Peygamber Efendimiz'in (salât ve selâm üzerine olsun) mescidinde dua eden kimsenin yüzünü O'nun mezarına döndürmemesi gerektiği hususunda ayni görüşte olan mezheb imamları, Peygamberimizi selâmlayacak olan kimsenin bu bakımdan nasıl davranması gerektiği hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
İmam-ı Malik ile İmam-ı Ahmed'e göre Peygamberimizin mezarına doğru dönülerek selâm verilmelidir. İmam-ı Şafiî'nin yakın arkadaşları da aynı görüşü ileri sürmüşlerdir. Öyle sanıyorum ki, onların bu görüşü bizzat İmam-ı Şafiî'ye dayanır, İmam-ı Ebu Hanife'ye göre ise, bu selâmlama kıbleye dönülerek yapılır. Bu hüküm, Ebu Hanife'nin yakın arkadaşlarının yazdıkları kitaplarda yer almıştır.
İsmail b. İshak'ın, “Mebsut” adlı eserde bildirdiğine ve aynı zamanda Kadı Iyaz'dan nakledildiğine göre İmam-ı Malik bu hususta:
“Peygamberimizin mezarı başında ayakta durup dua etmeyi doğru görmüyorum. Bana göre ziyaretçi Peygamberimizi selâmlayarak geçip gitmelidir.” diyor. (Şifaa, K. lyad, cüz, 2, s. 84.)
(İsmail b. İshak b. İsmail b. Hammad b. Zeyd El-Cehdamî, El-Ezdi adındaki bu zat Malikî fıkıhçılarındandır. h. 204'de doğdu. Fıkıhla ilgili eserleri mevcuttur. Mebsud, Şevahid el-Muvatt'a, Usul, Sünen adındaki eserleri bunlardan bir kaçıdır. 282'de öldü. Bkz. Şîrazî, Tabakat El-Fukaha, s. 164-165. Zerkelî, El-Alam, c. 1 ,s. 310.)
(Kadı lyad, b. Musa b. İyad, b. Ömer, el-Yahsubî, El-Sebtî, imam ve fikıhçı bir zattır. Hadis, hadis bilimleri, lingustik-dil ve sözlük dallarında çok ciddi yapıtları vardır: Tenbihat, Meşarik El-Envar, Şerh-u Kitab-i Müslim gibileri bunlardan bir kaç tanesidir. Zekiliği ve güzel yaşamıyla ünlüdür. 544'de ölen bu ünlü alim 476 yılında doğmuştu. Bkz. Vefeyat el-Ayan, c. 3, s. 483, 485; Zerkelî El-A'lam, c. 5, s. 99.)
Yine “Mebsut” da belirtildiğine göre, İmam-ı Malikî'nin bu konudaki sözleri şöyle devam ediyor:
“Yolculuktan dönen veya yolculuğa çıkmak üzere olan bir kimsenin Peygamberimizin mezarı başında durup O'na salât ve selâm getirmesi ve Ebu Bekir ile Ömer'e dua etmesi sakıncasızdır.”
Bu konuda İmam-ı Malik'e şöyle bir soru soruldu:
“Bazı Medine'liler, ne yolculuk dönüşü ve ne de normal zamanlarda böyle yapmıyorlar? Acaba günde bir veya bir kaç kere böyle yaparak Peygamberimizin mezarı başına gitseler ve O'na selâm verip dua etseler mi?”
İmam bu soruya şöyle cevap verdi:
“Beldemizin hiç bir fikıh aliminin bu yoldaki bir görüşü bana ulaşmadı. Bu ümmetin ilk kuşağına yaraşan, yararlı sayılan ne ise, son kuşağına yaraşan ve yararlı olacak olan da odur. Bu ümmetin ilk neslinin ve öncülerinin böyle yaptıklarını işitmiş değilim. O halde bu davranış, yolculuktan yeni dönmüş veya yolculuğa çıkmak üzere olanlar dışında kalan kimseler için mekruhtur.” (Şifaa, K. lyad, cüz, 2, s. 87, 88)
Bildiğiniz gibi, gerek ilk kuşak müslümanlarından (Selef den) ve gerekse mezheb imamlarından bize ulaşan belgeler de Malikî'nin bu görüşü ile uyuşur ve onu onaylar niteliktedir.
Daha önce değindiğimiz gibi onlar Peygamberimizin mezarı başında sadece salât ve selâm getirilmesini ve dua edilmesini müstahab sayarken, sırf dua etmek maksadı ile burayı ziyaret etmeyi ve mezar karşısında dikilerek dua etmeyi mekruh kabul etmişlerdir.
Aralarında bu konuda biraz müsamahakâr davrananlar da Peygamberimizin mezarı başına gelerek O'nu selamlayanların dua etmek isteyince arkalarını ya mezara veya yan tarafa vererek Kıbleye dönmek suretiyle dua etmelerine izin vermişlerdir. Yani yüzü mezara dönük tutarak değil, Kıbleye dönülerek dua edilmesini yerinde görmüşlerdir. Diğer mezheb imamlarının görüşü de budur.
Başka bir deyimle hiç bir müslüman mezheb imamı, ziyaretçilerin yüzlerini Peygamberimizin mezarına dönük tutarak öylece dua etmelerini müstahab saymış değildir.
Anlattığımız İmam-ı Malik'in ve ilk nesil müslümanlarının bu görüşü, İmam-ı Malik ile ilgili olarak Kadı Iyaz'ın, Muhammed b. Humeyd'e dayanarak nakletmiş olduğu şu hikâyeye de ışık tutuyor:
Hikâyeye göre bir gün Abbasî hükümdarlarından Ebu Cafer ile Maliki, Peygamberimizin mescidinde bir tartışmaya girişirler. Tartışmanın bir yerinde Maliki, hükümdara şöyle der:
“Ey emirülmüminin, bu mescidde fazla yüksek sesle konuşma. Çünkü Cenab-ı Allah (c.c.) bu yüzden bir kavmi azarlayarak şöyle buyurmuştur:
“Ey müminler! Sakın seslerinizi Peygamberin sesi üzerine çıkarmayınız. Biribiriniz ile yüksek sesle konuştuğunuz gibi O'nunla da öyle yüksek sesle konuşmayınız. Yoksa yapmış olduğunuz ameller boşa gider de hiç farkında bile olmazsınız.”
Yine bu yüzden bir kavmi de överek şöyle buyurmuştur:
“Rasûlullah'ın huzurunda alçak sesle konuşanlar öyle kimselerdir ki, Allah onların kalblerini takva açısından imtihandan geçirmiştir. Onlar için mağfiret ve büyük mükâfat vardır.”
Yine aynı konuda bir başka kavmi de kınayarak şöyle buyurmuştur:
“Ey Muhammed, hücrelerin (odaların) arkasından yüksek sesle sana bağıranların çokları düşüncesiz kimselerdir.” (Hucurat: 2, 3,4.)
Şüphe yok ki, Peygamberimize yaşarken gösterilmesi gereken saygı ile ölüsüne gösterilmesi gereken saygı aynıdır.”
Bu sözleri üzerine yumuşayan Ebu Cafer, Malikî'ye dönerek:
“Ya Ebu Abdullah (Maliki'nin künyesi), Peygamberimize dua ederken yüzümü kıbleye doğru mu, yoksa Peygamberimize doğru mu döndürmeliyim?” diye sordu. Hikayeye göre Maliki, hükümdarın bu sorusuna şöyle cevap verdi:
“Yüzünü ondan ayırma (onun için dua ederken yüzünü başka tarafa çevirme). Çünkü O, Kıyamet günü sana, hatta ilk atan Hz. Adem'e (salât ve selâm üzerine olsun) aracı olacaktır. Bundan dolayı yüzünü ona doğru dönerek kendisinden şefaat dile ki, Allah O'nu senin hakkında şefaatçi kılsın. Çünkü Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelerek Allah'dan günahlarını affetmesini dileselerdi de, Peygamber de onlar için af isteseydi, hiç şüphesiz Allah'ı, tevbeleri kabul edici ve merhamet sahibi olarak bulurlardı.”
(Kadı lyad, a.g.e., Peygambere ölümünden sonra yapılacak saygı faslı, cüz. 2, s. 39,40.)
(Muhammed b. Humeyd el-Şükri, Ebu Süfyan el-Ma'merî, Bağdatta yaşamış dokuzuncu kuşağın güvenilir hadis ravilerindendir. Müslim ve diğer hadisçiler ondan hadis tahricinde bulunmuşlardır. 187de öldü. Bkz. Takrib, el-Tehzib, c. 2, s. 156, biy. 160.)
(Ebu Cafer; Asıl adı Abdullah b. Muhammed b. Ali b. Abdullah b. Abbas el-Kuraşî, El-Haşimi; künyesi, Ebu Cafer el-Mansurî olan bu zat, Abbasi halifelerinin ikincisidir. Güçlü, ileri görüşlü, adildi. İslami ilimler konusunda da bilgin olan hükümdar hicretin 136. yılında hilafet makamına geçti. Hicrî 158 yılında 63 yaşında iken öldü. Bkz. İbn Kesir, El-Bidaye ve El-Nihaye, c. 10, s. 121, 128.)
Bu hikaye bu haliyle ya asılsız olma ihtimali kuvvetlidir, ya değişikliğe uğramıştır ve Maliki'nin bu konudaki bilinen görüşü uyarınca yorumlanmalıdır.
Çünkü bu hikâyeden, onun bilinen ve güvenilir arkadaşları yolu ile bize ulaşan görüşüne aykırı bir anlam çıkarabiliriz. Oysa onun, yüzü mezara dönük tutarak dua etmenin doğru olmadığı şeklindeki görüşüne kendi sözleri ile ters düşmesi düşünülemez. Üstelik elimizde onun mezar başında ayakta dikilerek dua etmediğini belirten belge vardır. Bizzat bazı yakın arkadaşlarının bildirdiklerine göre o, mezara yaklaşır, Peygamberimizi selamlar ve sonra mezarı arkasına alarak ve yüzünü kıbleye döndürerek öylece dua ederdi. Bu arada sırtını mezara dönük tutmadığını söyleyenler de olmuştur. Demek ki, söz konusu arkadaşları onun dua ederken kıbleye döndüğü konusunda aynı görüştedirler, yalnız “acaba dua ederken sırtını mezara dönük bulundurdu mu, bulundurmadı mı?” konusunda farklı nakillerde bulunmuşlardır.
Allah bilir, ama benim tahminime göre bu hikâyede İmam-ı Malik'e Peygamberimize selâm verilirken mezara doğru dönülüp dönülmeyeceği sorulmuş o da bu soruya “selâmlama” yerine yanlışlıkla “dua etme” kelimesini kullanarak cevap vermiştir. Bilindiği gibi bazı Iraklı fıkıh alimlerine göre, Peygamberimizi selâmlarken de Kıbleye dönmelidir. Fakat daha önce belirttiğimiz gibi İmam-ı Malik, bu durumda mezara doğru durulacağı görüşündedir.
Nitekim İbn-i Vehb'in ona dayanarak bildirdiğine göre:
“Peygamberimizin mezarını ziyaret eden kimse O'nu, yüzü Kıbleye dönük olarak değil, mezara dönük olarak selâmlar. Önce mezara yaklaşır, sonra O'nu selâmlar ve elini mezara sürmez.”
Az yukarda Malikî'nin Peygamberimizin kabrini ziyaret eden kimsenin O'na salât ve selâm getirdikten sonra O'na dua edeceğini belirten sözlerine yer vermiştik. Bildiğimiz gibi Peygamberimizin mezarı başında O'na salât ve selâm getirdikten sonra O'nun için dua etmek Kıyamet günü O'nun bize şefaatçi olmasını sağlar.
Nitekim bizzat Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) güvenilir bir hadisinde şöyle buyuruyor:
“Müezzinin ezan okuduğunu işittiğinizde onun söylediklerini arkasından tekrar ediniz. Arkasından Bana salât-ü selâm getiriniz. Çünkü Bana bir kere salât ve selâm getiren kimseye Allah on rahmet bağışlar. Sonra Allah'dan Ben'im adıma “vesile” dileyiniz. Vesile, Allah'ın sadece bir tek kuluna lâyık gördüğü bir cennet derecesidir. Ben istiyorum ki, o kul Ben olayım. Kim Allah'dan Ben'im adıma vesile dilerse, Kıyamet günü şefaatimi hakeder.” (Müslim, Kitab, Namaz, bab, müezzinin ezan okuma sırasında söylediği sözün aynısını yinelemenin müstehaplığı, H. No: 384.)
Eğer yukarıdaki hikâyede bir yanlışlık yoksa İmam-ı Malik oradaki sözleri ile şöyle demek istemiş olabilir:
“Eğer yüzünü Peygamberimizin mezarına çevirir, O'na salât-ü selâm getirdikten sonra O'nun adına Allah'dan “vesile” dilersen, Kıyamet günü şefaatine erersin. Çünkü Kıyamet günü bütün ümmetler O'nun şefaati aracılığı ile Allah'a yanaşmak isteyeceklerdir. Dünyada O'nun şefaatini hak edebilmek için O'na bağlılık göstermek ve O'nun adına Allah'dan “vesile” dilemek gibi Kıyamet günü şefaatine ermemizi sağlayacak hareketleri yapmakla olur.”
İmam-ı Malik'in, İbn-i Vehb yolu ile bize ulaşan şu sözlerini de bu çerçeve içinde yorumlamak gerekir:
“Ziyaretçi Peygamberimize salât-ü selâm getirirken ve O'nun için dua ederken yüzünü Kıbleye değil, türbeye döndürür ve öyle salât-ü selâm getirip dua eder.”
İmam-ı Malikî'nin burada sözünü ettiği dua, her müminin mezarı ziyaret edilince mezarda yatanın ruhu için yapılacak olan meşru (şeriata uygun) duadır. Hiç şüphe yok ki Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun ve anam-babam yoluna feda olsun) bu duaya en lâyık olan, bu konuda diğer her ölüden önce gelen kimsedir. Böyle düşününce Malikî'nin sözleri arasında varmış gibi görülen çelişki kaybolur ve onun mezar başlarındaki duaların hangisini tavsiye ettiği ve hangisini bid'at sayarak mekruh gördüğü belli olmuş olur.
Bu arada yine yukarıdaki hikâyenin İmam-ı Malik'in:
“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelerek Allah'dan günahlarının affedilmesini dileselerdi de Peygamber de onlar için af isteseydi, hiç şüphesiz Allah'ı, tevbeleri kabul edici ve merhamet sahibi olarak bulurlardı” ayetini okuduğunu belirten kısmına gelince, doğrusunu Allah bilir, bunun aslı olmasa gerek.
Çünkü bildiğim kadarı ile hiç bir imam, bu sözleri ondan nakletmemiştir. Ayrıca hiç bir mezheb imamı, vefatından sonra Peygamberimizden gerek mağfiret aracılığı ve gerekse başka bir şey dilemeyi müstahab saydığını söylemiş değildir. Üstelik gerek Malikî'nin ve gerekse yakın arkadaşlarının bu konudaki belgelenmiş sözleri bu iddia ile çelişir.
Yalnız son dönemin fıkıh alimleri tarafından bir bedeviye atfedilerek nakledilen bir hikâyede böyle bir bölüm yer almıştır.
Hikâyeye göre sözü edilen bedevi bir gün Peygamberimizi içli ve yalın ifadeler ile öven iki beyitlik bir şiir terennüm etmiştir.
Bu yüzden İmam-ı Şafiî'ye ve Hanbelî'ye bağlı bazı son dönem fıkıh alimleri bu hikâyeye dayanarak böyle yapmayı mubah saymışlardır.
Oysa böyle bir hikâye ile şeriat kaynaklı hüküm isbat edilemez. Özellikle böyle bir konuda. Eğer böyle yapmak şeriata uygun ve özendirilecek bir şey olsaydı, sahabiler ile bağlılarının bunu herkesten daha iyi bilip, daha titizlikle uygulamaları gerekirdi. Böyle olmadığına göre sözü edilen bedevi ile diğer bazı kimselerin isteklerinin kabul edilmiş olmasının daha başka sebepleri vardır ve daha önce bu sebeplerle ilgili ayrıntılı açıklamalar yapmıştık.
|