Beyhakî ve Ebû Nuaym'in Mûsâ bin Ukbe tarikiyle Zühri'den naklettiklerine göre, o şöyle demiştir: "Sakîf Kabîlesi'ni (Tâiflileri) tem-silen Urve bin Mes'ûd gelip Peygamber (s.a.v.)'in huzuruna çıktı ve resmen müslüman oldu. Sonra kavmine dönmesi için izin istedi. Peygamberimiz kendisine dedi ki: "Onların seni öldürmelerinden korkarım." Urve ise şu cevabı verdi: Yâ Resûlallah, onlar beni uyurken görseler, uyandırmağa cesaret edemezler." Bu şekilde ayrılıp kavmine gitti ve onları müslümanlığa davet etti... Onlardan hiç de beklemediği bir muhalefetle karşılaştı... Hattâ kötü sözler işitip üzüldü... Birgün, seher vakti kalkıp sabah namazı için hazırlandı. Evin damına çıkarak Ezan okumaya başladı... Ezan'ın dinin temeli olan şehâdet cümlelerini "okurken, ansızın bir ok gelip kendisini cansız yere serdi. Oracıkta şehîd oldu... Onun bu şekilde şehid edilişi haberi Hz. Peygamber'e ulaştığı .zaman, şöyle buyurdular: "Urvenin meseli, Sahib-i Yâsîn'in meselidir... O da kavmini Allah'a davet etmiş ve kavmi tarafından Öldürülmüştü."
Urve bin Mes ud'un öldürülmesinden sonra Sakîf ten sayıları yirmiye yaklaşan bir heyet geldi, içlerine Kinâne bin Abd-i Yâlîl ile Osman bin Ebû'l-As da vardı... Hepsi de müslümanlığı kabul ettiler...."
Ibn-i Sa'd'ın Vâkıdî'den naklettiği bir habere göre, Urve bin Mes'ûd, Ezan okuduğu sırada atılan bir okla yaralandığı zaman; "Şehâdet ederim ki Muhammed Allah'ın Resulüdür! O bana, bunu önceden haber vermiş ve "kavmin seni öldürür" buyurmuştu, demiştir...."
Yine Ebû Nuaym'in Vakıdl'den naklettiği bir haber. Deniliyor ki: "Peygamber (s.a.v.), Tâiften döndüğü sırada Urve bin Mes'ûd, Gaylân bin Mesleme'ye şöyle demişti:
"Ey Gaylân, Allah'ın, Resulü Muhammed'e ne kadar büyük bir başarı verdiğini görüyorsun. Bütün insanlar, ister istemez kendisine tabî olmuş durumda... Bizler ise, Arab'ın dâhileri arasında anılırız... Böyleyken biz, islâm'ın câhili olabilir miyiz? Muhammed'in davetinden bu derece uzakta kalabilir miyiz? Bak, ben sana vaktiyle yaşadığım bir hali haber vereyim. Şimdiye kadar ben bunu, senden başka hiçbir kimseye söylemiş de değilim. Şöyle ki: Bir zamanlar ben ticâret için Necrân'a gitmiştim. O sıralarda, henüz Muhammed peygamberliğini ilân etmiş değildi... Necran metropoliti benim arkadaşım idi. Kendisiyle konuşurken bana demişti ki: "Bak Urve, sizin Mekke Haremi'nde bir peygamberin çıkacağı zaman hayli yaklaşmış bulunmaktadır. Ve bu peygamber, bütüp peygamberlerin sonu olacaktır. Kavmiyle arasında çetin mücâdeleler de geçecektir... Bu peygamber, ortaya çıkıp insanları Allah'a davet ettiği zaman, muhakkak sen O'na îmân edip tabî olmalısın!"
îşte metropolit'in bana söyledikleri aynen bunlar idi. Fakat ben onun bu sözlerim, Sakîf ten veya başka kabileden hiçbir kimseye söylemiş değilim. Şimdi ilk defa sana söylüyorum ve ben sana söylemekle kalmıyorum, derhal kendisine gidip tabî olacağım!"
Urve, Gaylân'a bunları söyledikten sonra derhal yola çıkarak Hz. Peygamber'e gelmiş ve müslüman olmuştur...."
Beyhakl'nin rivayetine göre Vehb şöyle demiştir; "Ben, Câbir'e sordum ve dedim ki: Tâifli'ler gelip Peygamberimiz1 e bîat ettikleri zaman, bâzı şartlar ileri sürmüşler. Bunların ne olduğunu bana açıklar mısın?" Câbir'in bana verdiği cevab ise aynen şu olmuştur: "Onlar Hz. Peygamber'e, zekât vermiyeceklerini ve cihâda katılmayacaklarını şart koşmuş lar di... Fakat peygamberimiz bu sırada aynen şöyle buyurmuşlardı:
"Hakkiyle müslüman oldukları takdirde, çok geçmez zekât da verirler, cihâda da katılırlar!" (Ve çok geçmedi, aynen Peygamberimiz'in haber verdikleri gibi oldu...")
Müslim, Osman bin Ebul-As'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Ben, Peygamber Efendimiz'e: "Ey Allah'ın Resulü, Şeytan benimle namazım ve kıraatim arasına girip engelleme yapıyor, bu husuta bana neyi tavsiye edersiniz?" diye mürâcâtta bulundum. Peygamberimiz de buyurdu ki: "O Hanzeb adındaki şeytanın vesvesesini hissettiğin zaman, ondan Allah'a sığınmaksın! Sonra sol tarafına da üç defa tükürmelisin." Ben de aynen Hz. Peygamberin dediğini yaptım ve çok şükür, Allah da benden onun vesvesesini giderdi." -
Yine Osman bin Ebu'l-As'tanEbû Nuaym, biraz farklı olarak şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.) beni Taife gönderdiği zaman, Şeytan bana musallat olup acâib vesveseler verdi. Artık namazımı nasıl ve ne kadar kıldığımı bilemez olmuştum... Dönüşümde hâlimi Hz. Peygamber'e arz ettim. O da bana dedi ki: "Bu, şeytandır. Bana biraz yaklaş bakayım!" Ben de kendisine yaklaştım. Bana: "Haydi ağzını aç!" dedi ve mübarek eliyle göğüsüme vurdu, ağzımın içine de tükrüğünden çalarak: "Ey Allah'ın düşmanı, dışarı çık!" diye seslendi ve bunu üç defa tekrarladı. Bundan sonra bana: "Haydi işine bak!" buyurdu... Artak bana, bir daha şeytan musallat olamadı, vesvesesiyle bana te'sir edemedi..." (Bir daha okuduğumu da unutmadım.)
Beyhakî ve Ebû Nuaym de, yine Osman bin Ebu'l-As'tan şöyle rivayet ederler: "Ben, çatlayıp helak olacak derecede hastalandım... Kalkıp Hz. Peygamber'e giderek hâlimi arz ettim. Peygamber (s.a.v.) de bana buyurdu ki:
"Sağ elinle ağrıyan yerini tut ve yedi defa: "Allah'ın adıyla! Duyduğum acılardan Allah'ın izzetine ve kudretine sığınırım!" diyerek dua et!"
Ben de aynen Hz. Peygamber'in tavsiye ettiği gibi yaptım. Allah da bütün acılarımı giderip beni şifâya kavuşturdu! Artık ben, gerek kendi ev halkımdan olsun, gerekse başkaları olsun, her hastayım diyene, Hz. Peygamber'in bana öğrettiği bu duayı tavsiye etmeye de devam ettim..."
Buharı ve Müslim lbn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: Müseyli-metil'l-Kezzâb, kavminden pekçok sayıda adamla birlikte Medine'ye geldi ve pervasızca dedi ki: "Eğer Muhammed, kendinden sonra yetkiyi bana bırakmayı kabul ederse O'na tabî olurum!" Derken peygamber (s.a.v.) de yanında Kays bin Şemmâs'm oğlu Sabit ile birlikte çıkageldi. Elinde yaprakları soyulmuş hurma dalı parçası vardı. Bunu göstererek buyurdu ki: "Ey Müseylime, sen benden şu dal parçasını istemiş olsan, sana bunu dahi vermem! Sen, senin, hakkındaki Allah'ın emrini geçersiz kılamazsın! Eğer îslâm'dan dönüp kâfir olursan, Allah'ın senin hakkındaki emri ölümdür! Ve senin akibetin hakkında bana bâzı şeyler de gösterilmiş bulunmaktadır. Ben, seninle daha fazla konuşacak da değilim, îşte Sabit bin Kays, o sana Benim hakkımda gerekenleri söyler....''
Peygamberimiz bunları söyledikten sonra çekip gitti... Ben daha sonraları, Hz. Peygamber'in: "...Senin hakkında bana bâzı söyler gösterildi" buyurmasının manası ne idi? diye bazılarına sordum. Ebû Hürey-re'nin bu hususta bana verdiği cevab şu olmuştur: "Peygamber Efendimiz bir defasında buyurdular ki: "Ben rü'yâmda, elimde iki altın bilezik gördüm ve bu hususta tasalandım. Ve bana rü'yamda vahyedildi ki: "Haydi onlara üfle!" Ben de üfledim ve her iki bilezik elimden uçtu gitti... Ben bunları, benden sonra çıkacak iki yalancı ile tev'vîl ettim.." işte ey îbn-i Abbâs, Peygamberimiz'in haber verdiği bu iki yalancıdan birisi Esved el-Ansî, diğeri de Müseylimetü'I-Kezzâb'tır.."
Ben, Ebû Hüreyre'nin bu cevabını alınca, vaktiyle Hz. Peygamber'in irâd buyurduğu o sözün manâsını da gayet açık olarak anlamış oldum...."
(Nitekim Buharî ve Müslim bunu ayrıca Ebû Hüreyre'den rivayet etmişlerdir... Ve o yalancı Müseylime, Yemame savaşında Vahşi tarafından katledilmiştir...).
îbn-i Adiyy Muhammed bin Câbir'in şöyle dediğini haber verir: Ben babamdan işittim, babam da dedem Sinan bin Talk el-Yemâmî'den dinlemiştir. Şöyle ki: Dedem Sinan, Hanîfe Oğullarından Resûlüllah'a gelen ilk heyette bulunmuştur. Resûlüllah'a geldiği zaman, Resûlüllah efendimiz başını yıkamakta imiş. Dedeme demiş ki: "Haydi
- Yemâmeli'lerin kardeşi Sinan başını sen de yıka!" Bunun üzerine dedem, Resulüllah'tan artakalan su ile başını yıkamıştır. Sonra Resûlüllah'ın huzurunda müslüman olmuştur. Bunu bizzat kendisi anlatan dedem dermiş ki: "Sonra Peygamber Efendimiz bana bir mektub yazıp verdi. Ben de Resûlüllah'a şu ricada bulundum: "Ey Allah'ın Resulü, bana gömleğinizden bir parça veriniz, onunla ünsiyet duyayım! (Yanımda Allah Resulünün bir hâtırasıdır, diyerek teselli olayım.)." Benim bu ricamı kırmayan Resûlüllah Efendimiz, bana gömleğinden bir parça verdi."
Olayı nakleden Muhammed bin Câbir der ki: "Babam bana dedem Sinan'dan nakleder ve derdi ki: Dedem, bu Resûlüllah'm gömleğinin parçasını, kıymetli bir hatıra olarak saklar, hastalara şifa olsun diye onu yıkar ve suyunu içirirmiş...."
Ebû Yâlâ ve Beyhakî Mezyede el-Asrî'den nakleder. O demiştir ki: Birgün Peygamber (s.a.v.) ashabı ile konuşurken: "Şu taraftan bir topluluk gelecek, onlar doğudakilerin en hayırlılarıdır!" Derken Ömer yerinden kalkıp doğu tarafına doğru gitti. Binitli on üç kişilik bir topulukla karşılaştı ve onlara, kimler olduklarını sordu. Onlar da; Abdü'1-Kays Oğullan olduklarını söylediler..."
îbn-i Sa'd Urue'nin şöyle dediğini nakleder: Abdü'1-Kays heyetinin geldiği günün sabahında Peygamber (s.a.v.) buyurdular ki: "Doğudan bir kafile gelecek, bunlar İslâm'a girmeleri için zorlanmış değillerdir! Azıkları tükenmiş olarak yola devam etmekteler ve yakında burada olurlar...." Sonra Resûl-i Ekrem şu duada bulundular: "Allah'ım Abdü'l-Kays Oğullarını mağfiret eyle! Onlar islâm için geliyorlar, Benden bir mal istemiyorlar! Onlar, doğuda yaşıyanlarm en hayırlılarıdır!"
Çok geçmeden yirmi kadar adam geldi. Başlarında Abdullah bin Avf el-Eşecc vardı. Bu sırada Resûlüllah Mescid'de bulunuyordu. Gelip kendisine selam verdiler, O da onları selamla karşıladı ve Abdullah bin Avfın kim olduğunu sordu. Abdullah da "Benim, yâ resûlellah" dedi. Abdullah, şişman ve çirkin görünüşlü idi. Resûlüllah kendisine baktı ve şöyle buyurdu:
"Erkeklerin cild ve bedenlerine bakarak güzellik veya çirkinlikleri hakkında hüküm verilemez! Kişinin güzellik ve çirkinliği; dili ve kalbi iledir!" Sonra Abdullah'ın şahsına hitaben: "Sende Allah'ın sevdiği iki haslet bulunmaktadır" buyurdu. Abdullah: "Bu iki haslet nelerdir, yâ Resûlallah" diye sordu. Resûlüllah da: "Akıllı ve ağır başlı olman, bir de yumuşak davranmandn*" buyurdu. Abdullah tekrar sordu: "Ey Allah'ın Resulü, bendeki bu iki haslet, cibilli ve fıtrî midir?" Resûlüllah Efendimiz de şu cevabı verdiler: "Evet, cibillî ve fıtrîdir, yâni Allah'ın seni bu fitratta yaratmış olmasıdır.."
Hâkim'in Enes'ten rivayeti de şöyledir: Abdü'1-Kays Oğullarının heyeti geldiği zaman Peygamber (s.a.v.) kendilerine buyurdu ki: "Sizin şu ve şu isimlerde hurmalarınız vardır ve meşhurdur... Bunların renkleri de, şöyle ve şöyledir...." Bu^ırada onlardan biri: "Anam-babam sana feda olsun ey Allah'ın Resulü, eğer sen bizim kabilemizde doğup büyümüş olsaydın, bu söylediklerini bundan daha iyi bilemezdin! Ben şehâdet ederim ki Sen, Allah'ın resulüsün!" dedi... Peygamber Efendimiz de şu karşıhğı verdiler: "Siz gelip benim yanımda oturduğunuz zaman, sizin ülkeniz bana gösterildi... Ve sizin hurmalarınız arasında el-Berenî adındaki hurmanız, hepsinden daha hayırlıdır. Kendisi hastalık yapmaz ve diğer hastalıktan da giderir...."
Ahmed ve Taberânî el-Vâzi'den şöyle naklederler: Resûlüllah'a gelen heyet içinde ben de vardım, Abdullah'ın kafilesinde idim. içimizde bir arkadaşımız ise hasta idi. Zaman zaman kendisini sar'a tutuyor, baygınlık geçiriyordu... Onun durumunu Resûlüllah'a arz ettik... Ve onun için duâ buyurmasını rica ettik. Peygamberimiz: "Onu bana getiriniz" buyurdu. Biz de getirdik. Cübbesinin bir kenânnı tutarak kaldırdı ve hasta.olan arkadaşımızın arkasını vurmaya başladı.... Vururken de: "Çık dışarı, ey Allah'ın düşmanı!" diyerek sesleniyordu... Arkadaşımız da bakıyor ve bakışı, eskisi gibi düzelmiş bulunuyordu... Sonra Peygamberimiz onu yere oturttu, mübarek eliyle onun yüzünü mesh etti ve onun için bir müddet duada bulundu... Bundan sonra arkadaşımız, sıhhatine iyice kavuşmuş oldu... O kadar ki, heyetin içinde hiç birimiz ondan daha sıhhatli olduğumuzu söyleyemezdik...."
YineAhmed, Şihab bin Abbâd'tan nakleder. O, Abdü'l-Kays heyeti içinde bulunanlardan bâzısından şöyle işitmiş:" Başkanımız Abdullah bir Avf el-Eşecc demiştir ki: Ey Allah'ın Resulü, bizim yerin havası çok ağır ve fenadır. Eğer bizler bu içkilerden içmezsek benizlerimiz sapsarı kesilir. Karınlarımız da şişer... Bize bu hususta mümkinse ruhsat verseniz! Çok değil, şöyle iki avucunun içi kadarına izin verseniz yeteri"
Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz de şöyle buyurmuştu: "Ey Eşecc, eğer az miktarına izin verirsem, çok miktarını da içersiniz! Ve içkinin etkisiyle sarhoş olursunuz... Bu takdirde de, küçük-büyük tanımaz, birbirinizi yaralar, bacağını sakat bırakırsınız!...."
Bizim heyetin içinde, el-Hâris adında biri vardı ve bir içki meclisinde bacağından yaralanıp sakatlanmıştı... Haris bizzat kendisi demiştir ki: Ben bu sırada, yâni Resûlüllah'ın, "...Sonra da bacağından sakat kalır..." dediği sırada, elbisemle bacağımdaki yarayı örtüyor, burasını elimle tutuyordum... Aynı zamanda kendi kendime: "Ne kadar örtüp gizlemiye çalışsam da, Allah bunu Resulüne bildirmiş bulunuyor... Baksana, içkinin ve sarhoşluğun kötülüklerini sayarken, bizzat benim durumuma da işaret buyurup: "Sonra, amcası oğlu olsa bile bacağından kılıçla vurup yaralar!..." diyor şeklinde içimden geçirip söylendim...."
Beyhakı, îbn-i îshak'ın şöyle dediğini naklede): Amîr Oğullarının heyeti Resulüllah'a geldiği zaman, içlerinde Amir bin Tufeyl ile Erbed bin Kay s Hâlid bin Cafer ve Hayyan bin Müslim bin Mâlik de vardı... Bunlar aslında kavimlerinin reisleri ve şeytanları idiler... Amir'in gelişi hiç de iyi niyetle değildi. Onun maksadı, Peygamber Efendimiz'e kötülük yapmaktı. Hitekim bu niyetini yolda gelirken Erbed'e de açıklamıştı... Ve demişti ki: "Bak Erbed, tam Muhammed'in yanma vardığımızda, ben onu lafa tutacağım, tam bu sırada sen de kılıcını çekip kendisini haklı-yacaksm! Bu iş, sana düşmektedir, sakın ihmâl ve dikkatsizlik yapma!" Erbed de bunu kabul etmişti...
Böylece Resûlüllah'ın huzuruna geldiler ve Amir dedi ki: "Ey Mu-hammed, beni kendine sâdık bir dost edin!" Peygamberimiz de dedi ki: "Eğer, gerçekten Allah'ın birliğine, O'ndan başka hiçbir ilah olmadığına inanırsan, seni kendime dost edinirim!" Peygamber Efendimiz'in bu şekilde kendisine karşı şart koşmasına sinirlenen Amir bin Tufeyl, geri dönerken şu tehdidleri savuruyordu: "Ey Muhammed, madem beni kendine dost kabul etmedim, haberin olsun ben de burayı kırmızı atlara binmiş süvarilerimle doldurup çiğnetirim!" işte o, böyle tehdidler savunarak dönüp gitti... Peygamberimiz de kendisine beddüâ ederek: "Allah'ım, Amir bin Tufeyl'i helak eyle!" buyurdu... Yolda giderlerken Amir Erbed'e dedi ki: 'Yazık sana ey Erbed, benim sana olan emir ve tenbihim nerede kaldı?" Erbed de ona şu cevabı vermiş: "Ey Amir, ben tam senin bana emrettiğini yapacağım sırada, vallahi Muhammed'le benim aramda sen bulunuyordun! Kılıcımı vursaydım, sana vurmuş olacaktım, Bunun böyle olmasını elbette sen dahi istemezdin!"
Onlar, kendi ülkelerine doğru giderlerken, yolda Amir boynundan hastalandı. Selûl Oğullarından bir kadının evinde misafir kaldılar... Derken Amir'in hastalığı ağırlaştı ve Allah orada onu helak etti... Sonra diğerleri ülkelerine döndüler... Kavminin adamları Erbed'e sordular: "Arkanızda neler, ne gibi haberler var?" dediler... Erbed de: "Vallahi Muhammed bizi bir şeye ibâdet etmeye çağırdı... Fakat o şey şimdi-bu-rada olsa, ben onu; kılıcımla bir vuruşta katlederdim!" diye konuştu... Bundan bir veya iki gün sonra devesini satmak için yola çıkmıştı ki, Yüceler Yücesi Allah, bir yıldırım göndererek Erbed'i devesiyle birlikte yakıp helak eyledi...."
Beyhakî'nin rivayetine göre Müemmel bin Cemîl şöyle demiştir: Amir bin tufeyl Peygamberimiz'(e geldiği zaman Peygamberimiz kendisine: "Ey Amir, müslüman ol!" diye emretti. Amir de şu karşılığı verdi: "Köyler ve çöller benim, şehirler senin olmak şartiyle müslüman olurum!" Peygamberimiz bunu red eyledi, Amir de müslüman olmadan dönüp gitti... Giderken de şu tehdidi savuruyordu: "Vallahi yâ Muhammed, burasını atlı askerlerle doldurup çiğneteceğim! Şu hurmalarınızın her birine bir at bağlıyacağım!..." Onun bu şekilde tehdidler savurarak ayrılmasından sonra Peygamberimiz: "Allah'ım, Amir'i helak eyle. Kavmine de hidâyetler ver!" diyerek dua etti... Amir, yolda giderken hastalandı, Selûl oğullarından bir kadının evindeyken boğazı şişmeye başladı... Kalkıp atına atladı, mızrağını eline alarak atını sürdü... "Ben, boğazı şişerek, bir kadının evinde mi öleceğim?" diyerek biraz gitti, sonra atından yere yuvarlanarak Öldü...."
Ebû Nuaym îbn-i Abbâs 'in şöyle dediğini nakleder; Erbed bin Kays ile Amir bin Tufeyl Resûlüllah'a geldikleri zaman, Amir dedi ki: "Yâ Muhammed, eğer Senden sonra idareyi bana bırakınsan, bu şartla müslüman olurum!" Peygamber (s.a.v.) de ona dedi ki: "Bu hususta, sana veya senin kavmine iş düşmez!" Durumdan sinirlenen âmir: "Ey Muhammed, vallahi ben senin bu yurdunu atlar ve askerlerle doldurup harâb ederim!" diyerek tehdid etmeye kalkıştı. Peygamberimiz de kendisine: "Allah, seni bundan meneder!" diyerek karşılık verdi... Erbed'le birlikte yola çıkan Amir, Erbed'e dedi ki: "Bak Erbed, ben diyorum ki, hemen geri dönelim, ben Muhammed'i lafa tutayım, sen de bu sırada kılıcını çekip onun hakkında geliver!" Erbed, onun bu teklifini kabul etti. îkisi de geri döndüler. Amir, Peygamberimiz'e kendisiyle konuşacakları olduğunu söylüyerek, oturduğu yerden kalkmasını ve biraz yürümelerini teklif etti. Ve yürümeye başladılar... Bu sırada fırsatın eline geçtiğini zanneden Erbed, kılıcını kınından sıyırıp tam vuracağı sırada elinin kuruduğunu ve tutmadığını hissetti. Amir'in kensinine olan emrini yerine getiremedi... Dönüp Amirle birlikte yola koyuldular... Amir kendisine çıkıştı ve niçin emrini yerine getirmediğini sordu... Erbed de dedi ki: "Bak Amir, . benim o sırada elim kurudu ve tutmadı... Yoksa, ben senin emrini yerine getirmemeyi düşünmüş değilim!" İkisi birlikte giderlerken, Rakm denilen yere geldiklerinde, Allah bir yıldırım gönderdi, Erbed'i yakarak kül etti... Amir'e de bir boğaz yarası -hastalığı verdi, o da kısa bir zaman içinde bu yüzden ölüp gitti... Ve Yüce Allah, şu âyetlerini inzal buyurdu:
"Allah, her dişinin neyi yüklendiğini, rahimlerin neyi eksiltip artırdığını, bilir. Onun yanında herşey bir miktar iledir. O, gizliyi ve aşikâreyi bilendir, büyüktür ve yücedir.."
"Aranızdan sözü gizleyen de, onu açık söyleyen de, geceley'n gizlenen de gündüzün görünen de birdir. (O, hepsini ve herşeyi bilir ve görür) Onların her birini, önünden ve arkasından izleyen melekler vardır. Onu Allah'm emrinden korurlar. Bir millet, kendi durumlarım değiştirmedikçe, Allah onların durumlarım değiştirmez. Allah da bir kavme kötülük istedi mi, artık onu geri çevirecek olan da yoktur. Zâten onların, O'ndan başka koruyup kollayanları bulunmamaktadır. O'dur ki size, korku ve ümid içinde şimşeği gösterir, yağmur yüklü ağır ağır bulutları yayar.'
"Gök gürültüsü O'nu Överek, melekler de O'ndan korkarak O'nu tesbîn ederler. Ve Allah, yıldırımlar gönderir de onlarla dilediğini çarpar. Allah, pek kuvvetli olduğu halde, onlar hâlâ O'nun hakkında mücâdele ederler.."
İbn-i Sa'd, Beyhakî ve Ebu Nuaym Amr bin el-As'tan şöyle rivayet ederler: "Ben, islâm'a karşı inatçı ve çok zıd idim. Bedir'de Hz. Peygam-ber'e karşı savaşan müşrikler arasında ben de vardım ve kurtulmuştum... Uhud'da da bulundum ve kurtuldum... Hendek Savaşı'nda da böyle oldu... Sonra kendi kendime dedim ki: "Daha ne kadar muhalefet edeceksin? Muhammed, mutlaka Kureyş'e karşı üstün gelecektir!" Hu-deybiye'de bulunduğum ve Resûlülİah'm Kureyş ile sulh andlaşması imzaladığı sırada da kendi kendime şöyle diyordum: "Gelecek sene Muhammed ashabı ile birlikte Mekke'ye girecek. Artık senin için ne Mekke, ne de Tâif durulacak yer değildir. En iyisi çıkıp gitmektir...." İşte kendi kendime böyle diyordum ve henüz islam'dan çok uzak bulunuyordum... Hattâ bütün Kureyş müslüman olsa, ben yine müslüman olmam diyordum. Derken kavmimden bâzı adamları toplayıp kendileriyle bir komışma yaptım. Onlara dedim ki: "Benim, sizin aranızdaki itibar ve mevkiim nasıldır?" Dediler ki: "Hepimizin itibar ettiği, mühim işlerde görüşüne mürâcât ettiği bir zatsın." Bunun üzerine ben dedim ki: Sizin de gördüğünüz gibi, Muhammed gün geçtikçe kuvvetleniyor, davası yükseldikçe yükseliyor, hemde hiç umulmadık derecede... Ben bu durumda diyorum ki: En iyisi kalkıp Necâşi'nin ülkesine gidelim, orada neticeyi bekliyelim, Eğer Muhammed dediğim gibi, tam mânâsı ile hâkim olursa orada kalalım! Çünkü Muhammed'in eli altında kalmak-tansa Necâşfnin eli altında bulunmak daha sevimlidir... Yok eğer Kureyş Muhammed'e karşı üstünlük sağlayacak olursa, bu takdirde zâten mes'ele yok demektir....11 Arkadaşlarım benim bu teklifime katıldılar, "Çok yerinde konuştun" dediler. Ben de kendilerine: "Hemen hazırlanın, Habeş Kralına vereceğimiz hediyeleri de unutmayalım! Biliyorsunuz Necâşî'nin çok sevdiği bir şey de, bizim buranın katıklı ekmeğidir. Bundan çok miktarda götürelim!" dedim ve çok miktarda katıklı ekmek ha-zırlıyarak yola çıktık... Hızla ilerliyerek Necâşî'nin ülkesine vardık ve destur »alıp onun huzuruna çıktık. Biz tam onun huzurunda iken, Muhammed'in elçisi Amr bin Ümeyye el-Damrî de Necâşî'nin huzuruna kabul edildi... Muhammed onu, yazdığı bir mektubla göndermiş ve bu mektubda Necâşî'ye Ebû Süfyân kızı Ümmü Habîbe'yi kendisine nikah-layıvermesini istiyormuş Peygamber'in elçisi bu maksatla girdi ve çıktı... Ben arkadaşlarıma dedim ki: Gördünüz, Peygamber'in elçisi girip işini gördü ve çıktı... Bir fırsatını bulup veya Necâşî'den izin koparıp onun kellesini uçursaydım, herhalde Kureyşin yanındaki itibarım bir kat daha artar ve bu sebeble Kureyş beni mükâfatlandırırdı...."
Peygamber'in elçisi çıktıktan sonra biz, tekrar Necaşî'nin huzuruna girdik. Her zamanki gibi kendisine secde ettik... O da bana dedi ki: Dostum merhaba! Bana ülkenizden hediye getirdiniz mi?" Ben cevab verdim: "Evet, size çok miktarda ülkemizin etli ekmeğinden getirdik." Sonra kendisine hediyemizi takdim ettik. O da oradakilere bundan verip taksim etti... Artanını da bir yere konularak saklanmasını emretti... Ben, kendisinin bizlerden hoşnud olduğunu görünce dedim ki: "Efendim, az önce huzurunuzdan ayrılan adam, bizim düşmanımız olan ve bizleri öldürüp perişan eden birinin elçisidir! izin verirseniz peşinden gidip kendisini Öldürmek isterim!" Necâşî, benim bu sözlerimden beklemediğim derecede gadaba gelip burnumun üzerine bir yumruk attı. O kadar kuvvetli vurdu ki, ben burnumun kırıldığını zannettim... Burnum, şiddetli bir şekilde kanamaya başladı... Elbisemle kanımı siliyor ve çok sıkılıyordum... Utancımdan ve korkumdan yer varılsa girecektim... Utanarak dedim ki: "Efendim, sizin o sözümden hoşlanmıyacağınızı bilseydim, kat'iyyen onu söylemezdim!" O da bana dedi ki:
"Ey Amr, sen vaktiyle Musa'ya ve isa'ya Allah'ın vahyini getirmiş bulunan Cibril'in kendisine vahiy getirmekte olduğu bir zât'm, elçisini, öldürebilmen için onu sana teslim etmemi istiyorsun! Buna nasıl cesaret edebiliyorsun?"
işte bu sıradadır ki, Allah benim kalbimi ve islâm'a karşı olan durumumu değiştirdi. Kendi kendime dedim ki: Bak Amr, bu hakikati Arab biliyor, Acem biliyor, Habeş'liler biliyor da bir sen kalkıp ona muhalefet ediyorsun...." içimden böyle geçirip Kral'a dedim ki: "Efendi Hazretleri, siz şahsen buna şehâdet ediyor musunuz?" O da "Evet, şe-hadet ediyorum, dedi ve ekledi: Ey Amr, gel bana bu hususta itaat et ve Muhammed'e tabî ol! Allah'a yemin ederim ki O, hak üzere bulunmakta ve hak Peygamber'dir! Vaktiyle Mûsâ, kendisine muhalefet edenlere karşı nasıl gâlib geldi ve Fir'avn'i tepeledi ise, hiç şüphen olmasın ki Muhammed dahî kendisine muhalefet edenlere karşı üstün gelecektir!" Onun bunları söylemesinden sonra kalbim islâm'a iyice ısındı... Ve ben Necâşîye dedim ki: "Ey Melik, şimdi sen, Peygamber Muhammed adına benden bîât alabilir misin?" Necâşî: "Evet, alabilirim" dedi. Ben de bunun üzerine, islâm'ı kabul etmek üzere ona bîat ettim ve bu şekilde müslüman oldum..."
Beyhakl'nin tahricine göre Amr bin Dîhar şöyle demiştir: Amr bin el-As Habeşistan'dan döndüğü zaman, bir müddet evinden dışarı çıkmadı. Kureyş'ten bâzıları: "Amr, acaba niçin evinden çıkmıyor? dediler... Amr de onlara şu haberi yolladı: "Habeş meliki Ashama, resmen Mu-hammed'in Peygamber olduğunu söylüyor!" Ibn-i Asakîr ise, yine Amr bin dinarın şöyle dediğini haber veriyor: Amr bin el-As'm Habeşistan'dan gelişi sırasında Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Bu gece size, muhacir ve hakîm bir adam gelecek!" Ve o gece, Amr bin el-As geldi ve Hz. Peygamberin huzurunda müslüman olduğunu ilân etti..."
îbn-i Sa'd Vâkıdî'den, o Velîd bin Müslim'den, o da Münir bin U-beydullah'tan şöyle nakleder: Devs'li Ümmü Şerîk'in kocası Ebul-Akr, Devs'ten hicret edenlerle birlikte hicret edip Ebû Hüreyre ile birlikte Resûlüllah'm huzurunda müsülüman oldu... Hanımı Ümmü Şerîk ise, başından geçenleri şöyle anlatır: Kocam Ebû'l-Akr'm yakınları gelip bana sordular: "Sen de kocan gibi, Muhammed'in dînini kabul ettin mi?" Ben de kendilerine "Evet, ben.de onun dîni üzerinde bulunuyorum!" dedim... Onlar bunu öğrenince çok kızdılar ve: "Vallahi sana çok şiddetli bir şekilde azap ve işkence edeceğiz!" dediler. Sonra beni yürümesi kötü bir deveye bindirerek yola çıktılar... Yoldan bana yiyecek olarak sâdece ekmek ve bal veriyorlar, fakat bir damla su vermiyorlardı. Öğle vakti yaklaşırken bir yere indiler, çadırlarını kurup içinde istirahata çekildiler. Beni ise, kızgın öğle güneşinin altında dışarıda bıraktılar... Nihayet ben Güneş'in ve susuzluğun te'siriyle kendimden geçmişim. Aklım çalışmıyor, gözüm görmüyor, kulağım da söylenenleri işitmiyordu... Onlar, bu şekilde bana üç gün işkence ettiler... Üçüncü günü bana: "Üzerinde bulunduğun dîni, yâni müslümanlığı terk et!" diyerek baskı yapıyorlardı. Fakat ben oların bu söylediklerini ancak, kelime kelime duyabiliyor, tam bir cümle halinde söylediklerini anlamıyordum. Bu derece perişan olmuştum. Fakat herşeye rağmen niçin işkence ettiklerinin şuurunda olduğumdan, sözle kendilerine cevap vermeye gücüm yetmese de, Şehâdet parmağımla semâya işarette bulunarak "Allah'ın Vahdâdiyetini" ifâde etmek istiyordum... Allah'a yemin ederim ki çok perişan bir halde idim ve bütün gücümü ve şuurumu kaybetmek üzere bulunuyordum. Tam bu sırada, göğsümün üzerinde bir su kovası belirdi. Alıp içtim. Sonra kova çekildi... Baktım, su kovası semâya doğru çekiliyor... Sonra ikinci ^efâ bana su kovası sarkıtıldı. Ben de alıp içtim. Sonra kova yine çekilmeye başladı... Ben suya henüz kanmadığımdan kovayı tutmak istedimse de, o yine semaya d rv. çekildi... Sonra üçüncü defa su kovası sarkıtıldı. Ben de alıp içtim, ^ ıue suya kandım, başıma, yüzüme ve elbisem üzerine bolca su döktüm ve iyice serinlemiş de oldum... Onlar çadırlarından çıkıp benim bu hâlimi görünce şaşırdılar ve: "Bu nedir?" diye sormaktan kendilerini alamadılar... Ben de kendilerine: "Bu, Allah'tandır, O'nun bana rızık olarak gönderdiği birşeydir!" karşılığını verdim. Onlar önce buna inanmadılar, koşarak gidip su kırba ve kablarını birer biren kontrol ettiler. Hepsinin olduğu gibi durduğunu, hiçbirinin ipinin çözülmemiş olduğunu gözleriyle gördüler... Sonra iyice düşünüp insafa geldiler ve dediler ki:
"Ey Ümmü Şerîk, gerçekten bu sana, kendisine inandığın Rab'binden gelmiş bir rızıktır. Senin RabTain, bizim de Rab'bimizdir.
Böylece hiçbir yaratılmışın gücünün yetmiyeceği bir şekilde sana imdâd eyleyen Allah, hiç şüphe etmiyoruz ki islâm'ı da bizler için seçip emreden Allah'tır! Senin inandığın gibi, bizler de inanarak müslümanlığı kabul ediyoruz!"
işte onlar orada, bu şekilde müslüman oldular ve müslüman olduklarını bizzat Hz. Peygamberce izhâr edip O'nun huzurunda îlân etmeleri için Resûlüllah (s.a.v.)'e hicret ettiler... Bana da bundan sonra çok itibâr ve hürmette bulundular. Allah'ın bana olan lütfunu da itiraf ettiler..."
Ümmü Şerîk, kendisini Hz. Peygamber'e hibe eden kadındır. Hiçbir mehir istemeden Hz. Peygamber ile nikahlanabileceğini bildirmişti... Hz. Aişe de bu olay üzerine şu sözleri sarfetmişti: "Bir kadın, hiçbir mehir istemeden kendisini hibe ettiğini söylediği zaman, bence o kadında bir hayır yoktur!" işte bunun üzerine de Allah şu âyetini indirmişti: "...Kendisini mehirsiz olarak Peygamber'e hibe eden ve Peygamber'in de kendisini almak istediği inanmış bir kadım; diğer mü'minlere değil, sırf sana mahsûh olmak üzere helâl kıldık..." (Ahzâb, 50. âyetten) Bu âyet indiği zaman Hz. Ayşe, Peygamberimiz'e hitaben: "Allah, senin arzunu yerine getirmekte ne kadar çabuk davranıyor!" demişti...
(Fakat, İbn-i Abbâs ve Mücâhid gibi zâtların belirttikleri veçhile, Hz. Peygamber (s.a.v.); kendisini O'na hibe eden kadınlardan hiç biri ile, ne Ümmü Şerîk ne diğerleri ile, asla evlenmiş değildir...)
Yine îbn-i Sa'd Arim bin Fadl'dan, o Hammâd bin Zeyd'den, o da Yahya bin Saîd'den şöyle nakleder: Ümmü Şerîk, yurdundan hicret ederek yola çıktığı zaman, yanında hanımı ile birlikte yolculuk eden bir yahûdî de vardı... Ümmü Şerik oruçlu idi. Kendisiyle birlikte yolculuk eden yahûdî, hanımına, Ümmü Şerîk'e iftar zamanında su vermemesi için sıkısıkı tenbihte bulundu... Bu şekilde akşamlayıp gece istirahatına çekildiler. Ümmü Şerîk, geceleyin göğsünün üzerine küçük bir su kovası konulmuş olduğunu gördü, alıp bundan içti... Oradaki yahûdî, hanımına seslenerek: "Hanım, ben bu kadının su içerken ses çıkardığını duydum! O suyu nereden bulmuştur?" dedi... Karısı da yahûdîye cevap verdi: "Vallahi ben ona su vermiş değilim!"
Ümmü Şerîk'in, yanında bir tulum vardı. Bâzıları bu tulumu ariyet olarak alır ve birtakım bereketlere nail olurdu... Bir gün adamın biri gelip, onu satın almak istedi. Ümmü Şerîk de onu, yine ariyet olarak (bir müddet kullandıktan sonra teslim edilmek üzere) verebileceğini söyledi... Sonra Ümmü Şerik, bu tulumu üfleyerek şişirdi ve güneş görecek bir yere astı... Bir müddet sonra tulumun yağ ile dolduğunu gördüler... Bu yüzden denilir ki: "Allah'ın âyet ve mucizelerinden biri de, Ümmü Şerîk'in tulumudur!" (Bu olayla ilgili bâzı rivayet yolları, ileride "Yiyeceklerin bereketlenip çoğalması" bölümünde gelecektir...)
îbn-i Sa'd Hişam bin Muhammed'den, o Cafer bin Kilâb el-Caferi'den, o da Amir Oğulları'ndan bâzı yaşlılardan şöyle naklederler: Abdullah bin Mâlik'in oğlu Zeyyâd, Peygamberimize geldiğinde, Peygamber Efendimiz onun için dua etti, mübarek elini onun başına koydu ve yüzünden aşağıya doğru çekti... Bu şekilde onun yüzünde bir güzellik ve bereket meydana geldi... Hilâl Oğulları bu hususta derlerdi ki: "Biz, onun yüzündeki güzelliği devamlı tanırdık." Nitekim bu hususta şâir, Zeyyâd'm oğlu Ali'yi överek şu sözleri söylemiştir:
"Ey Mescid'in yanında kendisi için Hz. Peygamber'in dua ettiği ve mübarek eliyle başından çenesine kadar yüzünü sıvadığı zâtın oğlu! Ne mutlu sana! Öylesine bir zât ki, Peygamberimiz onun yüzünü eliyle sıvadıktan sonra, yüzünün nuru ve güzelliği, tâ kabre girinceye kadar hiç eksilmemiştir."
Yine îbn-i Sa'd, Hişam bin Muhammed'den, o Velid bin Abdullah el-Cu'ft'den, o da babasının üstadlarından naklen şöyle der: "Ebû Sebra Yezîd bin Mâlik, Peygamber (s.a.v.)'e geldiğinde, yanında Sebra ve Azız adındaki iki oğlu da vardı... Peygamber Efendimiz'e dedi ki: "Yâ Resûlallah, benim elimin üzerinde bir ur var, elimin hareketine ve hayvanımın yularını rahatlıkla tutmama engel oluyor." Peygamber E-fendimiz, bir tas getirilmesini emretti, tası getirdiler, onu eline alarak Ebû Sebra'nm eli üzerindeki sertliğe vurmaya başladı... Hem vuruyor, hem de eliyle orasını oğuyordu... Derken Ebû Sebra'nm bu şikayetinin gittiği görüldü..."
Beyhakî, Cerîr-i Becelî'nin şöyle dediğini nakleder: Ben, Peygamber (s.a.v.)'e geldiğim zaman, Önce üzerimdeki elbiseyi değiştirip en güzel elbisemi giydim. Sonra Mescid'e girdim. Bu sırada Peygamber Efendimiz, hutbe okumakta idi... İnsanlar gözlerini bana çevirerek süzdüler... Ben, yanıbaşımda oturana dedim ki: "Resûlüllah Efendimiz, benim hakkımda birşey söyledi mi?" O da: "Evet, seni en güzel bir şekilde andı. Hutbesini okurken bir ara buyurdular ki: "Az sonra, şu kapıdan hayırlı ve uğurlu bir adam gelip içeri girecek, onun yüzünde meleğin dokunmasından kalan bir iz bulunacak!" İşte Resûlüllah, senin hakkında bunları söyledi..."
Buharî ve Müslim'in ise Cerîr'den rivayetleri şöyledir; "Resûlüllah (s.a.v.) bana buyurdu ki: "Ey Cerîr, şu Zi'1-Halasa putunu gidip tahrîb ederek, beni rahata kavuşturamaz mısın?" Ben de dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben ata bindiğim zaman üzerinde duramayıp düşüyorum." Bunun üzerine Rasulullah göğsümün üzerine vurup sıvadı... Ve şu duada bulundu: "Ey Allah'ım, Cerîr'i biniti üzerinde sabit kıl, üzerinde bulunduğu doğru yolda da sabit ve dâim eyle!"
Ben, Resûlüllah Efendimizin benim hakkımdaki bu duasından sonra atıma binerek Zi'1-Halasa'mn yolunu tuttum. Emrimde de yüz elli atlı asker vardı... Sür'atle oraya vardık ve Zi'1-Halasa putunu yakıp kül ettik..."
Beyhakî İbn-i îshak'tan şöyle rivayet eder: Tayy Heyeti geldiği zaman, içlerinde Zeydü'1-Hayr da vardı. Hep birlikte Resûlüllah'm huzurunda müslüman oldular... Resûlüllah Efendimiz, bu sırada Zeyd'in adım "Zeydü'1-Hayr" olarak değiştirdi... Sonra kabilelerine döndüler... Onlar giderken, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Zeyd, Medine'nin sıtmasından halâs bulamıyacak!" Necid taraflarında yollarına devam e-derlerken, bir su başına vardıklarında Zeyd hastalandı ve orada vefat etti..."
Tayy kabilesinden olan Adiyy bin Hâtim'den de Buharfnin şöyle bir rivayeti bulunmaktadır: Adiyy diyor ki: "Birgün ben, Peygamber (s.a.v.)'in huzurunda idim. Adamın biri gelip fakirlikten şikayette bulundu... Bir diğeri gelip yol emniyetinin bulunmayışından şikayette bulundu... Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdular ki:
"Ey Adiyy, eğer Ömrün uzun olursa, devesine binmiş bir kadının Hîra'dan (Kûfe'den) kalkıp Mekke'ye vardığını ve Kabe'yi tavaf ederek yurduna döndüğünü, bu esnada Allah korkusundan başka hiçbir korkusunun bulunmadığını kendi gözlerinle göreceksin!' (iyice yerleşip kuvvetlenen islâm sayesinde; can, mal ve namus emniyetinin bu derece gerçekleştiğine şahit olacaksın!)" Ben, Resûlüllah Efendimiz'in bu mübarek tebliğlerini kendi ağızlarından duyunca, ister istemez içimden şöyle geçti: "Ortalığı fesada veren, kasıp-kavuran Tayy kabilesinin eş-kiyâsı; acaba o zaman nereye gidecekler?" Resûlüllah Efendimiz ise, sözüne devam, ederek buyurdular ki: "Eğer Ömrün uzun olursa, Iran Kra-lı'nın hazînelerinin de müslümanların eline geçtiğini, oraların dahi fet-hedildiğini gözlerinle görürsün!" Ben bunun üzerine: "Ey Allah'ın Resulü, Hürmüz oğlu Basra'nın hazînesini mi?" diye sordum. Peygamberimiz de: "Evet, Hürmüz oğlu Kisrâ'nın hazînesi" buyurdu... Ve yine sözüne devam ederek: "Yine ömrün uzun olduğu taktirde, malın da son derece çoğalıp bereketlendiğini görürsün! O derece ki, adamcağız iki a-vucunu altın veya gümüş ile doldurup evinden çıkar ve bunu kendisinden kabul edebilecek olan birisini arar... Fakat kabul eden kimseyi bulamaz..."
Adiyy bin Hatim, Resûlüllah Efendimiz'in gelecek hakkındaki bu sözleri üzerine derdi ki: "Ben, aynen Resûlüllah Efendimizin haber verdikleri şekilde, tek başına devesine binip de Kabe'ye gelip tavaf ettikten sonra, Mekke'den yine tek başına yola çıkıp memleketi olan Hîra'ya (Kûfe'ye) giden ve bu esnada Allah korkusundan başka hiçbir korku aklına gelmeyen islâm kadınının, bu mutlak emniyet günlerini gözlerimle görüp yaşadım... Keza Iran Krah'nm hazînelerini ele geçiren islâm as-keleri arasında, bizzat kendim dahî bulundum. Bunun da aynen gerçekleştiğine gözlerimle şahit oldum... Eğer sizlerin benden sonra ömrünüz uzun olursa, Resûlüllah Efendimiz'in haber verdikleri üçüncü hâlin gerçekleştiğine de şahit olursunuz."
Beyhakî der ki: "Resûlüllah Efendimiz'in haber verdikleri üçüncü hâl de, Râşid Halîfelerden Ömer bin Abdü'l-Azîz'in zamanında gerçekleştirilmiştir..."
Beyhakî bunu söyledikden sonra, Abdurrahmân bin Zeyd'in torunu Ömer bin Esîd'ten şu haberi nakleder: "Ömer bin Abdü'1-Azîz, ancak iki buçuk sene hilâfette kalabilmiştir... Bununla beraber adaletli ve is-tikâmetli idâresinin bereketi, huzur ve emniyeti her tarafta kemâliyle hissedilmiştir... Henüz o sağken, kişi bize büyük ve çok miktardaki bir mal ile gelir ve bunu, istediğimiz şekilde ve istediğimiz yere harcamak üzere bize vermek isterdi de, içimizden onun bu malını kabul eden olmazdı... Adamcağız da dönerken: "Gerçekten Ömer bin Abdü'1-Azîz, insanları, başkalarının malına ihtiyâç duymayacak kadar zengin kılmıştır!" demekten kendisini alamazdı..."
Beyhakî, Târik bin Abdullah'tan nakleder. O der ki: Biz, Medine'ye giderken Medine'nin bahçelerine yaklaştığımızda, hayvanlarımızdan i-nerek elbiselerimizi giydik... Bu sırada eski elbiseli bir adama rastladık. Bize selam verdikten sonra, nereye gittiğimizi sordu. Biz de: "Medine'ye gidiyoruz" dedik. "Orada ne yapacaksınız?" diye sordu. Biz de: "Medine'nin hurmasından satın alacağız" dedik. O, "Şu deveyi bana satar mısınız?" dedi. Biz de: "Şu kadar hurmaya satarız" dedik. O da "Peki, satın aldım" dedi ve o devenin yularından tutarak çekip gitti... Biz, kendisinden hiçbir şey almamıştık... Biz, ne yaptık, diye bu alışverişe şaştık... Devemizi satın alan adamdan hiçbir şey almadığımız gibi, kendisini de tanımıyorduk... Kafilemiz içinde bir kadın da vardı. Bu kadın bize dedi ki: "Telaşlanıp da kendi kendinizi ayıplamayınız! Zira sizin devenizi satın alan adamın, hiç de insanlardan herhangi birini aldatacak hâli yoktu! Yüzü Ay'ın ondürdüne benziyordu... Allah'a yemin ederim ki, böyle bir sîmâ, sizin hakkınızı üzerine geçirmez, hiçbir kimseye hiçbir haksızlık yapmaz!... Derken bir adam geldi ve kendisinin Allah Resûlü'nün elçisi olduğunu söyledi. Dedi ki: "Resûlüllah Efendimiz, sizden deve satın almışlar, işte, devenizin bedeli olan hurma. Ölçünüz ve harhangi bir eksiğiniz olup olmadığını kontrol ediniz! Yâni eksiksiz olarak teslim alınız! Sonra afiyetle yiyip hepiniz hurmaya doyunuz!...
Beyhakî ve Târih'inde Buharı Vâil bin Hucr'dan şöyle naklederler: Peygamber (s.a.v.)'in zuhuru haberi, bize ulaştığı zaman, ben kalkıp Hz. Peygamber'e gittim. O'nun ashabından bâzılarının bana haber verdiklerine göre, benim gelişimi Hz. Peygamber kendilerine üç gün önce haber vermiştir..."
îbn-i Sa'd'ın çıkardığı bir habere göre, Zührî, îkrile, Asım ve diğerleri demiştir ki: Hadramevt Heyeti gelip Resûlüllah Efendimizin huzurunda müslüman oldular... İçlerinden Muhres dedi ki: "Yâ Resûlallah, Allah'a benim için dua ediver de dilimdeki şu kekemelik zâü olsun!" Onun bu ricası üzerine Peygamber (s.a.v.) onun için dua ediverdi, onun dilindeki kekemelik de zail oldu..
' Yine îbn-i Sa'd'ın Hişam bin Muhammed tarikiyle olan rivayeti ise şöyledir: Muhres bin Ma'dikerb, kendi kabilesinden gelen heyet içinde Resûlüllah'a gelip müslüman oldu... Kabilesine dönüşü sırasında yolda bir rahatsızlık geçirdi. Ağzı bir tarafa kayarak yıkılmıştı... İçlerinden bir grup Resûlüllah'a dönerek durumu haber verdiler ve: "Ey Allah'ın Resulü, kabilemizin efendisi olan Muhres, el-Lakva denilen hastalığa mübtelâ oldu. Tedavisi için bize bir yol gösterir misiniz?" dediler... Peygamber (s.a.v.) de kendilerine şu tarifte bulundu: "îğneyi alıp ateşte iyice kızdırınız. Sonra bunu, göz kapağının ucuna birkaç defa vurunuz, inşallah onun şifâsı bundadır... Sonra sizler, benim yanımdan çıktıktan sonra ne dediğinizi Allah bilir...." Bunun üzerine onlar, tekrar yola çıkıp Muhres'e kısa zamanda ulaştılar ve bunu aynen yaptılar... Muhres de o hastalıktan şifâ buldu..."
îbn-i Sa'd ve Beyhakî Enes'den rivayet ederler: O demiştir ki: Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Ashabım, sizin yanınıza bir kavim gelecek; onların kalbleri sizin kainlerinizden daha yufkadır!" Peygamber Efendimiz böyle buyurduktan sonra, Eşarîler'in heyeti geldi. Onların içinde Ebû Musa da vardı...."
Abdurrazzâk'm rivayetine göre de Muammer şöyle demiştir: Bana ulaşan bir habere göre, günün birinde Peygamber Efendimiz ashabı ile birlikte oturuyormuş. Buyurmuş ki: "Allah'ım, gemilerine binip de bize gelmeye çalışanları, muradlarına erdir!" Bir müddet geçtikten sonra da: "Allah, kendilerini korudu, onlar da denizi geçtiler" buyurdu... Onların Medine'ye yaklaştığı sırada da: "Başlarında sâlih bir kişi olduğu halde, nihayet geldiler" buyurdu..."
Gemiye binerek yola çıkıp bu gelenler, Eş'ariler idi... Başlarında ise, Amr bin el-Hamık vardı. Geldikleri zaman Peygamberimiz kendilerine: "Hangi yolu takiben geldiniz?" diye sordu. Onlar da: "Zebid'den geldik" dediler... Efendimiz de "Allah, Zebîd'i mübarek kılsın!" diyerek duada bulundu. Onlar, "Aynı zamanda kima'dan geldik" dediler. Peygamberimiz ise, ilk duasını tekrarladı. Onlar yine, "Rima'dan" dediler. Peygamberimiz de ayni duasını tekrarladı... Nihayet üçüncüsünde: "Allah, Rima'ı da mübarek kılsın!" buyurdular..." (Bunu, Beyhakî de rivayet etmiştir.)
îbn-i Sâ'd, Ayyâd el-Eş'arî'den, aşağıdaki âyet-i celile ile ilgili olarak şu haberi nakletmiştir: Ayet-i Celüeler (meâlen): "...Allah, yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler..." (Mâide, 54). îşte bu âyet-i celîle ile ilgili olarak Peygamber (s.a.v.); Ebû Mûsâ el-Eş'arî'ye işaretle: "Onlar, işte bu adamın kavmidir!" buyurdu."
Beyhakî, Abdurrahmân bin Ebû Akilin şöyle dediğini nakleder: Resulüllah'a giden bir heyet içinde ben de vardım... Ona vardığımız ve develerimizi kapının yakınında ıhtırdığımız zaman, bize O'ndan daha sevimsiz kimse yoktu... O'nun huzurundan ayrıldığımız zaman ise, O'ndan daha sevgili hiç kimse yoktu... O'nun huzurunda iken içimizden biri dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, siz de Süleyman Peygamberin mülkü gibi Allah'tan mülk isteseniz olmaz mı?" Resûlüllah Efendimiz ise, onun bu sözünü gülümseme ile karşıladı ve şöyle buyurdu: "Ümid edilir ki sizin peygamberiniz Süleyman'ın mülkünden (ve kendisinden) daha faziletlidir! Unutmayınız ki Allah, her peygambere, kabul buyuracağı bir dua vermiştir. Onlardan bâzıları, bu kabul edilecek olan duasını, dünyası hakkında kullanmıştır, bâzıları da kendisine isyan eden kavminin aleyhinde kullanmış, Allah da o kavmi helak etmiştir... Fakat bana gelince;
"Gerçekten Allah, bana da mutlaka kabul buyuracağı bir dua vermiştir. Ben ise bu duamı, kıyamet gününde ümmetim için Rab*bimin indinde şefaatta bulunmak üzere saklamış bulunuyorum!"
Beyhakî, Mâiz bin Mâlik'in torunu Cad bin Abdurrahmân'm şöyle dediğini haber vermektedir: Mâiz bin Mâlik, Peygamber (s.a.v.)'e geldiği zaman, Peygamberimiz ona bir mektub yazıp verdi ve bu mektubta, Mâiz'in, kavminin en son müslüman olan ferdi olduğunu, kendisinin a-leyhine, kendi elinden başkasının suç işleyemiyeceğini bildirdi... Bunun üzerine Maiz, bîat ederek müslüman oldu..."
Ahmed, Taberânî ve Beyhakî Nûmân bir Mukrin'den şöyle rivayet ederler: Ben, Muzeyne ve Cüheyne kabilelerine mensub dört yüz kişi ile,birlikte Peygamber (s.a.y.)'e gittim... Peygamberimiz, bize gerekli e-mirleri verdikten sonra Ömer'e hitaben: "Yâ Ömer, onlara katık ver!" buyurdu... Ömer: "Yanımda arta kalmış bir miktar hurmadan başka birşey yoktur" dedi. Peygamberimiz aynı emrini tekrarladı. Ömer de bizi, deponun yanma götürüp: "Haydi, buradaki hurmadan alıp yiyiniz!" dedi... Orada ise, yere çökmüş bir deve görüntüsü kadar hurma yığını bulunmakta idi. Biz ise dört yüz kişi idik... Hepimiz sırayla girip ihtiyacımız kadar hurma aldık. En sona kalan ben idim. İhtiyacım kadar ben de aldıktan sonra, dönüp arkama baktım, O hurma yığınından hiçbir eksilme görmedim...." (Hafız Ebû Nuaym'in Değin bin Saîd'den sevkettiği bir haber de, bu mealdedir...."
el-Reşâtî Ebû Ubeyde'den şöyle rivayet eder: Sühaym Oğulları'nm temsilcileri Peygamber (s.a.v.)'e geldikleri zaman, aralarında Ek'as bin Seleme de vardı... Hepsi müslüman oldular... Dönecekleri sırada Hz. Peygamber kendilerine şu emri verdi: "Kavminize döndüğünüz zaman, onları İslama davet ediniz." Ayrıca kendilerine içinde su bulunan bir su kabı hediye etti. Bu kabdaki sudan bir miktar alıp mübarek ağzında çalkaladıktan sonra, yine kabın içine dökmüş idi... Sonra buyurdu ki: ."Bu suyu, kendi yurtlarındaki mescidîerine saçsınlar... Dâima başlarını yukarıda ve dik tutsunlar! Çünkü Allah, onların başlarını yükseltmiş bulunuyor!"
Onlar da Öyle yaptılar: O suyu mescidîerine döküp saçtılar ver dâima başlarım da dik tuttular... Müseylemetü'l-Kezzâb, yalancı peygamberlik dâvasına kalkışıp niceleri için fitne ve belâ olduğu zaman, bu Süheym Oğulları'ndan bir tek kişi ona katılmamıştır. Hiçbir zaman bu kabileden, bir haricî de zuhur etmemiştir...." (Şüphesiz bu, onlar için büyük bir menkıbe, büyük bir şeref ve fazilettir...)
îbn-i Sa'd, Kayla bint-i Mahrame'den şu haberi nakletmiştir: Şey-ban Heyeti ResûlüUah'a gittiği zaman, aralarında ben de vardım. Huzuruna vardığımız sırada Hz. Peygamber, dizlerini karnına dayamış ve kolları ile de dizlerini kavuşturmuş bir şekilde oturmakta idi... O'nu, çok huşulu bir şekilde oturur görünce, beni bir korku ve heyecan kapladı... Yanındaki biri, benim bu hâlimi farkederek: ırYâ Resûlellah, zavallıyı korkuttunuz" dedi. Halbuki ben bu sırada Hz. Peygamber'in arka tarafında bulunuyordum. Peygamberimiz ise bana bakmaksızın: "Ey zavallı, sakin ol!" buyurdu... O, böyle buyurur buyurmaz Allah, bütün üzerimdeki korkuyu giderdi...."
îbn-i Sa'd Tabakât'ında, Ebû Sa'd da Şerafü'l-Mustafa'sında Müdlic bin Mikdâd'tan, o da Zümel bin Amr'ın babası Amr'dan şöyle naklederler: Zümel bin Amr Hz. Peygambere geldiği zaman, kendi kabilelerine ait puttan duyduğu sesi anlattı... Hz. Peygamber de ona: "Bu senin duyduğun ses, cinlerden bir mü'minin sesidir" buyurdu. Zümel de müslüman oldu...."
îbn-i Asâkir ise, yine Zümel'den şöyle nakleder: Bizim kabilenin Hammâm adında bir putu vardı. Peygamberimiz "in zuhurundan sonra bu puttan şöyle bir ses duyduk: "Ey haramzade saçmalar! Hakk zahir oldu, Hammam'ın sonu geldi... İslâm gelip şirki defetti!" Biz bu sesten ürperip korkmuştuk... Aradan birkaç gün geçtikten sonra, yine bir ses daha işittik. Bu ses de diyordu ki: "Ey târik, ey târik! Gönderildi Ne-biyy-i Sâdık! O'na verildi Vahy-i Nâtik! O vahiyle çınladı Arz-ı Tıhame! O'na yardım edenlere va'dedümiştir selâmet, O'nu yardımsız bırakanlara ise vardır nedamet! Şu sizinle olan vedam, kıyamete kadar sürecektir elbet!" içinden böyle sesler gelen putumuz, sonra yüzüstü yere düşüp parçalandı... Ben de bu olaydan sonra kabilemden bazıları ile birlikte Peygamber (s.a.v.)'e gelip müslüman oldum... Kendisine bu duyduğumuz sesten de haber verdik. O da buyurdu ki: "Bu sizin duyduğunuz ses, cinlerin kelâmmdandır.."
îbn-i îshâk, Beyhakı ve Taberanî Kürz bin Alkama'dan şöyle rivayet ederler: "Necrân'lı nasranîler bir heyet hâlinde Hz. Peygamb'er'e geldiler. Atmış aded binitli idiler. Aralarında Ebû Harise bin Alkarna da vardı. Ebû Harise; onların âlimi ve imamı idi... Rum Hükümdarları bu adama çok büyük itibar da bulunmuş çok miktarda mal ve bahşişler vererek onu zengin etmişlerdi... Onun istediği kadar ve istediği yerlere kiliseler yapmış, ona büyük hizmetlerde bulunmuşlardı... Çünkü onun dindeki ameli, ibâdet ve içtihadı çok üstündü... Bir heyet halinde yola çıktıkları vakit, Ebû Harise; katırına kasılmış, kardeşi Kurs bin Alkarna da onun yanıbaşmda yürüyordu... Derken Ebû Hârise'nin katırı tökezledi, Kürz de Peygamberimizi kasdederek: "O uzak adam tökezlesin!"
dedi... Ebû Harise ise buna razı olmadı ve kardeşine hitaben: "Sen tö-kezleyesin!" dedi. Kardeşi ona: "Niçin böyle söylersin?" diye sordu. Ebû Harise de: "Vallahi O, hepimizin gelmesini beklediğimiz Peygamberdir!" diye cevab verdi. Bu cevaba şaşıran Kurs ise: "Peki, madem bunun böyle olduğunu biliyorsun, niçin O'na tabî olmuyorsun?" diye sordu... Ebû Harise de bu soruya, ancak şu şekilde mukabele etti:
"Bak kardeşim, bize bunca itibâr, izzet ve ikramlarda bulunanlar, şimdi O'na muhalif bulunmaktadırlar. Eğer biz, kendiliğimizden kalkıp bu Peygamber'e tabî olsak, bize verdikleri neleri varsa hepsini geri alırlar....
Kendilerinin âlimi ve imamı bulunan kardeşinin bu sözlerinden çok etkilenmiş olan Kürz bin Alkarna, kardeşinin bu şekilde islâm'a muhalif kalmasına karşılık müslüman olmayı kafasına koydu ve sonunda müslüman oldu...."
(İbn-i Sa'd'ın rivayetine göre, Ebû Hârise'nin o sözleri üzerine, kardeşi Kürz; derhal orada kardeşine karşı yemin etmiş ve mutlaka Muhammed'e gidip müslüman olacağını söylemiştir. Yâni bunu kardeşinden gizlememiştir...."
Buharı Huzeyfetübnü'l-Yemân'dan şöyle rivayet eder: Necrân'dan el-Seyyid ve el-Akıb adındaki iki zât Peygamber (s.a.v.)e gelerek, kendisi ile karşılıklı lânetleşmeyi göze alıp kabul ettiler... İçlerinden biri diğerine dedi ki, sakın O'nunla lânetleşmeyi göze alma! Eğer hakîkaten O, bir peygamber ise, onunla lânetleştiğimiz takdirde ne kendimiz, ne de neslimiz asla felah bulmaz!" Bunun üzerine lânetleşmeyi kabul etmekten vazgeçtiler ve Hz. Peygamber'e: "Bizden ne istersen onu Sana verip, Seninle sulh yapmağa hazırız" dediler... Ve iki bin elbise vermeleri şartıyla sulh yaptılar..." Ebû Nuaym Katâde'den şöyle rivayet eder; "Bize anlatıldığına göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Eğer azâb olsa idi, muhakkak Necrânlüar'm üzerine inerdi... Eğer onlar Benimle lânetleşmiş olsalardı, Yeryüzünde onlardan eser kalmazdı...."
Ahmed ve Ebû Nuaym, îbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet ederler: Bir gün Ebû Cehl gadaba gelip: "Eğer Munammed'i Kabe'nin yanında namaz kılarken görecek olursam, O'nun boynunu çiğneyeceğim!" Peygamber Efendimiz de buyurdular ki: "Eğer o böyle bir şey yapmış olsa, melekler onu göz önünde parçalarlar! Eğer yahhudıler de gerçekten ö-lümü temenni etmeyi kabul etmiş olsalardı, hepsi ölürlerdi... Keza benimle mübâhele (karşılıklı lânetleşme) işini kabul edenler bundan vazgeçmeselerdi, Necrân'a döndükleri zaman, orada hiçbir şey kalmamış olduklarını görürlerdi...."
(imam-ı Ahmed'in bu rivayeti; İsmail bin Yezîd tarîkile Kurra'dan, o da Abdü'l-Kerîm bin Mâlik ei - Cezerî'den; bu da ikrime tarikiyle ibn-i Abbas'tandır... Keza bu haberi bu şekilde Buharî, Tirmizî ve Nesâi de Abdürrezzâk tarîkiyle Mua'mmer'den, o da Abdü'l-Kerîm bin Mâlik'ten rivayet etmişlerdir... Ayrıca Tİrmizî, bu rivayetin "Hasen" ve "Sahih" olduğunu da bildirmiştir...)
Hatîb, "El-Müttefak ve'l-Müfterak"adlı kitabında, içinde birtakım mechûl râvîler bulunan bir sened ile Kays bin el-Rabî'den nakleder: "Necrân Heyeti içinde bulunanlardan Şümerdel bin Kubâs el-Ka'bi dedi ki: Ben, Peygamber (s.a.v.)'e hitaben: "Ey Allah'ın Resulü, anam babam Sana feda olsun, ben tabiblik yaparak bâzı hastaları tedavi ediyorum. Benim için helâl olan nedir? diye sordum. Peygamber aleyhisselam da: "Damara neşter vurarak kan alırsın" "buyurdu... Ve ilâve etti: "Kanı kesmek için, mecbur kalmadıkça dağlamazsın... Yaptığın ilaçlar içine, bir nevi sütleğen olan şübrum'u da katmayasın! Yeri geldikçe Senami-ki'yi kullan... Fakat, bir hastanın hastalığının ne olduğunu bilmeden, hastalığı iyice tanımadan, tedavide bulunmayasm!"
Hz. Peygamber'in bu sözlerini dinledikten sonra O'nun dizlerini öptüm ve kendisine: "Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, Sen tıbbı benden daha iyi biliyorsun!" demekten kendimi alamadım...."
Beyhakî ve Ebû Nuaym îbn-i îshak 'm şöyle didiğini rivayet ederler: Esed oğullarının heyeti gelip müslüman olduğu zaman, onların içinde Surad bin Abdullah da vardı. Bu sırada Peygamberimiz kendisine, diğer müslüman olanların başında gidip müşriklerle mücâhede etmesini emretmiş ve onu emîr tâyin etmişti. Surad bin Abdullah da yanındaki askerlerle birlikte gidip Cüraş'ı kuşatmıştı... Burasını bir aya yakın kuşattığı halde bir netice alamadığını görmüş ve geri çekilir gibi yapmıştı... Onların Keser dedikleri dağa kadar çekilmiş. Cüraşlılar da kendisini oraya kadar tâkib etmişler ve onu bozguna uğradı sanmışlar...
Tam ona yetiştikleri sırada, Surad bin Abdullah askerlerine geri dönüp saldırmalarım emretmiş ve çok şiddetli bir savaş vermiştir... Cüraş'lılar, daha önce Hz. Peygamber'in yanma durumu gözetmeleri için iki kişi göndermişti... îşte tam bu savaşın şiddetlendiği sırada Hz. Peygamber bu iki kişiye hitaben: "Şeker denilen yer, neresidir?" dedi... Onlar da "Bizim Cüraş diyarında bir dağ vardır, fakat onun adı "şeker" değil, "Keşer"dir dediler... Peygamberimiz de kendilerine: "O, "Keser" değil, "Şeker"dir" buyurdu. Onlar sordular: "Peki ona ne olmuştur?" Peygamberimiz cevap verdi: "Şimdi orada, Allah'ın develeri boğazlanıyor!" Cü-raş'h bu iki adam da kalkıp Ebû Bekir ile Osman'ın yanma oturdular. Onlar da bunlara dediler ki: "Siz anlıyamadımz, Peygamberimiz, sizin kavminizin uğradığı bir hâli size haber veriyordu..." Bu ikisi ayrıca onlara derhal Hz. Peygamber'e gitmelerim ve kavimlerinin başına çöken halin bertaraf olması için, O'nun dua edivermesini rica etmelerini söylediler... Onlar da kalkıp Hz. Peygamber'e gittiler ve bu şekilde ricada bulundular... Peygamberimiz derhal: "Allah'ım, onların başındaki bu hâli, onların üzerinden kaldır!" diye duada bulundu... Cüraş'lı bu iki kişi de bundan sonra derhal yola çıkıp kavimlerine gittiler... Gördüler ki, Hz. Peygamber'in onlara o sözü söylediği zaman ve günde kavimleri, Surad bin Abdullah'ın askerleri karşısında büyük bir zâyiât vermişlerdir... Bu iki kişi bunu, yâni Hz. Peygamber'in kendilerine bu olup biteni haber verdiğini, kavimlerine haber verdikleri zaman; Cüraş Heyeti de müslü-inan olmak için yola çıkarıldı... Heyet, topluca Hz. Peygamber'e gelip, O'nun huzurunda müslüman oldu...."
Beyhakî, Muâuiye bin Hayda'nın şöyle dediğini haber vermektedir: Ben, Peygamber (s.a.v.)'e geldiğim zaman, O'nun şu sözleri ile karşılaştım: "Ben Yüce Allah'a sizin ülkenize kuraklık ve kalblerinize korku vermek suretiyle, size karşı bana ve dînine yardımcı olması için dualar etmiştim...." Bunun üzerine ben de şu şekilde mukabele etmiştim: "Ey Allah'ın Resulü, ben de, sana inanmamak ve uymamak için çok ağır yeminler etmiştim... Fakat Allah'ın bize verdiği kuraklık, kıtlık ve korku sebebiyle dayanamayıp huzuruna gelmiş bulunuyorum..."
İbn-i Sa'd da, Zâmil bin Amr el-Cüzâml'nin şöyle dediğini haber verir: Ferve bin Amr, Rumların Ummân'daki valisi idi... Ferve Müslümanlığı kabul etti ve bir mektub yazarak bunu Peygamber (s.a.v.)'e bildirdi... Bundan haberder olan Rum Meliki, Ferve bin Amr'ı yanma çağırdı ve kendisine derhal Muhammed'in dininden dönmesini teklif etti... Ona: "Eğer müslümanhktan dönersen, seni Kral yapacağım!" dedi... Ferve ise Rum Melikinin bu teklifine karşı şu cevabı verdi: "Ben, hak bildiğim Muhammed'in dîninden dönmem! Ey Melik, sen de biliyorsun ki, Peygamber İsâ dahî O'mın geleceğim haber verip müjdelemiştir. Fakat sen, Krallığım elimden kaçacak diye korkuyorsun!...
Rum Kralı, Ferve'yi bu spzlerinden ve teklifini kabul etmeyişinden dolayı zindana attırdı, sonra onu zindandan çıkartarak astırdı..."
îbîi-i Sa'd ve Beyhakl Ebû Vecze'nin şöyle dediğini naklederler: Peygamber (s.a.v.), Tebük seferinden döndüğü zaman ki bu, Hicret'in dokuzuncu yılı idi, Fezâre heyeti gelmişti... Sayılan on küsur kadardı... İçlerinden biri dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, yurdumuzda kıtlık var... Hayvanlarımız helak oldu, bahçelerimiz kurudu, çoluk çocuğumuz aç kaldılar... Allah'a dua ediveriniz de o bize, rahmetini yağdırsın, bolluk ve bereketler versin!" Peygamber Efendimiz de derhal minbere çıkarak şöyle duada bulundular:
"Allah'ım, beldelerini sula, bütün canlıları suya kandır! Rahmetini yay, ölü hale gelmiş yerleri dirilt! Allah'ım rahmetini (yağmurunu) bol ve bereketli olarak yağdır, öyle bir yağdır ki, çok ve kandırıcı olsun, gecikmeden gelsin ve zararlı değil faydalı olsun! Hakkımızda hakkıyla rahmet olsun, azâb ve âfet olmasın; yıkıntılara, batmalara ve felâketlere sebeb olmasın... Allah'ım, yağmurunu yağdır, bize düşmanlarımıza karşı yardım eyle!"
Bunun üzerine Ebû Lübâbe ayağa kalkıp: "Ey Allah'ın resulü, sergiliklerimiz hurmalarla dolu, yağmur yağarsa hurmaların hali ne o-lacak?" dedi. Peygamber Efendimiz de bunun üzerine şöyle duada bulundular:
"Allah'ım yağmurunu bolca yağdır! O derece yağdır ki Ebû Lübâbe yerinden fırlayıp hurma bahçesine koşsun ve bahçedeki hurma sergili-liğinin oluğunu, sırtındaki elbisesiyle tıkamaya mecbur kalsın!...
Derken yağmur da yağmaya başladı... Ve o kadar yağdı ki, tam altı gün hava kapalı kaldı... Ebû Lübâbe de hızla bahçesine giderek izârıyla hurma sergiliğinin oluğunu kapamıya mecbur kaldı... Sonra denildi ki: "Mallar perişan, yollar harab oldu!" Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) yine minbere çıktı ve şu şekilde dua buyurdular:
"Allah'ım, üzerimize değil, etrafımıza yağdır! Tepe ve dağbaşlarına, vadilerin içine ve ağaçlıklara yağdır!" Resûlüllah'ın bu şekilde dua buyurmasından sonra hava güzelce açıldı ve Medine semaları gayet berraklaştı...."
Ebû Nuaym Ka'b bin Mürre'den şöyle nakleder: Resulüllah Efendimiz, Mudar kabilesi aleyhine dua etmişti... Ben, resulüllah'a gidip mürâcât ettim ve dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, Allah gerçekten sana yardım etmiş, sana lütfetmiş ve senin duanı kabul buyurmuştur! Şimdi kavminiz kuraklıktan helak olmuştur... Onlar için dua edivermenizi rica ediyorum!" Benim bu ricam üzerine Hz. Peygamber derhal dua buyurdular ve: "Allah'ım, bol, bereketli, kandıran, zarar vermeyen yağmurunu ihsan eyle!" dediler... Bundan sonra bir hafta geçmedi, bol ve afetsiz yağmur yağdı...."
Ebâ Nuaym'in îbn-i Abbas'tan olan rivayeti ise şöyledir: Mudar kabilesinden bâzı kimseler Hz. Peygamber'e gelip, kuraklık ve kıtlıktan şikayet ettiler... Ve Cenâb-ı Hakk'a dua edivermesi için ricada bulundular... Peygamber (s.a.v.) efendimiz de, derhal dua buyurup: "Allah'ım, bol, bereketli, kandıran, zarar vermeyen yağmurunu ihsan eyle!" dediler... Hava bulutlarla kapanıp onların üzerine tam bir hafta yağmur yağdı...."
İbn-i Sa'd ve Beyhakî Vakıdî'nin üstadlarından şöyle bir haber nakletmişlerdir: Mürre Oğulları heyetinin Resulüllah Efendimiz'e gelişi sırasında, Resulüllah henüz Tebük Seferi'nden dönmüşlerdi... Onlara buyurdu ki: "Beldeler ne haldedir?" Onlar da: "Vallahi kuraklık sebebiyle develerimizin ilikleri eridi..." dediler... Ve Resulüllah'tan dua edi-vermesini rica ettiler... Resulüllah Efendimiz de ellerini kaldırıp: "Ey Allah'ım, onlara bol yağmurlar ver!" diyerek dua ettiler... Onlar yurtlarına döndükleri zaman, Resûlüllah'm dua ettiği gün oraya yağmur yağmış olduğunu öğrendiler... Aynı gün resûlüllah'ın dua edivermiş olduğunu da onlara duyurdular... Bunun üzerine bir heyet seçip Resulüllah'a gönderdiler. Bu sırada Resulüllah Efendimiz Veda Haccı'nı yapmak üzere hazırlanmakta idi. Onlar gelip dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, senin bizim için dua ediverdiğin gün, yurdumuza bol yağmurlar yağmış... O kadar ki, ekinlerimiz iki kat kuvvetli ve bereketli olmuş-
tur... Develerimiz, çökertildikleri yerden kalkmadan karınlarını doyuracak kadar otlaklarımız bereketlenmiştir. Davarlarımızda evlerimizin etrafından uzaklaşmadan karınlarını doyurur olmuşlardır...."
Bu, bolluk ve bereket haberini alan Peygamber (s.a.v.), "Bu bolluk ve bereketi lütfeden Allah'a hamdolsun!" buyurarak, Allah'a hamd ve senada bulunmuştur...."
îbn-i Sa'd Zührî tarhikiyle şöyle bir haber nakleder: "Dârî'lerin heyeti Resûlüllah Efendimiz'e, O'nun Tebük'ten dönüşü sırasında geldi, sayıları on kadardı... Temim el-Dârî de onların içinde idi. Hepsi derhal müslüman oldular... Temim-i Dârî dedi ki: Ey Allah'ın Resulü, bizim Rumlardan bâzı komşularımız var... Onların yakınımızda Hubrâ ve Beyt-i Aynûn adında iki kasabaları bulunmaktadır. Eğer Allah, Şam'ın fethini sana nasîb ederse, bu iki kasabayı bana hediye et.." Peygamberimiz de: "Peki, hibe ediyorum" buyurdu... Ve bunu bir yazıya alarak Temîm-i Dârî'ye teslim etti... Vaktaki Ebû Bekir iş başına geçti, Pey-gamberimiz'e vekâleten o iki kasabayı Temim'e verdi..."
Müslim Fâtımd bint-i Kays'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Temîm-i Dârî, Resûlüllah (s.a.v.)'e geldiği zaman, şöyle bir olaydan bahsetmiş ve demiştir ki: "Ben denizde yolculuk ederken gemimiz istikâmet şaşırıp bir adaya yanaştık... Adaya indik ve su aramaya başladık... Saçları yerde sürünen bir adamla karşılaştık. Ben ona, "Kimsin?" diye sordum, o da dedi ki: "Ben, Cessâse'yim." Kendisine, hâlinden haber vermesini istedik. O da dedi ki: "Haber, az ilerideki adamdadır. Ona gidiniz!" Biz, o adamın yanma gittiğimizde onun bağlı olduğunu gördük. Bize kimler olduğumuzu sordu. Biz de Arabtan bâzı kimseler olduğumuzu söyledik. O dedi ki: "Peki, şu Araplar içinden Peygamber olarak ortaya çıkan adamın durumu nedir? O, ne yaptı?" Biz de dedik ki: "în-sanlar O'na inandı, O'nu tasdik etti ve O'na tabî oldular." Bunun üzerine o, "Bu, onlar için çok hayırlıdır" dedi. Sonra Şam tarafındaki Ayn-i Züğar beldesinin hâlini sordu, biz de haber verdik... Sonra Şam yakınındaki Beysan Hurmalığı'nın hâlini sordu: Hurmalarının meyve verip vermediğini öğrenmek istedi... Biz de meyve verdiğini haber verdik. Bunun üzerine son derece heyecanlanan ve yerinden sıçrayan o adam, Neredeyse arkasındaki duvarı delip çıkacak şekilde kendini çarptı... Ve şöyle haykırdı: "Eğer bana izin verilmiş olsa, Tayle hariç bütün beldeleri çiğneyip harab ederdim!"'
Ben bunları anlattıktan sonra, Peygamber (s.a.v.), bana, bunu insanlara anlatmamı söyledi ve bu vesile ile orada buyurdu ki: "İşte onun istisna ettiği Taybe, şu yurdumuz Medine'dir, kendisi de deccâldir!"
Hemedâni "El-Ensâb" adlı kitabında şöyle nakleder: Harîs bin Abd-i Külâl el-Hımyerî, müslüman olmak üzere Peygamber (s.a.v.)'e gelmek için yola çıktığı zaman, onun gelişinden önce Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "îşte şu yoldan yakında bir adam gelecek, güzel yüzlü ve güzel atlı olacak!" "Sonra Haris gelmiş ve derhal müslüman olmuştur. Peygamber Efendimiz kendisine güzel itibarda bulunmuş, onun boynuna sarılmış ve altına ridâsını sermiştir...."
îbn-i Sa'd ve Îbn4 Şâhîn, Ca'd bin Abdullah bin Mâiz el-Bekkâi'nin babasından naklen şöyle dediğini naklederler: Hicretin dokuzuncu yılında Bekkâ oğullarının heyeti Peygamber (s.a.v.)'e geldi. Bunlar, üç kişi idiler: Muâviye bin Sevr, bunun oğlu Bişr bir de el-Necî bin Abdullah... Yanlarına Abd-i Amr'i de almışlardı. Muâviye dedi ki: "Ey Allah'ın Elçisi, ben senin mübarek elinle mesh etmeni, bir bereket sayarım! Şu iki oğlumun yüzlerini meshetmeni rica ediyorum." Peygamberimiz de mesnetti. Ve onlara birkaç dişi keçi hediye etti, bunların bereketlenmesi için ayrıca dua da buyurdular... Ca'd bin Abdullah derki: Biz kabilemize döndük, bu keçilerin çok bereketini gördük. Kabilemizde kıtlık olduğu zaman bile, bir sıkıntı çekmedik...."
Buharı, Beğavi ve îbn-i Mende Sâid bin el-Alâ tarikiyle Bişr bin Muâviye'den şöyle rivayet ederler: "Dedem Bişr bin Muâviye, ResûlüHah Efendimiz'e babası Muâviye ile birlikte gittiği zaman, Peygamber (s.a.v.) onun başım ve yüzünü mübarek eliyle meshetmiştir... Ve onun için hayır duada bulunmuştur.., Bu sebeble dedem Bişr'in yüzü, atın alnındaki beyazlık gibi parlardı... Kendisi de eliyle neye dokunsa, dokunduğu yerde hastalık ve arızadan eser kalmazdı..."
îbn-i Sa'd Vahidî tarikiyle Amr bin Züheyr'in oğlu Abdullah'tan o da Ebûl-Huveyris'ten şöyle nakleder: Hicretin dokuzuncu yılında tücib heyeti Peygamber (s.a.v.)'e geldi îçlerinde bir genç de vardı... Bu genç Peygamberimiz'e dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, benim hacetimi görüver!" Peygamberimiz kendisine, "Hacetin nedir" diye sordu. O da, "Allah'a dua ediver de Allah beni affetsin, bana merhamet eylesin, benim zenginliğimi kalbimde kılsın!" dedi... Peygamber Efendimiz de onun için bu şekilde dua ediverdi... Sonra bu heyet, kabilelerine döndü. Peygamberimiz Veda Haccı için çıktıklarında, onlarla Minâ'da karşılaştığı zaman, o gencin hâlinden sordu...Onlar da dediler ki: "Allah'ın verdiği rızık ve nasibe, ondan daha fazla kanâat edenim görmedik." Bunun üzerine peygamber (s.a.v.): "Öldüğü zaman, helak olurcasına değil de, tam ve şerefli bir ölümle ölmesini ümîd ederim!" buyurdular."
Ebû Nuaym Vâkıdî tarikiyle onun üstadlanndan şöyle nakleder: Onuncu Hicret yılının Şevval ayında Selâmân Heyeti Peygamber (s.a.v.)'e geldi... Peygamberimiz kendilerine: "Beldelerinizin hâli nedir?" diye sordu... Onlar da, kuraklık hüküm sürdüğünü bildirdiler ve Hz. Peygamberden dua ricasında bulundular... Peygamberimiz de: "Allah'ım, bunların yurdlanna yağmur ihsan eyle!" diyerek duada bulundu... Onlar, Peygamberimiz'e hitaben: "Ey Allah'ın elçisi, dua ederken ellerini kaldır! Çünkü bu şekilde dua etmek, daha te'sirli ve daha güzeldir!" dediler... Peygamberimiz de tebessüm etti ve duasını ellerini kaldırarak yaptı... Ellerini o kadar kaldırdı ki, koltuk altının beyazları göründü... Selâmân Heyeti, kabilelerine döndükleri zaman Peygambe-rimiz'in kendileri için dua ediverdiği günde yurtlarına yağmur yağmış olduğunu öğrendiler..."
îbn-i Sa'd Vakıdî tarikiyle Muhammed bin Salih'ten, o da Ebû Veceze el-Sa'dî'den şöyle nakleder: Muhârib heyeti, Hicrî onuncu yılında ve Veda HaccıBirasında geldi... Sayılan on kadardı, içlerinde el-Harîs'in oğulları ve Oğlu Huzeyme de vardı... Resûlüllah (s.a.v.), Huzeyme'nin yüzünü okşayıp meshetmişti. Bundan Huzeyme'nin yüzünde nûr gibi bir nişan kaldı...."
Ebu Nuaym der ki: Cinlerin heyet halinde gelişleri ve müslüman oluşları, aynen insanların heyetler halinde gelişi ve müslüman oluşu gibi olmuştur... Bölük bölük ve kabile kabile gelip müslüman olmuşlardır... Gerek Mekke devri'nde, gerekse Hicretten sonraki Medine devrinde, bu böyle olmuştur."
Hafız Ebû Nuaym, Amr bin Gaylân el-Sekafl tarikiyle îbn-i Mesûd'tan şöyle nakleder: "Medine'deki Mescid-i Nebevi'nin Suffe kısmında barınan "Ehl-i Suffe; Allah ve O'nun dini uğrunda yerlerinden ve yurtlarından hicret etmiş bulunan kimselerdi. Ensardan her biri, onlardan birini alıp, ona yedirir-içirir, onu evine götürüp bir müddet bakardı. .. Ben ise bir ara terkedilmiştim... Sevgili Peygamberimiz elimden tutarak beni Ümmü Seleme'nin odasına götürdü. Sonra birlikte Medine Kabristanına gittik. Elimdeki asâ ile yere bir çizgi çekip: "Ben, senin yanına gelinceye kadar bu çizginin ortasından hiç ayrılma!" buyurdu. Sonra yürüyüp ilerledi. Hurma ağaçlarının arasına daldığı zaman hâla gözümden kaybolmamıştı.... Bu sırada siyah dişi develer topluluğu gibi bâzı varlıkların, O'nun yanına üşüştüklerini gördüm... Ve bundan müthiş koktum. Hattâ Hevâzinli bâzı esmer adamların Peygamberimiz'e pusu kurup onu öldürmek istedikleri zannma kapıldım da, Medine evlerine koraşak imdâd kuvvetleri getirmem gerektiğini bile düşünmüştüm... Fakat Resulullah Efendimizin bana olan: "Ben, yanına gelinceye kadar bu çizginin ortasından ayrılma!" emrini hatırlayıp yerimden ayrılmadım... Baktım Peygamber Efendimiz onları elindeki asâ ile durduruyor ve "Şuraya oturunuz!" diyerek oturtuyordu. Onlar da oturup Peygamberimiz'i dinlemeye başladılar... Tâ şafak atması öncesine kadar devam ettiler. Bu sırada kalkıp gittiler... Peygamberimiz de dönüp yanıma geldi ve bana: "Bunlar, cinlerin heyeti idi. Gelip beni dinlediler ve bana bâzı şeyler sordular, yiyecek talebinde bulundular... Ben de kendilerine, her örtülü kemiği, sığır ve deve dışkılarım yiyebileceklerini, bunları, ilk yenildiği zamanki gibi bulacaklarını bildirdim." buyurdu..."
Ebâ Nuaym, Ebû Hüreyre'nin şöyle didiğini rivayet eder: Bir gün ben, Peygamber (s.a.v.) ile dışarı çıkmıştım, Peygamberimiz bana: "Bir miktar istincâda kullanacağım taş toplayıp ver! Fakat kemik ve tezek getirme!" buyurdu... Ben "Ey Allah'ın resulü, kemik ve tezeğin durumu nedir?" diye sordum. O da buyurdu ki: "Nusaybin Cinleri bana geldikleri zaman, ki onlar ne güzel bir heyetti, bana katık talebinde bulunmuşlardı. Ben de kendilerine kemik ve tezekleri buldukları zaman, kendileri için bir yiyecek olarak bulacaklarını bildirmiştim."
Yine Ebû Nuaym, Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.) buyurdular ki: "Şu Medine'de, müslümanhğı kabul etmiş olan cinlerden bir grup vardır. Her kim şu mamurelerde onlardan bâzılarını görecek olursa, üç gün onlar için izin tanısın. Üç gixn sonra hala çekip gitmediğini görürse, onu öldürsün. Zira o, müslüman olmuş bir cinnî değil, bir şeytandır." Yine Ebû Nuaym, îbn-i Ömer'den şu haberi rivayet eder: Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e el-Cezîre'den cinler heyeti geldiği zaman, bir müddet Efendimiz'in yanında kaldılar. Ayrılıp gidecekleri zaman kendileri için katık talebinde bulundular. Peygamberimiz de onlara: 'Yolda giderken rastladığınız her kemiği, taze et olarak bulacaksınız, rastladığınız her tezeği de hurma olarak ele geçirmiş olacaksınız!" buyurdu ve bu yüzden kemik ve tezekle taharetlenmeyi yasakladı...."
Ahmet, Bezzâr, Ebû Yâlâ, Ebû Nuaym ve Beyhakî îbn-i Abbâs'tan şu haberi rivayet ederler: Hayber'den bir adam tek başına yola çıktı... Giderken peşine iki adam takılmış. Bir diğeri de bu iki adamın peşinden gelip onlara: "Geri dönün diyorum size!" diye bağırmakta imiş. Nihayet bu bağıran kişi, o iki adama yetişip onları geri çevirmiştir... Sonra tek başına yolculuk eden adama yetişip demiştir ki: "Bak kardeşim, bu senin peşinden gelmekte olan iki adam, iki şeytan idi... Nihayet ben onlara yetişip senin peşinden gelmemeleri için onları uyarıp geri çevirdim. Sen yoluna devam edip Resûlüllah'a vardığın zaman, kendisine benden selâm söyle! Ve kendisine haber ver ki, ben burada O'na göndereceğim vergileri toplamakla meşgulüm. Gönderilecek kadar toplar toplamaz göndereceğim."
Tek başına Hayber'den yola çıkan adam, Peygamber Efendimiz'e geldiği zaman, başından geçenleri haber verdi. Peygamberimiz de bunun üzerine, herhangi bir kimsenin tek başına yola çıkmasını yasakladı...".
Ebû'ş-Şeyh ve Ebû Nuaym Kesir bin Abdullah'tan, o da babası vâsıtasiyle dedesinden rivayet eder. Bu rivayete göre, Bilâl bin el-Hâris demiştir ki: "Biz Peygamber (s.a.v.) ile birlikte seferde idik. Nihayet Arc kasabasına yaklaştığımızda, bâzı adamların kavga ve gürültülerini duydum. Fakat kendilerini göremedim... Tabii ne oluyor acaba diye, hayret ettim. Peygamberimiz ise bize bunu şöyle açıkladılar: Yanıma sokulan cinlerin mü'minleri ile müşrikleri kavga ediyorlar ve kendilerini, bir yere yerleştirmemi istiyorlardı... Ben de, Arz'm yüksek yerlerine mü'minlerini, çukur ve kuytu yerlerine de müşriklerini havale ettim." Peygamberimiz böyle dedi ve bunu bize gülümseyerek açıkladı,..
Kesîr bir Abdullah ayrıca demiştir ki: Ben bundan sonra, kasaba veya yüksek yerlerde bir rahatsızlığa uğrayanların, hep bu rahatsızlıklardan iyi olduklarını, çukur ve kuytu yerlerde bir musibete uğrayanların ise, hemen hemen hiç iyi olmadıklarını görmüşümdür..."
El-Taberânl, Ebû Nuaym ve îbn-i Asâkîr, Ebû Hüreyre'den şu haberi rivayet ederler. Ebû Hüreyre demiştir ki: "Bir ^ün Harîm bin Fâtek, Hz. Ömer'in yanında bulunuyordu. Söz sırasında: "Ben size, İslâm'ı kabul edişimin başlangıcını anlatayım mi?" dedi. Ömer kendisine: "Peki anlat" dedi. O da şöyle anlattı: Ben, kaybolan hayvanlarımı aramaya çıkmıştım... Akşama kadar aradım, gecenin karanlığı çökünce olduğum yerde gecelemek zorunda kaldım. Uykuya' varmazdan önce, o zamanki câhiliye âdetimiz veçhile ve sesimin çıktığı kadar şöyle bağırdım:
Ben, şu vâdînin azizine (sahibine), onun kavminin kötülerinin şerrinden sığınırım!"
Ey delikanlı, Allah'a sığın Allah'a! O, celâl ve azamet sahibidir, nîmet ve lutufiar sahibidir! Sen, sana sâdece Allah'a sığınmayı emreden el-Arâf Sûresinin âyetlerini oku1 Allah'ı tevhîd et, gerisine hiç aldırma!"
Ben bu sesi duyunca, gerçekten yadırgadım ve bu nedir, diyerek endîşe ettim... Hattâ şaşakaldım... Kendimi topladıktan sonra, o sese hitaben dedim ki: "Ey bana seslenen! Sen ne diyorsun? Beni irşad ederek doğru yolumu gösteriyorsun, yoksa beni şaşırtmak mı istiyorsun? Bana iyice açıkla! Yol nedir bana söyleyip göster! Ben de senin iyiliğine dua edip sana hayırlar dilerim!"
Hatiften (gaipten) gelen ses dedi ki:
"işte, iyilikler sahibi Resûlüllah; Medine'de, herkesi necâte davet edip durmakta! Yâsîn'li, Hâmîm'li sûreler okumakta... Başka sûreler de okumaktadır. Bu sûrelerin âyetlerinde, helâl olanları da, haram olanları da bildirmekte, biz müslümanlara Namaz ve Oruçla emretmektedir... Bütün kötülük ve çirkinliklerden ise insanları korumaktadır... O, mün-ker olanı yasaklıyor, yoksa güzellikleri ve tâatları değil... Sen niçin o'nun dâvetine yabancı kalasın?"
Ben, derhal deveme binerek Medine'nin yolunu tutum. Vardığımda Hz. Peygamber Mescid'inde imiş. Ebû Bekir beni karşıladı ve bana: "Derhal Mescid'e gir, Allah sana iyilikler versin! Senin Müslümanlığı kabul edeceğin haberi, sen buraya gelmezden önce bize ulaştı" dedi... Ben de hemen Mescid'e girdim. Baktım Peygamber (s.a.v.), minbere çıkmış hutbesini okumaktadır... Benim içeri girip oturduğum sırada ise, hutbesinde şöyle diyordu:
Her kim, güzelce abdest alır sonra kalkar namaz kılarsa, aynı zamanda bu namazını hakkiyle akleder ve de hıfzederse; muhakkak o kimse cennete girer!"
[Ebû Hüreyre der ki: Harım bin Fâtek, Hz. Ömer'in huzurunda bunu bu şekilde anlattığı zaman, Ömer kendisine dedi ki: "Ey Harım, bunu böyle söylersin amma, bunun isbâtmı da yapman gerekir! îsbâtı yapılmayan bir şeyin, bizim yanımızda bir kıymeti olmaz!.,." Harım de bunu isbât edebilmek için, o sırada Hz. Peygamber'in hutbesini dinleyip de aynı sözü duymuş olanlardan birinin şahitliğine ihtiyaç duydu... Osman da buna tanıklık edince, mesele tamamlanmış oldu..."
îbn-i Asâkîr'in diğer bir tarikten olan rivayetinde şu farklılık vardır: "Harım, olayı bu şekilde anlattıktan sonra, şiir kısmına geldiğinde, bu şiirleri okuyup söyledi, sonra dedi ki: "Gaipten gelen sese karşı ben: Allah sana rahmetler etsin, sen kimsin? dedim. O sesin sahibi de bana: "Ben, Esâl oğlu Amr'im, Esâl'ın Necid'deki müslüman cinler üzerine âmili bulunmaktayım. Eğer sen, müslüman olmak üzere Peygamberce gitmeyi düşünüyorsan, hiç endişe etme, ben senin develerini alıp evine teslîm ederim!" dedi. Ben de bunun üzerine yola koyulup Medine'ye vardım... Peygamberin adamlarından biri beni karşıladı ve bana dedi ki: "Peygamberimiz sana selâm söylemekte ve senin müslüman olmak istediğinin kendisine bildirildiğim haber vermektedir." Ben kendisine, kim olduğunu sordum. O da: "Ebû Zerr" olduğunu söyledi. Mescid'e girdiğimde Hz. Peygamber mimberde hutbesini okumakta idi. Ben derhal hak şehâdetle Şehâdet ederek müslüman oldum. Ve dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, Allah, benim o arkadaşıma mükâfatlar versin, gerçekten ben kendisine itimâd ederek buraya geldim, develerimi de ona emânet ettim." Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Haberin olsun, senin o arkadaşın; hem seni irşâd etti, hem de develerini şu anda senin evine teslîm etmiş bulunuyor!" (tbn-i Asâkîr gibi, Taberânfnin bir diğer vecihten olan rivayeti dahî, bu merkezdedir...)
îbn-i Ebû Şeybe, Ata bin Yesâr'dan, o da Cahcah el-gıfârt'den şöyle nakleder: "Cahcâh müslaman olmak üzere Hz. Peygamberce gelen kavminin heyeti içinde gelmiş ve onların bu gelişleri Akşam vaktine rastlamıştı..."
Müellif burada, bu kadarı ile yetinmiştir... Onların Akşam vakti gelişlerinden sonra ne olmuş, nasıl bir neticeye varılmış, ite gibi bir fevkaladelik vukua gelmiş; bunları zikretmemi şt ir... Müellifimiz bunu unutmuş olabilir, belki sonradan eksilmiş de olabilir... Zira olayın aslı ve tamâmı şöyledir: "Bu sırada Resûlüllah (s.a.v.), bir koyunun sağılıp sütünün getirilmesini emretti, getirilen sütü Cahcâh'a verdi. O da alıp içti. Bir koyunun sağılmasını daha emretti, getirilen sütü Cahcâh'a verdi. O da alıp içti. Bir koyunun sağılmasını daha emretti, Cahcâh onu da alıp içti. Bir koyun daha sağıldı, onu da içti ve yedi koyun sağıldı, yödisinin de sütünü içti... Sonra sabah oldu, Cahcâh da müslüman oldu... Peygamber (s.a.v.), Cahcâh için yine bir koyun sağılmasını emrittiler. Süt getirildi, Cahcâh içti. Bir koyun daha sağılmasını emrettiler, Cahcâh bundan da bir miktar içti ise de tamamını tüketemedi. Bunun üzerine Peygamberimiz "Mü'min, bir midesini doldurmak üzere içer, kâfir ise, yedi midesini doldurmak üzere içer!" buyurdular...
Ebû Nuaym, Râşid binAbd-i Rabbih'in torunlarından olan Hakim bin Atâ'dan, o da babası uâsıtasiyle dedesinden şöyle nakleder: "Ben, kavmimin putu olan Suvâ'a hediye edilen şeyleri götürmek üzere yola çıkmıştım. Henüz Suvâ putuna ulaşmadan sabahın erken saatinde bir diğer puta uğradım. Ve bu putun içinde şu sesi duydum: "Şaşılacak bir iş! Abdü'l-Muttalib oğlullarından bir Peygamber gelmiş, zinayı, ribâyı ve putlar için hediyeler sunmayı kesin olarak yasaklamış olsun; yine de bazı insanlar hâlâ bu gibi batı- işlerde İsrar etsin!" Diğer bir putun içinden de şu sesler geliyordu: "Ahmet çıktı, Mizmâr putu terkedildi! Ahmet; namazı, orucu zekâtı, iyilik yapmayı, akrabayı gözetmeyi emrediyor!... " Sonra diğer bir puttan da şu sesi işitiyordum: "Meryem oğlu İsa'dan sonra nübüvvet ve hidâyete vâris olan Muhammed, doğru yolu gösterir ve insanların beklediği haberleri getirir..."
Sonra ben yoluma devam edip sabahleyin Süvâ putunun yanma geldim. Yanımdaki hediyeleri bu puta sunacaktım... Bir de ne göreyim, iki tilki gelmiş, daha önce sunulan hediyeleri yemek için bu putun üzerine çıkmış, onları yemekteler; ayrıca Süvâ putunun üzerine işemekte-ler... Bunu görünce hayretler içinde kalmışım ve kendi kendime şöyle söylemişim: "Bir put ki üzerine çıkan iki tilki, onun üzerine çişini yapmaktalar, o ise onlara engel olamamaktadır! Kendisine yapılan böylesine aşağılayıcı bir harekete engel olmaktan âciz bulunan bir nesne, nasıl "ilâh" olabilir?" Ben bu halleri yaşarken, Peygamber (s.a.v.) de Mekke'yi terkederek Medine'ye hicret etmiş bulunuyordu... Ben de doğruca Medine yolunu tutup O'na vardım ve O'nun huzurunda Müslüman oldum..."
Yukarıda belirttiğimiz bu rivayete göre, Râşid bu sırada Hz. Pey-gamber'den, Rihad denilen yerde bir miktar arazî verilmesini istedi. Peygamberimiz de verdi. Ayrıca dolu bir su kabı verdi ve bu suyu, kendisine verilen yerin en yüksek noktasına dökmesini söyledi. Suyun fazlasından insanları menetmemesini di tembihledi... O da öyle yaptı. Ve orada akar bir çeşme meydana geldi... Ve hâlen bu su burada akmaktadır... Suyun etran da hurma ağaçlarıyla doludur. Denilir ki Rihad'm her yerinin suyu, içimli sudur... insanlar orada ki suya "Mâü'r-Resûl= Peygamber Çeşmesi" adım vermişler ve bu sudan yıkanıp onun şifalı bir su olduğunu kabul etmişlerdir."
îbn-i Ebu'd-Dünyâ ve îbn-i Asâkîr Vasile bin el-Eskâ'dan şöyle naklederler: Haccâc bin Allâd'ın müslüman oluşunun sebebi şu idi: O. kavminin bir kervanı ile-Mekke'ye gitmek üzere yola çıkmıştı. Giderlerken gece karanlığı basması üzerine mola verip istirahata çekildiler. Haccâc, kafilenin nöbetçilik ve bekçilik görevini yapıyordu... Hem korkuyor, hem de şöyle diyordu: "Ben, hem kendim için, hem de kafilem için
bütün zarar verici cinlerin şerrinden, şu mintıkamn sahibine sığınırım!" derken bir ses işitti. Bu ses diyordu ki: "Ey cinler ve insanlar topluluğu, göklerin ve yerin bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yeterse, geçip gidiniz! Ancak bir kudretle geçebilirsiniz." (Rahman, 33)
Ertesi sabah yola devam edip Mekke'ye vardığı zaman, Kureyş'ten bazılarına duyduğu bu sesi, yâni kelâmı naklederek bilgi istedi... Onlarda dediler ki: "Bu kelâm, Peygamberliğini ilân eden Muhammed'in semâdan kendisine indiğini söylediği kelâmdandır." Haccac, bunun ü-zerine bu Peygamber'in nerede olduğunu sordu... Onlarda kendisine, "O, buradan Medine'ye göçmüştür" dediler. Bunun üzerine Medine'ye gelen Haccac bin Allâd, Hz. Peygamber'in huzurunda müslüman oldu..."
El-Harâitî'nin Saîd bin Cubeyr'den nakline göre, Rafibin Umeyr nasıl müslüman olduğunu şöyle anlatmıştır: "Ben bir gün Âlic kumluğunda yolculuk ediyordum. Uykum gelmesi üzerine istirahata çekildim. Ve yatarken Arab'ın câhiliye âdetinde olduğu gibi: "Şu vadinin cinlerinin şerrinden, yine şu vadinin efendisine sığınırım" dedim... Derken yaşlı bir adam göründü ve bana dedi ki: "Ey kişi, Eğer bir vâdîye iner istirahat etmek ister ve bir korkuya da kapılmış olursan; de ki:
Ben şu vadinin şer ve zararlarından, Muhammed'in rab'bi olan Allah'a sığındım! Sakın cinlerden herhangi birine (veya onlann seyyidi-ne) sığınma. Zira cinlerin işi bitmiştir!"
Ben o kişiye dedim ki: "Bu Muhammed dediğin de kimdir?" O da şu karşılığı verdi: "Muhammed; Arab'ın içinden peygamber olarak ortaya çıkmış bir zâttır." Ben, "O nerede oturmaktadır?" diye sordum. O da: "Hurma bahçeleri bulunan Yesrîb (yâni Medine) de oturur." dedi. Ben de bu cevabı alır almaz Medine'nin yolunu tuttum. Oldukça hızlı giderek Medine'ye vardım. Peygamber (s.a.v.) beni gördü ve bana, daha önce başımdan geçenleri anlattı... Ve beni açıkça İslâm'a davet etti. Ben de onun davetini derhâl kabul ederek müslüman oldum..."
îbn-i Sa'd Mikdâd bin Amr'ın şöyle dediği haberini verir: "Ben Hakem bin Keysân'ı esir almıştım... Onu alıp Hz. Peygamber'e getirdik. Peygamberimiz kendisiyle konuşup onu İslâm'a davet etti... Fakat onda bir yakınlık görünmüyordu. Bunun üzerine Peygamberimiz, kendisiyle uzun müddet meşgul oldu ve onu bu müddet zarfında İslâm'a ısındırmaya çalıştı... Fakat o bütün bunlara rağmen bir yakınlık göstermedi... Durumu takip etmekte olan Ömer, sinirlenmiş olacak ki, Ey Allah'ın Resulü, bu adamı ne zamana kadar İslâm'a davet edip duracaksınız! Onu kıyamete kadar davet etseniz, onun yine müslüman olacağı yok. izin veriniz de ben onun boynunu vurayım!" diye bağırdı. Peygamber E-fendimiz ise, Ömer'in teklifini red edip, o bilinen büyük ve geniş şefkati ve himmeti ile, Hakem bin Keysân'ı İslâm'a davete devam etti... Ve sonunda onun müslüman olmasına vesile oldu... Artık Hakem de müslüman olmuştu. ı Durumu gören ve insafla değerlendiren Ömer bin el-Hattâb, bizzat kendi durumunu şu şekilde dile getirmiştir; "Gördüm ki, Hakem bin Keysân müslüman olmuş, ve bu vesile ile bütün gelmişimi ve geçmişimi gözümün önüne getirdim ve kendi kendime: Ey Ömer, sen nasıl oluyor da, Resûlüllah Efendimiz senden daha iyi bildiği halde, kalkıp ona öyle tekliflerde bulunabiliyorsun?" diyerek nefsimi kınayıp muâhaze ettim..."
Hâkim sahihtir kaydiyle Aişe'den şöyle nakleder: Bir defasında Peygamber (s.a.v.) buyurdular ki: "Ben rü'yâmda Ebû Cehlin bana geldiğini ve biat ettiğini gördüm!" Vaktaki Hâlid bin Velîd müslüman olmuştur, Hz. Peygamber'e denilmiştir ki: "Yâ Resûlallah, İşte Allah senin o rüyanı gerçekleştirdi. Senin o rü'yân, Hâlid bin Velîd'in müslümanlığı kabul etmesi şeklinde tecelli etti..." Peygamberimiz ise şu karşılığı verdi: "Benim o rüyam başka şekilde tecelli edecektir!" Nihayet Ebû Cehl'in oğlu îkrime de müslümanlığı kabul etti, işte onun müslüman oluşu, Peygamberimiz'in o rü'yâsmm gerçekleşmesi idi..."
Yine Hâkim'in Ümmü Seleme'den olan rivayeti ise şöyledir: "Bir gün Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Ben, cennette Ebû Cehl'e ait olmak ü-zere bir ağaç dalı görmüştüm... Ve bu nasıl olur, diye düşündüm. Fakat onun oğlu îkrime müslüman olduğu zaman, bu rü'yâmm onun hakkında gerçekleşmiş olduğunu gördüm..."
îbn-i Sa'd'ın naklettiği bir habere göre, Zührî ve Saîd bin Amr demiştir ki: Benî Temîm heyeti Peygamber (s.a.v.)'e geldikleri zaman,hatîbleri Utârid bin Hâcib'i, bir hutbe irâd etmek üzere takdim ettiler, o da bir Hutbe irâd etti ve bu şekilde hitabetteki üstünlüğünü ortaya koymak istedi... Peygamber Efendimiz de Sabit bin Kays'a hitaben: "Ey Kays, kalk onların hatîbine cevap ver!" buyurdu... Sabit, hitabette tecrübesi veya behresi olan biri değildi... Peygamber'in emri üzerine kalkıp bir hutbe irâd etti... Sonra Temîmliler, şâirleri Ziberkân'ı ortaya sürüp şiirler inşâd etmesini istediler. O da kalkıp isteneni yerine getirdi... Bunun üzerine Peygamberimiz: "Ey Hassan, kalk onların şâirine cevap ver!" dedi ve şunları buyurdu:
"Allah, muhakkak Hassân'ı o Peygamberi'ni müdâfâ ettiği müddetçe Rûhu'İ-Kudüs (Cebrail) ile te'yid buyuracaktır!"
Bunun üzerine Hassan kalktı ve şiirler inşâd ederek onların şâirine cevap verdi. Hassân'ı can kulağıyla dinlemekte olan Temîtn O-ğulları, kendi aralarında fisıldaşmaya başladılar... içlerinden biri onlara temsilen dedi ki: "Açıkça görüp bildiniz ki, vallahi bu adam, ilahi bir teyide mazhar bulunuyor!" Vallahi bunların hatîbi bizim hatibimizden daha iyi bir hatîb olduğu gibi, şâirleri de bizim şâirimizden daha üstün bir şâirdir! Ve bizden daha akıllıdır... Şüphesiz bu, Peygamber sayesinde olmaktadır..."
Bezzâr ve Ebû Nuaym Büreyde'den şöyle naklederler: Peygamber (s.a.v.)'e bir ârâbî gelip, kendisinin müslüman olduğunu ve fakat Hz. Peygamber'in kendisine bir mucize göstermesini istediğini, bunu sırf yakîninin artması için taleb ettiğini ifâde etti... Peygamberimiz de kendisine ne istediğini sorunca, şu teklifte bulundu: "Şu ağaca emret de senin yanma gelsin!" Peygamber Efendimiz kendisine "Git de sen o ağaca emret!" buyurdu. Arabi'de o ağacın yanına kadar gitti ve: "Peygamber seni çağırıyor, O'nun çağrısına icabet et!" diyerek ağacı çağırdı... Ağaç bir tarafına iyice meylederek saçaklarını söktü, sonra öbür tarafa meylederek diğer saçaklarını söküp Peygamber (s.a.v.)'in yanına kadar geldi ve "Ey Allah'ın resulü, selâm sana!" diyerek selâm verdi... Arâbî bunu üzerine "Yeter, yeter!" dedi... Peygamberimiz de o ağaca yerine gitmesini emretti. Ağaçta gidip yerine yerleşti... Bunun üzerine heyacanlanan Arâbî, "Ey Allah'ın Resulü, izin ver de başını ve ayakların Öpeyim" dedi. Peygamberimiz de izin verdi... Sonra Arâbî, "Sana secde etmek için de izin ver" dedi. Peygamberimiz de: "Hiç bir kimse, hiçbir kul için secde edemez!" buyurdu..."
Ebû Nuaym diğer bir tarîkle yine Büreyde'den şöyle rivayet eder: "Bir Arâbî gelip: "Ey Allah'ın elçisi, ben sana bir müslüman olarak geldim! Ben Allah'tan başka ilâh olmadığına, Senin de Allah'ın elçisi ve kulu olduğuna şehâdet ediyorum! Fakat sırf yakînim artsın diye senin, şu yeşil ağacı çağırmanı istiyorum, çağır da bu ağaç sana gelsin dedi!" Peygamber Efendimiz de o ağacı çağırdı... Ağaç kökünü ve saçaklarını yerde sürüyerek geldi... Peygamberimiz o ağaca hitaben: "Ey ağaç ne ile şehâdette bulunursun?" buyurdu... Ağaç: "Ben Allah'tan başka üâh olmadığına, Senin de Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ederim!" dedi... Peygamberimiz de ona: "Doğru söyledin" buyurdu... Arâbî, "Ağaca emret de yerine gitsin " dedi... Peygamberimiz de yerine gitmesini emretti. Ve ağaç yerine gidip yerleşti. Açılan çukur da kapanarak aynen eskisi gibi oldu... Arâbî bunun üzerine dedi ki: "Şimdi ben, izninizle kendi kavmime gideyim ve gözlerimle gördüğüm bu mucizeyi onlara haber vereyim. Inşâ-Allah, onlardan mü'min bir cemâatle döner, seni ziyaret ederiz..."
Ahmed, Buhârî (Târîh'inde), Dârimi, Tirmizî ve sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhâki, Ebu Nuaym, Ebu Yâlâ ve îbn-i Sa'd; îbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini naklederler: Amir bin Sa'Saa oğullarından bir ârâbî, Peygamber (s.a.v.)'e geldiğinde, Peygamberimiz onu İslâm'a davet etti... Arâbî: "Ben senin hak Peygamber olduğunu nereden bileceğim?" dedi... Peygamberimiz: "Eğer şu hurma ağacmdaki hurma salkımını çağırsam, o da benim çağrım üzerine gelse bu takdirde Benim Allah'ın elçisi olduğuma inanır mısın?" buyurdu. Arâbî "Evet" dedi... Bunun üzerine Peygamberimiz hurma salkımını çağırdı, o da ağacından ayrılarak yere indi ve yerde sıçrayarak geldi... Peygamberimiz'in önünde durdu. Peygamberimiz de ona: "Haydi yerine git!" buyurdu. O da yerine döndü ... Bunun üzerine o ârâbî: "Ben Şehâdet ederim ki sen Allah'ın elçisi'sin! Ben buna imân ediyorum!" diyerek müslüman oldu..."
Dârimi, Ebû Yâlâ, Taberânî, Bezzâr, îbn-i Hibban, Beyhâki ve sahih bin sened ile Ebu Nuaym îbn-i Ömer'den şöyle rivayet ederler: Biz bir seferde Peygamber (s.a.v.) ile birlikte bulunuyorduk. Bir ârâbî bize doğru gelmeye başladı. Yaklaştığı zaman Peygamberimiz ona, nereye gittiğim sordu. O da: "Ev halkımın yanma gidiyorum" diye cevapladı... Peygamberimiz ona: "Peki, sana çok hayırlı bir teklifte bulunsam, buna ne dersin?" buyurdu. O da "Nedir o teklif?" diye sordu... Peygamberimiz: "Allah'tan başka ilâh olmadığına, Allah'ın birliğine, eşi ve benzeri olmadığına şehâdet etmen; Muhammed'in de O'nun kulu ve Resulü olduğuna inanmandır!" buyurdu... Arâbî: "Senin bu dediğinin doğru olduğuna bir şahit var mıdır?" dedi. Peygamberimiz de: "işte şu ağaç şahittir!" buyurdu ve şahitlik yapması için o ağacı çağırdı... Vâdî'nin kenarındaki o ağaç da yeri yararak geldi ve O'nun önünde durdu. Peygamberimiz, ağacın şahitlik yapmasını istedi, o da O'nun Allah'ın elçisi olduğuna şehâdette bulundu. Peygamberimiz bunu üç defa tekrarladı, ağaç da üç defa tekrarladı... Sonra Peygamberimiz ağacın yerine gitmesini emretti, o da yerine döndü ve yerleşti. Arâbî de kavmine dönerken şöyle konuştu: ırYâ Resûlallah, eğer kavmim bana itaat ederlerse, onları sana getireceğim. Eğer beni dinlemezlerse, ben tek başıma döner ve devamlı seninle birlikte bulunurum."
Ebû Yala ve (îbn-i Hacer'in El-Metâlibü'l-Aliye adlı kitabında "senedi güzeldir" dediği bir senedle) Beyhâki, Usâme bin Zeyd'den şöyle rivayet ederler: Üsâme demiştir ki: "Biz Peygamber (s.a.v.)'in edâ buyurdukları bu hacca, O'nunla birlikte çıktık... Ravhâ'ya geldiğimiz zaman, bir kadın Peygamberimiz'e doğru gelmekte idi. Onu gören Peygamberimiz devesini durdurdu. Gelen kadın yaklaştı ve dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, şu benim oğlumdur ve dünyaya geldiği günden beri kendisine gelememiştir!" Peygamberimiz çocuğu o kadından aldı ve ön tarafına koydu. Sonra onun ağzına püskürdü ve dedi ki: "Ey Allah'ın düşmanı, dışarı çık, Ben Allah'ın Resulüyüm!" Sonra çocuğu anasına verdi. Verirken de: "Çocuğunu al, artık onun bir sıkıntısı yoktur" buyurdu.
Usame der ki: Resûlüllah (s.a.v.), haccmı edâ buyurduktan sonra dönüş sırasında Ravhâ vadisine geldiğimizde, o kadın kızarttığı bir koyun ile bizi karşıladı... Peygamberimiz bana hitaben: "Haydi (ön ayağını) bana ver" buyurdu. Ben de verdim. Sonra: "Bana bir ön ayak daha ver" buyurdu. Ben de verdim. Sonra yine: "Bana bir ön ayak daha ver" buyurdu... Ben de dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, bunun iki ön ayağı bulunmaktadır, ben de her ikisini sana vermiş bulunuyorum." Bunun üzerine buyurdular ki: "Ey Üsâme, hiç bir ses çıkarmadan Ön ayak vermeye devam etse idin, ben sana bir ön ayak daha istemeğe devam etti- ğim müddetçe, sen de bana bir ön ayak daha vermeye devam edecektin!" Bundan sonra Resûlüllah yine bana: "Bak bakalım, ağaç ve taşlar görebilecek misin?" dedi. Baktım, birkaç hurma ağacı ve bir taş yığıntısı gördüm. Ve bunları Hz. Peygamber'e bildirdim. O da buyurdu ki: "Git o ağaçlara deki: Allah'ın Resulü, haceti için sizleri çağırıyor! Keza, o gördüğün taşlara da aynısını söyle!" Gidip o ağaçlara ve taşlara, Hz. Pey-gamber'in kendilerini çağırmakta olduğunu tebliğ ettim... Onlar da geldiler. Peygamber Efendimiz de gidip hacetini gördü... Sonra geldi ve bana: "O ağaç ve taşlara, eski yerlerine dönmelerini söyle!" buyurdu. Ben de gidip aynen tebliğ ettim, onlar da eski yerlerine döndüler..."
Ahmed, Beyhâkî, Yâlâ'dan şöyle rivayet eder: "Biz, Peygamber (s.a.v.) ile birlikte seferimize devam ederken, O'ndan mucize hâlinde tecellî eden üç şey gördüm: Giderken bir deveye rastladık, bu deve devamlı olarak üzerinde su taşınan bir deve imiş. Peygamberimizi görünce boynunu yere indirerek inlemeye başladı... Peygamberimiz bu devenin sahibini çağırdı ve ona: "Bak, deven çok çalıştınlmaktan şikayet, ediyor! Aynı zamanda yemini de az vermişsin... Ona iyi bak!" tenbihinde bulundu. Sonra yolumuza devam ederken bir yerde konaklamıştık. Peygamberimiz uyuduğu zaman, ilerideki bir ağaç, yerinden ayrılarak Peygamberimizin yanma geldi ve O'nu kaplayıp bürüdükten sonra yerine döndü... Ben bu gördüğümü, Peygamberimiz uyandığı zaman kendisine arz ettim. O da buyurdu ki: "O ağaç, gelip beni selamlaması için Allah'tan izin istedi, kendisine izin verilince gelip beni selamladı." Sonra üçüncü olarak da, kadının sabî çocuğunun hastalığından iyi olmasına şahit olmuştum."
Ebu Nuaym ve îbn-i Asçikîr Gaylân bin Seleme'den şöyle rivayet eder: Biz bir sefere Peygamber (s.a.v.) ile birlikte çıkmıştık. Ve O'nda şaşılacak şeyler görmüştük... Taze hurma fidanları olan bir yere uğradığımızda Hz. Peygamber bana: "Ey Gaylân, şu iki hurma ağacına git de birbirlerine yaklaşmalarını ve bana gelmelerini söyle!" buyurdu. Ben de gidip Resûlüllah adına O'nun emrini tebliğ eyledim. Onlardan biri diğerinin yanına gelerek birbirlerine yaklaştılar ve Resûlüllah'ın yanına geldiler. Resûlüllah da devesinden inerek onların arkasına geçti ve hacetini kaza etti... (Abdest bozdu). Sonra Abdest alıp devesine bindi... Ağaç fidanları da yerlerine döndüler. Sonra yolumuza devam ederek bir yere geldiğimiz de orada konakladık. Derken bir kadın geldi ve: "Ey Allah'ın Resulü, benîm kabilemde bana şu oğlumdan daha sevimli olanı yok idi. Fakat kendisine cinnet hastalığı isabet etti. Ben bu oğlum için Allah'a dua edivermenizi istiyorum" dedi. Peygamber Efendimiz de çocuğu kendisine yaklaştırdı ve sonra şöyle buyurdu: "Bismillah! Ben, Allah'ın Resulüyüm. Ey Allah'ın düşmanı, dışarı çık ve bu çocuğu terket!" Bunu üç defa tekrar ettiler. Sonra çocuğun anasuıa hitabla: "Çocuğunu al, inşallah, bir daha kötülük görmez" buyurdu. Sonra yolumuza devam ederken bir yere geldik ve indik. Bir adam gelip: "Ey Allah'ın Resulü, benim bir bahçem vardı, benim ve ev halkımın yaşayışı bu bahçede o-lurdu... Bu bahçede benim iki de devem vardı. Şimdi bu develer heyecana kapılıp köpürdüler... Beni yanlarına yaklaştırmadıkları gibi, bahçeye de sokmuyorlar... Başka kimse de onlara sokulamıyor..." dedi. Adamın bu şikayetini dinleyen Peygamberimiz, ashabını da yanma alarak o bahçeye gitti. Bahçenin kapısına vardıkları zaman, bahçe sahîbine: "Haydi kapıyı aç" buyurdu. Adam: "Mesele çok büyük, korkar açamam" dedi. Adam kapıyı açmaya çalışırken, develer âdeta rüzgar gibi geldiler... Adam kapıyı açınca, develeri karşısında buldu, Fakat develer dikkatle Hz. Peygamber'e baktılar ve yere çöktüler... Sonra boyunlarını yere koyup başlarını da uzatarak O'na secde ettiler... Peygamber Efendimiz onları başlarından tutarak sahibine teslim etti ve ona dedi ki: "Al develerini, onlara iyi bak ve güzel kullan!" Bunun üzerine oradaki insanlar dediler ki: "Ey Allah'ın elçisi, hayvanlar bile sana secde ediyor! Bizim sana secde etmemiz uygun olmaz mı?" Peygamberimiz ise şöyle buyurdular:
"Ezelî ve ebedî diri olup ölmekten münezzeh bulunan Allah'tan başkası için secde edilemez!"
Bu seferimizden dönüşümüzde, giderken çocuğunun hâlini Hz. Peygamber'e arz eden kadın bizi karşıladı ve Peygamberimiz'e hitaben: "Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, oğlum kabilemizin sıhhatli gençleri gibi, son derece sıhhatlidir" diyerek memnuniyetini dile getirdi..."
Ahmed, îbn-i Ebû Şeybe, Beyhâki^ Taberânî ve Ebû Nuaym, Süleyman bin Amr bin el-Ehvas'tan, o da Ummü Cündüp'ten rivayet ederler. O demiştir ki; "Ben, Resûlüllah (s.a.v.)i Akabe Cemres'inde taşlarını
atarken gördüm. O ve O'nu takiben insanlar taşlamada bulunuyorlardı... Dönüşü sırasında bir kadın geldi ve yanında sar'ah bir çocuk vardı. Peygamberimizi hitaben dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, şu benim oğlum bir belâya müptelâ olmuştur, hiç konuşamamaktadır." Peygamberimiz o çocuğu kucağına aldı ve kadına, içinde su bulunan küçük bir kab vermesini emretti. O da verdi... Peygamberimiz bu kabın içindeki suya püskürdü ve sonra duâ buyurdu. Sonra bu suyu kadına verdi ve: "Bu suyu çocuğuna içir, aynı zamanda bu su ile onu yıka!" buyurdu. Kadın o suyu ve çocuğunu alarak oradan ayrıldı. Ben de onun peşinden giderek, o sudan biraz bana hediye etmesini istedim. O da: "Al!" dedi. O sudan bir avuç alarak oğlum Abdullah'a içirdim. Oğlum büyüdü ve bir evlattan beklenen kadar, hayırlı bir evlad oldu... Bir müddet sonra da o kadına ve oğluna rastladım. Diyebilirim ki, onun oğlu da çok hayırlı bir evlat olmuştu. Ondan daha hayırlı bir evladın olduğunu söylemek neredeyse mümkün değildi... Çok da akıllı idi..."
Beyhâki, îbn-i Asâkir, Muaykıb el-Yemenî'den şöyle rivayet eder: O demiştir ki: "Veda Haccı'nda ben de bulundum... Mekke'de bir eve girdiğim zaman, orada Peygamber (s.a.v.)'i buldum ve O'ndan şaşılacak bir şey gördüm: O'na, Yemâme'den bir adam gelmişti. O gün doğmuş olan çocuğu da yanında idi... Peygamber (s.a.v.), o yeni doğmuş çocuğa hitaben: "Söyle bakalım, Ben kimim?" dedi. Çocuk da: "Sen Allah'ın Resulüsün" diyerek konuştu... Peygamber Efendimiz de bunun üzerine: "Allah sende bereketler meydana getirsin. Seni mübarek kılsın)" diye onun hakkında hayır duada bulundu... Sonra bu çocuk, delikanlı oluncaya kadar hiç konuşmadı... Biz ona "Mübârekü'l-Yemâme"adını vermiştik..."
Beyhaki Urve'den şöyle nakleder: O demiştir ki: "Peygamber (s.a.v.), Veda Haccı'nda dedi ki: "Ey insanlar! Benim size söylediklerimi aynen yerine getiriniz! Zira ben bilemiyorum, belki bu seneden sonra bir daha sizinle burada karşüaşamam... Ey insanlar, iyi kulak veriniz, sözlerimi iyi anlayınız; zira ben sizlere iki büyük emânet bırakıyorum! Bunlara sımsıkı sarıldığınız takdirde yolunuzu asla şaşırmayacaksınız! Bu iki emanetten birincisi: Kitâbullah'tır, ikincisi ise: Sünnetimdir!"
Müslim'in Câbir'den rivayet ettiği haber de aynen şöyledir: "Ben, Peygamber (s.a.v.)'i Akabe Cemresi'ne taşını atarken gördüm. O, bu sırada devesi üzerinde bulunuyor ve şöyle buyuruyordu: "Hacda ilgili vazifelerinizi, benden aynen alınız! Zira ben, bilemiyorum, belki de bu haccımdan sonra bir hacc daha yapamıyacağım!"
İbn-i Sa'd, îbn-i Ömer'den şöyle rivayet etmektedir: Peygamberimiz (s.a.v.), Veda haccı'nda Arafat'taki vakfesinde, insarlara hutbe irâd e-derek buyurdu ki:
"Ey insanlar, bugün, hangi gündür?" (Bilinen hutbesini sonuna kadar irâd buyurduktan sonra, yine buyurdular ki:)
"Ey İnsanlar, tebliğ ettim mi?" İnsanlar da dediler ki: "Evet, Ey Allah'ın Resulü, tebliğ ettiniz!" ' Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
"Ey Allah'ım, şahit ol!" buyurdu. Daha sonra insanlarla vedâlaştı... İşte bundan dolayıdır ki, insanlar bu hacca, "Veda Haccı" dediler..."
Beyhâki ve Ebû Nuaym Enes'ten şöyle rivayet ederler: Ben, Mesci-dü'1-Hayf ta Peygamber (s.a.v.) ile birlikte oturuyorduk. AnsâVdan ve Sakîf kabilesinden birer adam gelip Hz. Peygamber'in önünde durdular. Peygamberimiz kendilerine: "İsterseniz, niçin gelmiş olduğunuzu, siz bana söylemeden önce ben siz söyleyeyim! İsterseniz ben susayım, siz bana niçin geldiğinizi söyleyip sorularınızı sorunuz" buyurdu. Bu iki adam da: Siz haber veriniz ey Allah'ın Resulü, bu suretle imâmmızdaki yakînimiz artmış olur" dediler. Peygamberimiz de, önce Sakîfli adama şunları söyledi:
"Sen bana geceleri kıldığın namazlardan, namazdaki rüku ve secdelerden aynı zamanda orucundan, gusul abdestinden sormak için geldin."
Sonra Ansâr'dan olan adama iltifatla:
"Sen de bana, Beytullah'ı haccetmekten, Arafat'ta vakfe yapmaktan, tıraş olmaktan, Kabe'yi tavaftan ve bunlardaki sevap ve mükafatlardan sormak için geldin." buyurdu..."
Sakif ten ve Ansâr'dan olan her iki adam da, Peygamber (s.a.v.)'e: "Evet, Ey Allah'ın Resulü, bunları sormak için gelmiştim" dedi...
(Bu mealde bir hadîs, tbn-i Ömer'den de rivayet edilmiştir ve bu hadis az ileride gelecektir...)
Taberânî, Ebû Nuaym, sahihtir kaydiyle Hâkim, Abdullah bin Kurad'ın şöyle dediğini rivayet ederler: "Bayramın ikinci gününde Peygamber (s.a.v.)'e beş veya altı deve getirildi... Develer kendiliklerinden Peygamber Efendimize yaklaşarak (önce beni kurban et! derecesine) birinci sırayı almak istedi..."
Ahmed, Beyhâki, Asım bin Humayd'den şöyle rivayet eder; "Peygamber (s.a.v.), Muâz bin Cebel'i'Yemen'e gönderdi... Onu Yemen'e u-ğurlarken onunla birlikte çıkıp kendisine vasiyette bulundu. Sözünü bitirdikten sonra buyurdu ki: "Ey Muâz, belki sen, bu seneden sonra bir daha benimle karşılaşamazsm! Öyle ümit edilir ki, artık bundan böyle mescidime ve kabrime uğramayacaksın!" Onun bu sözleri üzerine Meâz, kendisini tutamayıp ağladı..."
Beyhâki'nin Zührî tarikiyle Ka'b bin Mâlik'in oğlundan rivayeti ise şöyledir: Peygamber (s.a.v.), Veda hacc'ını edâ ettikten sonra, Meâz'ı Yemen'e gönderdi... Muâz Yemenden geldiği zaman, Peygamber (s.a.v.) vefat etmiş, Ebû Bekir (r.a.) da müslümanların başına halîfe seçilmiş-
Ült ...
El-Hâtib, içinde birtakım mechûl râvîler bulunan bir rivayet silsilesi ile Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Peygamber (s.a.v.), bizlerle birlikte Veda Haccı'nı edâ buyurdu... Hâcun Akabesinde benim yanıma geldikleri zaman, çok hüzünlü idiler... Sonra yanımdan ayrılıp gitti ve bir müddet sonra geldiğinde, gayet sevinçli ve tebessümlü idi... Sebebini sorduğumda, bana şunu söyledi: "Ben, Anamın kabrine gittim, Allah'tan anamı diriltmesini istedim... Anam dirilip bana îmân etti, sonra eski hâline döndü..."
Burada Sahih-i Müslim'in rivayetini de arz edelim: "Osman bin Ebu'l-As, hastalandı ve hâlini Hz. Peygamber'e arz etti. O, müslüman olduğu günden beri şiddetli bir şekilde rahatsız idi, (neredeyse çatlıyacak hâle gelmişti). Peygamberimiz de kendisine dedi ki: "Sağ elini ağrıyan yere koy, sonra üç defa "Bismillah" de. Sonra yedi defa: "Ben, duyduğum acılardan ve korkulardan Allah'ın izzetine ve kudretine sığınırım!" diyerek dua et!" O da bu şekilde dua etti ve kendisinin de ifade ettiği gibi, tam şifaya kavuştu...
Bu olayın râvîsi Huzeyfe (r.a.), Benî Abs'tendir. El-Eş'as'ın Hasan-i Basrîden rivayetine göre, Resûlüllah Efendimiz Huzeyfe'yi serbest bırakıp buyurmuş: "Ey Huzeyfe, sen istersen Mühâcirîn'e intisâb et, istersen Ensâr'a intisab et. Bunun üzerine Huzeyfe: "Ben Ensâr'dan olacağım" dedi. Ondan böyle o, Ensar'dan sayıldı. Hz. Osman'ın şehâdetinden sonra Kûfe'de vefat eyledi. (VâkıdPye göre, hicrî 36. yılında Medâin'de vefat etti.)
Temîm-i Dârî'nin; kavminden gelen ve Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz'in huzurunda müslüman olan kişiler arasında, Müslümanlığı kabul ettiği, doğru ve sabittir... Fakat onun, Resûlüllah Efendimiz'den böyle gâhb bir talebde bulunduğu ise, tarihî deliller ile sabit görünmemektedir... Bu, tarihî ve ilmî bir şekilde isbât edilmedikçe, kabule şâyân sayılmaz... Şahsen ben bunun sahih olacağını sanmamaktayım... Sahîh olmadığına delâlet eden bir husus ise, Şam'ın fethinin ancak Ömer zamanında tamamlanmış olmasıdır...
"Cinler", aslında gizli ve göze görünmez varlıklardır. Onların varlığı, bu esas üzerine cereyan eder... Ve onlara "Cin" denilmesi de bu yüzdendir... Sırf bu yüzden, meleklere de "Cinne" denildiği olmuştur. Nitekim bir âyet-i celîlede şöyle buyurulmaktadır: "Onlar, bir de Allah ile cinler (yâni melekler) arasında bir neseb (bir soy birliği) uydurdular. Halbuki cinler de, onların yakalanıp ilâhî huzura getirileceklerini bilmişlerdir!" (Sâffât, 158). Yine, eşyayı karanlığı İl© örtüp gizlediği için, "Cenne'l-leylü = Gece bürüdü" denilir. Aklı örtüp işlemez hâle getiren akıl hastalığına da, yine bu sebeble "Cünûn" ve cinnet denilmiştir... Keza altındakini gizleyip koruduğu için zırha da "Cünne" denilmiştir... Arap dilinde bunun, daha başka misalleri de bulunmaktadır... Cinlere gelince: Bunlar, Adem aleyhissâm'dan önce yaratılmış varlıklardır. Ve ilgili âyet'in bildirdiği veçhile (Hıcr, 27), ateş unsurundan yaratılmıştır. Bu ilgili âyet şu mealdedir: "Cinne gelince: Onu da insandan daha önce, vücûdun gözeneklerine nüfuz eden çok sıcak ateşten yarattık."
Bu haberi bize nakleden Ibn-i Mes'ud (r.a.) hazretlerinin bizzat kendisinin İfâde ettikleri gibi, o dahî Ashâb-ı Suffeden biri idi... O Ashâb-ı Suffe ki; Allah ve O'nun dîni uğrunda yerleri ve yurtlarını terketmiş muhacirler idi... Ve Mescid-i Nebevfnin kenarına yapılan Suffe'de barındıkları için "Ehl-i Suffe" veya "Ashâb-ı Suffe" diye anılırlardı... Katıldıkları savaşlardan ganîmet hisselerini alırlar, devletin ve onun temsilcisi bulunan Resulüllah'ın verdiği vergilerle geçinirlerdi... Bâzan da Ensâfdan ve Mühâcirîn'den olan din kardeşlerinin dâvetine icabet ederek onların sofralarında bulunurlardı. Sadece umûmî barınakları suffe idi. Yoksa sofi/yeden bâzılarının iddia ettikleri gibi, kendilerini diğer Ashâblan ayıran herhangi birşiârve Özellikleri yok idi... Hiç değişmeyen belli sayıları da yok idi... Bâzı şartlara göre, sayıları artar veya eksilirdi... İçlerinden evlenen veya ev sahibi olanları, aralarından ayrılır, Allah yolunda yurdunu terkedip de evsiz kalanlar da onlara katılırdı... Meselâ Abdullah bin Ömer'de onlardandı... Fakat evlendikten sonra, kendi evîne taşınmıştır
O sesin Harîm'e hatırlatmak istediği el-Arâf Sûresinin ilgili âyeti şu mealdedir O sesin Harîm'e hatırlatmak istediği el-Arâf Sûresinin ilgili âyeti şu mealdedir "Her ne zaman şeytandan bir kötü düşünce seni dürtüklerse, derhal sen Allah'a sığın! Çünkü Allah, işitendir, bilendir." (Ayet 200)
Ömer (r.a.), Ebû Bekir gibi, hadîslerin rivayeti hususunda çok titiz (mütesebbit) davranıyor; bir hadîs rivayet eden, buna dâir bir şâhıd bulamazsa, onu kabû! etmiyordu... isterse o kişi, ashabın büyüklerinden birioisun... Nitekim Ebû Mûsâel-Eşarİ'yeveÜbeyy bin Ka'b'a da bu şekilde davranmıştır... Şüphesiz onun bu hususta bu kadar titiz davranmasının sebebi, Resûlullah'a karşı yalandan bir şeyin isnâd edilmesinden çok korkması İdi.
Şevkânî, El-Fevâid adlı kitabında der ki:
"Bunu, el-Hatıb Aişe'den mer"fûan rivayet eder. Ondan, İbn-i Şahin de rivayet etmiştir. Fakat İbn-i Nasr bu hususta der ki: "Bu haber, bir uydurmadır! Bu haberin rivayet edenleri arasında Muharnmed bin Zeyyâd el-Nakkâş da vardır ve bu râvî sika yâni sağlam değildir. Diğer râvîler ki, Ahmed bin Yahya el-Hadramî ile Muhammed bin Yahya el-Zührfdir; kim oldukları tamamen meçhuldür..."
Müellifimiz fmam-ı Süyûtî, El-Leâli adlı kitabında sözü hayli uzatmış ve özet olarak da: "Doğru olanı; bu rivayetin zayıf olduğuna hükmetmek olup, uydurma olduğunu söylememektir" demiştir.
Bu hususta ben diyorum ki: Müellif merhum, daha önce de bâzı misallerini gördüğümüz gibi, bâzı zayıf rivayetlere arka çıkıp onları desteklemek istiyor... Bu rivayet, hakîkaten haddi zâtında zayıf ve bâtıl ise; ona arka çıkıp desteklemek suretiyle, hiç hak olur mu? El bette olamaz, işte burada da merhum, bu rivayet için: "Bu, zayıftır, mevzu (yalan) değildir" diyor. Halbuki kendisi dahi bilmektedir ki, bu haberin senedi tamamen çürüktür... Nitekim burada kendisi dahî, bu haberi sevkederken: "İçinde birtakım mechûl râvîlerin bulunduğu bir senedle..." demiştir... Bu durumda, böyle bir rivayete arka çıkıp onu desteklemeye çatışmak, İlim itibariyle ne gibi bir kıymet ifâde edebilir? (Muhakkik Dr. Muhammed Halîl Herras).
|