Müfessirlerden bir topluluk, yüce Allah'ın kerîm kitabındaki: "...Allah'ın huzuruna durup rükû edenlerle beraber siz de rükû ediniz!" (Bakara, 43.) mealindeki âyeti tefsir ederken şöyle demişlerdir: "Namazda rükû etmenin meşruiyeti, bu ümmete mahsûs birşeydir. Isrâîl Oğullarının kıldığı namazlarda rükû bulunmamakta idi. Bu sebepledir ki, Ümmet-i Muhammedle beraber rükû etmeleri, yüce Allah tarafından kendilerine emredilmiştir."
Ben derim ki: Müfessirlerin bu söylediklerine, Bezzâr ve Taberânfnin Ali'den naklettiği rivayet ile de delîl getirilmiştir. Zira bu rivayete göre Ali demiştir ki: "Bizim edâ ederken kendisine rükû yaptığımız ilk namaz, ikindi namazıdır. Ben, böyle rükû ederek kıldığımız bu ikindi namazından sonra efendimize: "Ey Allah'ın Resulü, bu nedir?" diyerek sormuştum. O da cevaben: "Ben böyle rükû etmekle emrolun-dum" buyurmuştu...
Bununla delîl getirmenin sebebi ve vechi şudur: Peygamberimiz, bu ikindi namazından önce öğle namazını kılmıştı... Ve beş vakit namaz farz kılınmazdan önceleri de, gece namazını ve diğer namazları kılmıştır. Hz. Ali'nin bahsettiği ikindi namazından önce kılman namazların rükû etmeksizin kılınmış olması, daha önceki ümmetlerin namazlarında da rükû olmadığını göstermektedir. îbni Ferişteh de Şerhu'l-Mec'ma' a-dındaki eserinde, Peygamber Efendimiz'in: "Her kim bizim kıldığımız namazı kılar, bizim kıblemize dönerse, o kişi bizdendir!" mealine gelen hadîslerinden bahsettiği yerde, şu açıklamayı yapmıştır: "Sevgili peygamberimiz, burada; "Bizim kıldığımız namazı kılarsa" derken, cemâatle kılman namazı kasdetmiştir. Zira münferiden namaz kılmak, bizden önceki ümmetlerde de vardır."
Onun bu sözünden de anlaşılıyor ki, cemâatle namaz kılmak da Peygamberimiz'in (ve dolayısıyla bu ümmetin) bir özelliğidir."
Beykakî'nin Sünen'inde Aişe'den rivayeti şöyledir: Peygamber (s.a.v.) bir hadîslerinde buyurdu ki: "Yahudiler bizim hakkımızda şu üç şeyi kıskandıkları gibi, başka bir şeyi kıskanmış değillerdir: Selamlaşmak, amîn demek, bir de namazımızdaki "Allahümme Rabbena lekel-hamd!" duamızdır!"
Bu hususta da Said bin Mansûr'un Şeddâd bin Evs'ten rivayeti var. O demiştir ki: "Peygamber (s.a.v.) bir hadîslerinde aynen şöyle buyurmuşlardır: "Yâni ayaklarınızda nâleyniniz (ayakkabılarınız) bulunduğu halde namaz kılınız ve bu suretle yahûdîlere muhalefet ediniz!"
Ebû Dâvud ile Beyhakl, bu hadîsi şu lafızla rivayet etmişlerdir: "Yahûdîlere muhalefet ediniz! Zira onlar, mestleri veya ayakkabıları a-yaklarında iken namaz kılmazlar."
Peygamber'in (s.a.v.) bir özelliği de, O'nun mihrabda namaz kılmayı kerîh görmüş olmasıdır. Halbuki daha önceleri mihrabda namaz kılmakta idi. Nitekim ilgili bir âyet-i celîlede şöyle buyurulmaktadır: "Zekeriyâ mihrabda durmuş namaz kılarken, melekler kendisine nida ettiler..."
Peygamberimizin Bir Özelliği De, La Havleyı Okumak, Musibet Anında İstirca'da Bulunmak, Namaza Tekbir İle Başlamaktır
Evet, Peygamberimiz'in özelliklerinden bâzıları da bunlardır: İnşân kendisini daha da güçsüz hissedince veya sırf Allah'ı zikir için "lâ havîe"yi okumak, bir musibet zamanında istirca'da bulunmak ve namaza iftitâh tekbîri ile başlamaktadır. "Lâ Havle..."yi okumak ki, buna kısaca Havkala da denilir, gerçekten bu ümmetin bir özelliği olmuş ve Resûlüllah tarafından: "Bana bu, cennet hazînelerinden bir hâzine olarak verildi" buyurulmuştur. Çok büyük bir zikirdir ve ilâhî bir hazînedir ve tamâmı şöyledir:
"Lâ havle velâ kuvvete illâ billahi'l-aliyyi'l azîm"
"Ben kendisinin vereceği güç ve kuvvet dışında hiçbir güç ve kuvvet bulunmayan, sonsuz güç ve büyüklük sahibi ve çok yüce bulunan Allah'a sığınırım!" demektir. (Ve bu "Lâ Havle..."yi okumaktan maksat da budur. Yoksa, güç ve kuvvetin insana verilmiş bulunanının tamâmım inkâr etmek değildir.)
"Bir cennet hazînesi" bulunan "Lâ Havle..." yi okumakla ilgili bâzı hadîsler, "Peygamberimiz'in Göğsünün Açılması" bölümünde ve duyulacak bir sesle Allah'ı zikretmek kısmında geçmişti... Şimdi isti â ile ilgili hadîsi verelim!
Taberânı'nin Îbni Abbas'tan rivayet ettiği bu hadîs ise aynen şöyledir: "Ümmetime, daha önceki ümmetlerden hiç birine verilmemiş olan bir şey verilmiştir! Bu da, bir musibet zamanında: "Bizler; mülk, mahlûk ve kullar olarak Allah'a âit bulunuyoruz! O, üzerimizde dilediği gibi tasarruf eder! Dilerse tatlı, dilerse acı verir... isterse verir, isterse alır... Biz sonunda O'na dönüp yaptıklarımızdan ve yapmadıklarımızdan mutlaka hesab vereceğiz! O ise, acılara karşı sabredip dayanmayı ve sabırlı olmayı çok sever! Ayrıca bunun da büyük mükâfatını elbette verir!..." diyerek O'na sığınmaktır."
Abdurrezzâk ve Îbni Cerîr Tefsîr'lerinde Saîd bin Cübeyr'in şöyle dediğini rivayet ederler: "Bu ümmetten başkasına, musibet zamanında: "Innâ lillah..." demek verilmemiştir. Baksanıza Yâkûb (a.s.), oğlu Yu-sufu kaybetme musibeti üzerine: "...Yâ esefâ alâ Yûsufa..." diyerek kendini teselliye çalışmıştır."
Yine Abdurrezzâk, Muammer tarikiyle, Ebân'ın şöyle dediği haberini nakletmiştir: "Namaza tekbîrle başlama, sâdece bu ümmete verilmiş bir özelliktir."
îbni Ebû Şeybe de şu haberi nakleder: Ebu'l-Aliye'ye sormuşlar: "Daha önceleri peygamberler, namaza ne ile başlıyorlardı?" O da şu karşılığı vermiştir: "Onlar namaza, tevhîd, tesbîh ve tehlîl ile başlıyorlardı."
Peygamber Efendimiz'm hususiyetlerinden bâzıları da şunlardır: Ümmetinin istiğfar ile günahlarının bağışlanması, pişman olmalarının tevbe sayılması, kendilerine ve çoluk-çocuklarma harcadıklarının da sadaka sayılması, sevaplarının âhirete saklanmakla beraber dünyada verilmesi, dualarının müstecâb (makbul) olması...
Bu konuyla ilgili pek çok hadîs daha önce ilgili bölümlerde geçmiş olmakla beraber, burada da bâzılarım zikredelim. Bu cümleden olmak üzere, Feryâbî Kaş'tan şu haberi nakleder: O demiştir ki: "Bu ümmete, şu üç haslet verilmiştir ki, bunlar daha önce herhangi bir ümmete verilmiş olmayıp, sâdece peygamberlere verilmiş idi. Bir peygambere: "Sen, açıkça tebliğ et! Üzerine herhangi bir güçlük yoktur. Sen, dua et, duan kabul edilsin. Sen kendi kavminin üzerine şahid de olacaksın!" denilirdi. Bu ümmete ise: "Ve Allah, dinde üzerinize herhangi bir güçlük kılmamıştır!" buyurulmuştur.
Yine buyurulmuştur ki: "Siz, insanlar üzerine şâhidler olasınız diye..."
Bir âyet-i celîlede de şöyle buyurulmuştur: "Siz bana dua ediniz, Ben de sizin duanızı kabul edeyim!"
Nesâî, Hâkim, Beyhakî ve Ebû Nuaym, Ebû Hüreyre'nin, Kur'ân-ı Kerlm'deki: "Musa'ya nida ettiğimiz zaman, Sen Tûr'un yanında değildin..." anlamına gelen âyetiyle ilgili olarak şöyle dediğini naklederler: "Kendilerine nida olunarak denilmiştir ki: "Ey Ümmet-i Muhammed siz Bana dua etmezden Önce duanızı kabul etmişimdir! Siz Benden istemezden önce Ben sizlere vermişimdir!..."
Ebu Nuaym da Amr bin Abese'den nakleder. O der ki: "Ben, yukarıda geçen âyetle ilgili olarak Hz. Peygamber'e sordum ve: "Bu âyette geçen nida ve rahmet nedir?" dedim. O da bana cevaben buyurdu ki: 'Yüce Allah, mahlûkatını yaratmazdan iki bin sene önce bir kitaba yazmış, sonra şöyle nida etmiştir: "Ey Ümmet-i Muhammed, rahmetim ga-dabımı geçmiştir! Ve Ben sizlere istemenizden önce vermişimdir. Bana istiğfar etmenizden Önce, günahlarınızı bağışlamış imdir, içinizden her kim bana, "Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed (a.s.) da Allah'ın kulu ve resulüdür" demiş ve buna kalbten inanarak şehâdet getirmiş o-larak gelecek olursa, ben onu mutlaka cennete korum!"
Ahmed ve Hâkim, îbni Mes'ûd'tan rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Nedamet etmek, tevbedir!"
Bâzı âlimlerimiz, bu hadîsle ilgili açıklama yaparken; "nadim olmanın, tevbe etmek demek oluşu" bu ümmete mahsûs bir şeydir. Daha önceki ümmetlerde böyle değildi" demişlerdir.
icabet saati, Kadir gecesi, Ramazan ayı, Ramazan ayındaki beş haslet (ki bunlar, günahların affına vesiledir), kurban bayramı, kurban kesmek, kabirde cenaze için sapma açılması, oruca imsak vakti sahur yemeği yiyerek başlamak, orucu akşam olur-olmaz açmak, şafak vaktine kadar oruç bozan şeylerin serbest olması, arefe günü, arefe gününün o-rucunun iki senelik günâha keffâret oluşu...
Allâme Konavî Şerhu'l-Mühezzeb adlı eserinde şöyle der: "Kadir gecesi, bu ümmete mahsûs bulunan bir fazilettir! Allah Teâlâ, onun şerefini artırsın, çok da şerefli bir gecedir. Bu, bizden önceki ümmetlerde yoktu..."
îmâm Mâlik Muvatta' adlı kitabında şöyle der: Bana ulaşan habere göre, Peygamber'e (s.a.v.) kendinden Önceki ümmetlerin ömürleri gösterilmiş, onların ömürlerinin çok uzun olduğunu görünce kendi ümmetinin kısa olduğuna, ümmetinin önceki ümmetlerin ameline ulaşamıyacakla-rına üzülmüş... Yüce Allah da, O'na ve ümmetine Kadir Gecesini vermiştir ve lütfettiği bu Kadir Gecesinin, "bin aydan hayırlı olduğunu" bildirmiştir."
Bu haberi destekleyen diğer bazı haberlerde bulunmaktadır. Ben bunları, el-Tefsirü'1-Müsned adlı kitabımda açıklamış bulunuyorum.
Deylemî Enes'ten şöyle rivayet eder: Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Allah, ümmetime Leyle-i Kadr'i lütfetti. Bunu daha önceki ümmetlere vermiş değildir."
Îbni Cerîr de Atâ'nın, "Oruç üzerinize yazıldı, sizden Öncekilerin üzerine yazıldığı gibi..." mealindeki âyetle ilgili olarak şöyle dediğini kaydeder: "Yâni üzerinize her ayın üç gününde olmak üzere oruç farz kılınmıştır." Ramazan ayı'nın orucu farz kılınmazdan önce insanların tuttuğu oruç bu idi. Sonra Allah, Ramazan orucunu farz kıldı."
Yine îbni Cerîr el-Süddî'nin, yukarıdaki âyetle ilgili olarak şöyle dediğini nakletmiştir: "Bizden öncekiler, nasrânüerdir. Onların üzerine de Ramazan Orucu farz kılınmıştı. Fakat onların, uyuduktan sonra yemeleri ve içmeleri yasaktı. Sonra Ramazan boyunca hammlarıyla yatmaları da yasaklanmıştı. Bu kendilerine zor geldiği için, toplanıp bir karara vardılar. Bu karara göre, her sene Ramazan Oruçlarını, yılın ilk baharında tutacaklardı ve bu yaptıklarına karşı bir keffâret olmak üzere de, oruca yirmi gün daha ilâve ettiler... Müslümanlar da ilk yıllarında Ramazan oruçlarını, bu şekilde tutuyorlardı. Nihayet Ebû Kays bin Sarma ile Ömer bin el-Hattâb'm olayları meydana geldi. Bundan sonra Yüce Allah, işi kolaylaştırıp hafifletti. Yâni oruç gecelerinde müslü-manlarm, imsak vaktine kadar yeme-içmelerini ve hanımlarına yaklaşmalarını helâl kıldı."
Bizim Ramazan orucumuzun keyfiyeti ve bâzı özellikleri bulunmaktadır. Bunlar da bir rivayete göre beş tanedir. El-Esbahânfnin el-Terğîb adınd ki kitabında bu hususla ilgili Ebû Hüreyre'den rivayeti şöyledir: "Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Ümmetime Ramazan'da beş haslet verilmiştir. Bunlar, daha önceki ümmetlere verilmemiştir. Şöyle ki:
1- Oruç tutanın ağız kokusu, Allah indinde misk kokusundan daha hoştur!
2- Orucun iftar vaktine kadar melekler kendileri için istiğfar e-derler.
3- Şeytanların azgınları hapsedilir de diğer günlerde verdikleri zararı veremez olurlar.
4- Her gün cennetin süslenmesine ve kendisine layık olanlar için hazırlanmasını yüce Allah emreder...
5- Ramazanın son gününde Ümmet-i Muhammed'in günahları bağışlanır."
Peygamberimiz bu müjdeyi verdikleri zaman, ashâb: "Ya Resulal-lah, bu son gün, Kadir Gecesi midir?" diye sordular. Peygamberimiz de: "Hayır. Fakat bilirsiniz ki, bir işi yapan, işi bitirdiği gün onun ecrine nail olur" buyurdular.
Hâkim sahihtir kaydiyle îbni Ömer'den şöyle rivayet eder: "Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Ben, Kurban Bayramı ile emrolundum ve Allah bunu, bu ümmete lütfetmiştir."
Müslim'in Amr bin el-As'tan rivayeti de şöyledir: Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu: "Bizim orucumuz ile ehl-î kitabın orucu arasındaki fark, sahur yemeğidir!"
Ebû Dâvûd ve îbni Mâce, Ebu Hüreyre'den rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.) buyurdu:
"Müslümanlar, iftarlarını te'hîr etmedikleri müddetçe, bu dîn zahir (açık ve sâf) olarak devam eder! Biliniz ki yahûdîler ve nasranîler oruçlarım te'hîr ederler..."
Kütübü Sitte'nin (Buharî ile Müslim dışında kalan) dördü, îbni Abbas tarikiyle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Kabirlerdeki lahd bize, şakk da bizden başkalarına emredilmiştir!"
Ahmed, Cerîr bin Abdullah el-Becelî'den şöyle rivayet etmiştir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Lahd bizim içindir, şakk da ehl-i kitâb i-çindir."
Müslim de Ebu Katâde'den şöyle rivayet eder: "Bir gün Peygam-ber'e (s.a.v.) Aşûrâ Orucunu sordular. Peygamberimiz de cevâbında: "Geçmiş senenin günahlarına keffârettir" buyurdu. Arefe Gününün o-rucunu da sordular... O da: "Arefe Günü Orucu, hem geçmiş senenin, hem de gelecek senenin günahlarına keffârettir" buyurdu. Alimler derler ki: "Bunun böyle olması, Arefe Gününün (ki Kurban Bayramından bir gün öncesidir), Peygamberimize ait bir gün olmasındandır. Aşûra Günü ise, Mûsâ (a.s.)'ın günüdür... Böyle olunca, Peygamberimizin sünneti, Mûsâ (a.s.)'ın sünnetinden afdal olmuştur. (Hattâ bu Arefe Günü, senenin bütün günlerinden daha faziletli bir gün olmuştur.)
Hâkim'in Selmân'dan olan rivayeti de buna yakın durumdadır. Buna göre Selmân şöyle demiştir: Ben Peygamber'e (s.a.v.) dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben Tevrat'ta, yemeğin bereketinin yemekten evvel elleri yıkamak olduğuna dâir bir şey okumuştum?" O da buyurdu ki: "Yemeğin bereketi, yemekten evvel ve sonra elleri güzelce yıkamaktır."
Yine Hâkim, Aişe'den merfûan şöyle rivayet eder: “Yemekten evvel elleri yıkamak, bir hasenedir! Yemekten sonra yıkamak ise,
Peygamberuniz'in bir özelliği olarak bu ümmette, namazda konuşmak haram, oruç iken konuşmak ise serbest kılınmıştır. Önceki ümmetlerde ise bunun tersine idi.
Saîd bin Mansûr Sünen adlı kitabında Muhammed bin Ka'b el-Kurazî'den şöyle rivayet eder: "Peygamber (s.a.v.) Medine'ye hicret ettiği zaman, insanlar namaz kılarken bâzı ihtiyaçları hakkında konuşabiliyorlardı. Nitekim dana Önceki ümmetlerden yahûdîlerde de durum böyle idi. Nihayet, "...Tam bir bağlılık ve saygı ile Allah'ın huzuruna durunuz!" mealindeki âyet indi de namazda konuşmak haram oldu."
îbni Cerîr de Îbni Abbas'ın yine bu âyetle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet eder: "Yani ehl-i dînden olan herkes Allah'ın huzuruna durur... Fakat sizler, tam bir huzur ve saygı ile Allah'ın huzuruna durunuz! Onlar gibi namazdayken konuşmayınız!..."
îbni Arabî, Tirmizî'nin Sünen'i üzerine yazdığı şerhde der ki: "Bizden önceki ümmetler; oruç tutarken yemekten ve içmekten sakındıkları gibi, konuşmaktan da sakınırlardı. Bu suretle büyük bir zorluk içinde kalırlardı. Yüce Allah, bu ümmete lütfedip kolaylık ihsanında bulundu. Oruç ibâdetini günün gündüz vaktine tahsis buyurdu, oruçlu iken konuşmayı da serbest kıldı."
Evet, Peygamberimiz (s.a.v.), ümmetinin bu muvaffakiyet ve mahzariyetleriyle de büyük bir özellik kazanmıştır. O'nun ümmetinden başka ümmetlerde bu mahzariyetler bulunmamaktadır. Bu mahzari-yetler, daha önceki ümmetlerin sâdece peygamberine verilmiştir. Bu hususla ilgili bir âyet-i celîlede şöyle buyurulmaktadır: "Siz, insanlar i-çinden çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz..."
Yine bu hususla ilgili bir âyet-i celîlesinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun biz Kur'ân'ı hatırlamak ve öğüt almak için kolaylaştırdık!...
Yüce Allah'ın bir âyet-i celîlesi de şu mealdedir: "Allah; bu Kur'ân'dan önceki kitaplarda da, bu Kur'ân'da da size "müslümanlar" adını vermiştir."
Bu konuda Ahmed'in, hasendir kaydiyle TirmizVnin, İbni Mâce'nin ve Hâkim'in, Muâviye bin Hayda'dan naklettikleri rivayet de şöyledir: Ben, Peygamber'in (s.a.v.), Kur'ân-ı Kerîm'deki: "Siz, insanların hayrı için çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz" mealindeki âyet-i celîle ile ilgili olarak şöyle dediğini duydum: "Ey benim ümmetim! Sizler, geçmiş ümmetlerin sayısını yetmişe tamamlayan bir ümmetsiniz! Ve bütün bu ümmetlerin Allah yanında en hayırlı ve en sevgili olanı da sizsiniz!"
îbni Ebû Hâtim'in rivayetine göre, Ubeyy bin Ka'b şöyle demiştir: "Allah'ın gönderdiği peygamberi ve o peygamberi ile ulaştırdığı dîni kabul etmekte, en iyi ve en musbet davranan; bizim ümmetimiz olmuştur ve bu ümmet, bu sebeble bütün ümmetlerin en hayırlısı olma şerefine ermiştir."
îbni Râhûye'nin Müsned'inde, îbni Ebû Şeybe'nin de el-Musannefinde Mekhûl'dan naklettikleri bir haber var. Buna göre Mekhûl şöyle demiştir:
"Ömer (r.a.)'in bir yahûdîde alacağı vardı. Birgün bu alacağını istemeye gitti... Adam Ömer'i oyalamak istedi ve ağır davrandı. Ömer: "Muhammed'i bütün kullarından şerefli kılan Allah'a yemîn ederim ki, alacağımı almadan buradan ayrılmam!" diye yemin etti. Yahûdî de şu karşılığı verdi: "Ben de Allah'a yemin ederim ki, Allah Muhammed'i bütün kullarından daha şerefli kılmamıştır!" Buna sinirlenin Ömer yahûdîye bir tokat attı... Yahûdî de, Hz. Peygamberce giderek durumu anlattı ve Ömer'i şikayet etti. Peygamberimiz de Ömer'e hitaben: "Sen bu adamın gönlünü alıp kendini ona bağışlatın alısın, yâ Ömer" buyurdu. Yahûdîye hitaben de:
"Bilesin ki, Adem Safiyyullah'tır, îbrâhîm Halîlüllah'tır, Mûsâ Neciyyullah'tır, Isâ da Rûhullah'tır!... Ben ise, Habıbullah'ım! Ey Yahûdî, unutma ki, Allah; kendi isimlerinden iki isimle de benim ümmetimi isimlendirmiş ve onlara "müslümanlar" ve "mü'minler" demiştir. Ey Yahûdî, hatırla ki, siz çok faziletli bir günü çok aradınız, fakat bulamadınız! O, bizim Cûmâmızdır! Sonra sizin gününüz, sonra nasaranın günü gelmektedir. Evet siz, ümmet olarak bizden Önce gelmişsiniz. Fakat biz sonra gelip öne geçen bir ümmetiz! Bil ki, ben cennete girmeden diğer peygamberler; benim ümmetim cennete girmeden de diğer ümmetler cennete giremeyeceklerdir!"
Peygamber Efendimiz'in Özelliklerinden biri de, sarığına püskül yaparak sarkıtması ve belden aşağı izâr giyinmesidir. Bu husustaki haber ve rivayetler, Peygamberimiz'in Tevrat ve İncil'de zikredildiğine dâir haberler meyâmnda geçmiştir ve orada, O'nun ümmetiyle ilgili haberde: "...Ve onlar, bellerinden aşağı izâr giyinirler..." diye zikredilmişti.
Bu şekilde giyinmenin, meleklerin sîmâsı ve kıyafeti olduğuna dâir de bir haber bulunmaktadır. Bu haberi Deylemî Amr bin Şuayb tarikiyle onun babasından, o da onun dedesinden nakleder. O şöyle demiştir: "Resûlüllah (s.a.v.) bir hadîslerinde şöyle buyurdular: "Sizler, belden a-şağıya izâr giyininiz! Ben meleklerin, Rab'lerinin huzurunda bu şekilde giyinmiş olarak saf tuttuklarını gördüm... Ve bu izârı, bacaklarınızın diz kapağı ile topuk kısmının ortasına kadar da uzatınız. Bundan fazla uzun da yapmayınız..."
tbni Asâkîr'in rivayeti de Aişe'den. O şöyle diyor; "Peygamber (s.a.v.), Abdurrahman bin Avf m başına sarığını sarıverdi ve sarığından bir miktarını püskül gibi sarkıttı. Sonra: "Ben melekleri böyle sarıklı gördüm" buyurdu.
Meşkûr îbni Teymiye'nin bu hususta bir tevcihi var... O şöyle der; "Sarığın ucunu püskül yapıp omzundan arkaya doğru sarkıtmanın hikmeti; Peygamber (s.a.v.) (rü'yâsında), yüce Allah'ın tecellîsine mazhar olduğu zaman; "Bu sırada Rabbim, elini iki omzumun arasına koydu" diye ifâde buyurduğu hususu kendince bu şekilde şereflendirmek, ke-remlendirmek istemesidir."
Hafız Irâkî ise, onun bu tevcîhini, "ben, bu hususta bir nass ve nakil görmedim" diyerek red etmek istemiştir."
Peygamberimiz'in Özelliklerinden bâzıları da şunlardır: O'nun ümmetinden, daha önceki ümmetlerin üzerindeki ağır yük kaldırılmış, önceki ümmetlerin pek çok meşakkatli işleri hafifletilmiş, kendilerine dînde herhangi bir güçlük kılınmamıştır. Hatâ, unutkanlık veya zorlama ile yapılan şeylerin mes'ûliyeti üzerinden kaldırılmış, sırf içinden düşünmek sebebiyle günaha girmiş olmak da üzerinden kaldırılmıştır. O'nun ümmetinden her kim, içinden bir günâhı işlemeyi geçirmiş olsa da işlemese, bu kendisine günah olarak yazılmaz, üstelik Allah için vazgeçmiş olursa bir sevap yazılır. Fakat bir iyiliği yapmayı niyet ettiği halde yapmamış olursa, yine kendisine bir sevab yazılır, eğer yapacak olursa en azından on sevap yazılır.
Yine O'nun ümmetinden tevbe etmiş olmak için kendisini Öldürmesi veya pislik bulaşan bir yerini yıkamayıp kesmesi gibi şeyler de kaldırılmıştır. Zekât mükellefiyeti dörtte birden, kırkta bire indirilmiş, duaları müstecâb kılınmıştır. Haksız yere öldürülen kişinin velîlerine, kısas ile diyet arasında seçim yapma hakkı tanınmıştır. Evlenmede dörde kadar izin verilmiş, câriye nikahlamaya da müsâde edilmiştir.
Önceki ümmetlerde, kişi hanımı ay hâlinde olduğu günlerde hanımını tamamen kendisinden tecrid eder, onunla bir sofrada yemek bile yemezdi. Bu ümmette ise, cinsî yakınlık dışındaki yakınlık ve arkadaşlıklara izin verilmiştir... Birlikte aynı odada kalırlar, aynı sofrada yemek yerler... Yine önceki ümmetlerde kişi yatakta, hanımı ile yüzyüze gelmek şartıyla cinsî muamele yapabiliyordu ve buna çok önem veriliyordu. Bu ümmette ise, kişi isterse, hanımı yüzüstü yatar vaziyette iken de cinsî muamele yeri aynı olmak şartıyla, hanımına yaklaşabilmektedir.
Yine O'nun ve ümmetinin bir özelliği olarak, avret yerlerinin açılması, suret ve heykeller yapılması ve sarhoşluk veren şeylerin içilmesi ise haram kılınmıştır. îşte bütün bunlar da, O'nun özellikleri arasında yer almış bulunmaktadır.
Bu hususla ilgili Kur'ân-ı Kerîm'de âyetler de bulunmaktadır. Bunlardan bazılarını burada (meâlen) zikredelim: Yüce Allah, bir âyetinde şöyle buyurmuştur: "Allah, sizin üzerinize dînde bir zorluk kılmamışlar!"
Bir âyetinde de şöyle buyurulmuştur: "Allah sizin için kolaylık murâd eder, güçlük murâd etmez!..."
Yine Yüce Allah bir âyetinde şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz, eğer unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme!..."
Yine Yüce Rabbimiz bir âyetinde de şöyle buyurmaktadır: "...0 peygamber ki, onların üzerindeki ağırlıkları, sırtındaki zincirleri kaldırıp atar..."
Yüce Allah, bu ümmetin dualarının müstecâb oluşuyla ilgili bir âyetinde ise şöyle buyurmaktadır: "...Kullarım, sana Benden sorarlarsa, şöyle söyle: Ben onlara yakınım! Bana dua ettikleri zaman, dua edenin duasını kabul eder, karşılıksız bırakmam..."
Konumuzla ilgili olarak Feryâbt'nin Tefsîr'inde Muhammed bin Ka'b'tan naklettiği bir haber var... O demiştir ki: "Yüce Allah, beşeriyete gönderdiği nebi ve rasûllerden her birine: "İçlerinde olanı ister gizlesinler, ister açığa çıkarsınlar, mutlaka onları bundan dolayı hesaba çekeceğim!" mealinde bir emrî, muhakkak göndermiştir. Önceki ümmetler nebî veya resullerine gelirler; "Bizler, yapmadığımız bir şeyi sırf içimizden geçirmekle mes'ûl mü olacağız?" diyerek mürâcâtta bulunurlar ve bu yüzden küfür ve dalâletlere düşerlerdi. Bu mealdeki âyet Peygam-ber'e (s.a.v.) indiği zaman, bu müslümanlara da güç gelmişti... Onlar da Peygamber Efendimiz'e mürâcât ederek: "Ey Allah'ın Resulü, bizler yapmadığımız bir şeyi, sırf içimizden geçirmek sebebiyle sorumlu mu o-luyoruz?" demişlerdi. Peygamber Efendimiz de kendilerine: "Sizler, söz dinleyiniz, itaat ediniz ve Rabbiniz'e yönelip Û'ndan isteyiniz" buyurdu. Bundan sonra da "Amener Resulü..." âyetleri indi. Böylece Yüce Allah, sırf içinden konuşmak veya geçirmek suretiyle sorumlu olmayı bu ümmetten kaldırdı. Ancak düşündükleri şeyi bilfiil yaparlarsa başka... Bunda sorumluluk olduğu ise kafidir.
Nitekim ilgili âyette gaye açık olarak: "Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, işlediği kötülük de kendi zararmdadır" buyurulmuştur.
(Bu konuda Müslim ve Tirmizî'nin Ibni Abbas'tan rivayetleri de, aşağı yukarı bu merkezdedir.)
Buharî ile Müslim'in Ebû Hüreyre kanalıyla Peygamber'den (s.a.v.) rivayet ettikleri hadîs-i şerîfise şöyledir:
"Gerçekten Allah, benim için ümmetimin içlerinden geçirdiklerini, ağızlarıyla söylemedikçe veya bilfiil onu yapmadıkça onlardan bağışlamıştır!"
Yine bu konuda, Ahmed, Ibni Hibbân, Hâkim ve îbni Mâce'nin de îbni Abbas'dan bir rivayetleri bulunmakta ve şu mealdedir: "Gerçekten Allah; yanılma, unutkanlık veya zorlama neticesi yapılan işlerden sorumlu olmayı benim ümmetimden kaldırmıştır!"
(Keza îbni Mâce'nin Ebû Zerr kanalıyla yaptığı bir rivayet de, a-şağı yukarı bu merkezdedir.)
Ahmed, Ebû Bekir el-Şâfiî, Ebû Nuaym ve îbni Asâkîr Huzeyfe'den şöyle rivayet ederler: "Bir gün Peygamber (s.a.v.) secdeye vardı. Secdede o kadar çok kaldı ki, bizler gerçekten O'nun secdedeyken ruhunu teslim ettiğini zannettik... Sonra başım secdeden kaldırdı ve şunları söyleyip müjde etti:
"Rabbim bana tecellî buyurup sordu ve: "Habîbim, senin ümmetine nasıl bir muamele etmemi istersin?" dedi. Ben de: "Nasıl dilersen Rabbim! Çünkü onlar senin kullanndandır" dedim. Rabbim bunu bana, tam üç defa sordu. Ben de her defasında aynı cevâbı verdim... En sonunda Rabbim bana buyurdu ki: "Bil ki, Ben seni, ümmetinin hakkında asla utandırmayacağım!" îşte Rabbim bana böyle buyurdu ve ayrıca da, ben cennete girerken benimle beraber ümmetimden yetmiş bin kişinin cennete gireceğini ve bunlardan her bin kişilik grubun arkasında bir yetmiş bin kişilik cemâatin bulunacağını ve böylece hiç hesaba çekilmeden cennete gireceğimizi de müjdeledi!... Sonra bana şefaat verildi: "Habîbîm, sen dua edip iste, duan kabul edilecektir! Şefaatte bulunup iste, şefaatin kabul olunacaktır" Duyurulduğunu haber verdi. Sonra bana, gelmişimin ve geçmişimin bağışlanmış bulunduğunu müjdeledi."
"Ashabım, bilirsiniz ki, benim sadrım da şerh edilmiştir! Bana Kevser verilmiştir. Bu Kevser, cennette bir nehir olup oradaki Havzıma akar... Bana Rabbim, aynı zamanda bir aylık mesafedeki düşmanlarımın kalblerine korku salmak, kuvvetli ve başarılı (muzaffer) olmak gibi özellikler de vermiştir. Cennete ilk girme hususiyeti de bana verilmiştir. Ganimetler ümmetime helal kılınmıştır. Önceki ümmetlere zor gelen pek çok şey, bize helâl kılınıp kolaylaştırılmıştır. Üzerimize dînde bir güçlük kılınmamıştır, işte ben, bütün bunları hatırladım da, böyle uzun bir secdeden başka şükrümü ifâde edecek bir şey bulamadım..."
îbn Münzir Tefsîr'inde ve Beyhakl Şuabiı'l-îmân adlı kitabında îbni Mes'ûd'dan rivayet ederler, O şöyle demiştir: "îsrâîl Oğullarından biri bir günâh işlediği zaman, işlediği bu günâhı için ne gibi keffârette bulunacağı, ertesi günün sabahında kapısının eşiğine yazılmış olurdu. O da ona göre hareket ederdi. Sizin günâhlarınızın keffâreti ise, istiğfar ederek afimizi yüce Allah'tan istemenizdir. Böylece günahlarınız bağışlanmış olur. Ben Allah'a yemîn ederek söylüyorum ki, Allah bize Kur'ân'mda bir âyet indirmiştir, işte bu âyet bana, yeryüzünden ve bütün y'eryüzündekilerden daha sevimlidir! Bu âyet, Al-i Imrân Süresindeki şu âyet-i cehledir:
"Ve onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarına tevbe ederek bağışlanmalarını isterler. Zaten Allah'tan başka günahları da kim bağışlayabilir? Ve onlar, bile bile, yaptıklarında ısrar da etmezler!"
îbni Cerir'in Ebu'l-Aliye den rivayetine göre, adamın biri Peygam-ber'e (s.a.v.) gelip: "Ey Allah'ın Resulü, bizim keffaretlerimiz de israil o-ğullarının keffaretleri gibi olsa nasıl olur?" dedi. Efendimiz de cevaben: "Allah'ın size verdiği, şüphesiz daha hayırlıdır. îsrail oğulları bir hata işledikleri zaman bunu, ertesi günün sabahında kapısının üzerinde yazılı olarak bulurdu. Keffaretini de... Eğer, günahının bildirilen bu keffa-retini yeri e getirirse, dünyada başkalarına rezil olurdu. Eğer yerine getirmezse, âhirette kendisi için bir rezillik olmak üzere te'hir edilmiş olurdu. Elbette Yüce Allah'ın size verdiği, bundan daha hayırlı bir şeydir!" Sevgili peygamberimiz bunu söyledikten sonra şu âyet-i celileyi o-kudular:
"Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse, şüphesiz Allah'ı bağışlayıcı ve esirgeyici bulur."
Sevgili Peygamberimiz bu âyeti okuduktan sonra da şöyle buyurdular: "Beş vakit namazlardan her biri diğer namazla kendi arasında işlenilen günahlara keffâret olduğu gibi, bir Cum'a namazı da diğer Cum'â namazı ile kendisi arasında işlenilen günahlara keffârettir."
îbni Ebû Hâtim'in Ali tbn' bû Tâlib'den rivayeti de şöyledir: Ali (r,a.)} İsrail Oğullarından buzağıya tapanlar hakkında demiştir ki: "Onlar Musa'ya gelip: "Bizim tevbemiz nedir?" dediler. Mûsâ da: "Birbirinizi öldürmenizdir" buyurdu. Bunun üzerine birbirlerini öldürmeye başladılar. Öyle ki, kişi kime raslarsa öldürüyordu. Kardeşini, babasını, anasını öldürenler oluyordu. Böylece birbirlerini kırmışlardı."
îbni Mâce Abdurahman bin Hasene'den rivayet eder. Onun nakline göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "İsrail oğulları idrar bulaşan yeri, makasla kesmeğe mecbur idiler. İçlerinden biri bunu onlara yasaklamıştı. O da bu yasaklamanın cezası olarak kabirde azaba mâruz kalmıştır."
Yine bu hususta Hâkim, sahihtir kaydiyle Ebû Musa'dan rivayet eder: "Peygamber (s.a.v.), bir hadislerinde buyurdular ki: "Gerçekten İsrail oğulları, üzerlerine bir bevil (insan idrarı) bulaştığı zaman, o bulaşan yeri makasla kesmekle mükellef idiler."
îbni Ebû Şeybe el-Musannefinde Aişe'den şöyle nakleder: Birgün ben, yahudi kadı. arından birinin yanına gitmiştim. O kadın bana, kabir azabının sebebinin, bevil bulaşması (pislik) olduğunu söyledi. Ben de kendisine: "Öyle şey mi olur?" diyerek itiraz etmiştim. Kadın tekrar bana: "Evet, benim dediğim gibidir! İstersen Peygamber'e sor!" dedi. Ben de bunu Hz. Peygamber'e sordum. O da bana: "Evet, yâ Aişe, öyledir" buyurdu.
Ahmed, Müslim, Tirmizi, Nesai ve îbni Mâce'nin Enes'ten rivayetleri de şöyledir: Yahudiler, kadınları ay halini gördükleri zaman, onları esaslı bir şekilde tecrit ederlerdi. Hanımları ile aynı odada kalmazlar, onlarla aynı sofrada yemek bile yemezlerdi. Ashab-ı kiram bunu Pey-gamber'den (s.a.v.) sordular. Bunun üzerine aşağıdaki âyet nazil oldu:
"Habibim sana, kadınların âdet görme meselesini soruyorlar. De ki: "O, eziyettir." Adet halindeki kadınlardan çekilin! Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman, Allah'ın emrettiği yerden onlara varın. Allah, tevbe edenleri sever, temizlenenleri sever."
İşte bu âyet nazil olduktan sonra, Peygamberimiz: "Allah, bu ayet-leriyle, âdet gören kadınla cinsi münasebette bulunmayı yasaklıyor! Bundan maada şeyleri yapabilirsiniz! (Onlarla aynı odada kalıp, onlarla birlikte aynı sofrada yemek yiyebilirsiniz!)" buyurdu.
Yahudiler de bunu duydukları zaman rahatsız olmuşlar ve: "Bu adam, acaba ne istiyor. Neredeyse bize ait olan işlerin tamamında bize aykırı gidecek!" diye söylenmeye koyuldular. Çünkü yahudiler, âdet halini gören kadınları büsbütün kendilerinden uzaklaştırırlardı. Yüce Allah ise, inzal buyurduğu âyetiyle iki haîin ortasını emretti.
îbni Ebû Şeybe el-Musannefinde Kurratul-Hemedâni'den nakleder: O şöyleidemiştir: 'Yahudiler, cinsi münasebet esnasında ailelerini ibrâk etmekten (yani yüzaşağı yatırmaktan) sakınırlar ve bunu çok çirkin bir şey sayarlardı, işte onların bu zihniyetini kaldırmak üzere, Kur'an'ın: "Aileleriniz, sizin harsımzdır tarlanızdır" mealindeki âyeti inmiştir. Bu âyetiyle yüce Allah, müslümanlara, cinsi münasebet esnasında ailelerine diledikleri taraftan yaklaşmalarına izin vermiştir. Tabii Allah'ın emrettiği hars yerine, (aynı cinsi organa) varmak şartıyla..."
Ebû Nuaym de el-Mârife adlı eserinde Enes'ten şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.), Osman bin Maz'ûn'a hitaben buyurdu ki: "Bizim dinimizde üzerimize ruhbaniyet yazılmamıştır! Benim ümmetim (yani bütün müslümanlann) ruhbaniyeti, beş vakit namazların vakitlerini beklemek üzere mescidlere erken gidip beklemek, hacc ve umre ibadetlerini yapmaktır!"
Ahmed ve Ebû Yalanın yine Enes'ten olan rivayetleri ise aynen şöyledir:
"Her peygamber için bir ruhbaniyet vardır. Benim ümmetimin ruhbaniyeti ise, Allah yolunda cihâd etmektir!"
Ebâ Davud Ebû Ümâme'den nakleder. O şöyle der: Adamın biri Peygamber'e (s.a.v.) gelip: "Ey Allah'ın Resulü, Allah rızası için en se-vablı bir ibadet olmak üzere seyahate çıkmak istiyorum. Bana izin veriniz!" dedi. Peygamber Efendimiz de bu adama verdiği cevabta: "Benim ümmetimin seyahati, Allah yolunda cihâddır" buyurdu.
îbni Mübarek de Umâre bin Gazye'den şöyle nakleder: Peygamber Efendimizin yanında seyahatten bahsedilmişti. Bu sebebîe Peygamber Efendimiz: "Allah bunu, bu ümmette, "Allah yolunda cihad" olarak emretmiştir! Ve cihada gidenlerin, her tepeden aşarken getirecekleri tekbir olarak münasib görmüştür!" buyurdu.
(îbni Cerir'in Aişe'den naklettiği bir rivayette ise: "Bu ümmetin seyahati, Allah rızâsı için nafile oruç tutmaktır" Duyurulmuştur.)
Buhari'nin rivayetine göre îbni Abbas demiştir ki: "İsrail oğullarında, haksız yere öldürülen bir kişinin davacıları için ancak kısas taleb etmek vardı. Diyet (kan bedeli) taleb etmek hakkı tanınmamıştı. Yüce Allah bu ümmet için ise şöyle buyurmaktadır:
"Ey mü'minler! Öldürmede kısas size farz kılındı. Hür olana karşılık hür, köleye köle, kadına kadın. Fakat kim (herhangi bir katil), kardeşi tarafından affedilirse, o zaman affedene diyeti ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Kim, bundan sonra da saldırıya kalkarsa, onun için acı bir azab vardır."
işte, bu ayette görüldüğü gibi, bu ümmette (islâm şeriatinde), hem kısas, hem de diyet vardır. Ayette geçen aftan maksat, kısas taleb etmekten vazgeçip, diyet talebinde bulunmaktır. Elbette bu, ilgili ayette açıklandığı veçhile, Allah'tan bir hafifletme ve bir rahmettir. îslâm şeriâtindeki kolaylık ve genişliğe bir örnektir.
(îbni Cerir'in de bu hususta îbni Abbas'tan bir rivayeti bulunmaktadır. Fakat o da aşağı yukarı bu merkezdedir.)
Yine îbni Cer ir, Katade'den şöyle rivayet etmektedir: Tevrat ehline yazılıp farz kılınan, sâdece kısas idi. Onların şeriatinde diyet yoktu. încil ehlinde ise, sâdece affetmek olup, kısas yoktu. îşte onlar bu şekilde em-rolunmuşlardı. Yüce Allah, bu ümmet için ise; hem kısası, hem diyeti, hem de tamamen affetmeyi meşru kılmıştır ki bizim şeriatimizin daha büyük ve daha geniş olduğu, burada da açığa çıkmaktadır. Evet, öldürülenin velileri, isterlerse, aralarında halâ din kardeşliği sona ermemiş bulunan katili, tamamen affedip diyet almaktan da vazgeçebilirler. Böyle bir prensib, daha önceki ümmetlerin ve şeriatlerin hangisinde görülmüştür? Hiç birinde görülmemiştir.
Îbni Ebû Şeybe el-Musannefinde şöyle der: "Bize Veki' rivayet etti. Ona Süfyân söylemiş, ona Leys nakletmiş... Ona da Mücâhid haber vermiş ve şöyle demiştir: "Yüce Allah'ın bu ümmete (müslümanlara) olan kolaylıklarından biri de, ehl-i kitaptan olan bir nasrâniyenin veya bir cariyenin nikâhını helâl kılmış olmasıdır."
(Burada Beyhakî, Vehb bin Münebbih'ten bir rivayette bulunuyorsa da, Ümmet-i Muhammed'in bâzı vasıflarıyla ilgili bölümde bunlar geçmiş olduğundan, burada tekrarına lüzum görülmedi. Nitekim bir kısmı da, içinden geçenlerin günah olup olmadığıyla ilgili hadîsler mey ânına geçmiştir.)
O'nun ümmeti açıktan helak olmaz, gark olmaz; önceki ümmetlerin uğradığı azâblara uğratılmaz. Kendilerinden başka köklerini kazıyacak bir düşmanın tasallutu altında bırakılmaz. Sapıklık üzerine toplanıp ittifak etmez... îşte bundan dolayıdır ki, Ümmet-i Muhammed'in ittifakı kesin bir hüccet ve delîl olmuştur! ittifak edemeyip ihtilâflara düşmeleri de yine onlar için bir kolaylık ve ruhsat olmuştur. Halbuki önceki ümmetlerin ihtilâfı, onların azâb ve helak sebebi idi.
Müslim Sevbân'dan şöyle rivayet etmektedir: Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Yeryüzü benim için dürüldü de ben onun doğusunu ve batısını gördüm. Ümmetimin mülkü de, bana dürülen yerlere kadar uzanacaktır!... Yeryüzünün hazînelerine (altınına ve gümüşüne) vâris olacaktır. Aynı zamanda ben Rabbime dua edip ümmetimi umûmî bir kıtlıkla helak etmemesini istedim! Rabbim de benim bu istek ve duamı kabul buyurdu. Kendilerinden başka kendilerim ezecek düşmanları olmamasını da istedim, bu duam da Rabbim tarafından kabul edildi."
îbni Ebû Şeybe'nin Sa'd'dan olan rivayeti de şöyledir: "Ben Rab-bim'e dua edip ümmetimi umûmî bir kıtlıkla helak etmemesini ve onları gark etmemesini istedim. Rabbim de benim bu isteğimi kabul etti... Yine Rabbim'e dua edip ümmetimin birbirlerine zulmetmemesini, birbirlerinden azâb görmemelerini istedimse de, Rabbim bu duamı kabul etme-di..
Dârimî, îbni Asâkîr, Amr bin Kays'tan şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "...Yüce Allah bana, ümmetimi şu üç şeyden koruyacağını va'd buyurdu: Onlara umûmî bir kıtlık vermeyeğine, düşmanlarının kendilerini yok etmesine fırsat vermeyeceğine, delâlet üzerine birleşmelerine imkân vermeyeceğine..."
Hâkim'in îbni Ömer'den rivayet ettiği hadîs de aynen şöyledir: "Allah, bu ümmeti ebediyen sapıklık üzerinde toplamayacaktır!"
Yine Hâkim'in îbni Abbas'tan bu mealde de bir rivayeti bulunmaktadır. Bir de Şeyh Nasr el-Makdist'nin Kitâbü'l-Hucce adlı eserinde birisinden naklettiği bir rivayet bulunmaktadır. O da şu mealdedir: Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Ümmetimin ihtilâfı rahmettir."
Hafib de Ruvâtü Mâlık'te İsmail bin Ebu'l-Mücâlid'den şöyle nakletmektedir: "Birgün Hârûn el-Râşid, İmâm-ı Mâlik'e hitaben dedi ki: "Yâ imam, senin bu kitaplarını yazdırıp bütün islâm beldelerine dağıttırmak istiyorum! Herkesin senin yazdığın kitaplarla amel etmesini istiyece-ğim!" Imâm'ın ona cevâbı ise şöyle olmuştur: "Yâ emîra'l-mü'minîn, sakın böyle yapmayınız! Zira şu ümmetin âlimlerinin (teferruata âit meselelerde) ihtilâf etmeleri, haddi zâtmda bu ümmet için Allah'ın bir rahmetidir. Herkes kendince sahih ve sabît olana uymaktadır. Hepsi hidâyet üzeredirler. Hepsi de Allah'ın rızâsını aramaktadırlar."
Buhârî, Tirmizî ve Nesâi Ömer bin el-Hattâb'dan şöyle rivayet e-derler: Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Müslümanlardan herhangi bir kimse için dört müslümün hayırla şahitlikte bulunursa, o müslümanı Allah cennete kor!" Bunun üzerine denilmiştir ki: "Ey Allah'ın Resulü, eğer bir kimsenin hayır ve iyiliği için üç kişi şahitlikte bulunursa, o kimse de cennetlik midir?" Peygamberimiz: "Evet" buyurdu. Yine sordular: "Peki iki kişi şahitlikte bulunursa, yine böyle midir?" Peygamberimiz yine "evet" buyurdular. Bunun üzerine biz, "bir kişi şahitlikte bulunsa dahi böyle midir?" diye sormadık." .
Buhârî ve Müslim Üsâme bin Zeyd kanalıyla rivayet edilen şu hadîsi nakletmiştir: "Tâûn hastalığı, îsrâîl Oğullarına gönderilmiş bir azaptır! Bu sizden öncekilerin hepsine de bir azâb olarak gönderilmiştir."
Buhârî'nin Aişe'den rivayet ettiği hadîs ise şu mealdedir: "Ben, Peygambere (s.a.v.) tâûn hastalığı hakkında sordum. O da bana dedi ki: "Allah'ın dilediği kullarına gönderdiği bir azaptır! Fakat Yüce Allah bunu, bu ümmet için bir râhmat kılmıştır. Kendi beldesinde taun hastalığı çıkan bir kimse, eğer sabreder ve sevabını da Allah'tan umduğu halde beldesinde kalır, sonra bu hastalığa yakalanarak ölürse; muhakkak kendisine, bir şehide verilen sevâb kadar sevab verilir!"
Buhârî ve Müslim (ittifak hâlinde) Muğîre bin Şûbe'den şu hadisi rivayet ederler: "Ümmetimden bir taife, tâ kıyamete kadar hep hak üzere bulunacaktır!"
Ebû Nuaym'in İbni Ömer tarikiyle naklettiği hadîs ise, şu mealdedir: "Her asırda, ümmetimin içinde öne geçen ve mertebeleri çok yüksek olan bâzı zâtlar bulunur."
Ebû Yâlâ'nın Câbir'den rivayetine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Benim ümmetim, tâ İsa ininceye kadar hak üzere bulunur. Isâ indiği zaman, ümmetimin tamâmı ona der ki: "Buyurun, öne geçip namazı kıldırın!" Isâ ise öne geçmek istemez ve: "Sen buna daha layıksın. Sizin bazılarınız bazılarınıza âmir bulunmaktadır" der. îşte bu, Allah'ınım ümmete büyük keramet olarak verdiği bir özelliktir!"
Bu hadîsi, Müstim de rivayet etmiştir. Yalnız onun ifâdesi biraz farklı olup şöyledir: "Mü'minlerin emîri o zaman İsa'ya: "Haydi buyur, öne geçip namazı kıldır!" der. îsâ da: "Hayır, sizin bâzınız bâzınıza emîr ve imamdır. Bu da size Allah'ın büyük bir ikramıdır!" diyerek karşılık verir."
Buharı Ebû Hüreyre'den rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle dediğini bildirir: "Ey ümmetim siz nasıl olacaksınız o zaman ki, Isâ inmiş olacak ve imamınız da sizden bulunacaktır!'
Ahmed de sahih bir senedle Aişe'den şu rivayeti nakletmektedir: "Bir gün Peygamber (s.a.v.), deccâl ile mücâdele zamanında müslüman-ların uğrayacakları büyük bir sıkıntıdan bahsetti. Ashâb: "O zaman, en hayırlı mal hangisi olacak?" diye sordu. Peygamberimiz de: "Ailesine su getirebilecek bir cğlan çocuğu, her şeyden kıymetli olacaktır! Yiyecek bir şey ise, zâten bulunamayacaktır" buyurdu. Ashab tekrar sordu: "Peki o zamanki müslümanlar ne yiyecekler?" Peygamberimiz de şu karşılığı verdi: "Onların yiyeceği, tesbîh, tekbir ve tehlîl olacaktır!"
Ahmed, bu hadîsin benzerini de, Esma binti Yezid'den rivayet etmiştir. (Yine bu mealdeki bâzı hadîsleri, Taberânî ile Hâkim dahî rivayet etmişlerdir.)
Yine O'nun bir hususiyeti olarak ümmetinin okuduğu ezanları ve getirdiği telbiyeleri gökte melekler dinler. O'nun ümmeti her hâl ü kârda Allah'a hamdeder. Her tepeyi aşışta "Allahü Ekber" her inişte de "Süb-hanellah" diyerek Allah'ı tekbir ve teşbihte bulunurlar. Bir iş yapacakları zaman "inşâallah" diyerek Allah'ın izin ve iradesine olan bağlılıklarını ifade ederler. Gadablandıkları zaman "lâ ilahe illallah" derler, birbiriyle çekiştiklerinde de "fesübhanâllah!" derler. Mushafları göğüsle- rinede (ezberlerinde) dir. Öne geçenleri, gerçekten de öne geçmiştir! Orta halli olanları kurtulmuş, kendisine yazık edenleri de bağışlanmış bir ümmettir. Bir istisnası olmaksızın, hepsine merhamet edilmiştir. Onlar, aynı zamanda cennet ehlinin elbisesi olan beyaz renkli elbiseleri tercih ederler. Namaz vakti gelmiş midir, diye güneş'e dikkat ederler.
Peygamberleri sayesinde bu ümmet, gerçekten bir "ümmet-i vasat" ve bir "ümmet-i adTdir! Yâni tam merkezde bulunan bir orta ümmettir! Adaleti temsil eden bir ümmettir! Allah'ın tezkiyesi ile, bunun böyle olduğu sabittir. Bu ümmet, düşmanları ile bir savaşa girdikleri zaman, onların bu savaşına melekler de gelip hazır olurlar. (Onlara yardım e-derler.) Kendilerine, peygamberlere farz kılman şeyler farz kılınmıştır. Yâni: Abdest, gusül, hacc ve cihad. Aynı zamanda kendilerine, peygamberlerin nafile ibadetleri de verilmiştir. Bu nafilelere de ehil ve layık kılınmışlardır. (Bunların pek çoğu, Peygamberimiz'in adının Tevrat ve İncil'de geçtiğine dair olan Önceki bölümlerde, bâzı eserlerin zikredil-mesiyle geçmiş bulunmaktadır. O bölümlerde; peygamberimiz'in ve ümmetinin bu özelliklerinden pek çoğu anlatılmış idi.)
Bu bölümde zikri geçen özelliklerden bazılarıyla ilgili rivayetlerden birinde ki, bunu îbni Ebu Hatim, Hayseme'den nakletmiştir, şöyle denilmiştir: "Siz Kur'an'da, kendinize: "Ey mü'minler!" diye hitab edilmekte olduğunu görüyorsunuz! Halbuki Önceki ümmetlere olan hitâblarda: "Ey miskinler!" deniliyordu."
Yine îbni Ebû Hatim, îbni Abbas'tan şöyle nakleder: "Yüce Allah, Kitabında: "Sonra Kitabı kullarımız arasından seçtiklerimize miras verdik" buyuruyor. Bu âyetle bu ümmetin Özelliğini bildiriyor. Allah bu ümmeti, indirdiği her kitaba vâris kılmış, kendilerine yazık e-denleri bağışlamış, orta halli gidenlerin hesablarmı kolay kılmış, öne geçenlere hesaba çekilmeksizin cennetini lütfetmiştir."
Saîd bin Mansûr Ömer Îbnü'l-Hattab'tan naklederek şöyle der: "Ömer, herhangi bir hususta nizâa düşüp de delil getirmek durumunda kaldığı zaman, yukarıda geçen Fatır Sûresinin 32. ayetini okur ve delil getirirdi. Sonra derdi ki: "işte bu âyet gereği, bu ümmetin öne geçenleri doğrudan cennete girecekler, orta halli olanları da yakayı kurtaracaklar, iyi amelle kötü ameli birbirine karıştırıp nefislerine yazık edenler de bağışlanacaklardır! Bizim ümmetimizin üç sınıfının akıbetleri böyle o-lacaktır."
duydum
(Bunu bu şekilde Ömer'den, "ben bunu Peygamber Efendimizden um" diyerek merfuân, îbni Lâl da rivayet etmiştir.)
Şeyh Izzüddin bin Abdüsselâm der ki: Peygamber'in (s.a.v.) özelliklerinden biri de, O'nun ümmetinin amelinin (ve ömrünün) az olmasına karşılık, sevâb ve mükâfatın çok olmasıdır."
Buharî ve Müslim îbni Ömer'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Önceki ümmetlere nazaran sizin nöbet devreniz (ve zamanınız), tıpkı ikindi vaktiyle akşam arası gibidir. Tevrat ehli, günün ilk saatlerinde (sabahleyin) devreye girdi, öğle vaktine kadar amel etti... Öğle olunca, yorulup işi bıraktılar. Birer kıratlık ücretini alıp devre dışı kaldılar. Sonra încil ehli nöbete girdi. Onlar da ikindi vaktine kadar çalışıp yoruldular ve işi bıraktılar. Birer kıratlık ücretlerini alıp devreden çıktılar. İkindi vakti olunca biz nöbete girdik... Güneş batıncaya kadar amel edip çalıştık... Çalışma süremiz böylesine kısa olduğu halde, bize ikişer kîrât ücret verilmiştir. Hiç bir işinde haksızlık bulunmayan, her hükmü hikmetli ve güzel olan Rabbimiz, böyle hükmedince; diğer kitâb ehli olanlar buna diyeceklerdir ki: "Ey Rabbimiz, Ümmet-i Muham-med'e hep ikişer kıratlık ücret ve sevâb verdin, bizlere ise, çalışma zamanımızın çok olmasına rağmen, birer kîrât verdin. Bunun sebebi ve hikmeti nedir?" Rabbimiz de onlara diyecektir ki: "Ben, sizlerin de Rabbi olarak, sizlere verdiğim ücrette bir haksızlık ve eksiklik yapmış mıyım?" Onlar: "Hayır, bize herhangi bir haksızlık yapmadın" diyecekler. Rabbimiz de: "Bu benim bir lütuf ve fadlımdırl Dilediğim kullarımı, lütuf ve fadlımla mazhar kılarım!" buyurur.
îmam Fahrüddîn el-Râzî demiştir ki: "Peygamberlerden hangisinin mucizesi daha zahir ise, onun ümmetinin sevabı daha azdır."
Allâme îbni Seken de bu konuda şöyle demiştir: 'Yâni, O peygamberin ümmetinin; peygamberini tasdik bakımından alacağı sevâb daha az olur. Zira inşam tasdîke götüren delil ve mucizenin daha aşikâr olduğu bir sırada tahakkuk eden tasdîk-i kalbî, daha kolay olmuştur. Bu tasdikte, daha az zahmet çekilmiş, daha az fikir sarfedilmiş demektir. Fakat bu söylenen, Önceki ümmetlerin birbirine olan münâsebeti ve kıyâsı itibariyledir. Yoksa bu ümmete, hem mucizeler daha zahir bulunmuş, hem de sevâb ve mükâfatlar daha çok kazanılmıştır. Bu ümmet, Önceki ümmetlere kıyâs edilemez..."
Evet, Peygamberimiz'in bir özelliği de, O'nun ümmetine evvelkilerin ve sonrakilerin ilimlerinin verilmiş ve ilim hazînelerinin kendilerine açılmış olmasıdır. Keza bu ümmete İsnâd ilmi, Ensâb İlmi, îrâb ilmi gibi ilimler de verilmiş ve hiç bir ümmette görülmemiş bir şekilde çeşitli konularda ve çok sayıda kitaplar vücûde getirilmiştir. Bu ümmetin âlimleri, "îsrâîl Oğullarının Peygamberleri Gibi" olmuştur.
Peygamber Efendimiz'in Tevrat ve İncil'de adının geçtiğine dâir olan bölümde: "...Öyle bir peygamber ki, O'nun ümmetine, evvelkilerin ve sonrakilerin ilimleri verilmiştir" anlamındaki hadîs zikredilmiştir.
Burada da Ebâ Zür'a'nın Târih'inde Şefi bin Mâti' el-Esbahî'den naklettiği haberi kaydedelim. Şefi demiştir ki: "Bu ümmette her şey keşfedilecektir. Hatta yerin dibindeki hazîneler bile bu ümmete açılacaktır."
îbni Hazm da, bu ümmetin özellikleri beyanında şöyle demektedir: "Aklı, adaleti ve mürüveti yerinde olan sika râvîlerin, yine bu vasıfta olan diğer râvîlerden naklederek Peygamber'in hadislerini koruyup sonraki nesillere aktarması ve bu suretle sünnete hizmet etmeleri; Yüce Allah'ın sırf bu ümmete nasîb buyurduğu büyük bir özelliktir. Geçmiş ümmetlerden hiç birinin, böyle hafızları yoktu..."
îmâm-ı Nevevî de el-Takrîb adlı kitabında şöyle demektedir: "îsnâd, yâni Peygamberimiz'in hadîslerini naklederken senede itibâr ve îtinâ göstermek, bu ümmete mahsûs bir keyfiyettir! Önceki ümmetlerde böyle bir şey yoktu."
Ebâ Ali el-Cübbâi de bu konuda şöyle der: Yüce Allah, bu ümmete üç büyük hususiyet (özellik) vermiştir. Bunlardan biri, Isnâd, biri Ensâb, bir diğeri de Irâb ilmidir."
Mâliki îbni Arabi de Tirmizl'nin Sünen'i üzerine yazdığı şerhde şöyle demektedir: "Bizden önceki ümmetlerin hiç birinde, bu ümmetin âlimlerinde görülen kitâb tasnif etme, yazılan kitapların ve çeşitli ilmî konuların esaslı bir şekilde araştırılıp tahkik ve tedkik edilmesinde a-labildiğine derinleşme ve bu hususlar, asla ve asla mevcûd değildi. Bu, sâdece bu ümmetin âlimlerine verilmiş çok büyük bir özelliktir."
Abdullah bin Ahmed, Zevâidü'z-Zühd adlı kitabında Mâlik bin Dinar'ın şöyle dediğini nakleder: "Bize ulaşan bir habere göre, bu ümmete verilmiş bulunan îmân, üç defadan fazla yük taşımaz... Yâni onun üzerine üç defadan fazla yük yükletilmez... Sonunda mutlaka bir çıkış yolu ve kurtuluş verilir."
Evet, Peygamber'in (s.a.v.) özelliklerinden biri de, ilk kendine gelip dirilecek ve ilk olarak kabrinden kalkacak kişi olmasıdır. Mahşere giderken yetmiş melek refakatinde gitmesi, O'nun adına Mevkıf ta ezan okunması, Mevkıf ta cennet hüllelerinden iki büyük hülle giydirilmesi ve makamının Arş'in sağ tarafında olması da O'nun bâzı özellikleridir. Bu hususlarla ilgili hadisler vardır. Bunlardan bâzılarını da burada zikredelim:
Müslim, Ebâ Hüreyre'den şöyle rivayet eder:Peygamber (s.a.v.) bir hadîslerinde buyurdu: "Kıyamet günü Adem oğullarının efendisi, kabri ilk yarılacak olan, ilk şefaat edici, şüphesiz benim!"
Buharı ve Müslim (ittifakla) Ebû Hüreyre'den, Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu nakleder: "Bütün insanlar, sûr üfürüldükten sonra ölmüş ve kendinden geçmiş olurlar, tik kendine gelip dirilecek olan, şüphesiz ben olacağım!"
Tirmizî hasendir kaydiyle Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Kıyamet günü bana cennet hüllelerinden bir hülle verilir, bunu giyerim ve sonra Arş'ın sağındaki yerimi alırım! Bu makama benden başka hiçbir kimseye durmak yoktur! Bu, ancak bana hâs olan bir makamdır!"
Ebû Nuaym'in îbni Mes'ûd'dan rivayeti de şöyledir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "ilk elbisesi giydirilecek olan, îbrâhîm (a.s.)'dır. Sonra o, Arş'a doğru dönerek yerini alır. Sonra benim elbisem getirilir, Ben de onu giyer ve onun sağındaki yerimi alırım. Buraya benden başkası duramaz! Çünkü burası, bana mahsûs, bir makamdır. Beni bu makamda gören bütün insanlar, bana gıpta ederler."
Yine Ebû Nuaym'in Ümmü Kürz'den bir rivayeti var. O da şöyle demiştir: Ben, Peygamberin (s.a.v.) şöyle dediğini işittim: "Ehl-i îmânın kabirlerinden dirildikleri günde, onların efendisi benim! Sırattan ilk geçecek olanları da benim. Onlar ümîdsizliğe düştükleri zaman, müjde-leyicileri benim. Secdeye vardıklarında önlerinde yine ben olacağım... Rab Teâlâ hazretlerine en yakın olanları da şüphesiz benim! Bu itibârla o gün konuşan, şefaat eden, şefaati kabul edilen, Rabbim'den dilekte bulunan ve dileği yerine getirilen de ben olacağım!"
Dârimî, Tirmizî, Ebû Yâlâ, Beyhakî ve Ebû Nuaym, Enes'ten rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu naklederler: "Öldükten sonra dirilme gününde kabrinden ilk kalkan, mahşer yerinde toplanırken önde giden, herkesin sustuğu sırada konuşan, Mevkıf ta bekletildikleri zaman cümle mahşer halkına şefaatçi, ümidsizliğe düştükleri sırada kendilerine müjdeci olan, kerem ve şeref sancağım elinde tutan, cennetin anahtarları kendisinde bulunan hep ben olacağım! Adem oğullarının Allah indinde en keremli ve şerefli olanı benim! Ben bunu asla övünmek için söylemiyorum! (Sâdece Rabbim'in bana olan lütuf ve nimetlerini duyurmak için söylüyorum!) Ben, cennete girdikten sonra da etrafımda bin hizmetçi dolaşır."
Sevgili Peygamberimiz'in bu özellikleri yanı sıra, şu özellikleri de vardır: O gün, peygamberlerin imâmı dahi O'dur, hatipleri, önderleri, şefaatçileri, ilk şefaat edenleri, Allah'a ilk nazar edenleri, secde etmeye ilk izin verilenleri, secdeden ilk başını kaldıranları da hep O'dur. Keza O'nun bir büyük özelliği de, diğer peygamberlere, peygamberlik vazifelerini nasıl tebliğ ettikleri sorulacağı ve buna dâir şâhid isteneceği halde, O'nun peygamberliğini tebliğ ettiğine daîr şahit istenmeyecektir.
Şüphesiz O'nun bir büyük özelliği de, Şefâat-i Uzmâ'nm kendisine ^verilmiş olmasıdır ki, kıyamet günü, mahşer yerinde bekletilen halk, bütün peygamberlerden, haklarında hüküm verilmesinin başlaması için şefaat taleb edecekler, onlar ise hep bundan kaçınacaklardır. Sıra Pey-gamberimiz'e gelecek ve bu hususta ancak O şefaat edecektir, işte O'nun bu şefaati, şefaat-i uzma'sı olacaktır ve O'nun bu şefaati bütün mahşer halkına (kâfirine, mü'minine...) şâmil bulunacaktır."
O'nun orada diğer şefaatleri de olacaktır. Burada sırasiyle bunları da zikredelim. Şöyle ki:
Peygamberimiz (s.a.v.), Şefaat-i Uzmâ'sından sonra, ikinci olarak, bâzı mü'minlerin hiç hesaba çekilmeden doğruca cennete gitmeleri hakkında şefaat edecektir. Onlar da doğruca cennete gideceklerdir. Sonra; kendileri ehl-i tevhîd ve ehl-i îmândan oldukları halde bâzı günahlarla geldikleri için cehennem azabını hakedenlerin, cehenneme girmeden cennete gönderilmeleri hakkında şefaat edecek, O'nun bu şefaati de kabul edilecektir. Sonra, cennet ehlinin derecelerinin yükseltilmesi hakkında şefaat edecektir ve onların dereceleri, bu şefaat sayesinde yükseltilecektir."
Yine Efendimiz'in bir özelliği olarak, ebediyen cehennemde kalacak olan kâfirlerin azabının hafiflemesi şeklinde de O'nun şefaati olacaktır. Keza müşriklerin sabî iken ölmüş bulunan çocukları hakkında da şefaat edeceğine daîr rivayet bulunmaktadır.
Yüce Allah, Kerîm Kitabında buyurur ki: "...Habibîm, böylece Rabbin seni, övülmüş bir makama ulaştırır."
îmâm-ı Ahmed, Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.), bir hadislerinde de şöyle buyurmuştur: "Ben, şüphesiz kıyamet günü insanların efendisiyim! Fakat bunun hikmetini sizler biliyor musunuz?" Bunun tecellîsi şöyle olacaktır:
"Yüce Allah, bütün insanları (evvelkileri ve sonrakileri), kıyamet günü bir sahrada (mahşer yerinde) toplayacaktır. O gün Güneş, son derece yaklaşıp insanları hararet ve ter içinde bırakacaktır. Bu sebeple insanlar, tahammüllerinin üstünde bir sıkıntı ve şiddete mâruz kalacaktır, insanlardan bâzıları diyeceklerdir ki: "Şu içinde bulunduğunuz hâli görüp dururken, buna bir çâre aramıyacak mısınız? Bizlere kim şefaat edecek acaba? Bunu arayıp sormayacak mısınız?" İşte bâzılarının bu sözü üzerine, bâzıları da: "O halde atamız Adem'e gidip, ondan şefaatçi olmasını rica edelim!" diyecekler. Bu suretle Adem'e gidecekler ve diyecekler ki:
"Ey Adem, sen bütün beşerin babasının! Allah, seni eliyle yaratmış ve ruhundan sana üflemiş, meleklerini de sana secde ettirmiştir. Sen Allah'ın bunca lütfuna mazhar olmuş bir büyüğümüz olarak, bizim hakkımızda Allah'a şefaatçi oluver! îçinde bulunduğumuz hâli ve ne duruma geldiğimizi görüyorsun..."
Adem'in onlara vereceği cevap ise şöyle olacaktır: "Bugün Rabbi-miz, şimdiye kadar gadaplanmadığı derecede gadaplı bulunuyor! Halbuki benim O'na karşı bâzı kusurlarım olmuştur. O beni, cennetteki o ağaçtan yememem hakkında uyarmışken, ben yiyip hata işledim. Bu sebeple bugün, kendimden başkasını düşünecek halde değilim... En iyisi sizler, bir başkasına, meselâ beşerin ikinci atası durumunda bulunan Nuh'a gidiniz!"
Bunun üzerine onlar da Nuh'a gidecekler ve ona:
"Ey Nûh, sen, resullerin ilkisin! Allah sana: "Çokça şükreden kulum!" demiştir. Sen, bizim hakkımızda Rabbimiz'e şefaatçi oluver! içinde bulunduğumuz sıkıntıyı görüyor, biliyorsun!" diyecekler. Nuh'un onlara vereceği cevâb ise şöyle olacakür: "Rabbim bugün son derece gadaphdır. Ben vaktiyle kavmim için beddua etmiştim... Bu küsurumu hatırlayıp, burada sâdece kendimi düşünebilmekteyim... Sizler en iyisi bir başkasına, ibrahim'e gidiniz... Belki o size şefaatçi oluverir."
Nuh'tan bu cevâbı alınca, doğruca ibrahim'e gidecekler ve diyecekler ki: "Ey îbrâhîm, sen, hem Allah'ın nebisi, hem de halîli bulunuyorsun. .. içinde bulunduğumuz durumu ve ne hâle geldiğimizi görmüyor musun? Bizim hakkımızda Rabbimiz'e şefaatçi oluver." îbrâhîm de onlara şu cevabı verecektir: "Rabbim bu gün son derece gadablıdırî Benim de Rabbim indinde bâzı kusurlarım olmuştur. Bugün ben dahî, kendimden başkasını düşünebilecek, mahşer halkına şefaat edebilecek durumda değilim... Siz, en iyisi bir başkasına, Musa'ya gidiniz! Belki o sizin için şefaatçi oluverir."
Onlar bunun üzerine Musa'ya gidecek ve ona diyecekler ki: "Ey Mûsâ şüphesiz sen Allah'ın resulüsün! Allah seni risâleti ve kelâmı ile seçip şereflendirmiş tir. Sen olsun bizim hakkımızda Rabbimiz'e şefaatçi ol; içinde bulunduğumuz hâli görmüyor musun?" O da kendilerine şu karşılığı verecektir: "Bugün Rabbim, misli görülmemiş ve görülmeyecek derecede gadablı bulunuyor. Ben vaktiyle, emrolunmadığım halde bir nefsi öldürmek durumunda kalmıştım. Bu yüzden bugün kendimden başkasını düşünecek ve başkalarına şefaat edecek durumda değilim... En iyisi siz bir başkasına, İsa'ya gidiniz. Belki o size şefaatçi olabilir.
Mahşer halkını temsîlen bir şefaatçi bulmak için çabalayan bu insanlar, Musa'dan da bu cevâbı alınca doğruca îsâ'ya giderler ve ona derler ki: "Ey îsâ, bildiğimiz kadarıyla sen Allah'ın Resulü ve Meryem'e ilkâ buyurduğu kelimesi ve ruhusun! Daha beşikte iken insanlarla konuştun... Bizim hakkımızda Rabbimiz'e şefaatçi ol! îçinde bulunduğumuz hâli ve bize ulaşan sıkıntı ve şiddeti görmüyor musun?"
İsa'nın onlara vereceği cevâb da şu olacaktır: "Bugün Rabbim, öylesine gadab etmiş bulunuyor ki, bu derece şimdiye kadar hiç gadab etmemişti, şimdiden sonra da etmez! Ben, Rabbim'in bu derece gadablı olduğu bir günde, kalkıp O'na kulları hakkında şefaatçi olamam! Siz, en iyisi bir başkasına, Muhammed'e gidiniz! Umarım ki sizin hakkınızda O şefaatçi olur."
işte onlar, bunun üzerine bana gelirler ve derler ki: "Ey Muham-med, şüphesiz sen Allah'ın resulü, peygamberlerin en sonuncususun! Allah senin gelmişini ve geçmişini affetmiştir. Bugün bizler için Rabbi-miz indinde şefaatçi olmanı istiyoruz! Bize ulaşan şiddeti ve içinde bulunduğumuz hâli görmüyor musun?" Ben de onların bu mürâcatları üzerine yerimden kalkar, Arş'ın altına varır, derhal secdeye kapanırım! Secdedeyken, Rabbim'in bana olan ilhamına ve feyzine göre O'na hamd ü senalarda bulunurum.... Öylesine güzel ve müstesna bir şekilde hamd ü sena ederim ki, böylesi bundan önce hiçbir kimseye nasîb olmamıştır. Ben, bu şekilde hamd ü senaya devam ederken Rabbim bana seslenir ve derki:
"Ey Muhammed! Başını secdeden kaldır ve iste! Bugün senin iste-' diklerin verilecek; şefaatte bulun, şefaatin kabul edilecek." Ben de başımı secdeden kaldırıp Rabbim'den ümmetimi ister, "Rabbim, ümmetim, ümmetim! Ey Rabbim, ümmetim, ümmetim! Ey Rabbim, ümmetim, ümmetim" diyerek inlerim. Bunun üzerine bana: "Ey Muhammed, ümmetinden hesaba çekilmeyecek olanları al cennete götür!" diye nida olunur. Ben de onları alıp cennete götürürüm. Onların, istedikleri cennet kapısından cennete girme hakları bulunduğu halde, sağdaki cennet kapısından girmeleri emredilir. Onlar da oradan cennete girerler."
"Ben, varlığım kendi elinde bulunan Rabbim'e yemin ederim ki, cennet kapılarından birinde bulunan iki kanadın büyüklüğü, Mekke'den Hecer arası kadar vardır."
(Buhâri ile Müslim'in rivayet ettikleri uzun şefaat hadîsi de, buraya kadar olan kısmın sonrasına âit şu bilgiyi içermektedir.)
"...Şefaatimin kabul edildiği bildirildikten sonra, başımı secdeden kaldırırım. Bana, ümmetimden muayyen bir kısmını cennete götürmem emredilir. Ben de onları cennete sevkederim... Sonra ikinci defa, secde ettiğim makama gelip Rabbim'e dua ve niyazda bulunurum. Rabbim, benim secdede kalmama izin verdiği kadar secdede kalırım. Sonra bana buyurur ki: "Muhammed, başını secdeden kaldır! Söyle, dediğin yerine getirilecek, iste, istediğin verilecek; şefaat et, şefaatin kabul olunacaktır." Ben derhal başımı secdeden kaldırıp O'nun bana öğrettiği şekilde O'na hamd ü senada bulunur, sonra şefaat ederim. Bana yine, ümmetimden muayyen sayıda bir topluluğu cennete sevketmem için izin verilir. Ben de onları cennete sevkederim. Sonra o makamıma üçüncü defa gelir secdeye kapanırım. Rabbimin izin verdiği kadar secdede kalır, O'na hamd ü senada bulunurum. Sonra bana denilir ki: "Muhammed, başını kaldır ve söyle! Söylediğin yerine getirilecek, iste, estediğin verilecek, şefaat et, şefaatin kabul olunacaktır. Ben de derhal başımı kaldırıp şefaat ederim. Bana yine ümmetimden belli sayıda bir topluluk gösterilip onları cennete sevkeder, tekrar makamıma gelir, dördüncü defa şefaatte bulunurum. Sonra da derim ki: "Ey Rabbim, geride artık sâdece Kur'ân'm hapsedip alakoydukları kalmıştır."
Peygamber (s.a.v.), bu hususta ayrıca buyurmuşlardır ki: "Lâ ilahe illallah!" deyip de kalbinde arpa dânesi kadar bir iyilik bulunan kimse, mutlaka cehennemden çıkarılır! Bundan sonra da, "lâ ilahe illallah!" deyip de kalbinde buğday danesi kadar hayır bulunan kimse, cehennemden çıkarılır. Bundan sonra da, "la ilahe illallah" demiş ve kalbinde zerre kadar bir iyilik bulundurmuş bulunan kimseler cehennemden çıkarılır."
îmâm-ı Ahmed, Enes'ten sahih senedle rivayet eder. îşte onun rivayet ettiği bu şefaat hadisinin sonunda da şöyle denilmektedir:
"...Bu sırada Yüce Allah Cebrail'e vahyeder ve der ki: "Muham-med'e git ve O'na de ki: "Başını secdeden kaldır, iste, istediğin verilecek! Şefaat et, şefaatin kabul edilecek." Ben de bunun üzerine şefaatte bulunacağım, her doksan dokuz kişiden biri hakkında şefaat edeceğim... Tekrar tekrar şefaatte bulunacağım... O kadar ümmetim hakkında şefaatte bulunacağım ki, nihayet sonunda bana, Rabbim tarafından şöyle denilecektir:
"Ey Muhammed, ümmetinden her kim, günün birinde "lâ ilahe illallah!" demiş ve bu itikad üzere ölmüşse, onları cennete götür."
Yine Ahmed veEbû YâlâîbniAbbas'tan rivayet ederler. Onların bu rivayetinde de, yukarıda gördüğümüz uzun şefaat hadîsi anlatılmakla beraber, farklı olarak bunun baş tarafında şöyle denilmektedir: "Her bir peygamberin, mutlaka kabul edilecek bir duası vardır. Benden önceki peygamberler, bu dualarını dünyâda iken yapıp geçmişlerdir. Ben ise duamı âhirette ümmetime şefaat etmek üzere saklamış bulunuyorum."
Buhârî'nin de tek başına îbni Abbas'tan şöyle bir rivayeti var: "Kıyamet günü insanlar diz çöküp otururlar. Her ümmet, kendi peygamberine tabî olur. Buna rağmen her bir nebiden şefaat umarak: "Bize şefaat et, bize şefaat et!" diyerek yalvarırlar. Nihayet onların mürâcatları Peygamber'de (s.a.v.) son bulur. Peygamber Efendimiz de hepsine şâmil olmak üzere şefaat eder. îşte bu, İlgili âyette belirtilen Makâm-ı Mahmûd'a Peygamber Efendimiz'in gönderilmesidir."
Bezzâr ve Beyhakî Huzeyfe'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: 'Yüce Allah, insanları mahşer yerinde toplar. Orada hiçbir kimse konuşamaz, îlk çağrılan da peygamberimiz olur. Peygamberimiz de derhal: "Buyur Rabbim! Emrin başım-gözüm üzerine! Bütün iyilik senin elindedir, şer ise sana değildir. Hidâyete eren senin hidayette kıldığındır, tşte kulun, senin huzûrundadır! Ancak sana sığınmış, sana dayanmıştır. Kulun biliyor ve inanıyor ki, senin azabından kurtulmak için, sana sığınmaktan başka hiçbir çâre de yoktur! Ey Rabbim, ne büyük, ne yücesin! Ben seni her nevî kusur ve eksikliklerden tehzîh ederim! Beyt'in sahibi de ancak Sensin!"
Peygamberimiz, işte bu şekilde (ve yüce Allah'ın kendisine ilham ettiği veçhile) Allah'a hamd ü senalarda bulunur. Bu sırada da şefaat etmesi için kendisine izin verilir. Bu da, ilgili âyetin haber verdiği veçhile, Rabbinin O'na va'dettiği Makâm-ı Mahmûd'dur.
îbni Ebû Asım'ın Enes'ten rivayet ettiği bir hadiste de şöyle buyu-rulmuştur: "Ben, ümmetim hakkında tekrar tekrar şefaat ederim. Rabbim de her defasında şefaatimi kabul buyurur. En sonunda ben derim ki: "Ey Rabbim, beni "lâ îlâhe illallah!" diyenler hakkında da şefaatçi kıl!" Rabbim bana der ki:
"Bu ne sana, ne de başkalarına ait değil! İzzetim, celâlim ve rahmetim hakkı için, inanarak: "Lâ ilahe illallah!" demiş hiç bir kulumu, cehennemde bırakmayacağım!"
Ahmed, Taberani, Bezzar, Mûaz bin Cebel ile Ebû Musa'dan şöyle rivayet ederler: "Rabbim beni, ümmetimin yarısını cennete koymak ile, onlar hakkında şefaatte bulunmam arasında muhayyer bıraktı. Ben de ümmetim için şefaatçi olmayı seçtim. Bildim ki, benim onlar için şefaatçi olmam, onlar için daha geniş ve daha hayırlı olacaktır. Benim bu şefaatim, ümmetimden hiç bir şeyi Allah'a şirk koşmaksızın ölmüş bulunanların hepsini içine alacaktır."
(Taberâni'nin Ebû Hüreyre'den, Ebû Yâlâ'nm Avf bin Mâük'ten, Ahmed ile îbni Ebû Şeybe ve Taberâni'nin Ebû Musa el-Eşari'den naklettikleri rivayetler de, aşağı yukarı bu mealdedir.)
Müslim îbni Ömer'den şöyle rivayet eder:Peygamber (s.a.u.), İbrahim (a.s.)'ın sözünü okudu: O diyordu ki: "Kim bana uyarsa bendendir. Kim bana karşı gelirse, o da senin rahmetine kalmıştır. Şüphesiz sen, bağışlayan ve esirgeyensin!" Sonra Peygamberimiz Isâ (a.s.)'m ümmeti hakkındaki kavlini okudu: O da diyordu ki: "Eğer onlara azab edersen, onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen daima üstünsün! Hikmet sahibisin!" Sonra mübarek ellerini semâya kaldırıp: "Ümmetim, ümmetim!" diyerek inledi ve ağlamaya başladı. Bu sırada Cenâb-ı Hakk, Cebrail'i gönderip: "Muhammed'e git, ümmeti hakkında kendisini razı edeceğimi kendisine bildir" buyurdu. Cebrail de gelip bunu Peygamberimiz'e tebliğ etti."
Bezzar ve Taberâni de Ali 'den şöyle rivayet etmişlerdir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Ben, ümmetim hakkında şefaat edeceğim, o kadar şefaat edeceğim ki, Rabbim bana: "Yâ Muhammed, artık razı oldun mu?" diye seslenecektir. Ben de diyeceğim ki: "Evet Rabbim, artık razı oldum!"
îbni Ebû Şeybe, ve Ebâ Yâlâ sahih bir senedle Enes'ten rivayet e-derler: Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Ben, Rabbim'e niyaz edip insanların oyun yaşında iken vefat etmiş bulunan sabilerini bana bağışlamasını diledim. Rabbim de bunları bana bağışladı."
Allâme îbni Abdül-Berr der ki: Bu hadiste işaret edilenler, akıl ve buluğ çağına ermeden vefat eden çocuklardır. Bunların gerçekten işleri, oyun ve eğlence gibi olur. Çünkü henüz onların akılları ermemektedir.
Ahmed, îbni Ebû Şeybe, Hâkim ve Beyhaki Übeyy bin Ka'b'dan şöyle rivayet ederler: "Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Kıyamet günü, peygamberlerin imamı ve hatibi ben olacağım! Şefaat sahibi de ben olacağım! Ben bunu, asla Övünmek için söylemiyorum!"
Darimi, Tirmizi veEbû Nuaym îbniAbbas'tan şöyle rivayet ederler: "Peygamber Efendimiz'in ashabı oturdular, O'nu bekliyorlardı. Bu bekleme sırasında kendi aralarında konuşmaya başladılar. Bazıları: "Hayret edilecek bir iş! Allah, yarattığı kullan arasında Halil (hâs dost) seçmiştir. İbrahim, Allah'ın Halilidir!" dedi. Bazıları da: "Bu senin dediğin, Allah'ın Mûsâ ile konuşmasından daha mı hayret edilecek bir şeydir?" dedi. Bir diğeri de: "Allah, isa'yı da Rûhullah olarak seçmiştir" dedi. Bir başkası da: "Adem de Safiyyullah'tır" diyerek konuştu, işte bu sırada Peygamber (s.a.v.) geldi ve ashabına hitaben buyurdu ki: "Ben, sizlerin konuştuklarınızı duydum. Evet, adını andığınız peygamberler dediğiniz gibidirler. Haberiniz olsun ki, ben de Allah'ın Habibi bulunuyorum -ve bunu övünmek için söylemiyorum. Kıyamet günü, Livâül-Hamd'i ben taşıyacağım. Adem ve diğerleri onun altında olacaklar, ilk şefaat edip şefaati kabul edilen de ben olacağım. Cennet kapısının kilidini ilk açacak olan da benim. Allah onu bana açacak, ben de fakir mü'minler yanımda oldukları halde cennete gireceğim. Allah indinde, evvelkilerin ve sonrakilerin en şereflisi benim! Övünmek yok!"
Ebû Nuaym îbni Abbas'tan rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu bildirir: "Ben, bütün ins ve cinne, beyaza siyaha peygamber olarak gönderildim! Diğer peygamberlere yasak olan ganimetler, bana helal kılındı. Bütün yeryüzü bana mescid ve tâhur kılındı. Bir aylık mesafedeki düşmanlarımın kalblerine korku salındı. Bakara Sûresinin sonundaki âyetler bana, Arş'm hazinelerinden verildi ve yalnız bana verildi. Aynı zamanda bana, Tevrat yerine yedi uzun sûre, incil yerine âyet sayıları yüz civarında bulunan sûreler, Zebur yerine de Hâmîm Sûreleri verildi. Ayrıca Mufassal Sûrelerle de seçkin kılındım."
"Dünyada ve âhirette Adem oğullarının efendisi benim, övünmek yok! Kabrinden ilk kalkan peygamber ben olacağım, ilk kalkan ümmet de benim ümmetim olacaktır. Övünmek yok! Livâü'1-Hamd benim elimde bulunacak ve bütün peygamberler de onun altında olacaktır, övünmek yok! Cennetin anahtarları da benim elimde olacaktır! Şefaat de benimle başlıyacaktır, övünmek yok! Cennete ilk giren ben olacağım, ö-vünmek yok! Ben, en önde olacağım, ümmetim de arkamda bulunacaktır."
Peygamber'in (s.a.v.) bazı özellikleri de şunlardır: O, sırattan ilk geçendir, cennetin kapısını ilk çalacak olan ve ona ilk girecek olandır. Kendisinden sonra cennete girecek olan ise, kızı Fatıma'dır. Fâtıma validemiz, her tarafını kuşatan nurlar içinde cennete giderken, mahşer halkına gözlerini yummaları söylenecek, o da böylece sırattan geçip cennete girecektir.
Buhari ve Müslim Ebû Hüreyre'den naklederek, Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu bildirirler: "Cehennem üzerine köprü kurulur, bu köprüden (sırattan) ilk geçen ben olurum!"
Müslim Enes'ten rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.), bir hadislerinde: "Cennetin kapısını ilk olarak ben çalacağım" buyurdu.
Yine Müslim Enes'ten rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle dediğini bildirmiştir: "Kıyamet günü ben, cennetin kapısına varıp açılmasını isteyeceğim. Kapıdaki vazifeli melek: "Sen kimsin?" diyecek. Ben de:
"Muhammed'im" diyeceğim. Melek de: "Ben de zaten Senden başkasına kapıyı açmamakla emrolunmuştum" diyecektir."
Beyhaki ve Ebû Nuaym'ın Enes'ten olan rivayetleri de şöyledir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Kıyamet günü, kabrinden ilk kalkan ben olacağım! Bana Livâü'1-Hamd adlı sancak verilecek, övünmek yok! O günün efendisi ben olacağım! Övünmek yok! Cennete ilk giren de ben o-lacağım, övünmek yok! Şükretmek var."
Taberâni'nin güzel bir senedle Ömer bin el-Hattab'dan rivayetine göre de Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Ben cennete girinceye kadar diğer peygamberlere, benim ümmetim girinceye kadar da diğer ümmetlere cennete girmek yasaktır!"
(Yine Taberâni, îbni Abbas'tan da bunun bir benzerini rivayet etmiştir.)
Ebû Nuaym'ın Ebû Hüreyre'den rivayetine göre, Resûlüllah (s.a.v.) bir hadislerinde de şöyle buyurmuştur: "ilk cennete girecek olan benim, Övünmek yok! Cennette benim yanıma ilk gelecek olan da kızım Fatıma olacaktır. Onun bu ümmetteki yeri, Meryem'in İsrail oğulları ümmetin-deki yeri gibidir."
Yüce Allah, Kerim kitabında şöyle buyurur: "Biz sana Kevser'i verdik."
Ebû Nuaym îbni Abbas'tan rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Bana bazı Özellikler verilmiştir. Ben bunları övünerek söylemiyorum! Benim gelmişim ve geçmişim bağışlanmıştır. Ümmetim, en hayırlı ümmet kılınmıştır. Bana Cevâmiü'l-Kelim verilmiştir. Düşmanlarıma korku salınarak bana yardım edilmiştir. Yeryüzünün tamamı benim için mescid ve tahûr kılınmıştır ve bana Kevser verilmiştir. Onun kâseleri, yıldızlar kadardır,"
Müslim İbni Ömer'den rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Müezzin ezan okurken, siz de onun dediklerini aynen deyiniz! Ezan bittikten sonra bana salât ü selâm getiriniz. Sonra benim için Allah'tan Vesileyi isteyiniz. Vesile, cennette bir mertebedir ve Allah'ın kullarından sadece birine layıktır. O kulun ben olacağımı umuyorum. Benim için Vesileyi dua edip isteyene cennet helâl olur."
Darimi, "Sapık Cehmiye Mezhebini Red" diye isimlendirdiği kitabında, Ubâde bin Sâmit'ten rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Yüce Allah, kiyamet günü beni, Naim cennetinin en yüksek makamına yükseltecektir. Benim yukarımda, Arşı taşıyan meleklerden başka kimse olmayacaktır."
Beyhaki de Ümmü Belemeden rivayetle şu hadisi bildirir: "Minberimin ayakları, yarın cennette makamımın merdiveni olacaktır."
(Hâkim de bunun bir benzerini Ebû Vâkıd el-Leysi'den rivayet etmiştir.)
îbni Sa'd da şu hadisi Ebû Hüreyre'den rivayet eder. Onun bu nakline göre Peygamber (s.a. v.) şöyle buyurmuştur: "Benim şu minberim, yarın cennette yüksek bahçelerden bir bahçe olacaktır."
Buhari ile Müslim de ittifak halinde Ebû Hüreyre'den rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu bildirirler: "Evimle minberim arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir!"
Evet, Peygamber'in (s.a.v.) özelliklerinden bazıları da şunlardır: O'nun ümmeti dünyada sonra gelip ahirette öne geçmiştir. Önce O'nun ümmetinin hükmü verilecektir. Ümmet-i Muhammed, Mevkıfta iken, yüksek bir yerde bekleyecektir. Oraya abdest azaları nur gibi parlar bir vaziyette gelecektir. Ummet-i Muhammed'in azabı dünyada iken verilip âhirete tertemiz geleceklerdir. Kalan azabları olmuşsa, onu da kabirde çekip âhirete öylece geleceklerdir. Onlar, kabirlerine günahla girerler, kabirlerinden günahsız olarak çıkarlar. Günahlarının böylece bağışlanmasına, mümin kardeşlerinin istiğfarı da çok hayırlı bir vesile olmaktadır. Onların kitapları sağından verilir, onlar mahşer yerine gelirken ve sırattan geçerken, sabi çocukları ve nurları önlerinde giderler.
Simalarında yaptıkları secdelerin eseri görülür. Nurları, peygamberlerin nurları gibi çift olur. Sevabları mizanda çok ağır gelir. Onlar öyle bir ümmettir ki, hem kendi yaptıklarının, hem de kendileri adına yapılanların sevabına nail olurlar. Diğer ümmetler ise böyle değildir."
Bu ümmetin nurlarının önlerinde gideceği ve çift olacağı ve abdest azalarının nur gibi parlayacağı hakkındaki hadis, Peygamber Efendi-miz'in adının Tevrat ve İncil'de geçtiğine dair olan bölümde anlatılmıştır. Şimdi burada diğer hadisleri görelim:
îbni Mâce (daha doğrusu Buhari ve Müslim), Ebû Hüreyre ve Hu-zeyfe'den şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.) buyurdu:
"Biz, dünya ehli olarak sonra gelmişiz, fakat ahiret ehli olarak öne geçmişizdir! Bütün mahşer halkından önce, benim ümmetimin işi görülüp hükmü verilecektir."
Hâkim sahihtir kaydiyle Abdullah bin Selâm'dan nakleder. O şöyle der: "Kıyamet günü olduğu zaman, Yüce Allah kullarını ümmet ümmet ve peygamber peygamber sevkeder. Peygamberimiz ve onun ümmeti de tam merkezde yerlerini alırlar. Derken cehennem üzerine sırat kurulur. Biri nida eder ve: "Ahmed-i Muhammed e O'nun ümmeti nerededir?" der. Peygamberimiz ve O'nun peşi sıra ümmeti kalkar, iyisi ve kötüsü hep O'nu takib ederler. Derken sırat üzerine gelirler, tşte bu sırada O'nun düşmanlarının gözleri Allah tarafından görmez olur. Sıratın sağından ve solundan aşağıya, yani cehenneme düşerler. Peygamber (s.a.v.) ve O'nun ümmetinden iyiler kurtulurlar. Melekler de O'nunla beraber giderler ve adım adım O'nu ve ümmetini cennetteki yerlerine götürürler. Sonra nida eden: "îsâ ve O'nun ümmeti nerededir?" diye onları çağırır."
îbni Cerir ve îbni Merdûye Câbir bin Abdullah'tan rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Ben ve ümmetim kıyamet günü, yüksek bir tepenin üzerinde bulunacağız. Diğer mahşer halkı bizden aşağıda bulunacaklar ve bizden olmayı çok arzu edecekler. Kavmi tarafından yalanlanmış bulunan her bir peygambere de biz mahşerde şahidlik yapacağız. "Evet, Rabbimiz, o senin risaletini kavmine tebliğ etti" diyeceğiz."
Ahmed Ka'b bin Malik'ten nakleder. O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "însanlar mahşer yerine toplandıkları zaman, ben ve ümmetim yüksek bir yerde bulunuruz. Sonra Rabbimin emriyle ben, yeşil bir hülle giyerim. Sonra bana izin verilir. Ben de Allanın bana ilham ettiği ve hakkımda dilediği şekilde O'na hamd ü senada bulunurum ve şefaat ederim, işte bu, bana verilen Makâm-ı Mahmûd'tur."
Buhari ve Müslim Ebû Hüreyre'den rivayet ederler. O şöyle demiştin: Peygamber (s.a.v.) bir hadisinde şöyle buyurdular: "Kıyamet günü benim ümmetim, bütün abdest azaları nur gibi parlar bir vaziyette davet olunacaktır."
Ayrıca Müslim Kuzeyfe'den rivayetle şu hadisi bildirir: "Benim havzım, Aden ile Eyle arasından daha uzundur. Ümmetimden olmayanları orada rahatlıkla ayırırım." Ashab sordu: "Ey Allah'ın Resulü, sen bizi orada nasıl tanıyacaksın?" Resûlüllah cavap verdi: "Havzmın başında durup develerini sulayan bir adam, yabancı develeri nasıl tanıyıp ayırırsa, öylece tanır ve ayırırım. Hem orada sizlerin abdest azaları nur gibi parlayacağı için, bu gayet kolay olacaktır."
Ahmed ve Bezzâr Ebud-Derdâ'dan rivayet ederler. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Kıyamet günü, şefaatte bulunması için secde etmesine ilk izin verilecek olan, şefaati kabul edilip başını secdeden ilk kaldıracak olan şüphesiz benim! Baktığımda, ümmetimi de diğer ümmetler arasında tanırım. Kimi ön tarafımda, kimi arkamda, kimi sağımda, kimileri de solumda yer almış olarak onları görürüm." Bu sırada biri: "Ümmetini nasıl tanırsın, ey Allah'ın Resulü?" diye sordu. Resûlüllah da şu cevabı verdi: "Onların abdest azaları nur gibi parlak olacaktır! Bu alamet diğer ümmetlerde bulunmayacaktır. Aynı zamanda kitapları (amel defterleri) de sağ ellerinde olacak, sabi iken ölmüş çocukları ve nurları da önlerinde bulunacaktır."
(Yine Ahmed, sahih bir senedle Ebû Zerr'den de bu mealde bir hadis rivayet eder. Onun bu rivayetinin sonunda ise, sâdece, "nurları da önlerinde bulunacaktır" buyurulmuştur.)
Taberâni'nin el-Evsat'ında Enes'ten rivayeti ise şöyledir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Benim ümmetim, ümmet-i merhumedir! Hepsine merhamet olunmuştur. Bunun için, ümmetim kabrine günahıyla girer, fakat günahlarından temizlenmiş olarak kabrinden çıkar! Mü'min kardeşlerinin kendileri hakkındaki istiğfarları sebebiyle, bu günahlarından temizlenmiş olurlar."
Ahmed'in Aişe tarikiyle rivayet ettiği hadisde ise şöyle buyurul-maktadır: "Kıyamet günü hesaba çekilen müslüman, bağışlanmış olur. Zira müslümanlardan her biri, amelinin karşılığını (cezasını) kabrinde görmüş olur."
Hâkimi Tirmizi de bu konuda şu açıklamayı yapar: "Mü'min'in kabrinde hesaba çekilmesi, yarın ahiretteki mevkıfta fazla sıkıntı çekmemesi içindir. Kabrinde azâb görmesi de, günahlarından temizlenmiş olarak kabrinden çıkması içindir."
Taberâni, sahihtir kaydıyla Hakim, Abdullah bin Yezid'den şu rivayeti naklederler: O şöyle demiştir: Ben Resûlüllah'ın (s.a.v.): "Bu ümmetin azabı, dünyadadır" buyurduğunu işittim."
îbni Mâce ve Bey haki Enes'ten rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Şu ümmet, merhamet olunmuş bir ümmettir. Onun azabı, kendi dindendir. Kıyamet günü olunca, müslü-manlardan her bir adamın yerine müşriklerden biri cehenneme gönderilir ve o müslümana: "işte senin yerine cehenneme giren adam budur!" denilir."
El-Esbehani'nin Leys'ten rivayeti de şöyledir: "Isâ bin Meryem, bir konuşması sırasında demiştir ki: "Ümmet-i Muhammed, Mizanda sevabı en ağır gelecek olan ümmettir! Zira onların dilleri, müslümanlığın en büyük alâmeti ve esası bulunan lâ ilahe illallah kelime-i tevhidini çokça söylemeye, çok müsait bulunmuştur. Bu sayede, kendinden önceki ümmetlerden daha fazla sevap kazanmışlardır."
îbni Ebû Hatim, îkrime'den nakleder. O şöyle der: "Yüce Allah'ın kitabındaki: "insan için ancak çalışıp kazandığı vardır!" anlamına gelen âyeti; ibrahim'in suhufunda ve Musa'nın suhufunda böyle olduğunu bildirir. Bu ümmette ise, kişi hem çalışıp kendisinin kazandığının mükafatını, hem de kendisi için başkaları tarafıdan yapılanların mükafatını görecektir."
Birinci ve üçüncü hususlarla ilgili hadisler, az Önce geçmiş bulunmaktadır, ikinci hususla ilgili hadis ise, Isrâ ve Mirâc bölümünde îbni Mes'ud hadisi olarak geçmiştir.
Şeyh îzzüddîn bin Abdüsselâm der ki: "Peygamber (s.a.v.) Efendi-mîz'in kendisine verilmiş bulunan büyük özelliklerden biri de, O'nun ümmetinden yetmiş bin kişilik bir cemâatin, hiç hesaba çekilmeksizin doğruca cennete girecek olmasıdır. Bu, başka peygamberlerden herhangi birisi için sabit değildir."
Buharî ve Müslim, îbni Abbas'tan rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.) birgün bizim yanımıza geldi ve bize şunu haber verdi: "Bana, ümmetler arz olundu. Bir peygamber arz edildi (gösterildi) ya-' nmda ümmeti olarak bir kişi vardı. Diğer bir peygamberin de ümmeti iki kişiydi. Öyle peygamber gördüm ki, hiç ümmeti yoktu... (Zira peygamberliğini tebliğ ettiği kavimden hiç kimse ona inanmamıştı...) Yine bir peygamber gösterildi, yanında on kadar ümmeti vardı.... Derken, ümmeti çok kalabalık olan bir peygamber, yanımdan geçirildi. Baktım, çok sayıda bir ümmet ve ben onlann, benim ümmetim olmasını arzu ettim... Bana denildi ki: "Bu, Musa ve onun ümmetidir." Sonra bana, "bak" diye emredildi. Baktım, o kadar kalabalık bir ümmet gördüm ki, bütün ufku kaplamıştı... Bana yine: "Şu tarafa, bu tarafa da bak" diye emredildi. Baktığımda, gerçekten her tarafı kaplamış bir kalabalık gördüm. Sonra bana yine denildi ki: "Bu gördüğün büyük topluluk, senin ümmetindir! Onlara ilâveten yetmiş bin kişilik bir topluluk daha vardır. Hiç hesaba çekilmeden cennete gireceklerdir."
Tirmizî'nin hasendir kaydiyle Ebû Ümâme'den rivayet ettiği hadîs ise, şu anlamdadır: "Rabbim bana, ümmetimden yetmiş bin kişilik bir cemâati hiç hesaba çekmeksizin cennete göndereceğini va'd buyurdu. Onlara, bir azâb dahî yoktur. Onlardan her birinin arkasında da, yetmiş bin kişilik bir topluluk daha bulunacak ve bunlar da, hesâbsız ve azâbsız cennete gideceklerdir. Ayrıca Rabbim, üç büyük cemâati daha, kendisi cennete gönderecektir."
Taberânî ve Bey haki Ömer bin Hazm'dan rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Rabbim bana, ümmetimden yetmiş bin kişilik bir cemâati, hesâbsız ve azâbsız cennete koyacağım va'd buyurdu. Ben bunun artırılmasını istedim. Rabbim de bu isteğimi kabul etti ve yetmiş binden her birinin arkasında bir yetmiş bin daha olmak üzere cennete gördermeyi kabul etti. Ben bunun üzerine: "Rabbim, benim ümmetimin sayısı bu kadar olacak mı?" dedim. Rabbim de: "Ben, senin için onları bu sayaya ikmal edeceğim" buyurdu.
Şeyh îzzüddtn bin Abdüsselâm der ki: "Peygamber'in (s.a.v.) özelliklerinden biri de, yüce Allah'ın O'nun ümmetini adaletli hâkimler makamında kılması ve ümmetinin hesâb gününde, insanlar üzerinde şahitlik yaparak onlara gönderilen peygamberlerin, teblîğ vazifelerini tastamam yaptıklarına dâir hüküm vermeleridir. Halbuki böyle bir ö-zellik, diğer peygamberler de bile bulunmamaktadır."
Bilindiği gibi, Yüce Allah bir âyetinde şöyle buyurmaktadır: "Böylece sizi orta (adaletli) bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun..."
Buharı, Tirmizİ ve Nesâî Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Nûh (a.s.) kıyamet günü çağrılır ve: "Tebliğ ettin mi?" denilir, O da: "Evet" der. Ümmeti çağırılıp: "Nûh size tebliğ etti mi?" diye sorulur. Onlar da: "Bize kimse gelmedi, kimse birşey tebliğ etmedi!" derler. Bunun üzerine Nuh'a denilir ki: "Sana şahitlik yapacak var mı?" O da: "Bana, Muhammed ve O'nun ümmeti şahitlik yapacaktır!" der. işte bu, yukarıda mealini gördüğümüz âyetin, haber verdiği şeydir. Siz de bunun üzerine çağırılır ve Nûh (a.s.)'ın, Allah'ın risâletini kavmine tebliğ ettiğine dâir şahitlik edersiniz..."
Ahmed, Nesâî ve Beyhakî'nin Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayetleri ise şöyledir: Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu: "Kıyamet günü bir peygamber getirilir, yanında bir kişi bulunur. Peygamber gelir; yanında iki kişi bulunur. Bâzılarının ise daha çok... O peygamberlere: "Tebliğ ettin mi?" diye sorulur. Onlar da cevaplarında: "Evet" derler. Kavimleri çağrılıp sorulur: "Bu size tebliğ etti mi?" diye. Onlar: "Hayır tebliğ etmedi" derler. Peygamberlere: "Peki size şahitlik yapacak kimdir?" denilir. Onlar da: "Ümmet-i Muhammed" derler. Bunun üzerine Ümmet-i Muhammed çağırılır, onların tebliğ ettiklerine şahitlik ederler. Sonra onlara hitaben: "Siz, bu peygamberin tebliğ ettiğini nereden biliyorsunuz?" diye sorulur. Onlar da derler ki: "Bizim Peygamberimiz bize bir kitab getirdi. Bu kitab da sizlere, çeşitli âyetleriyle bu peygamberlerin tebliğ ettiklerini haber verdi. Biz de hiç tereddüt etmeden bu kitâb'm (Kur'ân'm) bu haberini dahî aynen inanıp tasdik ettik." Onların bu cevâbı üzerine de kendilerine denilir ki: "Evet, sizler gerçekten doğru söylüyorsunuz!" îşte bu: "Böylece biz sizi bir orta ümmet kıldık" mealindeki âyet-i celîlenin haber verdiği hakikattir. Bu âyetin söylediği Ümmet-i Vasat'ın mânâsı da, adaletli, faziletli ümmet demektir."
Evet, Peygamberimiz'in bir özelliği de, ümmeti için cehennem ateşinin, ancak hamam harareti kadar olacağını bildirmiş olmasıdır. Ta-berânî, el-Evsat'mda Ebû Bekir'den rivayette Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu bildirmektedir: "Cehennemin ümmetim üzerine olan harareti, ancak hamam harareti kadar olacaktır."
Kur'ân'ın "yedi harf üzerine nazil olmasının" meşhur kavle göre mânâsı; çeşitli kabilelerin muhtelif lehçeleri olması ve her kabîlenin kendi lehçesine göre okumasıdır. Bu, gerek Resûlüllah'ın, gerekse ilk İki halîfesinin zamanında bilinen ve devam eden bir husustu... Osman zamanında ise, Huzeyfe gelip insanların bir lehçe üzerinde birleştirilmesini, böylece bâzı kıraat ihtilâflarının bertaraf edilmesini teklîf etti. Osman (r.a.) de, bir heyet toplayarak böyle bir çalışmanın yapılmasını emretti. Ashabın kurrâsı da çalışıp Kur'ân'ı bir kıraat vechi üzere yazdılar. Diğer kıraat vechlerini ihtiva eden sahîfeler imha edildi. Mus-haf-ı Şerîf çoğaltılarak, diğer islâm merkezlerine de birer nüsha gönderildi. Böylece kıraat (okuyuş) farkından doğan ve büyümesinden korkulan fitne de Önlenmiş oldu.
İmâm-ı Ahmed'in rivayetine göre de Abdullah bin Sabit şöyle anlatmıştır: "Ömer, Peygamberimiz'e gelip, Kurayza'lı bir yahûdî dostundan yazdığı bâzı notları okumak istedi. Peygamberimiz'in derhal rengi attı. Ben Ömer'e: "Görmüyor musun, Peygamberimiz'in rengi değişti?" dedim. Ömer de bunun üzerine derhal: "Ben, rab olarak Allah'a, dîn olarak İslama, peygamber olarak da Muhammed'e inanıp razı oldum!" dedi. Bunun üzerine de Peygamberimiz'in rengi düzeldi ve mesrur oldu ve şöyle buyurdu: "Varlığım elinde olana yemin ederim ki, eğer Mûsâ aranızda olsa, siz de beni bırakıp ona uysanız, muhakkak sapıtmış olurdunuz! Siz benim ümmetim, ben de sizin peygam berin izim!"
Yahûdîlere veya diğer ümmetlere gelen nesihler ise, bir diğer peygamber göndermek suretiyle olurdu. Nitekim bu durumu Isâ (a.s.)'ın dilinden haber veren ayette şöyle buyurulmuştur: "Ben, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak, size haram kılınan bâzı şeyleri helal yapayım diye gönderildim..." (Al-i İmrân, 50)
Burada zikri geçen ve Peygamberİmiz'e verilmiş bulunan Kevser, cennette bir nehirdir ve onun suyu; sütten beyaz, baldan da tatlıdır, iki büyük oluğu vardır ve buradan Havz'a akmaktadır. Peygamberimiz'in bu havzından bir deîâ İçenler ise, ebediyen bir daha susuzluk nedir bilmeyeceklerdir.
Makâm-ı Mahmûd hakkındaki sahîh tefsîr ise, bunun, Peygamber Efendimizin cümle mahşer halkı İçin yapacağı Şefâat-i Uzmâsı olduğudur. Ancak bu şefaatten sonradır ki, halk Mahşer yerindeki bekleme yerinden kurtulup hesab yerine gidebileceklerdir.
Yine sahih hadîsde bildirildiği gibi, kabrinden ilk kalkacak olan kişi de Peygamberimiz olacaktır. Ancak bu sırada Peygamberimiz, Mûsâ (a.s.)'ı Arş'ın direğine tutmuş vaziyette görecektir. Bu hususta kendileri: "Bilmiyorum, kabrinden benden evvel mi kalkmış, yoksa Tûr'daki bayılıp kendinden geçmesine bir mükâfat olarak mı buradadır" buyurmuştur.
Önceki peygamberlerin Allah tarafından müdâfâ edilmeyip, kendilerini kendilerinin savunduğunu söylemek, doğru bir hüküm değil; Peygamberimizin özelliklerini çoğaltmak gayretiyle acele verilmiş bir hükümdür. Bu hükmü veren Ebû Nuaym ve onu olduğu gibi nakleden müellifimiz, acaba Kitâbımız'ın şu mealdeki âyetleri karşısında ne diyeceklerdir?
Sahih hadîste: "Her peygamber duasını yaptı. Ben ise duamı, ümmetime şefaat olmak üzere saklamış bulunuyorum, inşallah, Allah'a hiç şirk koşmaksızın ölenlere nasîb o-lacaktır" buyurulmuştur.
Tirmizinin bildirdiği rivayette,isimler biraz farklıdır,
Sahih olan Peygamberimizle dahî Allah'a karşı iksâmda bulunmamaktır. Imâm-ı Azam Ebû Hanîfe (r.a.), Ebû Yusuf'un kendisinden rivayetine göre şöyle demiştir: "Allah'tan ancak, Allah ile istenilir!" Yâni, Allah'ın izin verdiği şer'î dualar; "Allah'ın Esmâ-i Hüsnâsı vardır, O'na onlar ile dua ediniz!" (Araf, 180) âyetinin hududu içinde kalınarak yapılan dualardır. Pek çok Hanefî mezhebi âliminin naklettikleri gibi, Ebû Hanîfe, aynı zamanda: "Dua eden bir müslümanın duası esnasında: "Ey Allah'ım, ben senden îalan kulun hakkîçün istiyorum!" demesi caiz değildir! Zira Allah üzerinde hiç bir kulun hakkı olamaz" demiştir, işte Onun bu sözleri, ihtilaflı ve nâzik olan bu mes'eleyi halleder mâhiyettedir. Şer'an izin verilmiş duanın ne olduğunu, çok güzel ifâde etmektedir.
Ibni Tâhir, Tezkiratü'l-Mevzûât adlı kitabında bu rivayetle ilgili olarak der ki: "Bu haberin râvîleri arasında, Avn bin Arnâra bulunmaktadır ve bu râvi hüccet olacak durumda değildir."
Bu müfessırler, Yüce Allah'ın: "...Ey Meryem, sen de Rabbi'nin huzuruna durup rüku edenlerle beraber rüku et!" (Al-İ Imran, 43) âyetine ne diyecekler acaba? Sonra Efen-dimiz'in: Kendisinde rüku olmayan bir dinde hayır yoktur" hadisini ne yapacaklar? Evet, bu rüku'dan maksat namazdır, denilebilir. Fakat, rüku'suz namaz nasıl olur?
Al-i İmran suresi, 39
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/400.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/400-401.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/402-403.
Biz öncekilerin oruçlarının ne ve nasıl olduğunu bilemiyoruz. Bir habere göre de, onlara Ramazan farz kılınmış, fakat onlar Ramazan'ı zâyî etmişler. Cûmâ'yı kayb ttikleri gibi...
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/403-406.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/406-407.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/407-408.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/408-409.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/409-416.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/416-417.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/418.
Bu, Katâde'nin Enes'ten olan rivayetidir. Buradaki "Kur'ân'm hapsettiği kimselerden murâd, ebediyen cehennemde kalmaları gereken kimselerdir. Şüphesiz onlara, oradan çıkmaları için şefaat olmayacaktır. Katâde, sonra şu mealdeki âyeti okumuştur: "Böylece Rabbin Seni, bir makâm-ı mahmûda ulaştıracaktır." (Isrâ, 79). Ayeti okuduktan sonra da: "İşte Allah'ın peygamberi m iz'e va'd buyurduğu makâm-ı mahmûd, budur" demiştir.
Buhâri ve Müslim'in Mabed bin Hilal'dan olan rivayetleri ise, yukarıdakinden daha kısa olup, sonunda şöyle denilmiştir: "...Biz Zahru'l-Cebân denilen yerde idik. Hasan-ı Basrî ise, bu sıralarda Ebû Halîfe'nin evinde saklanıyordu. Farkına vardırmadan onun yanına gidip Enes'in rivayet ettiği Şefaat Hadisi hakktnda ondan bilgi almak istedik ve gittik... Dedik ki: "Ebû Hamza, mislini hiç işitmediğimiz şekilde bir şefaat hadîsi rivayet ediyor." Onu bana naklediniz, dedi. Biz de naklettik. Daha söyleyin, dedi. Biz de hepsi bu kadar dedik... Dedi ki: "O bize, yirmi seneye yakın bir zamandır şefaat hadîsini, bundan daha uzun olarak naklet-mişti. O zaman müsiümanlar da birlik halinde idiler. Belki üstâd bir kısmını unutmuştur, belki de tamâmını haber vermekten çekindiği bir şey vardır." Biz kendisine: "Bize tamâmını söyle!" dedik. O da güldü ve: "Tamâmını söylemek istediğim için, böyle konuştum. Fakat insan a-çetecidir. İşte bize, onun söylemediği kısmını haber veriyorum" dedi ve hadisi okudu: "...Sonra ben, dördüncü defa olarak secdeye kapanır, rabbime hamdü senada bulunurum. Bana denilir ki: "Ey Muhammed, başını kaldır, iste, istediğin verilecek! Şefaat et, kabul edilecek." Derim ki: "Ey Rabbim: Lâ ilahe İllallah! diyenlere şefaat etmem için izin ver!" Rabbim der ki: "Onları sana havale etmeyeceğim! İzzetim, kibriyâm ve azametim hakkı için, onları cehennemden ben çıkaracağım."
|