Ravza'da şöyle der: "Peygamber (s.a.v.), bir gün öğle namazından sonraki iki rek'ati kılamamıştı... ikindi namazını kıldıktan sonra, bu iki rek'ati kaza buyurdu. Sonra buna devam etti... O'nun böyle devam etmeye başladığı, ikindi namazından sonraki bu iki rek'atin; kendisine mahsûs oluşu üzerinde iki kavil vardır. En sahîh olanına göre, bunun, Peygamberimiz'in bir özelliği olmasıdır.
Nitekim Müslim ve Beyhaki Ebû Seleme den şöyle rivayet ederler: "Peygamber1 in (s.a.v.), ikindi namazından sonra kılmakta olduğu iki rek'at hakkında Aişe'ye sordum. O da bana şu cevabı verdi: "Peygamberimiz bunu ikindiden önce kılardı. Bir gün meşguliyeti sebebiyle kılamadı. İkindiyi kıldıktan sonra, bu iki rek'ati de kıldı. Sonra buna devam etti... Zaten o bir namaz kıldı mı, sonra buna hep devam ederdi..."
Ahmed, Ebu Yâlâ ve îbni Hıbbân sahih bir senedle Ümmü Seleme'den şöyle rivayet ederler: "Peygamber Efendimiz, ikindi namazını kıldıktan sonra benim odama girdi ve iki rek'at namaz kıldı. Ben kendisine bunu sordum. O da şu cevâbı buyurdu: "Yanıma Halîd gelmişti. Benim, öğle namazından sonra hep kılmakta olduğum iki rek'ati kılmaktan beni oyaladı. Ben de onu şimdi burada kıldım." Ben tekrar sordum: "Ey Allah'ın Resulü, biz de bu iki rek'ati kılamadığımız zamanlarda kaza edelim mi?" Peygamberimiz: "Hayır, kaza etmeyiniz!" buyurdu.
Yine Beyhaki Aişe'den şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.), ikindi namazım kıldıktan sonra da namaz kılardı, fakat bunu başkaları için yasaklardı. Orucunu açmadan ertesi günün orucuna niyetlenirdi, fakat başkalarının böyle yapmasını yasaklardı..."
Buharı ve Müslim Aişe'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: "iki rek'atlik bir namaz vardır ki, Peygamber (s.a.v.), bunu ne gizlide ne de âşikârde terketmezdi. işte bu; sabah namazından önce kıldığı iki rek'at ile, ikindi namazından sonra kıldığı iki rek'attir..,"
Peygamberimiz'in özelliklerinden biri de, bâzı âlimlerin zikrettiklerine göre, namazını kılarken, sabî çocuğu yüklenmesidir. Nitekim, Buharı ve Müslim'in Ebû Katâde'den sevkettikleri rivayet şöyledir: Peygamber (s.a.v.) namazını kılarken, Ümâme binti Zeyneb'i yüklenirdi. Secdeye vardığı zaman onu indirir, secdeden kalktığı zaman tekrar yüklenirdi."
İşte âlimlerimizden bâzıları, bu rivayete bakarak bunun da Peygamberimiz'in bir özelliği olduğunu söylemişlerdir. Nitekim îbni Hacer, Buhârî üzerine yazdığı Şerh'de böyle nakletmiştir.
Ebû Hanıfe'nin mezhebine göre, Peygamber'in (s.a.v.) gâib üzerine cenaze namazını kılması da, kendisinin Özelliklerinden birini teşkil etmektedir. Zira Ebû Hanîfe, Peygamber Efendimiz'in Necâşî üzerine kıldığı namazı, O'nun bir özelliği olarak kabul etmiş ve başkalarının bu şekilde hazır olmayan biri üzerine cenaze namazını kılamıyacağım söylemiştir.
Evet, Peygamberin (s.a.v.) bir Özelliği de budur. Nitekim Buharî ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadîs de buna delalet etmektedir.
Buhâri ve Müslim Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Bugünün orucunu açmadan, yarının orucuna eklemekten sakınınız." Ashâb: "Sen böyle visal yapıyorsun?" dediler. Peygamberimiz de: "Ben, sizler gibi değilim. Zira ben, Rabbim tarafından yedirilmiş ve içirilmiş olarak gecelerim."
Bu hadîsin manâsı üzerine ihtilâf edilmiştir. Bazıları: "Bununla hakikat murâd edilmiştir ve hakîkaten, O, cennet nimetleriyle yedirilmiş ve içirilmiş bulunmaktadır. Bu ise orucu bozmaz" demiştir. Bâzıları ise: "Murâd olunan mânâ, hakikat değil, mecazdır. O'nda, yiyen ve içen kimsenin kuvveti ve dayanıklılığı meydana gelir. Allah, kendisine bu kuvveti verir" demişlerdir. Sonra ekseriyet, Peygamberimiz'in oruçta yisâl yapmasının kendisi hakkında mübâh olduğunu söylerken; Îmâmü'l-Haremeyn, bunun O'nun hakkında bir ibâdet olduğu görüşündedir. Burada çok hoş bir incelik de bulunmaktadır ki, bunu El-Matîab adlı kitabın sahibi bir tenbîh olarak anlatmakta ve şöyle demektedir: "Peygamber Efendimiz'in oruçta visal yapmasının mübâh oluşu; umûm ümmete nisbetledir. Yoksa bu ümmetten olan bütün ferdlerin hepsine şâmil olmak üzere değildir. Zira bu ümmetin- sulehâsmdan pekçokları-nın da oruçlarında visal yaptıkları meşhurdur. O halde Peygamberimiz'in bu husustaki yasağı, ümmetin hey'et-i mecmuu itibariyledir
Yüce Allah şöyle buyurur: "Hiçbir şey için "bunu yarın yapacağım" deme. Ancak: "Allah dilerse yapacağım" de ve unuttuğun zaman Rabbini an..."
Taberânî ve îbni Ebû Hatim, yukarıda meali geçen âyetle ilgili o-larak, îbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet ederler: "Söz sırasında istisnayı, yâni "inşâallah" demeyi unutursan, hatırladığın zaman istisna yap! "Allah dilerse" de..." îbni Abbas böyle söylemiş, aynı zamanda bunun Peygamberimiz'e has olduğunu da ifâde etmiş ve: "Bizim için bu caiz değildir. Biz ancak kelâmımıza, yeminimize bitişik olarak istisnada bulunabiliriz" demiştir.
Evet, Peygamber'in (s.a.v.) bir özelliği de, Şeyh îzzüddin bin Ab-düsselâm'm dediğine göre budur. Zira Peygamber Efendimiz bir hadîslerinde: "...Aynı zamanda Allah ve Resulü, bu ikisinden maâdâ her şeyden daha fazla sevgili olmalı..." buyurmuştur. îşte bu sözünde Peygamber Efendimiz: "...Bu ikisinden maâdâ" derken, kendisine âit zamir ile Allah'a âit olan zamirin arasını cemetmiştir. Nitekim bir hadîslerinde de: "Ve kim, bu ikisine isyan ederse başkasına değil, ancak kendisine zarar verir!" buyurmuştur. Böyle her iki zamiri cemederek konuşmak, Peygamberimiz'den başkası için asla caiz olmaz! Nitekim hutbe okumakta olanın birisi: "Her kim, Allah'a ve O'nun Resulü'ne itaat ederse, şüphesiz doğru yolu tutmuş olur! Fakat her kim bu ikisine isyan ederse, yolunu şaşırmış olur!" deyince, Peygamberimiz o hutbe okumakta olana hitaben: "Sen, ne kötü bir hatîbsin! Kim, bu ikisine isyan ederse" deme. Güzelce: "Kim Allah'a ve Resulü'ne isyan ederse" de" buyurmuştur.
Alimlerimiz demişler ki: Başkasının böyle söylemesinin caiz olmamasının sebebi, muhâtabları vehme düşüreceği içindir. Peygamberimiz ise masum ve mansıbı çok yüksek olduğu için O'nun hakkında: "Gâlibâ her ikisini demekle, müsâvî tuttuğu anlaşılıyor!" şeklinde bir îhâma, asla mahal bulunamaz."
Şeyh Tâcüddîn bin Atâullah ki kendisi sofiyenin üstadıdır, Şâzeliye tarîkati pîrlerindendir, bu hususta Tenvir adlı kitabında şöyle demektedir: "Peygamberler ki Allah'ın selâmı hepsinin üzerlerine olsun, onlar üzerine zekât farz değildir. Sebebi ise: Peygamberler, mülkün tamâmını Allah'ın bilirler ve kendilerine mülk izafe etmezler. Ellerinde ve canlarında ne varsa hepsini Allah'ın bir emâneti olarak görürler. Harcanması lâzım gelen yerlerde Allah için harcarlar, harcanmaması gereken yerlerde de Allah için harcamayı durdurmuş olurlar. Zekât, mâlî bir ibâdet olup malın iktisabında bir kusur ve kirlilik olmuşsa onun temizlenmesi kabilinden olduğundan; peygamberler için böyle birşey söz konusu olmaz. Yâni bu bakımdan da, peygamberler için zekâtın farz olmadığım söyleyebiliriz..."
(Fakat bu gerekçeler tatminkâr değildir. Hem zekât, zekât zengini olan kişinin değil, onun malının kiridir. Peygamberimiz ise, bıraktığı malın tamâmının sadaka olduğunu söylemiştir.)
Peygamberimiz, harpli veya harpsiz alman ganimet malların beşte birjni veya beşte dördünü alma hakkına sahipti... Ayrıca ganimet malı henüz taksim edilmeden, câriye veya başka bir şeyi alabilirdi. Bu hususta Yüce Allah Kitabında şöyle buyurur:
"Allah'ın o kent halkından Resûlü'ne verdiği ganimetler, Allah'ın ve O'nun Resûlünündür. Ve Resulüne akrabalığı bulunanların, yetimlerin, yoksulların, yolda kalmışlarındır."
Yine Yüce Allah'ın bir ayetinin anlamı da şu merkezdedir:
"Biliniz ki, ganimet olarak aldığınız şeylerin beşte biri; Allah'a, O'nun Resulüne, Resulüne yakınlığı olanlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara aittir! Allah her şeye kadirdir."
Konumuzla ilgili olarak Ahmed, Buhârî ve Müslim Ömer'den şöyle rivayette bulunurlar: Yüce Allah, Resûlü'ne şu ganimet malları hakkında bir özellik vermiş, bunu bir başkasına vermemiştir ve şöyle buyurmuştur: "Allah'ın onların mallarından peygamberine verdiği ganimetlere gelince: Siz onu elde etmek için ne at, ne de deve sürmediniz... Fakat Allah, elçilerini dilediği kimselerin üzerine salar (da onlara üstün getirir). Allah her şeye kadirdir."
îşte bu, Peygamberimiz'e has idi. Peygamberimiz ise, bunu ev halkına, onların senelik nafakası olarak harcar idi. Sonra kalanını, Allah'a âit mallara katar, Allah yolunda harcar idi. Peygamberimiz, hayatı boyunca böyle amel etmiştir. O vefat edince Ebu Bekir gelmiş ve: "Ben, Resûlüllah'm halîfesi ve velîsiyim" deyip aynen Resûlüllah Efendimiz'in bu hususta yaptıklarını yapmıştır..."
Ebû Dâvud ve Hakimin Amr bin Abese'den rivayetlerine göre, Peygamber (s.a.v.), bu husustaki hadislerinin birinde aynen şöyle buyurmuştur:
"Sizin ganimet malı olarak elde ettiğiniz şeylerden, benim şu e-limdeki çöp kadar şahsî bir hakkım yoktur. Sâdece Allah'ın emrettiği beşte bir hakkım vardır. O da sonunda yine size dönmektedir!"
îbni Sa'd ve îbni Asâkîr Amr bin Hakem'den şöyle naklederler: Kurayza Oğullarından alınan ganimetler getirildiği zaman, bunun içinde Reyhâne de vardı. Peygamberimizin emriyle, henüz ganimet malı taksim edilmeden Reyhâne ayrıldı. Peygamber Efendimiz'in bu şekilde, dilediğini taksimden önce ayırma hakkı da vardı..."
Beyhakî de Sürteninde Yezîd bin Şıhhîr tarikiyle bir sahâbiden şöyle nakleder: "Peygamber Efendimiz, Züheyr Oğullarına yazıp gönderdiği bir mektubu bana verip, onlara götürmemi emretti. O'nun bu mektubunda şöyle yazılı idi: "Ey Züheyr bin Kays'ın Oğulları! Sizler eğer, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim O'nun elçisi bulunduğuma şehâdet eder, namazı kılıp, zekâtı verir, sonra ganimetten beşte biri teslim eder, peygamberin hakkım tanırsanız; şüphesiz Allah ve Resu-îü'nün size tanıdığı bir emân ile emniyet içinde bulunursunuz.11
îbni Abdul-Berr şöyle demiştir: "Peygamberimiz, ganimet malı henüz taksim edilmeden istediğini alma hakkına sahiptir ki, O'nun bu hakkına Sehm-i Safiyy denilmektedir. Bu, sahîh eserlerde vardır ve pek meşhurdur. îlim ehli yanında maruftur. Siyer âlimleri O'nun bu hakkı hususunda herhangi bir ihtilâfa düşmemişlerdir. Aynı zamanda âlimler; bunun Peygamberimiz'e mahsûs olduğu üzerinde de ittifak etmişlerdir." îmâm el-Râfiî, Zülfİkâr adlı kılıcın, bu cümleden olduğunu söylemiştir.
Buharl'nin Sa'b bin Cüsâme'den rivayetine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Bir yeri "koru yapmak", ancak Allah ve Resulü içindir."
Mezhebimiz âlimleri bu hususta derler ki: "Peygamberimizin özelliklerinden biri olarak, O sahipsiz bir arazîyi "koru" olarak çevirip kendisine tahsis eder. Bu, başka imâm veya halifeler için caiz olmaz... imâm - ve halîfeler, kendileri için değil de, ancak devlet ve umûm müslümanları için olmak üzere, koru yapabilirler..."
Bâzıları da demiştir ki: "Başkalarının devlet veya müslümanlar için koru çevirmeleri de caiz olmaz." Fakat caizdir diyenlerin sözüne göre, o imâm veya halîfe öldükten sonra, onun yerine gelen imâm veya halife, onun yaptığı "koru'yu değiştirip bozabilir. Halbuki Peygamberin (s.a.v.) yaptığı koruyu, asla hiçbir kimse bozamaz, hiçbir şekilde değiştiremez;
Gerçekten Peygamber Efendimiz, bâzı yerleri "koru" olarak çevirmiş veya iktâ buyurup tahsis etmiştir. Hattâ bunu, o yerler fethedilmeden önce yapmıştır. Çünkü Allah O'nu oraların mâliki kılmıştır, O da istediği gibi hükmetme yetkisine sahiptir. Nitekim Temîm-i Dârî'ye ve onun zürriyetine ait olmak üzere, Kudüs yakınlarında bir kasabayı iktâbuyurup vermiştir. Halbuki orası, henüz müslümanlar tarafından fethedilmiş değildi ve bugün burası hâlâ Temîm'in nesline âit bulunmaktadır. Günün birinde valilerden biri, onların bu hakkını değiştirmek istemişti. İmâm el-Gazâlî de, "bunun küfür olduğuna" dâir fetva verdi ve şöyle dedi: "Bu bir küfürdür! Zira Peygamber (s.a.v.), cennetin arazîsini iktâ edip verebilirken, dünyâ arazîsini elbette istediğine iktâ edip verebilir."
Peygamber1 in (s.a.v.) özelliklerinden biri de, Mekke'de savaş yapmasının caiz olmasıdır. Keza katli caiz olanı orada öldürmesinin, ihrâmsız oraya girmesinin ve emân verdikten sonra dahî o kişinin öldürülmesine hükmetmesinin kendisi için mübâh olmasıdır. Halbuki bun-lar, başkaları için caiz değildir.
Yüce Allah şöyle buyurur: "And içerim bu beldeye. Ki sen bu beldede helal iken (bulunacaksın)."
Buhârî ve Müslim Enes'in şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (s.a.v.) Fetih yılı Mekke'ye başında miğferi olduğu halde girdi.-Miğferi başından çıkardığı zaman, O'nun yanma bir adam geldi ve: "tbni Hatal, buradadır! Kabe'nin örtüsüne tutunmuş beklemektedir!" diye haber verdi. Peygamberimiz de: "Onu Öldürünüz!" buyurdu.
Yine Buhârî ve Müslim rivayet eder, Ebû Şürayh el-Adevî'den: Ben Peygamber'in (s.a.v.) Mekke'nin fethi sırasında şöyle dediğini işittim: "Mekke, Allah'ın muhterem kıldığı bir şehirdir! Allah'a ve Resûlü'ne îmân etmiş bir kimsenin burada kan dökmesi, buranın ağacını kesmesi asla helâl değildir! Eğer birisi çıkar da: "Peygamberimiz böyle yapmıştır!" diyerek bunun helâl olduğunu söylemeye kalkışacak olursa, siz ona hitaben ve cevaben deyiniz ki: "Hayır, bunu yapamazsınl Allah bunun için Resûlü'ne izin vermişti, fakat sana izin vermemiştir." Böyle deyiniz ve ona engel olunuz."
Müslim Câbir bin Abdullah'tan rivayet eder. O şöyle der: Mekke'nin fethi günü Resûlüllah (s.a.v.), başında siyah sarık olduğu halde şehre girdi ve ihramh değildi."
Peygamberimizin özelliklerinden biri de, kendi bilgisi ile kendisi ve kendisine yakınlığı olan biri için hüküm vermesinin caiz olmasıdır. Keza kendisinin lehine ve yakınının lehine birinin şahitliğini kabul etmesi, kendisine verilen hediyeyi alması da böyledir. Fakat başka hâkimler için böyle değildir. (Yani caiz değildir.)
Beyhakî'nin el-Kazâ, (hüküm ve hakimlik) bölümünde ilimle ilgili olarak bir rivayeti var. O bunu, Ebâ Süfyân'm hanımı Hind'le ilgili hâdisde îrâd etmiştir. Bu rivayete göre Peygamberimiz Hind'e hitaben şöyle demektedir: "Sen, kocan Ebû Süfyân'm malından, mâruf ve makbul bir şekilde alıp, kendin ve çocukların için harcarsın." îşte bu, Peygarn-berimiz'in kendi ilmiyle hükmetmesine bir misâldir. Kendisinin lehine hükmetmesi ve kendisinin lehine şahitlik yapanın şahitliğini yeterli saymasının misâllerini de, az ileride göreceğimiz Huzeyme Hadîsi teşkil etmektedir. Kendisi için böyle hükmetmesi caiz olunca, kendisine yakınlığı bulunan birisi için de caiz olacağı anlaşılır. Hediyeyi kabul etmesi hakkındaki haber ise, bundan önce zikredilmiştir.
Evet, Peygamberin (s.a.v.) bir özelliği de budur. Bunda O'nun için bir mahzur yoktur. Zira O, başkası gibi değildir. Başkaları ise, öfkeli zamanlarında hüküm ve fetva veremezler. Zira öfkelerinin tesirinde kalıp, haktan ayrılmalarından korkulur. Bunu, bu şekiide îmâm-ı Ne-vevî, Müslim Şerhi'nde zikretmiştir. Lukata ile ilgili hadîsi şerhederken; "Görüldüğü gibi Peygamberimiz, soru soranın tekrar tekrar sormasına öfkelendiği halde, fetva vermiştir" demiştir.
Peygamber'in (s.a.v.) özelliklerinden biri de, oruçlu iken hanımım öpmesidir. O'nun şehveti kuvvetli olduğu halde bu kendisine caizdir. Fakat başkalarına caiz değil, haramdır. Konumuzla ilgili olarak Buhârî ve Müslim'in Aişe'den rivayetleri şöyledir: Peygamber (s.a.v.), oruçlu iken hanımım öperdi! Çünkü O, şehvetine hâkimdi. Fakat sizden herhangi biriniz O'nun nefsine hâkim olduğu gibi, hâkim olabilir mi?"
Müslim'in tek başına Aişe'den rivayeti ise şöyledir: "Peygamber (s.a.v.), oruçlu olduğu halde hanımını kucaklardı ve sizin içinizde, nefsine en çok hâkim olanınız da O'dur."
Beyhakî'nin Sünen'indeki Aişe’den olan rivayeti de şöyledir: “Peygamber (s.a.v.) oruçlu olduğu halde beni öper ve dilimi emerdi…”
Mâliki Mezhebi âlimlerinin dediklerine göre, Peygamber'in (s.a.v.) özelliklerinden biri de, ihramda iken üzerindeki kokunun devam etmesidir. Buna delil olarak da, Buhârî ve Müslim'in Aişe'den olan şu rivayetleri zikredilebilir. O şöyle demiştir: "Sanki ben, Peygamber Efen-dimiz'in bolca sürdükleri kokunun saç aralığından parladığına bakıyor gibiyim! Halbuki o sırada kendisi ihramlı idi..."
Mâlîkî Mezhebi âlimleri demişlerdir ki: îhrâmlandıktan sonra, bu şekilde süründüğü kokunun devam etmesi, peygamberimiz'e mahsûs bir şeydir. Başkalarına yasak olan bu husus, Peygamber Efendimiz nefsine çok hâkim olduğu için, O'nun hakkında caiz olmuştur. Sonra O'nun güzel kokuyu ne kadar çok sevdiği de malûm... Bu sebeble ve meleklerle haşir-neşir olması hasebiyle, kendisine bu hususta izin verilmiştir..."
Peygamber'in (s.a.v.) bir özelliği de cünüb iken mescidde durmasının caiz oluşudur. Keza bir özelliği de, uyumakla abdestinin bozulma-masıdır. Bir özelliği de kadına dokunmakla da abdestinin bozulmama-sıdır. Gerçi bunda iki kavil vardır. Fakat bir kavle göre bozulmaması tercih edilmiş olduğundan bana göre de doğru olanı budur.
Ebû Yâlâ, Ömer Îbnul-Hattâb'tan şu rivayeti nakleder: Yâni o şöyle demiştir: "Ali'ye öylesine kıymetli üç şey verilmiştir ki, bunlardan biri bana verilmiş olsaydı, kırmızı deve sürüsüne değişmezdim! Birincisi: Fâtıma ile evlenmesi. İkincisi: Mescidde Resûlüllah ile birlikte cünüb olarak kalmasının helâl olması. Üçüncüsü de: Hayber'de sancaktar olmasıdır."
İbni Asâkîr'in Ümmii Seleme'den olan rivayeti de şöyledir: "Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Ben, cünüb veya hayız olanın mescidde bulunmasının helal olduğunu söyleyemem! Ancak Muhammed ile O'nun zevceleri, Ali ve Fâtıma için helaldir."
(Beyhakî'nin Sünen'inde Aişe'den naklettiği rivayet de şu anlamdadır: "Muhammed ve O'nun ev halkından başkaları için, mescidde cünüb olarak bulunmanın helal olduğunu söyleyemem.")
Buhâri ve Müslim îbni Abbas'tan rivayet eder. O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) geceleyin kalkıp abdest aldı ve namaz kıldı. Sonra uyudu. Hattâ harıldamasını dahî duydum. Sonra müezzin gelip kendisini çağırdı, O da kalkıp yeniden abdest almadan namazını kıldı."
Bezzâr'ın rivayetine göre de: "Peygamberimiz secdedeyken uyur, sonra secdeden kalkıp namazına devam ederdi."
îbni Mâce ve Ebû Yâlâ îbni Mes'ud'un şöyle dediğini naklederler: Peygamber (s.a.v.), sırtüstü uzanır, harıltısı duyulacak şekilde uyurdu. Sonra kalkar abdest almadan namaz kılardı."
Peygamber Efendimiz'e mahsûs olan bu hâlin izahı ve sebebi, herhalde O'nun gözlerinin uyur, fakat kalbinin uyumaz olmasıdır (ki bu sebeble O, abdestini bozacak bir halin olup olmadığını bilmektedir.)
Yine tbni Mâce, Aişe tarikiyle şu haberi nakleder: "Peygamber (s.a.v.), hanımlarından birini Öptü ve abdestini yenilemeden kalkıp namaz kıldı." Diğer bir rivayette ise ifâde şöyledir: "Abdestini alır, sonra hanımını öper, sonra namazını kılardı. Abdestini ise, bu yüzden yenile-mezdi.,."
Abdü'1-Hakk, bu konuda şöyle der: "Ben, bu rivayetin terkedüme-sine sebeb olacak bir illet ve zayıflık bilmiyorum."
Nesât sahih bir senedle Aişe'den rivayet eder. O şöyle der: "Peygamber (s.a.v.), bazân namaz kılarken önünde ben, bir cenaze gibi u-zanmış bulunurdum. Namazını bitirip de vitir namazını kılmak istediği zaman, ayağıyla bana dokunur, beni uyandırırdı."
Îbnul-Kâs ve Îmâmü'l-Haremeyn'in dediklerine göre, Peygambe-rimiz'in bir özelliği de, bazan birisine sebebsiz de olsa lanet etmesinin caiz olmasıdır. Fakat O, bunun o kimse hakkında rahmet ve yakınlık vesilesi olmasını da Yüce Allah'tan yalvarıp istemiştir.
Buhârî ve Müslim Ebû Hüreyre'den rivayetle Peygamber'in (s,a.v.) şöyle dediğim rivayet etmişlerdir: "Ey Allah'ım, ben, senin indinde bir ahd ediniyor ve istisnasız olarak bunun aynen ve herkes hakkında kabulünü senden istiyorum! Ben, her ne zaman senin mü'min kullarından biri için lanet eder, ona söver veya ezâ edersem, onu döversem; bunu muhakkak o kulun için bir rahmet ve temizlik vesilesi kıl! O .kulunu günahlarından temizleyip, kıyamet gününde sana yakın eyle! Zîrâ ben de bir kul ve beşerim."
Ahmed'in sahih bir senedle rivayetine göre, birgün bir vesîle ile Peygamber (s.a.v.) Hafsa validemize darıhp kızar ve: "Allah senin elini kessin" diye söylenir. Sonra da: "Ben, daha önce Rabbim'e yalvarıp, her ne zaman bir insana beddua edersem, bunun, o insan hakkında günahlarının bağışlanmasına vesîle olmasını istemiştim" buyurur ve bu suretle, "Allah senin elini kessin!" diyerek bedduasından korkup titreyen Hafsa validemizi, teselli eyler."
Taberânî ise Muâviye'nin şöyle dediğini nakleder: "Ben, Peygam-ber'in (s.a.v.) şu sözünü işittim: "Allah'ım, ben, câhiliye hayatı yaşayıp sonra müslüman olan bir kuluna, onun câhiliye zamanında beddua et-mişsem; bunu, o kulunun bağışlanmasına ve senin yakınlığını kazanmasına vesile eyle."
Peygamber'in (s.a.v.) özelliklerinden biri de, mal ve mülk sahibi bir kişinin mâl ve mülküne, o kişiden daha layık olmasıdır. Bu durumda, kişinin bir miktar yiyeceği veya içeceği olsa, kendisi de buna şiddetle muhtaç bulunsa, fakat Peygamber Efendimiz bu yiyeceğin veya içeceğin kendisine verilmesini istese; o kişinin bunu vermesi üzerine vâcib olur. Artık o kişi, canını dahî, Peygamber'in (s.a.v.) canına feda etmesi gereklidir.
Bir âyet-i celîlesinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Peygamber, gerçekten inanmış olanlara onların kendi öz canlarından daha yakındır."
Bu âyetin açıklaması sadedinde bâzı âlimlerimiz demişlerdir ki: "Zâlimin biri, Peygamberimi':'in canına kasdetmiş olsa, Peygamberi-miz'in yanında bulunan mü'minin, kendi canını feda ederek Peygambe-rimiz'in canını kurtarması, üzerine vâcib olur. Nitekim Uhud Günü, Talha bin Ubeydullah böyle yapmıştır. Keza bir kadınla evlenmek istese ve bu kadın da başkasıyla elvi olmasa, bu kadının üzerine O'mm evlilik teklifini kabul etmesi vâcib olur. Bir başkasının, bu kadınla evlenmek istemesi de haram olur.
Peygamberin (s.a.v.) bir özelliği de, dört kadından fazlası ile evlenmenin, kendisi hakkında helal oluşudur ve bunda icmâ vardır. Bir başkası için dörtten fazla kadınla evlenmenin haram olduğunda, hiç bir ihtilâf bulunmamaktadır.
îbni Sa'd Muhammed bin Ka'b'ın şöyle dediğini nakleder; "Yüce Allah'ın Kitabındaki bir âyet, şu anlamdadır: "Allah'ın, kendisine farz kılıp takdir ettiği bir şeyi yerine getirmekte, peygambere herhangi bir güçlük yoktur. Sizden Önce geçenler arasında da Allah'ın adeti böyle idi."
îşte bu âyette murâd olunan mânâ: "Peygamber, kadınlardan dilediği kadar nikahlayıp alır. Bu onun hakkında Allah'ın bir farzı, takdîr buyurduğu bir emridir. Bu, daha önceki peygamberlerde de bir sünnet ve âdet idi" demektir..."
Beyhakî de, aşağıda mealini verdiğim ayetle ilgili olarak bir kısa açıklama yapmıştır. Önce ilgili âyetin mealini verelim: "Ey Peygamber, biz mehirlerini verdiğin eşlerini, Allah'ın sana ganimet olarak verdiği savaş esirlerinden elinin altında bulunan cariyeleri; amcanın, halalarının, dayının ve teyzelerinin seninle beraber hicret'eden kızlarım sana helal kıldık. Bir de kendisini mehirsiz olarak Peygamber'e hibe eden ve Peygamberin de kendisim almak dilediği inanmış kadını, diğer mü'minlere değil, sırf sana mahsûs olmak üzere helal kıldık..." îşte bu âyetiyle Yüce Allah, burada sayılanları Peygamberimize, onlardan herhangi biri bir başkasıyla evli olmamak şartıyla helal kılmıştır ve bu hususta bir sayı vermemiştir."
Alimlerimiz demişlerdir ki: "Hür olan, hür olmayana karşı üstünlüğü sebebiyle, köleye mübâh kılmandan fazla sayıda kadın almaya ehil görülmüş ve dörde kadar evlenmesine izin verilmiştir. Peygamberin ise, bütün ümmet üzerine olan üstünlüğü sebebiyle ve vazifesi icâbı, dörtten fazla evlenmesi mübâh kılınmıştır."
Peygamberimiz'in çok evliliği konusunda bir beyanda bulunan îmâni-ı Kurtubî Tefsîr'inde şöyle demektedir: "Peygamber (s.a.v.), çok sayıda (dörtten fazla) kadınla evlenmiştir. Bunun, birtakım hikmet ve faydaları vardır. Bunlardan bâzılarını şu şekilde sıralayabiliriz:
a) Sevgili Peygamberimiz'in bâtınına ait güzellik ve özellikleri görüp anlatmaları. Zira O'nun zahiri gibi bâtını da mükemmeldir.
b) îslâm şerîatinin erkekler tarafından farkedilemeyen kısımlarını, hanımlarının nakletmesi,
c) Yalnız şahıslarla değil, birtakım kabilelerle de yeni akrabalıklar te'sîs etmesi,
d) Dünyadan ve düşmanlarından çok çeken Hz. Peygamber'in çok sayıdaki hanımlarının arasında ve onların arkadaşlığında, gönlünün kederlerinin dağılması...
e) Aynı zamanda Peygamberimiz'in mükellefiyetlerinin artması, dolayısıyla ecir ve sevabının da artmış olması...
f) Esasen nikahın, Peygamberimiz için bir ibâdet olması...
Bu konuda bizden önce beyânda bulunan âlimlerimizden bâzıları demişlerdir ki: "Peygamberimiz'in eşlerinden Ümmü Habibe validemiz, Peygamber Efendimizle evlendiği zaman, babası bir peygamber düşmanı idi. Safîye validemiz evlendiğinde; babası, amcası ve kocası, peygamberimiz tarafından öldürülmüş idi. Eğer bu kadınlar, Peygamber Efendimiz'de bulunan manevî ve bâtını birtakım güzellik ve özellikler görmemiş olsalardı; Peygamberimiz'in bütün insanların en kâmili ve üstünü olduğunu anlamamış bulunsalardı; O'nunla nasıl evlenebilirlerdi? O'ndaki bu güzellik ve özellikleri görmüş olacaklardır ki, beşeriyet iktizâsı babaları ve diğer yakınları tarafını tutmamışlardır. Peygambe-rimiz'i seçip tercih etmişler, O'nun bâtını güzelliklerini görmüşler, O'nun çeşitli mucize ve fevkaladeliklerine de muttali olarak, bunları başkalarına aktarmaya, hayırlı ve güzel birer vesile olmuşlardır..."
Beyhakî Sünen'inde Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle nakleder: "Peygamber'inki (s.a.v.) müstesna, velîsiz, şahitsiz ve mehirsiz nikah sahîh olmaz."
Yine Beyhakî, Müslim tarafından da rivayet edilen şu haberi nak-letmiştir: "Enes der ki: Peygamber (s.a.v.), Safîye ile gerdeğe girdiği zaman, insanlar şöyle söylendiler: "Acaba Peygamberimiz Safîye ile evlendi mi, yoksa ümmü veled mi edindi? Eğer onu Örtü içine alırsa, o-nunla evlenmiş olduğunu anlarız, değilse onu ümmü veled edinmiş olduğu anlaşılır." Ertesi günü sabahleyin yola çıkılırken Peygamberimizin Safîye'yi örtü içine aldığı görüldü ve onunla evlenmiş olduğu anlaşıldı..."
Alimler demiştir ki: "Ümmetten herhangi birisinin nikâhında, velînin şart kılınması; evlenen taraflar arasındaki kefâeti (birbirine denk ve akran olmalarını) muhafaza içindir. Peygamberimiz için ise, bir başkasıyla denklik söz konusu olamaz... Şahitlerin şart kılınmış olması da, işi sağlama bağlayıp ileride evliliğin inkar edilmesini önlemek içindir. Peygamber Efendimiz ise, asla inkârda bulunmaz... Eğer kadın tarafı inkârda bulunacak olsa, bu da nazar-ı itibâra alınmaz... Yâni bir evlilikte, koca tarafı evliliği ikrar edip duruken, aksine kadın tarafı inkâr etmeye kalkışsa, bu muteber sayılmaz...
el-Irâkî Şerhu'l-Mühezzeb adlı kitabında şöyle der: "Kadın tarafı Peygamberimiz'in ikrarını inkâra kalkışmış olsa, şüphesiz Peygamberimizi yalanlamış olması sebebiyle kâfir olur." Peygamber (s.a.v.), kadını kendisi adına nikahlar ve her iki tarafın velîsi de kendisi olmuş olurdu. Kadının izni ve velîsinin izni olmasa da, nikah sahîh olurdu. Zira Yüce Allah, Kitabında: "Peygamber, müminlere kendi öz canlarından daha yakındır!" buyurmuştur.
Bir âyet-i celîlesinde de şöyle buyurmuştur: "Allah ve Resulü bir işde hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resûlü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur."
Beyhakî şöyle demiştir: Allah'ın helal kılması ile kadının O'na, nikâh akdi yapmaksızın helal olmasına göre; kadının iznini almadan nikâhını kendine kıyması da helal olur. Zira bu durumda, ilgili âyetin de işaret ettiği gibi, O'nun nikâhı, o kadını kendisine helal kılan Allah tarafından kıyılmış olmaktadır.
Buhârî Enes'ten rivayet eder. O şöyle der: Zeyneb validemiz, diğer Peygamber hanımlarına karşı iftihar eder ve: "Sizleri Peygamber ile kendi ahalîniz evlendirdi. Beni ise, yedi kat semaların ötesinden Allah evlendirdi" derdi.
Müslim'in Enes'ten rivayeti ise şöyledir: Zeyneb, kocasından ayrılıp iddetini bekledi. Iddeti bitince, Peygamberimiz Zeyd'e şöyle dedi: "Zey-neb'e git, beni hatırlat!" Zeyd de gidip ona Peygamberimizi hatırlattı. Zeyneb şu karşılığı verdi: "Ben, Rabbim'e danışıp O'ndan bir işaret almadan, hiç bir şey yapamam." Böyle söyledikten sonra Zeyneb validemiz mescidine çekilip dua ve istihare yaptı... Sonra nazil olan ayette: "Habîbim, onu seninle evlendirdik" buyuruldu. Peygamberimiz de, onun yanma giderek onunla evlenmiş oldu..."
Beyhakî'nin Ali bin Huseyn'den bu hususta bir nakli var. Bu nakil şu mealdeki âyetle ilgili: "...Habîbim sen, Allah'ın açığa vuracağı şeyi i-çinde gizliyor, insanlardan korkuyordım..." îşte bu ayetten de anlaşılacağı gibi, Yüce Allah; Peygamberimiz'e, Zeyneb'in kendisinin eşi olacağını bildirmişti. Zeyneb'in kocası Zeyd de gelip Zeyneb hakkında şikâyette bulununca, Peygamberimiz korkuya kapılıp: "Ey Zeyd, Allah'tan kork! Karını tut, sakın onu boşama" diyordu. îşte Cenâb-ı Hakk, Peygamberimiz'in bu sıradaki korkusunu bildiriyor-ve: "Ben sana, Zeyneb'in senin eşin olacağını bildirmiştim. Buna rağmen sen, Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyor ve insanlardan çekmiyordun" diyor.
(Bu, Beyhakî'nin Ali bin Huseyn'den bildirdiği bir tefsirdir.)
îbni Sa'd, îbni Asâklr, Ümmü Seleme'den rivayet eder: "Zeyneb şöyle derdi: "Ben, Peygamber hanımlarının içinde diğerleri gibi değilim! Onlar, Peygamb erimi z'e, kendi velilerinin evlendirmesi ve mehr île ni-kahlanmışlardır. Beni ise, Resûlüllah ile Allah evlendirmiştir! Allah, benim hakkımda Kur'ân'ında âyet indirmiştir. îşte onu, müslümanlar okuyup durmaktadırlar. Daha da okunacak, kıyamete kadar asla bozulup değişmeyecek..."
Yine îbni Sa'd ile îbni Asâkîr, Aişe'den rivayet eder. O şöyle der: "Allah, Zeyneb binti Cahş'a rahmet etsin! Gerçekten o, dünyâda hiç bir şerefin kendisiyle yarış amıyacağı bir şerefe ermiştir. Onu Resûlüllah ile Allah evlendirmiş ve hakkında Kur'ân âyeti inmiştir. Bir gün bizler Resûlüllah'ın yanında idik... Resûlüllah Efendimiz biz hanımlarına dönerek şöyle buyurmuştu: "Benim vefatımdan sonra, bana en evvel geleniniz, eli en uzun olanınızdir! (Yâni en cömert olammzdır)." Resûlüllah bu suretle ona, kendisine en evvel kavuşacağım müjdelemiştir. Şüphesiz o, Resûlüllah'ın cennette zevcesidir.
îbni Cerlr, el-Şâ'bî'den nakleder. O şöyle der: Zeyneb validemiz, Peygamber'e (s.a.v.) nazlanır ve şöyle derdi: "Ey Allah'ın Resulü, ben sana üç şeyle nazlanmaktayım: Bir: Senin dedenle benim dedem birdir. (1068). îki: Beni seninle semâda Allah nikahlamıştır. Üç: Aramızda elçi de Cebrail olmuştur..."
Evet, Peygamber'in (s.a.v.) özelliklerinden biri de, O'nun nikahının mehirsiz gerçekleştiği gibi, hibe sözüyle de gerçekleşir olmasıdır. Nitekim Yüce Allah bir âyetinde şöyle buyurmaktadır: "...Bir de kendisini mehirsiz olarak peygambere hibe eden ve peygamberin de kendisini almak istediği inanmış kadın...",
İbni Sa'd, Muhammed bin İbrahim et-Teymî'den şöy rivayette bulunur: "Ümmü Şerik adındaki kadın, Peygamber Efendlmiz'e gelerek, kendisini O'na hibe etmiştir. Peygamberimiz ise bunu kabul buyurma-mıştır. Ümmü Şerik de, ölünceye kadar herhangi bir evlilik yapmamıştır..."
İbni Sa'd ile Beyhakî'nin el-Şa'bî'den rivayetleri de şöyledir: "İlgili âyetin haber verdiği veçhile, bâzı kadınlar gelir, kendilerini Peygamber Efendimiz'e hibe ettiklerini söylerlerdi. Peygamberimiz ise bunların bâzısını kabul etmiş, bazılarını ise kabul etmemiştir, onlarla evlenmemiştir, işte Ümmü Şerik, kendisini Peygamberimiz'e hibe edip de O'nunla evlenememiş olan bir kadındır."
Saîd bin Mansûr ve Beyhaki'nin İbnü'l-Müseyyeb'ten rivayeti de şu merkezdedir: "Resûlüllah'dan (s.a.v.) başka, herhangi bir kimse için, "hibe" şeklinde evlenmek asla caiz olmaz. Ancak, kendisini peygambe-rimiz'e hibe eden bir kadınla evlenmeyi Peygamberimiz'in kabulü hâlinde; kadın tarafın: "Kendimi Sana hibe ettim!" demesi kâfî olmakla beraber, Peygamberimiz'in: "Ben de kabul ettim!" demesinin kâfî olup olmadığında ihtilâf edilmiştir. Yâni Peygamberimiz'in böyle bir durumda: "Ben de seni nikâhıma aldım!" diyerek nikâh sözünü kullanması şart mı idi? En sahîh kavle göre, evet şart idi. Zira ilgili ayette: "...Eğer Peygamber de onunla nikahlanmayı isterse..." buyurulmuştur. Demek ki Peygamberimiz için muteber olanı, nikâh kelimesinin kullanılmış olmasıdır..."
Peygamber Efendimiz'in özelliklerinden biri de, hanımları arasında zaman taksimi yapıp buna riâyet etmesinin mecburi olmamasıdır. Gerçi bu hususta da iki kavîl vardır. Fakat en sahih görülen kavle göre,
böyle nöbet tutması, kendisi için mecburî değildi. îki kavilden seçilmiş olanı ve îmâm-ı Gazâlî'ye göre sahih olanı budur.
îbni Sa'd Muhammed bin Ka'b'tan şöyle rivayet eder: "Resûlüllah (s.a.v.), hanımlar arasında yaptığı taksime, tam riâyet edip etmeme hususunda, bir mecburiyete tabî değildi. Bir taksim ve gün ayırma bulunmakla beraber, nasıl isterse öyle davranırdı. Hanımları da bunu bilir ve buna razı olurlardı..."
Alimlerimizin bâzıları da şöyle derler: "Peygamberimiz'in hanımları arasındaki taksime uyması, O'nun peygamberlik vazifesini aksatmasına sebeb olur. Bilindiği gibi Peygamberimiz'in bir gecede bütün hanımlarını dolaştığı da olurdu. Bu ise, bu hususta bir mecburiyet al-tında olmadığını gösterir..."
îbnü'l'Kuşeyrî de şöyle demiştir: "Bu taksime riayet etmesi Peygamberimiz üzerine vâcib idi. Sonra nazil olan bir âyetle bu mecburiyet kaldırılmıştır..."
Peygamberimiz'in hanımlarının nafakalarını te'mîn etmekle yükümlü olup olmadığı da tartışılmış ve en sahih görülen kavle göre, bunun kendisine vâcib olduğu kabul edilmiştir. Nitekim îmâm-ı Nevevî de sahih olan vacîb olmasıdır" demiştir..."
Beyhakî Sünen inde Enes'ten şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.), Safîye yi âzâd edip onunla evlendi. Enes'e sordular ve: "Safîye'ye mehr olarak ne verdi?" dediler. Enes de: "Onu âzâd etmesini, onun mehri saydı" cevabını verdi."
îbni Hıbbân şöyle der: Evet Peygamber Efendimiz böyle yapmıştır, fakat bunun kendisine mahsûs olduğuna dâir bir delîl yoktur. O halde bu, O'nun ümmeti için de caiz olması gerekir. Çünkü bunun, Peygam-berimiz'in bir özelliği olduğuna dair, yeterli bir delîl mevcud değildir."
Ben de derim ki: îbni Hıbbân'ın bu sözü, bana göre de isabetlidir ve fetvaya uygun bir kavildir. îmâm-ı Ahmed ile îshâk'm mezhebleri de budur.
Buhârî, Hâlid bin Zekvân'dan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Mu-avviz bin Afrâ'nm kızı Rubeyyi' dedi ki: Peygamber (s.a.v.), teşrîf edip odama girdi ve yatağımın kenarına şöyle oturdu." Kermâni, bu rivayetle ilgili olarak şu açıklamayı yapar: Bu olay hıcâb hakkındaki âyet inmezden önce olmuştur. Yahut da, Peygamberimiz fitneden emîn olduğu için, O'nun hakkında onu görüp bakması caiz olmuştur."
îbni Hacer de şöyle der: Sahih ve kuvvetli deliller ile sabit olduğuna göre, Peygamber (s.a.v.) için, yabancı kadınlara bakması ve onlarla başbaşa kalması, O'nun bir özelliği idi. Sırf O'na mahsûs olmak üzere, bu caiz idi. Peygamberimiz'in Ümmü Harâm'ı ziyareti hakkındaki rivayetle ilgili olarak, söylenecek doğru söz de budur. Zira Peygamberimiz onu ziyaret ettiği zaman, onun odasına girmiş, orada uyumuş ve Ümmü Haram, Peygamberimizin başına, bit, böcü-börtü var mıdır diye de bakmıştır. Halbuki Ümmü Haram, Peygamberimiz'in ne nikâhlısı, ne de mahremi değildi..."
tbnü'l-Mülekkan da şöyle demektedir: "Neseb ilmine yeterince vâkıf olanlar bilirler ki, Ümmü Haram ile Peygamberimiz arasında bir yakınlık ve mahremiyet yoktur. Nitekim Hafız Şerafü'd-Dîn el-Dimyatî de bunu gayet güzel bir şekilde açıklamıştır ve demiştir ki: "Bu, Ümmü Haram ile onun kardeşi Ümmü Selim'e mahsûs idi. Ümm|i Haram gibi, o da Peygamberimiz'in başına bakıvermiştir."
Yine îbni Mülekkan şöyle der: "Bilindiği gibi, Peygamber (s.a.v.) mâsûm idi. Yüceler yücesi Allah, O'nu günahtan korumuştur. Bu se-beble Peygamber Efendimiz'in, yabancı kadınlarla başbaşa kalmasının, onlara bakmasının, sırf O'na âit bir özellik olduğu söylenmiştir.
Yüce Allah şöyle buyurur: "Allah ve Resulü bir işde hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur..."
Buhârî'nin Ebû Hüreyre'den rivayetine göre, Peygamber (s.a.u.) şöyle buyurmuştur: "Hiç bir mü'min yoktur ki, dünyâda ve âhirette ben ona, kendi öz canından daha yakın olmayayım."
Yine Buhârî ile Müslim Sehl bin Sa'd'dan şunu nakleder: "Kadının biri Peygamber Efendimiz'e gelip, kendisini O'na hibe ettiğini söyledi. Peygamberimiz de: "Benim kadınlara ihtiyacım yoktur!" buyurdu. Durumu görmekte olan adamın biri: "Ey Allah'ın Resulü, bu kadını bana nikahla!" dedi. Peygamberimiz de: "Onu sana nikahladım! Bildiğin Kur'ân da, onun mehri olsun!" buyurdu.
îbni Cerîr îbni Abbas'tan rivayet eder: Peygamber (s.a.v.), birgün halasının kızı Zeyneb'i, delikanlısı (âzadhsı) Zeyd bin Harîse'ye istedi. Zeyneb: "Ben onunla evlenmeyi kabul etmem!" dedi. Onlar ikisi, bu hususu konuşurlarken, yukarıda meali geçen âyet nazil oluverdi. Bunun üzerine Zeyneb: "Ey Allah'ın Resulü, benim için sen Zeyd'e razı mısın?" dedi. Peygamberimiz de: "Evet" buyurdu. Bunun üzerine Zeyneb: "Ben de Allah'ın Resulü'ne karşı âsi olmam!" dedi ve Zeyd'le evlenmeyi kabul etti..."
îbni Sa'd'ın rivayetine göre M :hammed bin Ka'b el-Kurazl şöyle demiştir: "Abdullah Zü'1-Bicâdeyn, kadının biriyle evlenmek istemiş ve bu isteğini kadına iletmiş. Kadın, onun bu teklifini kabul etmemiş. Aynı kadınla Ebu Bekir ve Ömer de evlenmek istemiş, fakat kadın bunların teklifini de red etmiştir. Durum Peygamber'e (s.a.v.) intikâl etmiş, Peygamberimiz Abdullah'a hitaben: "Senin, o kadınla evlenmek istediğini duydum. Doğru mu?" buyurmuş. Abdullah "evet" demiş, Peygamberimiz: "Öyleyse seni o kadınla evlendirdim!" buyurmuş. Bunun üzerine o kadın, Abdullah ile evlenmeyi kabul etmiştir."
Beyhakî îbni Abbas'tan nakleder: Hz. Harazanın kızı Umara Mekke'de idi. Peygamber (s.a.v.) Kaza Umresi için Mekke'ye gidip döndüğü sırada, Umara Ali ile beraber geldi Ali, Peygamberimiz'e Umara'yı nikahına almasını teklif etti Peygamberimiz de: "O benim süt kardeşimin kızıdır" buyurarak red etti. Fakat Peygamberimiz onu, Seleme bin Ebû Seleme ile evlendirdi."
Beyhakî şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.v.), sırf kendisine hâs olmak üzere, birinin henüz bulûğa ermemiş kızını, dilediği birisiyle ev-lendirebilirdi. Bu, başkaları için caiz olmaz... işte bunun içindir ki, Hamza'mn kızı Umara'yı, Seleme bin Ebû Seleme ile evlendirmiştir.
Halbuki Umâra'mn velîsi, Hamza'nın kardeşi Abbas idi. Peygamberimiz ise, herkesin velisi durumunda idi. Başkaları için caiz olmayan, O'nun için caiz idi. Nitekim Seleme bin Ebû Seleme'nin şu haberi de buna delâlet etmektedir: "Peygamber (s.a.v.), Ümmü Seleme'yi nikahlamak istedi. Ümmü Seleme: "Beni sana nikahlayacak velîlerimden kimse, burada hazır değildir" dedi. Peygamberimiz: "Oğluna söyle, o seni bana nikahlasın" buyurdu. O da oğlunun velayeti ile Peygamberimizin nikâhına girdi. Halbuki onun oğlu, henüz baliğ olmamıştı. Bu dahî Pey-gamberimiz'in bir özelliği idi. Ancak O'nun için caiz olup, bir başkası için caiz değildir."
Peygamber'in (s.a.v.) bir özelliği de, ümmeti adına kurban kesmiş olmasıdır. Başkası ise, bir başkası adına onun izni olmadan kurban kesemez... Bu hususta Hâkim, Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle nakleder: "Peygamber (s.a.v.), musallada boynuzlu bir koç kurban etti. Sonra şöyle dua yaptı:
"Allah'ım, bu benden ve benim ümmetimden kurban kesememiş olanlardandır! Bunu, böyle kabul buyur."
Yine Hâkim'in Aişe ve Ebû Hûreyre'den rivayeti şöyledir: Peygamber (s.a.v.), bir defasında iki koç birden kurban kesti... Bunlardan birini kestiği zaman şöyle dedi: "Allah'ım, bunu, Muhammed'in adına ve O'nun ümmetinden olup, Senin birliğine ve benim peygamberliğime şahadet getirmiş olan kulun adına kabul eyle."
Yine Hâkim, sahihtir kaydiyle Ali bin Huseyn'den şu haberi nak-letmiştir: "Yüce Allah'ın kitabındaki: "Biz her ümmete, usulüne göre bir ibadet yolu kılmışızdır" anlamına gelen âyetinde; her ümmetin usulüne göre kestikleri kurbanlar haber verilmiştir. Nitekim bana bu hususta şöyle bir hadis de nakledilmiştir: Ebû Râfi'in söylediğine göre: "Peygamber (s.a.v.), boynuzlu ve gayet güzel iki koç kurban etmiş. Birini kestiğinde şöyle buyurmuş: "Allah'ım, şu, bütün ümmetimden senin birliğine ve benim peygamberliğime şahadet edenlerin adına! Bunu böylece kabul buyur!" Sonra ikincisini kesmiş ve: "Allah'ım, bu da, Muhammed'in ve O'nun ev halkının adına! Bunu da böyle kabul buyur!" demiştir. îşte, hutbesini okuyup, Bayram namazını kıldıktan sonra böyle iki adet kurban kesen Peygamber Efendimiz; sonra bu kestiği kurbanların etinden fakirlere ikramda bulunmuş, onları yedirip doyurmuştur. Kendisi ve ev halkı da bu kurbanların etinden yemişlerdir. îşte bizler, senelerde borç ve geçim sıkıntısı nedir bilmeyiz. Biz Haşim oğullarından hiç biri, kurban kesmez."
Ibni Seb' de, Peygamberimizin özelliklerinden biri olarak kim peygamberimize söver veya O'na hicvederse, Peygamberimiz tarafından onun öldürülmesinin caiz oluşunu zikretmiştir. Bu da, Peygamberi-miz'in kendisi hakkında (kendisi lehine kendisinin) hüküm vermesinin caiz oluşuyla da ilgili bir mesele oluyor."
Peygamber'in (s.a.v.) özelliklerinden biri de, miras olarak mal bırakmaması; kendisine ait olarak bıraktığı malın, kendisinden sonra O'nun ev halkının nafakası olarak devam etmesidir. Buhari ve Müslim, bu hususta Ebû Bekir ei-Sıddık'ın şöyle dediğini naklederler: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Biz peygamberler miras malı bırakmayız! Bizim, bıraktığımız mal, ancak sadakadır. Muhammedin ev halkının nafakası ise, bu maldadır," Vallahi ben, Peygamberimiz'in sadakası üzerinde hiçbir değişiklik yapamam! O'nu, peygamberimizin sağlığındaki hâl ü-zere muhafaza ederim. Onun üzerinde, ancak peygamberimizin yapmakta olduğu şeyi yaparım!"
Yine Buhari ve Müslim, Ebû Hüreyre kanalıyla, Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu naklederler: "Benim varislerim, benden sonra altın ve gümüş bölüşmezler! Benim bıraktığım mal, ailelerimin nafakası verildikten, resmi görevlilerin maaşları ödendikten sonra, tamamen sadakadır."
Taberâni de îbni Ömer'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.v.) Ali'ye hitaben buyurdu: "Senin bana göre yerinin, Hârûn (a.s.)'m Mûsâ (a.s.)'a göre yeri gibi olmasına razı değil misin? Şu kadar var ki, benden sonra ne nübüvvet, ne de veraset yoktur.
İbni Mâce Ebû'd-Derdâ'dan rivayet eder. O şöyle der: Ben, Pey-gamber'in (s.a.v.) şöyle dediğini işittim:
"Alimler, gerçekten peygamberlerin varisleridirler! Zira peygamberler, miras olarak altın ve gümüş bırakmazlar. Peygamberler ancak ilim mirası bırakırlar. Her kim, peygamberlerin bıraktığı ilmi alırsa, gerçekten büyük bir nasibe ermiş olur!"
Peygamberlerin, miras olarak mal bırakmamaları üzerinde âlimlerimizin bazı açıklamaları olmuştur. Yani bunun hikmetini beyân sadedinde şöyle demişlerdir:
"Bu hususta birkaç vecih söylenebilir:
Bir: Peygamberlerin yakınlarından birinin, mâlına vâris olmak hırsıyla, o peygamberin ölümünü istememesi. Ki bu, o kişiyi manen helak eder. Bir peygamberin malı, kimseye mîrâs kalmayacağına göre, kimse de o peygamberin bu bakımdan ölümünü istememiş olur.
iki: Peygamberlerden herhangi birinin; vârislerine mal bırakmak için dünyalık peşine düştü, gibi bir töhmet altına bırakılmaması...
Üç: Peygamber öldükten sonra bile, diğerleri gibi, tâm mânâsı ile ölmüş sayılmazlar. Ölmüş sayılmayınca da, mâlına başkası vâris olamaz... îşte bunun içindir ki Îmâmü'l-Haremeyn: "Peygamber ölmüş olmadığı ve diri sayıldığı içindir ki, O'nun malı, kendi mülkiyeti üzerindedir. Aynen O'nun sağlığmdaki gibi, O'nun harcadığı yerlere harcanır ve infâk edilir" demiştir.
Imâm-ı Nevevî ve başka âlimler ise, Peygamberimiz'in vefatından sonra, artık mâlı üzerindeki mülkiyetinin zail olduğunu, bunun bir sadaka olarak intikal ettiğini, O'nun ev halkının nafakası bu maldan verildikten sonra, kalanın bütün müslümanlara sadaka olduğunu kabul etmişlerdir. Buna bakarak bazı âlimler de şöyle demişlerdir: "Burada Peygamberimiz'e ait bir özellik daha bulunmaktadır. O da şudur: Peygamberimize ait mal, O'nun vefatından sonra sadaka olduğu için, Peygamberimiz hakkında, bütün malını tasadduk etmek tasarrufu da doğmuş oluyor. Halbuki bir başkası, kendisine ait olan malın, ancak üç de birini tasadduk etme hakkına sahiptir..."
Peygamber'in (s.a.v.) bir özelliği olar k, O'nun eşlerinin, mü'minlerin anneleri oluşu; hem onlara saygı b< .amından, hem de kendilerine itaat edilmesi bakımından anne oluşlarıdır. Yoksa, kişinin kendi annesine nazar etmesinin mubah oluşu gibi, onlara da nazar etmesinin mübâh olması manasında değildir. Yani Peygamberimiz'in eşleri mü'minlerin anneleri gibi, muhteremdirler. Hiçbir kimse, onlardan biriyle evlenemez. Fakat mü'minlerin onlara bakmaları helal değildir. Tabii Peygamberimizin kendisi de, bütün mü'minlerin babasıdır. Hatta öz babalarından daha hürmetli ve kıymetlidir. îmam-ı Bağâvi, bu konuda şöyle demiştir: "Peygamberimiz'in eşleri, hiç şüphesiz mü'minlerin analarıdırlar. Fakat bu, onların, mü'minlerin erkeklerinin anaları olup, onlarla nikahlanmalarının haram oluşu demektir. Binâenaleyh Peygamberimizin eşleri, mü'minlerin kadınlarının da a-naları değildirler."
îbni Sa'd ve Beyhaki Aişe'den şöyle nakletmiştir: "Kadının biri bir gün bana: "Ey anacığım!" diye hitab etti. Ben de kendisine: "Ben, sizin erkeklerinizin anasıyım, yoksa kadınlarınızın anası değilim!" diye karşılık verdim."
Yine Îbni Sa'd, Ümmü Seleme'nin şöyle dediğini nakleder: "Ben sizin, erkeklerinizin anasıyım, kadınlarınızın değil..."
Alimlerimizin bazıları da böyle demişlerdir. Zira bu, nikah bakı-/ mındandır. Yoksa saygı ve itaat bakımından onların; mü'minlerin kadınlarının da anaları olduğunda şüphe yoktur. Nitekim Imam-ı Bağâvi, bunu da açıkça belirtmiştir.
Peygamber'in (s.a.v.) bir özelliği de, eşlerinin dış görünüşü ve endamlarım, hacetleri için çıktıklarında veya birisi kendilerine bir şey sormaya geldiğinde göstermelerinin haram olmasıdır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlardan bir şey istediğiniz zaman, perde arkasından isteyiniz!"
Ravza adlı kitabında, el-Râfii ve el-Beğâvi'ye tabi olarak şöyle denilmiştir: "Hiç bir kimseye, Peygamberimiz'in eşlerinden şifahen bir şey istemek helal değildir. Ancak perde arkasından isteyebilir. Fakat başka kadınlarla yüzyüze gelerek konuşup bir şey istemek caizdir."
Kâdi Iyad ve Nevevi de şöyle derler: "Peygamberimiz'in eşlerine; üzerlerine perde çekerek yüz ve ellerini dahi örtmeleri farzdır. Bunda hiç bir ihtilaf yoktur. Onların, bir şahidlik yapma durumunda bile, el ve yüzlerini açmaları caiz değildir. Bu da Peygamberimiz'in eşlerinin bir özelliği idi. Zaruret olmadıkça, dış görüntü ve endamlarını belli etmeleri de caiz değildir. Ancak zarurete binaen bir hacetleri için çıktıkları sırada müstesna. Tabii bu halde bile, mümkün mertebe Örtülü bulunurlar. Bunun için onlar; insanlardan bazıları kendilerine bir şey istemek veya dini müşkıllermi sormak için geldiklerinde, perde arkasında oturup onların isteklerine cavap verirlerdi. Bu şekilde konuşurlardı. Dışarı çıktıkları zaman da, son derece örtülü olurlar ve de, endamlarını dahi belli etmemek için tedbir alırlardı. Onlardan Zeyneb validemiz vefat ettiği zaman, nâşının, (tabutunun) üzerine bir kubbe yapıp örttüler ve böylece onun hiç görülmemesini sağladılar. (Bu, ilk defa yapılan bir şeydi. Bunun için Ömer (r.a.), "Şu cenazenin çadırı, ne kadar da güzeldir!" demekten kendini alamamıştır.)
Buhari Aişe'den nakleder: Hıcab emri geldikten sonra (doğrusu gelmezden önce olacak), Şevde haceti için dışarı çıkmıştı. Şevde, gösterişli bir bedene sahipti. Gören onu hemen tanırdı. Bu sırada Ömer kendisini görmüş ve: "Ey Şevde, vallahi sen bizden gizlenemezsin! Nasıl dışarı çıktığına dikkat et!" diye seslenmiş. Şevde de derhal geri dönüp durumu Hz. Peyğamber'e haber vermiş. îşte bu sırada yemeğini yemekte olan peygamberimize hıcâb emri gelmiştir. Peygamberimiz Sevde'ye cevaben: "Allah, hacetiniz için sizin dışarı çıkmanıza izin vermiştir" buyurmuştur.
îbni Sa'd Abdurahman bin Avfın şöyle dediğini nakleder: Ömer beni, kendisinin vefat ettiği sene Peygamber'in (s.a.v.) eşlerine hacc yaptırmakla vazifelendirmiş ti. Bunda Osman da vazifeli idi. Osman, peygamber eşlerinin önünde gidiyor ve insanların onları görmemeleri ve onlara yaklaşmamaları için gayret sarfediyordu. Ben de onların arkalarında gidiyor, insanların onlara yaklaşmalarını önlüyordum. Onlar, binit develeri üzerine konulmuş hevdecler (kubbeli çadırlar) içinde yolculuk ediyorlardı. Ben ve Osman, hareket ve konaklama hallerinde kimseyi onların yanına yanaştırmıyorduk."
(Yine Ibni Sa'd'm, Ümmü Mâbed'den ve Misver bin Mahreme'den de bu mealde bir rivayeti bulunmaktadır.)
Bu husustaki iki kavilden ikincisine göre, Peygamber Efendimizin bir özelliği de, kendisinden sonra eşlerinin dışarı çıkmasının haram olmasıdır, isterse hacc ve umre için olsun.
îbni Sa'd'm Ebû Hüreyre'den naklettiği bir habere göre, Peygamber Efendimiz, Veda Haca sırasında, kendisiyle beraber bulunan eşlerine hitaben: "Bu, sizin benimle yaptığınız hacc ibâdetidir. Benden sonra sizlere, evlerinizdeki hasır üzerinde oturmak düşer." îşte bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz'den sonra Şevde ve Zeyneb validelerimiz, hacc için yola çıkmayı kabul etmemişler ve: "Peygamber'den sonra biz, evimizden çıkamayız!" demişlerdir.
Yine îbni Sa'd'ın îbni Sîrîn'den bir haberi var. O şöyle demiştir: "Şevde validemiz bu konuda demiştir ki: "Ben, hacc ve umremi yaptım! Artık Resûlüllah'tan sonra bana, Allah'ın emrine uyarak evimde oturmak düşer." Şevde validemiz, bu hususta Resûlüllah'ın Veda haccmdaki buyruğuna uymuş oluyordu. O, ölünceye kadar bir daha hacc yapmamıştır."
îbni Sa'd'ın Aişe'den olan rivayeti ise şöyledir: "Ömer, önceleri bizi hacc ve umreden menediyordu. Son senesinde bize izin verdi. Biz de o-nunla birlikte hacca çıktık... Sonra Osman geldi. Biz kendisinden bu hususta izin istediğimizde: "Kendi re'yinize (dînî ictihâd ve görüşünüze) göre hareket ediniz" buyurdu. Biz de haccettik. Zeyneb ile Şevde ise bize katılmadılar. Biz hacc için çıktığımızda, tamamen örtülü olarak çıktık...
(Selef âlimlerimizden Süfyân bin Uyeyne, Peygamberimiz'in eşlerinin, devamlı bir şekilde iddetini çeken bir kadın durumunda bulunduklarını söylermiş.)
El-Gıtrlf, Taberârii ve Ebû Nuaym'in Selmân-ı Fârisî'den bir rivayetleri vardır ve şöyledir: Selmân, bir defasında Peygamber'in (s.a.v.) yanına girmiş. Bakmış, Abdullah bin Zübeyr elindeki tastan birşey içiyor. Resûlüllah kendisine: "Ne yapıyorsun?" buyurmuş: Abdullah şu cevabı vermiş: "Vücûdumda Resûlüllah'm kam bulunsun istedim!" Resûlüllah da ona şöyle demiştir: "Demekki insanların senden, senin de insanlardan çekeceğin var! Cehennem ateşi sana, ancak yeminin çözülmesi kadsr (üzerinden yani sırattan geçtiği sırada biraz) dokunabilir."
(Bezzar, Ebû Yâlâ, îbni Ebû Hayseme, Beyhakî ve Taberânî'nin de Sefîne'den bu mealde bir rivayetleri bulunmaktadır.)
Hakimin Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayeti ise şöyledir: Uhud'da Peygamber (s.a.v.) yaralanmıştı. Babam, Peygamberimiz'in yüzünden çıkmakta olan kanı yalamış ve yutmuştur. Peygamberimiz de bu hususta: "Her kim, kendi vücudundaki kanını benim kanımla karıştırmış olan bîr kimseyi görmek isterse, Mâlik bin Sinan'a baksın!" buyurmuştur.
Yine Taberânî, Ebû Rafı eşi Selmâ'dan şöyle rivayet etmiştir: Ben, Resûlüllah Efendimiz'in yıkandığı sudan içtim ve bunu Peygamberi-miz'e haber verdim. O da buyurdu ki: "Allah senin bedenini cehennem ateşine haram kılmıştır!"
Buharî ile Müslim'in Enes'ten rivayetleri ise şöyledir; Peygamber (s.a.v.), Kurban Bayramı Günü saçını kestirdiği zaman, kıllarının insanlara dağıtılmasını emretmiştir. îşte bu sırada Peygamberimiz'in saçının bir kısmını Ebû Talha almıştır."
Muhammed îbni Şîrîn der ki: "Peygamber'in (s.a.v.) saçının bir tek kılının yanımda bulunması, benim için dünyâ ve dünyâdaki şeylerden daha sevimlidir!"
Mezhebimiz âlimlerine göre: Peygamber Efendimiz'in saçının temiz olduğu üzerinde ittifak vardır. "Diğer insanların saçları, temiz midir? Yoksa değil midir?" diye olan ihtilâf, Peygamberimiz'in saçı konusunda söz konusu değildir.
Müslim ve Ebû Dâuûdîbni Ömer'den rivayet eder. O şöyle der: Ben, Peygamber'in (s.a.v.): "Kişinin oturduğu yerden nafile namaz kılması, ona yarım namaz sevabı kazandırır!" buyurduğunu işittim. Birgün O'nun huzuruna gittiğimde, kendisinin oturduğu yerden nafile namaz kılmakta olduğunu gördüm ve şöyle dedim: "Ey Allah'ın Resulü, siz kendiniz de oturduğunuz yerden mi namaz kılıyorsunuz?" O şu karşılığı verdi: "Evet, fakat ben, sizlerden biri değilim!"
Ahmed'in sahih senedle rivayetine göre, Aişe validemize Peygam-berimiz'in oruç ibâdetini sormuşlar. O da: "Siz, O'nun ameli gibi amel mi edebilirsiniz? O'nun bütün gelmişi ve geçmişi bağışlanmıştır! Ve O'nun ameli, kendisi için bir nafiledir!" demiştir.
(Yine Ahmed ve Taberânî'nin rivayetlerine göre, Ebû Ümâme, bunun böyle oluşunun, Peygamber Efendimiz'in bir özelliği olduğunu söylemiştir.)
Beyhakî'nin rivayetine göre, meşhur müfessir Mücâhid, Kur'ân-ı Kerimdeki: "Gecenin bir kısmında, sana mahsûs bir nafile namaz kılmak üzere uyan..." anlamına gelen âyetle ilgili olarak şöyle demiştir: "Bunun bir nafile olması, Peygamber Efendimiz'in bir özelliğidir. Bunun da sebebi, Peygamberimiz'in gelmişinin ve geçmişinin affedilmiş olmasıdır. Peygamberimiz; üzerinde farz olanlardan başka ne amel etmisse, bütün bunlar O'nun hakkında bir nafiledir. Çünkü O'nun, bu nafilelere keffâretlenecek günahları yoktur! Diğer insanlar ise, üzerlerinde farz olandan mâada yaptıkları amelleri, birtakım günahlarına keffâret olarak yapmış olurlar. O halde onların nafileleri yoktur (ve onlar, nafile ehli değillerdir.) Bu, sâdece Peygamber'e (s.a.v.) mahsûs bir keyfiyettir."
Bâzı Kur'ân müfessirleri de, ilgili âyeti açıklarken şöyle demişlerdir: "Peygamberimiz'in, farzlardan başka yaptığı amelleri, kıldığı bu te-heccüd namazı; O'nun için^sırf bir nafiledir. O bununla, fazladan sevâb-kazânmış olur. Başkal^ıise, bu kabil amelleriyle farzlardaki eksiklerini tamamlamış öîurtkr. Şüphesiz, Peygamberimiz'in farzlarını edâ edişlerinde de bir eksikliği söz konusu değildir."
Evet, Peygamber'in (s.a.v.) bir özelliği de budur. Bu şekilde O'na namazında hitab ettiği halde, namazının bozulmamasıdır. Halbuki insanlardan bir başkasına bu şekilde hitâb edemez, namaz kılan... Keza Peygamberimiz'in dâvetine icabet etmek de, namaz kılan biri için vaciptir. Bununla da onun namazı bozulmamaktadır.
Buharı, Ebû Saîd bin el-Muâllâ el-Ensârî'den şöyle rivayet eder: Ben namazımı kılıyordum. Bu sırada Peygamber (s.a.v.) beni yanına çağırdı. Ben namazımı kılmaya devam ettim. Namazı bitirdikten sonra O'nun yanına vardım. O bana: "Çağırdığım zaman, neden gelmedin?" buyurdu. Ben de: "Namazımı kılıyordum" dedim. O: "Sen, Yüce Allah'ın: "Ey mü'minler, size hayat verecek şeylere çağırdıkları zaman Allah'ın ve O'nun Resûlü'nün dâvetine icabet ediniz!" âyetini bilmiyor musun?" buyurdu. Bunu takiben de: "Ben sana ayrıca Kur'ân'ın büyük bir sûresini öğretmek istiyorum!" dedi. Sonra bunu unuttu veya O'na unutturuldu. Ben ise, kendisinin böyle dediğini hatırlattım. O da buyurdu ki: "Elhamdü lillahi rabbii-âlemîn!" diye başlayan yedi âyetli Fatiha Sûresi, büyük bir Kur'ân'dır!"
Peygamberimiz'in bir özelliği de budur. Keza herhangi bir kimsenin izin almadan Peygamberimizin meclisinden ayrılmasının caiz olmaması da O'nun bir özelliğidir. Yüce Allah Kitâbı'nda şöyle buyurur:
"Mü'minler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resûlü'ne îmân etmişlerdir. Onlar, toplayıcı bir iş görüşmek üzere Peygamberin meclisinde bulundukları zaman, O'ndan izin almadan oradan ayrılmazlar."
îbni Ebû Hatim, Mukâtil bin Hayyâridan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.v.), hutbesine başladıktan sonra, herhangi bir' kimsenin, O'ndan izin almadan oradan ayrılması caiz değildir. Birinin bir zarureti olduğu zaman, ayağa kalkıp parmağıyla işaret eder, Peygamberimiz de ona izin verirdi. Zira Peygamberimiz Cuma hutbesini o-kurken izin almadan çıkanın Cuması bâtıl olurdu."
Evet, Peygamberimiz üzerine yalan uydurmak, başkası hakkında yalan uydurmak gibi değildir. O'nun hakkında yalan uyduranın, O'nun hakkındaki konuşmasına bir daha inanılmaz! Tevbe etmiş bile olsa rivayetleri red edilir.
Buharı ve Müslim Muğire bin Şûbe'den rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.), bir hadîslerinde şöyle buyurdular:
"Benim üzerimden yalan uydurmak, bir başkası üzerinden yalan uydurmak gibi değildir! Her kim benim hakkımda bilerek yalan söylerse, cehennemdeki yerine şimdiden hazırlansın!"
îmâm-ı Nevevî ve diğerleri der ki: Peygamberimiz'e karşı yalan söylemek, büyük günahlardan olup, küfür değildir. Cumhur'un kavli ve sahih olan budur. Cüveynî ise, "Tevbe etmiş bile olsa, bu bir küfürdür!" demiştir. Bir topluluk ki, îmâm-ı Ahmed, el-Sayrafî ve daha başkaları bu topluluktandır; O kişi, tevbe edip hâlini düzeltse bile, ebediyen onun rivayetleri kabul eâilmez! Bir başkası hakkında yalan söyleyen ise böyle değildir. Yalanın dışındaki diğer günahlar da böyle değildir. Bunlardan samîmi olarak tevbe ettiği zaman, fâsıklık sıfatı o kişinin üzerinden düşer. Hadîs ilminde muteber ve mûtemed söz de budur. Nitekim ben bunu, Şerhu't-Takrîb adlı kitabımda da güzelce açıklamıştım... Her ne kadar Nevevî, bunun aksini tercih etmişse de..."
Keza O'nun huzurunda sesini O'nun sesinden fazla çıkartmak, O'nunla bağırarak konuşmak, Ona evin ötesinden çağırmak ve uzaktan kendisine nida etmek de haramdır. Yüce Allah, Kitabı nda-.şöyle buyurur:
"Ey îman edenler! Allah'ın ve Resûlü'nün huzurunda öne geçmeyiniz. Allah'tan korkunuz. Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir. Ey inananlar, seslerinizi Peygamber'in sesinden daha fazla çıkartmayınız. O'nunla, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi, yüksek sesle konuşmayınız. Yoksa farkına varmaksızın amelleriniz boşa gider. Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, öyle kimselerdir ki, Allah onların kalblerini takva için imtihan etmiştir. Onlar için büyük bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır. Ey Muhammed, odaların arkasından sana bağıranların çoğu, düşüncesiz kimselerdir. Onlar, sen onların yanına çıkıncaya kadar bekleselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir."
Ebû Nuaym'in rivayetine göre İbni Abbas: Nûr Sûresi'nin 63. âyeti ki şu mealdedir: "Peygamberin çağırmasını, aranızda herhangi birinizin diğerim çağırması gibi tutmayın..." O bunu açıklarken şöyle demiştir: "Allah'ın bu nehyinden muradı, tâ uzaktan: "Ey Eba'l-Kâsım!" diye bağırmaktır, işte böyle bağırmak, bu âyetle yasaklanmıştır. Bilakis seslerini kısmaları emredilmiştir."
Alimlerden bâzıları: "Peygamberimiz'in kabri yanında da sesi yükseltmek mekruhtur. Zira Hz. Peygamber'e karşı vefatından sonraki hürmet, vefatından önceki hürmet gibidir" demişlerdir.
îbni Humeyd şöyle rivayet eder:
Abbasî halîfelerinden Ebû Cafer el-Mansûr, Resûlüllah Efendi-miz'in Mescid'inde îmâm-ı Mâlik ile münazara ediyordu. Halîfenin etrafında o gün tam beşyüz silâhlı asker vardı. Imâm-ı Mâlik ona dedi
Hutbe okunurken konuşanın veya kalkıp gidenin Cumasının bâtıl olması için imamın, Peygamberimiz olması şartı yoktur. Bir başka imamın hutbesinde böyle yapanın da, Cuma fazileti zayi olmuştur. Yoksa namazı kökten bâtıl ve fâsid olmaz. ki: Ey mü'minlerin emîri, konuşmanı yaparken, bu Mescid'de dikkat et! Sesini yükseltme! Çünkü Cenâb-ı Hakk, bir âyet-i kerimesiyle bunu nehyetmiştir. Bir âyetinde de: "Peygamber'in yanında konuşurken seslerini kısanlar" buyurarak, böyle yapanları övmüştür. Bir âyetinde de: "Odaların arkasında sana bağıranların çoğu, düşüncesiz kimselerdir" buyurularak, böyle yapanları da kötülemiştir. Peygamber'e (s.a.v.) karşı hürmetimiz, O'nun sağlığında O'na karşı olan hürmet gibidir!"
Mansûr, Imâm-ı Mâlik'ten bu nasihati sükûtla dinlendi ve ona itaat etti..."
Sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhakî, Ebû Berze'den rivayet eder. O şöyle der: Adamın biri, Ebû Bekir'e sövdü. Ben de Ebû Bekir'e: "Ey Resûlüllah'ın hâlifesi, bunun boynunu vurayım mı?" dedim. O ise şu karşılığı verdi: "Peygamber (s.a.v.)'den başkasına söven birisi, bu suçu sebebiyle öldürülemez!"
(Ibni Adiyy ile Beyhakî'nin Ebû Hüreyre'den olan rivayetleri de bu merkezdedir.)
Beyhakî Ibni Abbas'tan nakleder: Amâ biri vardı. Onun da bir ümmü veledi vardı. Bu çocuklu câriye, durmadan Peygamberimiz'e söverdi. Bir gün âmâ bunu öldürdü. Durum Peygamber'e (s.a.v.) arz edildi. Peygamberimiz de onun kanının heder olduğunu bildirdi."
Yüce Allah Kerim Kitabında şöyle buyuruyor:
"De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, düşmesinden korktuğunuz ticâretiniz, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan, O'nun Resûlü'nden, Allah yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise; o halde Allah emrini getirinceye kadar bekleyiniz! (Başınıza gelecekleri göreceksiniz!) Allah yoldan çıkmışları doğru yola iletmez!"
Buharı ve Müslim'in Enes'ten rivayetlerine göre, Peygamber (s.a.v.), bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur:
"Ben bir kimseye, babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, o kimse mü'min olamaz!"
îbni Mülakkan el-Hasâis adlı kitabında şöyle demiştir: "Bütün müslümanlara, Peygamber'i (s.a.v.) muhabbetin en yüksek derecesiyle sevmeleri vaciptir."
îbni Mâce ile Hâkim, Abbas bin Abdü'l-Muttalib'ten, onun şöyle dediğini nakleder: Biz Kureyş'ten bir topluluğa uğradığımız zaman, onlar biz geldi diye konuşmayı keserlerdi. Biz de bunu Resûlüllah'a şikâyet ettik. O, bunun üzerine buyurdu ki: "Bu adamlara ne oluyor ki, kendi aralarında konuşuluyorken, benim ehl-i beytimden biri geldi diye kelâmı kesip susuyorlar? Vallahi kişi benim ehl-i beytimi sevmedikçe, îmân onun kalbine girmez! Müslümanlar, benim ehl-i beytimi Allah ve Resûlüllah için seveceklerdir!"
Buhârî ve Müslim Enes'ten rivayet ederler. O şöyle demiştir: Ben, Peygamber (s.a.v.)'in şöyle dediğini duydum: "îmânın alâmeti ensârı sevmektir! Münafıklığın alameti de ensâra buğz etmektir!"
Îbni Mâce'nin Berâ'dan naklettiği hadîs de şu mealdedir: "Kim ensârı severse, Allah da onu sever! Kim ensâra buğzederse, Allah da ona buğzeder."
Evet, Peygamberimiz'in bir özelliği de budur. Fakat başkalarının kızlarının evlâdı kendisine değil de, o kız evlâdın kocası tarafına nisbet edilir. Bu, neseb bakımından böyle olduğu gibi, kefâette (evlenme sırasında aranan, tarafların birbiriyle denk olup olmamaları meselesinde) de böyledir.
Hâkim'in Câbir'den naklettiğine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Her anadan doğan çocuk için, onun bir asabası: (babası tarafından bir yakını ve velîsi) vardır. Ancak kızım Fatîma için başka. Onun çocukları Hasan ve Huseyn'in velîleri ve asabası ise benim."
(Bunun bir benzerini Ebû Yâlâ da rivayet etmiştir. Ayrıca Beyhakî, Peygamberimiz'in Hasan hakkında: "Bu benim oğlum, seyyiddir" buyurduğunu rivayet ettiği gibi; Hasan doğduğu zaman Ali'ye hitaben: "Benim oğlumun adını ne koydun?" dediğini rfvâyet etmiştir. Yine buna benzer bir haberi, Huseyn'in doğumuyla ilgili olarak da rivayet etmiştir.
Buhârı'nin Misver bin Mahreme den rivayetine göre, Peygamber (s.a.v.) minberde şöyle buyurmuştur: "Hişâm bin Muğîra Oğulları, kızlarından birini Ali'ye nikahlamak üzere benden izin istiyorlar! Ben bu hususta izin vermem, izin vermem! Ancak Ali, benim kızımı boşamak isterse boşar, onların kızıyla nikahlanır! Haberiniz olsun ki, Fatıma benim bir parçamdır, onu rahatsız edip üzen şey, beni de rahatsız edip üzer."
îbni Hacer şöyle der: "Bunun, Peygamber'in (s.a.v.) bir özelliği olduğunu söyleyebiliriz. Bu söz, hakikatten uzak değildir,"
Haris bin Üsâme, Ali bin Huseyn'den şöyle rivayet eder: Ali bin Ebû Tâlib, Ebû Cehl'in kızı ile evlenmek istedi. Peygamberimiz ise: "Hiç bir kimse, Allah düşmanının kızım, Allah Resülü'nün kızının üzerine nikâh edemez!" buyurdu.
Ahmed, Hâkim ve Beyhaki Ubeydullah bin Ebu Râfi kanalıyla Misver'den şöyle nakleder: "Hasan bin Hasan, bana bir elçi göndererek kızımla evlenmek istediğini bildirdi. Ben de bu teklifi iyi karşıladım. Fakat şu karşılığı verdim: "Vallahi sizin haseb ve nesebiniz kadar bana sevgili olan bir haseb ve neseb yoktur. Fakat ben Resülullah'm (s.a.v.) -şöyle buyurduğunu biliyorum: "Fatıma benden bir parçadır! Onu rahatsız eden şey, beni de rahatsız eder!" Buna göre ve sizin nikâhınızda onun kızı bulunduğuna göre, teklifinizi nasıl kabul ederim? Aksi halde Fâtıma'nm kızını üzmüş olmaz mıyım?"
îbni Asâkîr el-Hâris kanalıyla Ali'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Bana kız veren veya benden (benim soyumdan) kız alan biri, cehenneme girmez!"
el-Hâris bin Ebû Üsâme, Hâkim, îbni Ebû Evfâ'dan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Ben, Allah'a dua edip ümmetimden bana kız veren veya benden kız alan birinin, cennette benimle beraber olmasını istedim. Allah da bu duamı kabul etti..."
îbni Râhûye, Beyhakî ve sahihtir kaydıyla Hâkim Ömer bin el-Hattâb'tan rivayet ederler, O şöyle demiştir: "Ben Ali'ye gidip kızı Ümmü Gülsüm'ü istedim. O da kabul ederek onu benimle evlendirdi. Ben muhacirinin yanma gidip: "Sizler beni, Fâtıma'nm kızı Ümmü Gül-süm'le evlendiğimden dolayı tebrik etmeyecek misiniz? Ben vaktiyle Resûlüllah'ın şöyle dediğini işitmiştim: "Kıyamet günü, bütün sebeb ve nesebler kesilmiş olacaktır! Benim sebebim ve nesebim ise kesilmeyecektir!" işte ben, Peygamber Efendimiz'in bu sözünü hatırlayarak, Ümmü Gülsüm'le evlendim ve bununla, Resûlüllah ile kendi aramda (kıyamet günü bana fayda verecek) bir yakınlık kurmak istedim!"
îbni Sa'd Enes'ten rivayet eder. O şöyle der; Peygamber (s.a.v.), bir yüzük yaptırıp üzerine "Muhammedün Resûlüllah" nakşım işletti ve şöyle buyurdu: "Biz, bir yüzük (mühür) yaptırdık ve üzerine bir nakış işlettik. Hiç bir kimse, sakın bunu taklîd etmesin!"
(îbni Sa'd, bu mealdeki bir rivayeti de, Tâvûs'tan nakletmiş tir.)
Buharı de Târih'inde Enes'ten rivayet eder; Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Sakın, müşriklerin ateşiyle aydınlanmaya kalkışmayınız ve yüzüklerinize benim yüzüğümdeki yazıyı kazıtmayınız!"
Evet Peygamber'in (s.a.v.) özelliklerinden biri de, korku namazıdır. Bu, bâzılarının mezhebine göre böyledir. Bunların içinde, imâm Ebû Hanîfe'nin arkadaşı (talebesi) imâm Ebû Yusuf da vardır. Bunların mezhebine göre, delîl şu mealdeki âyettir: "Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın vakit, onlardan bir bölük seninle beraber namaza dursun..." işte bu âyet, korku namazı kılınması için, Peygamberimiz'in de onların içinde bulunmasını kayda bağlamıştır. Buradaki mânevi hikmet ise şudur: Peygamber (s.a.v.) ile birlikte namaz kılmağa, hiç bir fazilet eş olamaz! Bu sebepledir ki, namazın asıl nizâmından farklı olarak korku namazı şeklinde kılınması caiz olmuştur. Peygamberimiz'in yerine geçen halîfe ve imamlardan herhangi biri ise, asla O'nun gibi olamaz, O'nun makamını tutamaz... Binâenaleyh, korku namazı, O'nun bir özelliği olmuş bulunur."
Peygamber'in (s.a.v.) bir özelliği de, kendisinin her günahtan korunmuş olmasıdır. Evet O, küçük olsun, büyük olsun; bilerek veya unutarak olsun, her günahtan korunmuştur. Yüce Allah bu hususta Kerîm Kitâbı'nda şöyle buyurur:
"Biz sana apaçık bir fetih verdik. Tâ ki Allah senin günahlarından geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın..."
Sübkî Tefsîr'inde der ki: "Peygamberlerin mâsûm olduklarında, ümmetin icmâ ve ittifakı vardır. Onlar, Allah'ın dînini tebliğ ederlerken, bununla ilgili vazifelerini yaparken, asla yanılmazlar. Burada, herhangi bir ihtilaf yoktur. Keza peygamber; büyük günahlardan ve kendilerini küçük düşürecek küçük günahlardan da masumdurlar. Küçük düşürmeyecek durumdaki bir küçük günaha devam etmekten de masumdurlar. îşte bunların dördü de, ümmetin üzerinde icmâ ve ittifak ettiği hususlardır. İhtilâf sâdece onların makam ve mertebelerine aykırı düşmeyecek olan bâzı küçük günahlar üzerindedir. Mutezile Mezhebi mensubları ve daha pek çokları, bunun caiz olduğunu söylemişlerdir. Fakat seçilen kavil, bunun dahî caiz olmadığıdır. Zira peygamberler, bizim kendilerine uymakla yükümlü bulunduğumuz kimselerdir. Onlardan sâdır olan her şeyde, onlara uymakla mükellefiz Onlardan, lâyık olmayan bir1 şey, nasıl sâdır olabilir? Bunu, peygamberler hakkında caiz sayan kimse; bir delile veya nassa dayanarak caiz saymış değildir. Onlar bunu, ancak yukarıda meali geçen âyetten almışlardır. Ben ise bu âyeti, ondan önceki ve ondan sonraki âyetlere de dikkat etmek şartıyla güzelce inceledim. Gördüm ki, bu âyetten sâdece bir mânâ anlaşılmaktadır. O da şudur: "Peygamber'in (s.a.v.) herhangi bir günâhı bulunmadığı halde, sırf O'nu şereflendirmek için böyle buyurulmuştur." Bunu biraz açıklamak gerekirse, şöyle dememiz mümkündür: Yüce Allah, sevgili Resûlü'ne: "Tâ ki Allah, senin günahlarından geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın..." buyurmakla, kullarına olan bütün uhrevî nimetlerini tamamlamak istemiştir. Bu nimetler de iki kısımdır: Birincisi, selbiye ki, günahların bağışlanması demektir. İkincisi de, subûtiye ki, bitmez tükenmez nimetlerdir.
İşte buna işaretle Yüce Allah: "Ve sana olan nimetini tamamlasın" buyurmuştur. Düşünürsek, bütün dünyevî nimetler de iki kısımdır: Birincisi, dînî, ikincisi de sırf dünyevîdir. Dînî nîmet ki, buna da Yüce Allah; âyetteki: "Ve seni dosdoğru bir yola hidâyette kılsın" cümlesiyle işarette bulunmuştur. İkincisi ki biz ona "dünyevî nîmet" dedik. O da Yüce Allah'ın; bundan sonraki âyetinde: "Ve Allah sana, şanlı bir zafer versin" buyruğundan anlaşılmaktadır.
îşte Yüce Allah'ın başkalarına, parça parça, kısım kısım verdiği nimetlerin bu suretle, Peygamber (s.a.v.) üzerinde toplandığını, O'nu tâzîm ve teşrifin bu şekilde en güzel kıvamına erdiğini görüyoruz... Ve işte bunun içindir ki nimetlerin böylece tamamlanması, Peygamber E-fendimiz'e nisbet edilen o büyük fethin de gayesi kılınmıştır ve böylesine bir fetih ve mazhariyette, ancak Peygamberimiz'e verilmiştir. İbni Atıy-ye'nin daha önce yaptığı açıklama da, O: "Bu, bu hüküm ile O'nu son derece şereflendirmekten ibarettir. Yoksa herhangi bir günah yoktur" demiştir.
Eğer, "hadd-i zâtında günâhın sâdır olması caizdir" denilecek o-lursa; "Caiz bile olsa, vâki değildir!" diyerek cevap veririz. Bunda hiçbir şek ve şüphe yoktur, Bunun aksi, nasıl düşünülebilir? O Zât-ı Pâk ki, Yüce Allah O'nun hakkında: "O, nevadan konuşmaz. O, kendisine vah-yedilen vahiyden başka birşey değildir" buyurmuştur. Sonra fiile gelince: Peygamberin her yaptığına, az olsun çok olsun, küçük olsun büyük olsun, her işlediğine uyulayacağına dair ashâb-ı kiramın icmâ ve ittifakı vardır. Onlar, bu hususta herhangi bir ihtilafa ve duraksamaya meydan vermemişlerdir. Hatta onlar, Peygamberimizin kapalı ve halvet hallerinde geçen âmellerini dahi öğrenmek için çok istek ve himmet göstermişlerdir. Peygamberimiz kendilerine öğretmemiş olsa bile, onlar öğrenmek için can atmışlardır. Bir kimse eğer Ashab-ı Kirâm'ın bu husustaki dikkat ve himmetine dikkat eder, onların peygamberimizle beraber oldukları ve yaşadıkları hallerini güzel anlarsa; herhalde bizim burada söylediğimizin tersine bir şey düşünmekten haya eder."
(Sübki'nin, bu husustaki açıklaması burada sona erdi.)
Hâkim, sahihtir kaydiyle Amr bin Şuayb'ten, o da babası vasıtasıyla dedesinden rivayet eder ve şöyle der: "Ben bir gün peygamber'e (s.a.v.) sordum ve dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, senden her duyduğumu yazmam için izin verir misin?" Peygamberimiz: "Evet" buyurdu. Ben: "Neşeli olduğunuz halde de, gadaplı olduğunuz halde de yazabilir miyim?" diye tekrar sordum. Peygamberimiz de: "Evet, zira neşeli ve gadaplı olduğum hallerde de, hak olandan başkasını söylemem" cevabını verdi.
îbni Asakir de Ebû Hüreyre'den nakleder. O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.): "Ben, hak olandan başkasını söylemem" buyurdu. Ashâb: "Senin bazan bizimle şakalaştığın da oluyor?" diye sordu. Peygamberimiz: "Evet, ben hak olandan başkasını söylemem!" diye tekrarladı."
Îbnü's-Sübki, Cem'ul-CevamV adlı eserinde şöyle der: "Peygamber (s.a.v.), masum bulunduğu için, haram veya mekruh bir iş yapmaktan münezzehtir. Bizim hakkımızda mekruh olan şeylerden bazen birini yapmış olması, o şeyin caiz olduğunu bizlere bildirmek içindir. Bu, O'nun hakkında vâcibdir. O, bu suretle o şeyin câizlik hükmünü tebliğ etmiş olmaktadır. Yâhud da onu, bir fazilet olarak yapmış olabilir. Bu taktirde yâ vacibi yapmış olmanın sevabını, yâhud da bir fazilet sevabını kazanmış olur."
Gerek peygamberimiz, gerekse diğer peygamberler; cinnet getirip mecnun (deli) olmaktan korunmuşlardır. Zira delilik, bir insan için çok büyük bir noksanlıktır. Deli bir insan asla peygamber olamaz! Bir peygamber de asla delilik noksanlığına düşemez. Allah onları bu gibi noksanlıklardan korumuştur. Ancak peygamberler de beşer oldukları için, maddi ve bedeni bazı sebeblerle bayılmaları caizdir. Bayılma, bir nevi hastalıktır. Peygamberler de hasta olurlar.
Şeyh Ebû Hamid (el-Gâzali) şöyle der: "Evet peygamberler için bayılmak caizdir. Fakat onların bayılmaları, kısa sürer. Onlar, uzun müddet baygın kalmaktan da masumdurlar." El-Bülkini de bu görüşe katılmıştır ve Havaşi'r-Ravza'da buna kesin olarak hükmetmiştir.
Sübki ise, peygamberler için hasıl olan iğmânın (bayılmanın), diğer insanlar için hasıl olan iğma gibi olmadığına tenbihde bulunmuştur. Bunun, sadece insanın maddi ve zahiri duygularına galebe çalan acı ve ağrılar neticesi hasıl olduğunu, yoksa bu sırada peygamberlerin kalble-rine bir baskı olmayacağım bildirmiştir. Bunun sebebim açıklarken de şöyle demiştir: "Zira bilinmektedir ki, peygamberlerin uyurken bile kaibleri değil, gözleri uyur. Onların uykudan muhafaza edilen kalbleri, herhalde bayılmadan da muhafaza edilmektedir. Evlâ ve layık olan budur."
(Bu, Sübki'nin sözü idi, burada bitti ve kanaatimizce, çok nefis bir açıklama idi.)
Peygamberler hakkında meşhur olan; onların rü'yada ihtilâm olmaktan da mahfuz olmalarıdır. Nitekim Imam-ı Nevevi Ravza adlı kitabında bunun, onlar için mümteni' olduğunu bildirmiştir.
Sübki ayrıca peygamberler için amalığın da caiz olmadığını söylemiş ve şöyle demiştir: "Amalık da bir noksanlıktır ve hiç bir peygamber âmâ değildir. Gerçi, Şuayb (a.s.)'ın âmâ olduğunu rivayet ederler. Fakat bıınun aslı yoktur. Yâkup (a.s.)'a gelince: Onunkisi de bir âmâlık değildi. Gözüne bir perde inmişti, sonra da bu zail olup gitti."
Taberani, Muâz bin Cebelin şöyle dediğini nakleder: "Peygamber Efendimiz'in rüyada ve uyanık iken her gördüğü haktır!" Hâkim'in tahririne göre de Ibni Abbas: "Peygamberlerin rüyası, ilâhi bir vahiy'dir!" demiştir.
Buhari ve Müslim Ebû Hüreyre'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) bir hadislerinde şöyle buyurdular:
"Beni rü'yasmda gören, gerçekten beni görmüştür. Çünkü şeytan benim suretime temessül edemez (benim suretimde görünemez)!"
Kadı Ebû Bekir bu konuda kısa bir açıklamasında demiştir, ki: "Bu hadisin manası, rüyasında peygamberimiz'i gören kişinin gördüğü bu rüya, gerçek bir rüyadır. Azğas u ahlâm değildir. Yani hiçbir mana ifade etmeyen karışık hayallerden ibaret değildir. O kişinin gördüğü bu rü'ya. sahih ve sâlih bir rü'yadır."
Diğer bazı alimler de: "O'nu rü'yasında gören, hakikaten onu görmüş olur" demişlerdir. Bazıları ise; "Peygamberin (s.a.v.) bir ö-zelliği olarak, O'nu rüyada görenin bu rü'yası, gerçekten sahih bir rüyadır. Zira şeytan onun suretine giremez. Şunun için giremez ki, şeytanın Peygamberimiz'in dilinden birtakım yalanlar uydurmasına ve bu yolla bir müslümanı rü'yasmda sapıtmasına imkan kalmaya... Nitekim şeytanın, Peygamberimiz'in suretine girip de uyanık olan bir müs-lümana "ben senin peygamberinim" diyebilmesine de imkan verilmemişti. Bunda, hem peygamberimiz'in kerem ve şerefinin büyüklüğü, hem de onun ümmetine bir büyük iyilik ve ikram vardır."
İmam-ı Nevevi'nin Müslim Şerhi'ndeki açıklaması ise şöyledir: Bir kimse rü'yasında peygamber'i (s.a.v.) görse ve rüyasında Peygamberimiz kendisine bir şey emretse, bu şey de aslında dinimizin teşvik ettiği amellerden bulunsa; yahud Peygamberimiz kendisini bir işden menetse, bu şey de aslında menedilen şeylerden olsa; bu taktirde bu rü'yayı gören kişiye O'nun bu emri veya nehyi ile amel etmesi müstehab olur."
Fetâvâ'l-Hannâti adlı kitapta da şöyle denilmektedir: "Bir kimse, rü'yasında Hz. Peygamber'i, O'nun hakkında kitapların verdikleri bilgilere uygun bir şekilde görmüş olsa ve O'na bir meselenin hükmünü sorsa, Hz, Peygamber de kendisine, kendisinin takip ettiği mezhebe aykırı bir şekilde cevap vermiş olsa; fakat verilen bu hüküm dinin naslarına ve icmâa muhalif bulunmasa; bu rüyayı gören kişi nasıl hareket edecektir? İşte bu hususta iki vecih vardır. Birincisi: "Hz. Peygamber'in, rü'yasında kendisine söylediği sözüyle emel eder. Zira O'nun sözü mezhepten ve kıyastan önce gelir" şeklindedir. İkinci vecih ise: "Hayır onunla amel etmez. Zira kıyas delildir. Rüyalar ise şer'i bir delil teşkil etmez. Bir rü'yaya dayanarak delil terk edilemez" şeklinde ifade edilmiştir."
Üstâd Ebû İshâk el-İsferâinı nin Kitâbü'l-Cedel'inde ise şöyle denilmektedir: "Rü'yasında Peygamber'i (s.a.v.) görüp de O'ndan bir emir almış olan bir kimsenin, bu emre uyup uymayacağı hakkında iki kavil bulunmaktadır. Birincisine göre uymaz. Bunun açıklamasında ise: "Çünkü rü'yâda aldığı emir veya nehiy hakkında tam bir kanâat hasıl edemez. Yoksa rü'yânm kendisi hakkında şek ettiği için değil... Nitekim râvîlerin rivayet yollarıyla gelen haberler için de, âkil ve âdil râvîlerin, o haberi güzelce zapt etmiş olmaları aranmaktadır. Uykuda rü'yâ görenin ise, bu hususta ve bu şekilde bir garantisi yoktur..."
Kâdî Huseyn'in Fetâvâ'sında da böyle denilmiştir ve misâl olarak Hilâl meselesi ele alınmış ve şöyle açıklama yapılmıştır: "Meselâ birisi Şâbân'm otuzuncu gecesi rü'yasında Ramazan Hilâli'ni görse ve ertesi günün Ramazan olduğu kabul edilir mi? Önceki meselede kabul edilmediği gibi, bu meselede de kabul edilmez..."
Kâdî Şürayh'a âit Ravdatü'l-Ahkâm adlı kitapta yapılan bir açıklama şu merkezdedir: "Birisi rü'yasında Peygamber (s.a.v.)'i görse ve Peygamber kendisine: "Falancaya söyle, onun falancaya şu kadar borcu vardır!" dese, bunu işiten için, bu şekilde amel edip şahitlik yapma yetkisi ve vazifesi var mıdır? işte bunda dahî iki vecîh ileri sürülüp ihtilâf edilmiştir."
Yüce Allah buyurur: "Allah ve melekleri, peygambere salât etmektedir! Ey mü'minler, siz de O'na salât edin (O'nun sânını yüceltmeğe özen gösterin); içtenlikle O'na selâm edin!"
Müslim Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.) bir hadîslerinde buyurur: "Bana her kim bir salât ederse, Allah o kuluna tam on salât eder!"
Hâkim, sahihtir kaydiyle Ebû Talha'dan rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.), bir defasında şöyle haber verdi: "Bana bir melek gelip: "Rabbin sana buyurdu: Habibim, sen razı değil misin ki, senin ümmetinden her kim sana bir salât etse, ben ona tam on salât (rahmet) ederim! Sana bir selâm etse, ben ona tam on selâm ederim!"
Taberâni'nin Ömer bin el-Hattâb'dan rivayeti de şöyledir: Bir defasında peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Bana bir melek gelip: "Sana ümmetinden her kim bir salât etse, Allah o kuluna on salat eder ve onun derecesini de on derece daha yükseltir."
Kâdi İsmail, Abdurrahman bin Amr'dan şöyle nakleder: Kim, Peygamber Efendimiz'e salât ederse, Allah onun için on hasene sevabı yazar, onun on günahını affeder. Derecesini on derece daha yükseltir!"
imâm el-îsbehâni el-Tergib adlı eserinde Sa'd bin Umeyr tarikiyle onun babasından şöyle nakleder: "Peygamber (s.a.v.) bir gün bana dedi ki: "Ümmetimden kim bana tam bir ihlas ve sıdk ile bir salât getirirse, Allah ona tam on salât eder. Derecesini on derece daha yükseltir. Bu yüzden kendisine on hasene sevabı yazar."
Ahmed, îbni Mâce Amir bin Rabia'dan nakleder. O şöyle der: Ben,-Peygamber'in (s.a.v.) şöyle dediğini işitmişimdir: "Kim bana salât ederse, o kul bana salât ettiği müddetçe Allah'ın melekleri de ona salât (istiğfar) ederler. Böyle olunca, ümmetimden r biri, bana olan salât ve selâmını, isterse azaltsın, isterse çoğaltsın."
Tirmizi ve îbni Hıbban îbni Mes'ud'dan nakleder. O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Kıyamet gününde insanların bana en yakm olanları, bana en çok salât ü selâm getirenleridir!"
Ahmed, Tirmizi, Huseyn bin Ali'den onun şöyle dediğini naklederler: Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu ki: "Pahil (cimri) kimse, o kimsedir ki; ben onun yanında anılırım da, bana salât etmez!"
îbni Mâce de İbni Abbas'ın şöyle dediğini nakleder: Rasulullah (s.a.v.) buyurdu: "Bana salât getirme hususunda gaflet eden kişi cennete giden yolu unutmuş demektir."
Tirmizi, Ebu Hüreyre'den nakleder: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Bir topluluk ki, bir yere toplanırlar ve fakat dağılıncaya kadar ne Allah'ı zikrederler, ne de O'nun resûlü'ne salât getirirler. îşte bu onlar için kıyamet gününde büyük bir pişmanlığa sebep olacaktır. Allah dilerse onlara azab edecek, dilerse kendilerini bağışlayacaktır."
Kâdi İsmail Salat ü Selâm'm Fazileti adlı eserinde, Zeyd bin Tal-ha'nın oğlu Yâkûb'tan şöyle nakleder:Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Bana Rabbimden bir melek gelip şunu tebliğ etti: Sana her kim bir salât getirecek olursa, muhakkak Allah o kimseye tam on salât edecektir!" Peygamberimiz bunu söyleyince adamın biri kalkıp: "Ey Allah'ın Resulü, duamın yarısını senin için yapayım mı?" dedi. Peygamberimiz de: "Eğer dilersen" buyurdu. Adam: "Peki Ey Allah'ın elçisi, duamın üçte ikisini senin için yapayım mı?" dedi. Peygamberimiz: "Eğer dilersen yap!" buyurdu. Adam: "Ey Allah'ın Resulü, duamın hepsim senin için yapsam nasıl olur?" diye sordu. Peygamberimiz de: "Bu taktirde Yüce Allah, senin dünya ve ahiret endişelerine kefil olur!" buyurdu.
Beyhaki de Şüabü'l-îmân adlı kitabında Enes'ten rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.v.) bir hadislerinde: "Bana Cebrâi geldi ve: "Bir adam ki sen onun yanında anıldığın halde sana salât okumaz, böylesinin burnu yerlerde sürtülsün!" diye söyledi."
Kâdi İsmail Hasandan rivayet eder: Peygamberimiz bir hadislerinde: "Bir topluluk ki, benim adım onların yanında anıldığı halde bana salât ü selâm getirmezler; işte onlara cimrilik olarak bu yeter!"
el-lsbehani'nin Enes'ten rivayeti de şöyledir: Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Bana salât ü selâm getiriniz! Biliniz ki bu sizin için günahlarınıza bir keffarettir ve mânevi bir temizliktir!"
(Kâdi ismail ile El-îsbehâni'nin Ebû Hüreyre'den sevkettikleri bir rivayet de, bu manadadır.)
El-îsbehâni'nin Halid bin Tahmân'dan bir rivayeti de şöyledir: Peygamber (s.a.v.): "Bana bir defa salat ü selâm getiren kişinin, yüz haceti bitirilir!" buyurdu.
Yine Kadı îsmâtl ile Beyhakî Ebû Said'den şöyle naklederler: Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Bir topluluk ki, toplanıp dağılırlar. Fakat bana salât ü selâmda bulunmazlar. Bu, şüphesiz bu topluluklar için kıyamet gününde müthiş bir pişmanlığa sebep olacaktır! Cennete girseler bile, yanıp yakılmaktan kurtulamayacaklardır! Zira orada, bana salât ü selâm getirmenin ne kadar sevaplı bir amel olduğuna iyice muttali o-lacaklardır."
El-îsbehânî, Ebû Bekir el-Sıddîk'ın şöyle dediğini nakleder: Pey-gamber'e (s.a.v.) salât ü selâm getirmek, köle âzâd etmekten daha se-vaplıdır! Bizzat Peygamber Efendimiz'i hakkıyla sevmek ise; canı Allah yolunda kurbân etmekten bile sevâblıdır!"
Bezzâr ile el-îsbehânî Câbir bin Abdullah'tan, onun şöyle dediğini naklederler: Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu: "Beni, devesi üzerinde yolculuk edenin devesine astığı su destisi gibi tutmayınız! Zira bu yolcu-kişi, böylece suyunu yanma alır, susadı mı, suyunu alır içer, sonra yerine kor. Abdest alacağı zaman su kabını alır, işini bitirince tekrar onu yerine kor. Eğer suyu artarsa "nasıl olsa arttı ve lâzım da olmayacak" diyerek fazlasını döker; Siz beni, duanızın evvelinde, ortasında ve âhirinde salât ü selâmlarınızla anınmz!"
El-lsbehânî'nin Ali bin Ebû Tâlib'ten rivayeti de şöyledir: "Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Yapılan dualar ile semâlar arasında mutlaka perde vardır! Dua eden kişi bana ve benim âlime salât ü selâm getirince, işte bu perdeler yırtılır ve dua, semâlara yükselir. Eğer böyle yapmazsa, duası geri döner."
Tirmizı Ömer bin el-Hattâb'tan nakleder. O şöyle demiştir: "Yapılan dua, semâ ile arz arasında durur. Dua eden kişi Allah Resûlü'ne salât ü selâm getirmedikçe, duası semâya yükselmez..."
(Bu mânada bir haber, Saîd bin el-Müseyyeb'ten de rivayet edilmiştir.)
Taberânî güzel bir senedle Ebu'd-Derdâ'dan şöyle nakleder: Bir hadislerinde Peygamber (s.a.u.) buyurdu: "Kim, günün sabahında ve akşamında bana onar defa salât ü selâm getirirse, şefaatim kıyamet gününde ona yetişir!"
Beyhakî Şüab'ta Enes'ten nakleder: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Cuma gününün gecesinde ve gündüzünde bana salât ü selâmı çokça getiriniz! Kim bunu yaparsa, kıyamet gününde ben onun için şâhid ve şefaatçi olurum!"
Taberânî Abdurrâhman bin Semura'dan nakleder. O şöyle der: Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Ben, Sırat üzerinde titremekte olan birini gördüm. Bu adam benim ümmetimdendi. Bana getirdiği salât ü selâmları gelip ona şâhid oldular. Böylece onun titremesi geçip sükûna erdi."
Deylemî'nin de Enes'ten bir rivayeti var. Buna göre Enes şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.), bir hadîslerinde de şöyle buyurmuştur: "Kim, bana çokça salât ü selâm getirir ise; yarın kıyamet gününde Arş'ın gölgesinde gölgelenecektir!"
îsbehânî'nin îbni Mes'ûd'dan rivayeti de şu şekildedir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Herhangi biriniz abdestini aldığı zaman: "Ben şehâdet ederim ki, Alla'tan başka hiç bir ilâh yoktur! Yine şehâdet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Resulüdür!" diyerek kelime-i şehâdeti okusun! Sonra bana salât ü selâm getirsin. O böyle yaptığı zaman, rahmet kapıları kendisine açılır."
îbni Ebu'l-Hasan el-Meymûnî şu haberi vermektedir: "Bir gün ben, rü'yâmda Ebû Ali el-Hasan bin Uyeyne'yi gördüm. O zaman o vefat etmişti. Ellerinin parmaklarında altın renginde yazılmış bir şey vardı. Bunun ne olduğunu sordum kendisine. O da şu cevâbı verdi: "Bu, Pey-gamber'in (s.a.v.) hadîslerini yazarken, (s.a.v.)'i yazmayı ihmâl etmediğim içindir."
îbni Abdul-Berr şöyle der: Herhangi bir kimsenin, Peygamberin (s.a.v.) adı anıldığı zaman, "Muhammed rahimehullah!" demesi veya "Muhammed merhum" şeklinde söylemesi caiz değildir. Zira Peygamber Efendimiz hakkında, O'nun kendisinin de buyurduğu gibi, salât getirilir. Yâni "(s.a.v.)" denilir. Her ne kadar, salât'ın mânâsı, rahmet ise de, bu böyledir. Sevgili Peygamberimiz'e, sevgi ve saygımızı bu şekilde bildirmekle mükellefiz. "Salât ü selâm" sözü bırakılıp da başka sözlere yönelmek isabetli değildir. Şu âyet-i celîle de bunu te'yîd etmektedir: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Peygamberi çağırmayı (anmayı), aranızda herhangi birinizin diğerini çağırması gibi tutmayınız!..."
îbni Hacer 'in de Şerhü 'l-Buhârî 'sinde pek güzel bir açıklaması var. Şöyle diyor: "İbni Abdü'l-Berr'in bu tevcihi, Kâdî Ebû Bekir bin el-Arabî el-Mâlikî ve Şâfîilerden el-Saydalânî tarafından da benimsenmiş bulunmaktadır. Ebû'l-Kasım el-Ansârî de, İrşâd şerhinde şöyle demiştir: "Eğer bir kimse rahimehullah sözünü, salât ü selâm sözüne ilâveten söylerse caiz olur. Fakat tek başına söylerse caiz olmaz..."
Hanefîler'in el-Zahire adlı fıkıh kitabında da şöyle denilmektedir: "İmâm-ı Muhammed bunu mekruh görmüştür. Çünkü bu, bir noksanlığı vehmettirmektedir. Zira rahmet sözü çoğu zaman, kınanacak bir iş yapılmış olduğunu hatıra getirmektedir."
Evet, Peygamberimiz'in bir özelliği de budur. Bu O'na mahsus olup bir başkası için caiz değildir. Başkaları, yâ bir peygamber'e, yâ da bir meleğe salât edebilirler.
Buharı ve Müslim Abdullah bin Ebû Efvâ'dan rivayet eder. O şöyle der: "Bâzı kavimler zekâtlarım getirdikleri zaman, Peygamber (s.a.v.) onlar hakkında: "Allahümme salli aleyhim! - Allah'ım onlara salât eyle!" diyerek salât ederdi. Babam da kavminin zekâtını getirdiği zaman, Peygamberimiz'in: "Allah'ım, Ebû Evfâ'nm ev halkına salât kıl!" şeklindeki duasına mazhar olmuştu..."
îbni Sa'd, Kâdî İsmail ve Beyhakî Câbir bin Abdullah'tan naklederler: O şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.v.) bize geldiği zaman, benim hanım Peygamberimiz'e hitaben: "Yâ Resûlallah, benim kocam üzerine salât eyle!" ricasında bulundu. Peygamberimiz de: "Allah, senin üzerine ve senin kocan üzerine salât kılsın!" diyerek dua buyurdu.
Yine Kâdî İsmail ile Beyhakî 'nin îbni Abbas 'tan bir rivayetleri var. O şöyle demiştir: "Salât sözünü, ancak peygamber (s.a.v.) hakkında kullanabiliriz. Bizim, erkek veya kadın müslümanlar için dua mâhiyetinde kullanacağımız söz, salât sözü değil, istiğfar sözüdür. Bizler, müslüman kardeşlerimiz için istiğfar ederiz..."
Mezhebimiz âlimleri demişlerdir ki: "Peygamberlerden başkası ü-zerine salât etmek mekruhtur. Bâzıları ise bunun haram olduğunu söylemistir. Cüveynî ise şöyle demiştir: "Selâm salât manasınadır ve Allah, bu iki söz arasını birleştirmiştir. Selam sözü hazırda olana verilir, tek başına gâib olana verilmez. Ancak peygamberler için verilir. Mü'minlerin ölülerine de, dirilerine de hitâb tarzında selam okunur."
Ebû Dâvud ve Nesâî, Umârâ bin Huzeyme tarikiyle onun amcasından rivayet ederler. O şöyle demiştir: Bir gün Peygamber (s.a.v.), ârâbîlerden birinden bir at satın almıştı... Peygamberimiz ona: "Haydi benimle gel de parasını vereyim!" demiş. Peygamberimiz önde, ârâbı arkada giderlerken, ârâbî gecikmiş ve arkada kalmış... Ar âbı yedip giderken, görenler: "Bu ata şu parayı verelim, bize satar mısın?" diye takılmışlar. Tabîi bunlar, bu atın Peygamberimiz'e satıldığını bilmiyorlarmış. Peygamberimiz'de hayli önde gidiyorlarmış. Derken satın almak isteyenler Peygamberimiz'in verdiği fiyattan daha fazla fiyat teklif e-derler. Bunu üzerine ârâbî, Peygamberimiz'e nida ederek: "Sen bu atı gerçekten satın aldı isen al, değilsen ben onu satıyorum!" der. Peygamberimiz, ârâbînin nidasını duyunca bekler ve ârâbî O'nun yanma gelir. Bu sırada Peygamberimiz: "Ben senden bu atı satın almamış mıyım?" buyurur. Arâbî: "Hayır, vallahi ben sana bu atı satmadım!" der. Peygamberimiz de kararlı olarak: "Ben senden bu atı satın aldım!" buyurur. Derken insanlar araya girer. Arabî: "Satmadım-" der. Peygamberimiz de "satın aldım" der. Nihayet ârâbî: "Sattığıma dâir şahidini getir!" demeye başlar. Oraya toplanan müslümanlar da: "Yazık sana! Hiç Resûlüllah hak olandan başkasını söyler mi?" diyerek ârâbîye çıkışırlar. Derken o-raya Huzeyme gelir ve durumu öğrenince: "Senin bu atı Resûlüllah'a sattığına dâir ben şâhidlik yapıyorum!" der. Resûlüllah ise Huzeyme'ye dönerek: "Sen, neye dayanarak şahitlik yapıyorsun?" buyurur. Huzeyme de: "Ey Allah'ın Resulü, ben bu hususta senin doğru söylemiş olduğunu asdîk ederek şahitlik yapıyorum!" cevabım verir. Bunun üzerine Peygamberimiz, Huzeyme'nin şahitliğini iki şahit yerine tutarak neticeye bağlar."
(Bu olayla ilgili Ibni Ebû Üsâme'nin Nûmân bin Beşîr'den olan rivayetinde ise, ifâde biraz farklıdır ve şöyledir: "Peygamberimiz: "Ey Huzeyme, biz senin şahitlik yapmanı istemedik. Sen nasıl şahitlik yapıyorsun?" buyurdu. Huzeyme de: "Biz senin semâdan getirdiğin haberi tasdik edip dururken, şu ârâbiye karşı mı seni tasdik etmiyeceğiz!" cevâbını verdi. îşte islâmda, Huzeyme'nin şahitliği, iki kişinin şahitliği yerine tutulmuştur ve bu Huzeyme'ye mahsustur.
Buhârt'nin Târih'inde Huzeyme'den rivayeti şöyledir; Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Huzeyme, her kimin lehine veya aleyhine şahitlik e-derse; o hususta Huzeyme'nin şahitliği yeterlidir!"
Buharı ve Müslim Berâ bin Azib'ten rivayet eder. O şöyle demiştir: "Kurban bayramı gününde Resûlüllah (s.a.v.) bize hitâb edip: "Her kim bizim şu namazımızı kılar, kurbanımızı keserse; kurbanını vaktinde kesip edâ etmiş olur! Her kim de namazdan evvel kesecek olursa, o, kurban değil, yiyeceği ettir. (Kurban sevabı yoktur.)" Bu sırada Ebû Berede bin Neyyâr ayağa kalkıp: "Ey Allah'ın Resulü, ben namaza çıkmazdan Önce kesmiştim. Ve ben bugünün, yeme-içme günü olduğunu düşünerek acele etmiş oldum. Kendim yedim ve halkıma ve komşularıma da yedirmiştim" dedi. Peygamberimiz ona: "Bu, et için bir koyun kesmedir!" buyurdu. O da dedi ki: "Benim yaşını doldurmamış bir oğlağım var. Eti de iyi... Bunu kurban olarak kessem olur mu?" Peygamberimiz ona cevaben: "Evet olur. Fakat senden sonra bir başkası için caiz olmaz!" buyurdu.
îbni Sa'd ve Hâkim Umara binti Abdurrâhman'dan rivayet eder. O da Ebû Huzeyfe'nin eşi Sehle'den nakleder. Sehle şöyle demiştir: "Bir-gün ben, Ebû Huzeyfe'nin âzadlısı Sâlim'in, ev halkımızdan biri gibi, e-vimize girip çıktığını Resûlüllah'a arz ettim. Resûlüllah da bana, Sâlim'i emzirmemi emretti. Ben de onu emzirerek kendime sütkardeş edindim. Ben, Resûlüllah'm emriyle Sâlim'i emzirdiğim zaman, Salim koc aan bir adamdı. Bu olay, Bedir harbinden sonra olmuştu..."
Buharı ve Müslim Ümm'ü Seleme'den rivayetle onun şöyle dediğini nakleder: "Peygamber'in (s.a.v.) eşlerinden (Aişe'den) başkaları, emzirmek suretiyle birisini sütkardeş edinmeyi kabul etmediler ve: "Bu ancak, Resûlüllah Efendimiz'in Sâlim'e mahsûs olmak üzere verdiği bir ruhsat idi" dediler."
îbni Sa'd Ali'den nakleder: Peygamberimiz'in amcası Abbas, Pey-gamberimiz'den, yılım doldurmadan zekâtını verip veremeyeceğini sordu. Peygamberimiz de kendisine ruhsat verdi."
(Yine îbni Sa'd, Hakem bin Uyeyne'den nakleder: Peygamber (s.a.v.), amcası Abbas'ın, yılım doldurmadan, iki senelik zekâtım vermesi için izin verdi.)
îbni Sad, Cafer bin Muhammed'den nakleder. O da babasından şöyle demiştir: "Ümmü Eymen, Peygamber'in (s.a.v.) yanına geldiği zamanlarda, "Selâmün aleyküm" diyemezdi de, "Selâmün lâ aleyküm" derdi. Peygamber de (s.a.v.), onun selam yerine bu şekilde söylemesine ruhsat vermiştir."
Yine îbni Sa'd, Münzir el-Sevrî'nin şöyle dediğini naklediyor: "Ali ile Talha arasında bir münakaşa çıktı. Talha Ali'ye: "Senin Resûlüllah'a karşı gösterdiğin cür'et gibisi, doğrusu görülmüş değildir!" dedi. Sebeb olarak da: "Sen, Hz. Peygamberin hem adını verdin, hem de künyesini!" diyordu ve Peygamberimiz'in bunu menettiğini dile getiriyordu. Ali ise bunun üzerine, Kureyş'ten bâzı kimseleri çağırdı ve onlara hitaben: "Peygamber Efendimiz'in bana: "Ey Ali, senin ileride bir oğlun olacak ve sen ona, benim adımı ve künyemi vereceksin!" dediğini ve "bu, ümmetlerimden başkaları için caiz olmaz!" buyurduğunu sizler işitmediniz mi?" diyerek bir soru yöneltti. Kureyşliler de buna şahitlik ettiler."
îbni Sa'd'ın Münzir el-Sevrî'den diğer rivayeti ise şöyledir: "Ben, Muhammed bin Hanefiye'nin şöyle dediğini işittim: "Bu, Ali'ye mahsustu. Ali bunu Peygamberimiz'e sormuş ve O'nun iznini almıştı..."
Bu, Peygamberin (s.a.v.) bir özelliği olup başkaları için caiz değildir, îbni Cerîr'in nakline göre, Ali bin Zeyd, bu hususta şöyle demiştir: "İlgili âyet gereğince, Peygamber (s.a.v.)'in aralarında kardeşlik akdi te'sîs ettiği kimseler, araya akrabalığı olan birinin girmemesi hâlinde birbirine vâris olurdu. Fakat bugün bu caiz olmaz... Artık bu, Peygam-berimiz'den sonra sona ermiştir. Hiçbir kimse, O'ndan sonra böyle bir akid ve işlem yapamaz..."
Mezhebimiz âlimleri demişler ki: "Medine'de namazını kılan bir müslüman hakkında Resulüllah'ın Mihrabı, Mekke'deki Kabe gibidir. Yâni kıblesi, kesin Resulüllah'ın mihrabının yönüdür. Hiçbir şekilde, mihrabın gösterdiği yönden başkasını kıble olarak kabul edemez. Keza Resûlüllah'ın namaz kıldığı ve kıblesi belli olan diğer yerlerde de durum aynen böyledir. Hiç bir müslüman, kendi içtihadıyla oralarda farklı olarak bir kıble tayinine kalkışamaz! Resulüllah'ın tâyîn buyurduğu kıbleden ne sağa, ne de sola ayrılamaz! Bunun dışındaki yerlerde ise, kıbleyi ictihâd ile tâyîn etme imkânı ve cevazı vardır. İleri sürülen vecihlerin en sıhhatli olanı budur."
Peygamberimiz'in yasakladığı, imamın oturarak namaz kıldırması değil, imâm oturarak namaz kıldırırken, arkasındaki cemâatin ayakta olmasıdır. (Yani cemaatte oturarak namazını kılacaktır.)
Nitekim, Abdullah bin Zübeyr'in de orucunda visal yaptığı rivayet edilmiştir. Peygamberimizin visali yasaklamış olması ise; benim anlayabildiğim kadarıyla, bunun ümmetine farz olmasından korkmasındandır. Nitekim Ramazan gecesinin teravih namazıyla edası sırasında da böylece korkmuştu da, teravihi cemaatle kıldırmayı terketmişti. Ne zaman ki, Peygamberimiz ahirete göçtü ve bu suretle vahiy gelip de farz kılınma tehlikesi kalmadı. Ümmetin ulemasından bazıları da, kendi iradeleriyle oruçlarında visal yapmış oldular.
Şazeliye ve benzeri Sofiye tarîkatleri; bilindiği gibi hep sonradan zuhur etmiş birtakım husûsî yollardır. Belli şahıslara nisbeti bulunan tarikatlerdir. Umumiyet itibariyle, bu sofiye tarîkatlerinin ıslama hizmet ettikleri kolayca söylenip, isbât edilemez... Bilakis rnüslü-manların bölünüp yollarını şaşırmalarına sebeb olmuşlardır. İslâm'da ise Muhammedî ve Kur"ânî tarîkatten başka bir tarîkat yoktur! Bu da şüphesiz Yüce Allah'ın biz müslümanlara emrettiği tarîkattir. Nitekim bir âyet-i celîlesinde şöyle buyurmuştur: "İşte benim doğru yolum! Sizler ona uyun, başka yollara uymayınız ki, sizleri Allah'ın yolundan ayırmasın." (En'âm, 153)
Allâme fbni Kesîr şöyle der: "Gerçekten Peygamberimiz, ganîmet malları taksîm edilmeden önce, dilediği şeyi kendisi için ayırma hakkına sâhıb idi. Köle, câriye, at, kılıç ve benzeri şeylerden İstediğini alırdı. Nitekim Muhammed Ibni Şîrîn, Amir el-Şa'bî, bunlara tabî olan büyük bir âlimler çoğunluğu; hep böyle demişlerdir. Imâm-ı Ahmed, Tirmizi, Ebû Dâvud ve Nesâîgİbi hadîs imamları da, buna dâir hadîsler rivayet etmişlerdir."
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/477-479.
Ahzab suresi, 36
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/487-488.
Fakat bundan, Zeyneb'in diğerlerinden üstünlüğü lâzım gelmez... Şüphesiz Aişe ve Hatîce, Peygamberimiz'in en üstün ve eşsiz eşleridirler.
Nİtekim Peygamber (s.av.) sahih bir hadîslerinde aynen şöyle buyurmuştur: "Kişinin, nafakası kendisine âit olanlara gereği gibi bakmaması, günâh olarak ona yeter!"
Ebû Bekir bunu, Fâtıma validemizin kendisinden, babasından kalan mîrâsı istemesi üzerine söylemişti.
Bu, sahih bir tevcîh değildir. Zira Peygamberler kabirlerinde, bizim anladığımız mânâda diri değillerdir. Onlar da diğer beşerin öldükleri gibi gerçekten ölmüşlerdir. "Peygamberler kabirlerinde diridirler" demek, alelitlâk doğru değildir. Nitekim Yüce Allah kitabında: "Şüphesiz, her nefis ölümü tadıcıdır!" buyurmuştur. (Al-i İmrân. Bir âyetinde de: "Sen de öleceksin, onlar da Ölecekler!" buyurur. (Zümer, 30) Binâen aleyh, onların hayatta iken sürdürdükleri tasarrufları sona ermiştir. Artık onlar, teblîğ ve irşâdda bulunamazlar, bir dâvada hâkimlik yapamazlar, müşkil bir meselede fetva veremezler. Birisi bir şey sorsa, onu cevaplandırmazlar, bir emir ve nehiyde de bulunamazlar. Artık bütün bunları, onlar a-dına, onların halîfeleri yapar ve yürütürler. İşte bu sebepledir ki, Hz. Ömer (r.a.), yağmur duasına çıktığı zaman, Peygamberimiz'i değil de, O'nun amcası Abbas'ı vesîle edinmiş ve Şöyle demiştir: "İlâhi! Bizler, Peygamberimiz'm sağlığında sana O'nunla tevessül ederdik, Sen de bize yağmur yağdırırdın! Şimdi ise, Peygamberimizin amcası ile tevessül ediyoruz! Sana hepimiz adına dua edivermesi için onu öne geçiriyoruz! Onun duasını kabûi buyur da, bize yağmurunu ihsan eyle!"
|