geldiği görüşünde idi.

Bu konu tartışma götürür. Belli ki, bu konuda alimler arasında görüş ayrılığı vardır. Tıpkı mezar başında kılınacak namazın geçerli sayılıp sayılmayacağı meselesinde olduğu gibi. Mezar başında kılınacak namazı geçersiz saymayanlar orada dua etmeyi de yasak kabul etmeyebilirler.

Ama bu konudaki temel dayanaklar Kitab (Kur'an), Sünnet ve ilk müslüman kuşağın uygulamasıdır.

Ayrıca yukarıdaki belgeyi bize aktaran Muhammed b. Hasan'ın ilk müslüman kuşaktan naklettiği bizim söylediklerimizi destekler nitelikteki bir kaç belge de vardır.

Ömer b. Harun aracılığı ile naklettiği bu belgelerden birine göre Seleme b. Verdan şunları söylüyor:

“Sahabilerden Enes b. Malik'in, Peygamberimizin mezarını selâmladıktan sonra sırtını duvarına dayayarak dua ettiğini gördüm”

Muhammed b. Hasan'ın anlattığı bu olay eğer doğru ise bizim söylediklerimizi destekler niteliktedir. Sebebine gelince Hz. Enes (Allah ondan razı olsun) Medine'de oturmuyordu. Basra'dan gelmişti. Bu gelişi hacılarla birlikte olabileceği gibi başka bir amaçla da olabilir. Gördüğümüz gibi Medine'ye gelince Peygamberimizin mezarını selâmlıyor, arkasından da dua ediyor. Onun gibi bir sahabiden beklenebilecek şey, duayı selamlamaya bağlı ve dolaylı bir hareket olarak düşünmesi ve o sırada mezarı arkasına almış bulunmasıdır.

(Seleme b. Verdan; Asıl adı Seleme b. Verdan El-Leysî, Ebu Yala El-Medenî olan bu ravi beşinci kuşağın zayıf ravilerindendir. H. 155 yılında öldü. Takrib El-Tehzib, c. 1, s. 319, biy. 387.)

Yine Muhammed b. Hasan'ın, Abdülaziz b. Muhammed, Muhammed b. İsmail yolu ile Muhammed b. Hilâl'e dayanarak bildirdiğine göre:

Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) mezarının bulunduğu hücre, Hz. Aişe'nin oturduğu hücre idi. Bu hücrenin temeli dört köşe biçiminde ve taştandı. Bu temel taşlarının en uzunu kıble tarafındaki idi. Doğu ve batı taraflarındaki taşlar eşit uzunlukta iken bu dört temel taşının en kısası Şam tarafına bakanı idi. Hücrenin kapısı da Şam tarafına bakıyordu ve o da taşlarla örülü idi. Sonraları O Emevî hükümdarlarından Ömer b. Abdülaziz, mezarın üzerine şimdi gördüğümüz binayı ekledi. Burayı yaparken de burası halk tarafından namaz kılınmaya mahsus bir çeşit kıble edinilmesin diye ek binayı üç köşeli olarak yaptırmıştı.

Çünkü Abdülaziz b. Muhammed'in, Şerik b. Abdullah yolu ile Seleme b. Abdurrahman'a dayanarak bana anlattığına göre Peygamberimiz bu konuda:

“Allah yahudilerin canını alsın, çünkü onlar Peygamberlerinin mezarlarını mescid (tapınma yeri) edinmişlerdir” buyurmuştur.

(Muhammed b. Hilal b. Ebi Hilal El-Medini, beni Ka'b'ın azatlısıdır. Ahmed, bu ravinin güvenilirliğini onaylarken Nesaî, hadis alınmasında herhangi bir sakıncanın olmadığını, Ebu Hatim salih bir kimse olduğunu söylüyor. İbn Hibban da onu güvenilirler arasında saymaktadır. 162. yılında öldü. Tehzib El-Tehzib, c. 9, s. 498, biy. 817.)

(Şerik b. Abdullah b. Ebi Nemr, Ebu Abdullah El-Medenî adındaki bu raviyi İbn Said ve Ebu Davud tevsik etmektedirler -güvenilirliğini onaylamaktadırlar.- Nesaî ise hadis alınmasında herhangi bir sakıncanın olmayacağını söylemektedir. Buhari ve Müslim gibi ünlü hadis alimlerinin de hadis tahririnde bulundukları bir ravi h. 144 yılında öldü. Bkz. Tehzib El-Tehzib, c. 4, s. 337-338, Biy. 578.)

Ayrıca Malik b. Enes'in Zeyd b. Eşlem yolu ile Ata b. Yesar'a dayanarak bana bildirdiği bir başka hadise göre de Peygamberimiz:

Ya Rabbi, benim mezarımın tapınılan bir yer edinilmesine meydan verme. Peygamberlerinin mezarlarını mescid (tapınma yeri) edinen kavimler üzerine Allah'ın şiddetli gazabı vardır” buyurmuştur”

Bu belgeler bizim daha önce açıkladığımız belgelerle birlikte değerlendirilince ilk kuşak müslümanlarının bu konudaki tutumlarının ne olduğunu kesinlikle anlayabileceğimiz gibi bu örnek neslin, uygulamaları ile son zamanların bu meseledeki bazı ters davranışlarına karşı olduğunu da açıkça görebiliriz. Şunu hemen belirtelim ki, bazı kimselerin Peygamberimizin mezarına veya bazı salih şahsiyetlerin mezarlarına vermiş oldukları selâmlara cevap aldıkları ve sahabilerden Said b. Museyyeb'in (Allah ondan razı olsun) “Sıcak gecelerde Peygamberimizin mezarından ezan sesi duyduğu” yolundaki rivayetler tartışma konumuzun kapsamı dışındadır. Bunların hepsi konumuzun dışında kalan doğrulardır. Bizim tartışma konumuz bunlardan daha önemli ve daha büyüktür.

Bu kategoriye giren bir başka rivayete göre:

“Adamın biri Peygamberimizin mezarı başına gelerek Ona -Kül Yılı- diye tarihe geçen o yılki şiddetli kuraklıktan yakındı. Bunun üzerine gözleri önünde beliren Peygamberimiz bu kişi aracılığı ile Hz. Ömer'e halkı yanına alıp yağmur duasına çıkmasını emretmiştir”(118). (Bu olayı İbn Kesir yukarda adı geçen eserinin c. 8, s. 91, 92'de Hafız Ebu Bekir El-Beyhaki aracılığı ile Malik b. Enes'e dayandırarak nakletmektedir. Diyor ki İbn Kesir: “Bu haberin isnadı sahihtir.” c. 7, s. 92.)

(O yıla bu adın verilmesi, toprak kuraklıktan öyle bir hale geldi ki sanki kül halini aldı. Bu olay hicretin on sekizinci yılı, Ömer'in hilafeti dönemine rastlamaktadır. Bkz. El-Hidaye ve El-Nihaye c. 8, s. 90.)

Gerçi bu olay da bizim şimdiki konumuza girmez, ama bu tür tezahürler, Peygamberimizden daha alt düzeyde olan salih şahsiyetler tarafından da ortaya konabilmektedir. Ben şahsen bu türde bir çok olay biliyorum.

Bu tür bir başka örnek de bazı kimselerin Peygamber Efendimizden (salât ve selâm üzerine olsun) veya ümmetine mensup salih bir şahsiyetten bir şey dilemeleri ve bu dileklerinin yerine getirilmesidir. Bu da çok görülen bir olaydır. Fakat, dediğimiz gibi, bizim şimdiki konumuz değildir.

Şunu bilmen gerekir ki, gerek Peygamberimizin ve gerekse ümmetinden olan salih bir şahsiyetin bu dilekleri karşılamış olmaları söz konusu dileklerde bulunmanın mutlaka müstahab olduğunu, iyi bir hareket olduğunu göstermez.

Çünkü bilindiği gibi Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bu konu ile ilgili olarak şöyle buyuruyor:

“Adamın biri bana gelip bir şey diliyor, ben de dilediğini yerine getiriyorum, ama bu yüzden yanımdan koltuğunun altında ateşle çıkıyor.”

Sahabilerden biri:

“Peki, ya Rasûlallah, o halde ne diye böylelerinin dileklerini yerine getiriyorsunuz?” diye sorunca şu cevabı aldı;

“Çünkü böyleleri istediklerini benden ısrarla isterler, öte yandan Allah da bana cimriliği yakıştırmaz.”

Bu ısrarlı dilek sahiplerinin Eğer dilekleri karşılanmayacak olsa ruh hallerinin gereği olarak imanları sarsılabilir. Tıpkı Pegamberimizin sağlığındaki dilek sahiplerinde olduğu gibi. Böyleleri arasında dilekleri yerine getirildikten sonra Medineden çıkmaları emredilenler olmuştur.

Böyle bir dileğin yerine gelmesi yanı başında dua edilen mezarda yatan ölünün kerameti olarak sayılabileceği gibi dilek sahibinin iyi halli bir kimse olmasından da kaynaklanabilir. Fakat onunla bunun arasında aslında fark yoktur.

Bilmemiz gerekir ki, mezarların başında namaz kılmanın ve buraları mescid edinmenin yasaklanması mezarlarda yatan şahsiyetleri hor ve önemsiz saymaktan kaynaklanmıyor.

Tersine bu yasağın gerekçesi, bu yüzden halkın fitneye uğramasıdır. Fitnenin ortaya çıkması da sebeplerinin oluşmasına dayanır.

Buna göre mezar başlarında dua etmek veya buraları mescid edinmekle insanların kafalarını karıştırabilecek, onları fitneye uğratacak sonuçların meydana gelmesi söz konusu olmasaydı bu davranışlar yasaklanmazdı.

Peygamberlerin ve örnek davranışları ile tanınmış salih kişilerin mezarlarında zaman zaman görüldüğü söylenen diğer bazı kerametler ve olağan-üstü tezahürler de böyledir.

Meselâ bu mezarlara gökten ışık veya melek inmesi, şeytanların veya hayvanların buralara yanaşmaktan kaçınmaları, bu mezarlardan veya çevrelerindeki diğer mezarlardan ateş fışkırması, bu mezarlarda yatanların bazı komşu ölülere şefaatçi olmaları, bazı kimselerin ölünce onların yanı başında gömülmeyi istemeleri, bazı mezarların yanında insanın içinde huzur ve sükun hissetmesi ve bazı ölülere dil uzatanların çeşitli cezalara çarptırılmaları gibi önemli tezahürler, konumuzun kapsamına girmeyen gerçeklerdir.

Başka bir deyimle gerek Peygamberlerin ve gerekse yaşarken iyi davranışları ile tanınmış salih şahsiyetlerin mezarlarında belirebilecek Allah'ın kerametleri ile buraların Allah (c.c.) katında taşıdıkları saygınlık ve değer, çoğu kimselerin tasavvurunun üzerindedir. Fakat bu tür olağan-üstülüklerin detaylarına girmek şu andaki amacımız değildir.

Fakat ısrarla söylediğimiz şudur ki; bütün bu tezahürler söz konusu mezarları namaz yeri edinmeyi veya tercihli dua ve ziyaret yeri olarak seçmeyi gerektirmez.

Çünkü bu tür yerleri ibadet yeri olarak seçmenin, daha önce belirttiğimiz gibi, şeriat koyucu tarafından parmak basılan bir çok sakıncaları ve tehlikeleri vardır. Bu tehlike ve sakıncaları enine-boyuna tartışma konusu yapmamızın sebebi, bunların savsaklanma ihtimalini kuvvetli olarak görmemizdendir. Oysa bunlar hafife alınacak, savsaklanacak tehlikeler değildir.

4 - Mezarları özellikle dua yerleri olarak seçmenin mekruh oluşunun dördüncü Sebebi, buralarda duaların kabul edileceği, başka yerlerdeki dualardan üstün olduğu şeklindeki inançlar, buraların belirli günleri olan maksatlı ziyaretlere sahne olmalarına yol açmaktadır.

Nitekim zamanımızda bir takım mezarlık hastalarının yılın belirli günlerinde buralarda büyük kalabalıklar oluşturdukları görülmektedir. Oysa bu hareket, Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun):

“Sakın benim mezarımı bayram (tören) yeri edinmeyiniz”,

“Allah'ın laneti yahudiler ile hıristiyanlar üzerine olsun. Çünkü onlar peygamberlerinin mezarlarını mescid (tapınma yeri) edindiler” ve

“Sakın mezarları mescid (tapınma yeri) edinmeyiniz. Zira sizden önceki ümmetler mezarları mescid (tapınma yeri) edinmişlerdir” hadisleri ile yasakladığı hareketin ta kendisidir.

Öyle ki, söz konusu mezarlık hastaları bazı mezarların başında yılın belirli bir gününde düzenli şekilde toplanıyorlar, hatta bu toplantılara katılabilmek için uzak yerlerden buralara akın ediyorlar.

Bu belirli mezarlık ziyaretleri kimi Muharrem, kimi Receb, kimi Şaban ve kimi Zilhicce ayına rastlarken kimi Aşure günü, kimi Arefe günü, kimi Şaban ayının on beşinci günü ve kimisi de başka bir ayın başka bir gününde yapılmaktadır.

Böylece bu mezarlık ziyaretleri her yıl tekrarlanan belirli bir anma ve tören günü olmaktadır. Tıpkı yılın belirli günleri sırasında (Hacc mevsiminde) mülümanlarca Arafat dağının, Muzdelife'nin ve Mina'nın ziyaret edilmesi yine tıpkı Ramazan ve Kurban bayramları namazlarında yörenin büyük camilerine gidilmesi gibi. Hatta sözü geçen mezar başı anma törenleri ve toplantılar bazen din ve dünya bakımından hacc ibadetinin ziyaret yerleri ile Bayram namazları toplantılarından daha önemli ve daha ihtişamlı olabilmektedirler.

Çeşitli şehirlerde bulunan ve belirli yada belirsiz zamanlarında ziyaretlerine gidilerek yanı başlarında dua edilen veya namaz kılınan bir takım mezarlar da bu kategoriye girer.

Bazı kimseler tıpkı Kabe'yi ziyaret etmeye gider gibi buralara gitmek için özel yolculuklar düzenliyorlar. Bu tür yolculuklar düzenlemenin yasak ve haram olduğu hususunda müslümanlar arasında en ufak bir görüş farklılığı olduğunu hatırlamıyorum.

Benim bilmeme rağmen eğer böyle bir görüş ayrılığı varsa bu son zamanlarda meydana gelmiştir. Yalnız daha önce anlattığımız iki gerekçeye bağlı olarak sırf ziyaret amacı ile mezarlıklara gitmek, bu maksatla yolculuğa çıkmak sakıncasızdır.

Fakat eğer bu yolculukların amacı söz konusu mezar başlarında ibadet yapmak, dua etmek, namaz kılmak ve tören düzenlemek gibi şeyler olursa çıkılacak bu yolculukların yasak olacağı şüphesizdir.

Bu iş o kadar çığırından çıkmış ki, bu yolculuklara çıkanların bâzıları “Falancanın veya filancanın mezarına hacc ziyareti yapmak istiyoruz” gibi sözlerle yaptıkları işi “Hacc” terimi ile adlandırıyorlar. Haftanın belirli bir gününde uzaktan veya yakından gelinerek başında toplanılan kimi mezarlar da bu kategoriye girer.

Sözün kısası, mezar başlarında yapılan bu hareketler, düzenlenen bu törenler Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun): “Sakın benim mezarımı bayram (tören) yeri edinmeyiniz” hadisi ile yasakladığı adet ve uygulamaların ta kendileridir.

Çünkü her yıl veya her ay veya her hafta tekrarlanan, belirli bir vakitte, belirli bir yeri dönüşümlü olarak ziyaret etmek, orayı bayram yeri edinmenin ta kendisidir ki, bilindiği gibi bunun küçük-büyük bütün şekilleri kesinlikle yasaklanmıştır.

İşte İmam-ı Ahmed'in: “Halk bu konuda çok ileri gitti, iyice ölçüyü kaçırdı” derken yakındığı uygulama budur.

Nitekim İmam yakındığı bu uygulamaların en çarpıcı örneği olarak Hz. Hüseyin'in (Allah ondan razı olsun) mezarı başında yapılan acayip törenleri zikretmiştir.

Daha önceki sayfalarda sünnette yeri olmayan bir ibadeti belirli zaman aralıkları ile tekrarlayarak dönüşümlü hale getirmenin mekruh olduğunu belirtmiştik. Bu hareket mekruh olduğuna göre hem zamanı ve hem de yeri belirli ve sünnetten kaynaklanmayan dönüşümlü törenlerin hükmünü varın siz düşünün.

Hemen belirteyim ki, Mısır'daki Nefise ve diğerlerinin başında düzenlenen törenler bu söylediklerimizin örneklerinden biridir. Ayrıca Irak'daki Hz. Ali'ye (Allah yüzünü ak eylesin) ait olduğu söylenen mezarla, Hz. Hüseyin'in, Huzeyfe b. Yeman'ın, Selman-ı Farisî'nin, Musa b. Cafer'in, Muhammed b. Ali Cevad'ın. Ahmed İbn Hanbel'in, Maruf-ı Kerhî'nin, Ebu Yezid (Bayezid) Bistamî'nin ve Harran'da “Ensarî Kabri” diye anılan mezarın başında belirli zaman aralıkları ile tekrarlanan törenler hep bu kategoriye girer.

(Nefise binte El-Hasen b. Zeyd b. El-Hasen b. Ebi Talib (Allah hepsinden razı olsun) hicri 145 yılında doğdu. Tefsir ve hadis konusunda bilgin, saliha ve muttaki hanımlardandı. 208 yılında Mısır'da öldü. Şii'ler orada ona görkemli bir mezar yaptılar. Hala orasını tavaf eder dururlar. Buna benzer daha bir çok şirki ve bid'atı gerektiren törenler yaparlar. Bkz. Vefeyat El-Ayan, c. 5, s. 423, 424; Zerkelî, El Alam, c. 8, s. 44.)

(Musa b. Cafer; Asıl adı Musa b. Cafer b. Muhammed b. Ali b. El-Hüseyn b. Ali b. Ebi Talib El-Haşimî olan bu zat Kazım olarak bilinmektedir. Abid ve düzgün kişilikli birisiydi. Hicrî, 183 yılında öldü. Bkz. Takrib El-Tehzib, c. 2, s. 282, biy. 1444.)

(Muhammed b. Ali Cevad; Muhammed b. Ali b. Musa b. Cafer El-Sadık El-Haşimî, Çevad adıyla tanınmaktadır. Rafızî'ler onun on iki imamdan biri olduğuna inanırlar. Hicri 195 yılında doğan bu şahıs 220 yılında öldü. Bkz. Vefeyat El-Ayan, c. 4, s. 175, biy. 561.)

(Ebu Yezid (Bayezid) Bistamî; Tayfur b. İsa b. Adem b. İsa b. Ali El-Bistamî asıl adı; künyesi, Ebu Yezid olan bu ünlü mutasavvıf abid ve zahid kişilerdendir. Bunun yanında Tasavvufta hayli ileri gidenlerdendir. Onun sürekli “Fena” halinde bulunduğuna da -Tanrısal sarhoşluk- inanır tasavvuf erbabı. Ondan öyle bir takım kelimeler sadır olmuştur ki -eğer doğruysa- sapık ve bid'atçının birisidir. H. 263'de öldü: Bkz. a.g.e., c. 2, s. 351, biy., 312; Müellif, M. El-Fetava, c. 2, s. 313, 461, c. 13, s. 257.)

Çeşitli İslâm ülke ve şehirlerinde bu nitelikte o kadar çok mezar var ki, bunların sayısını bilmek mümkün değildir.

Üstelik bu tanınmış mezarların çoğu üzerine mescidler yapılmıştır ve bu mescidlerin bazılarının arsaları gayri meşru şekilde sağlanmıştır.

Tıpkı Ebu Hanife'nin, Şafiî'nin ve benzeri seviyedeki diğer şahsiyetlerin mezarları başında yapılan camiler gibi.

Oysa İslam ümmetinin bu seçkin simalarına karşı takınmamız gereken uygun tavır onlara sevgi beslemek, fikirlerine bağlılık göstermek, yaşatmaya çalıştıkları bu dini onlar gibi yaşamaya çalışmak kendileri için Allah'dan mağfiret, rahmet ve hoşnutluk dilemektir.

Böyle yapacağına onların mezarlarını birer bayram (tören) yeri haline getirmek, hem Allah'ın (c.c.) ve hem de Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) yasakladıkları bir davranıştır.

Daha önce belirttiğimiz gibi, buraları belirlenmiş bir zamanda ziyaret etmeyi dönüşümlü bir alışkanlık haline getirmek ve yılın belirli bir gününde buralarda toplanıp ayin yapmak, doğrudan doğruya buraları “bayram (tören yeri) edinmek  demektir. Hiç bir müslüman ilim adamının bu konuda farklı düşündüğünü hatırlamıyorum. Bunları yaparken “Nasıl olsa, başka bir çok bozuk adet vardır” diye kendi kendimizi aldatmaya kalkışmamalıyız. Çünkü bu davranışlar vaktiyle Peygamberimizin bu ümmet arasında taklitçilerinin çıkacağını haber verdiği yahudi ve hıristiyanların adet ve geleneklerine özenmekten, onlara benzemeye kalkışmaktan başka bir şey değildirler.

Bu sakıncalı davranışın ana gerekçesi, böyle yerlerde yapılacak duaların faziletli olduğuna inanmaktır. Yoksa eğer bu davranış kalblerde çöreklenen böyle bir inançtan kaynaklanmasa, bunu bu derece kesin şekilde yasak saymaz, kökten yok edilmesi gerektiğini ileri sürmezdik.

Dua etmek amacı ile bu mezarları ziyaret etmek, bu tür sakınca ve yıkımlara yol açabildiği için, tıpkı buralarda namaz kılmak gibi hatta ondan bile daha öncelikli bir duyarlılıkla bu tür dualar haram sayılmıştır. Çünkü; halk için fitne sebebi olan bu dualar imana doğru açılan kapıları kapatırken, müşrikliğe doğru yeni kapılar açmaktadır.



Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol