Kur'an ve Sünnet
   
 
  YİRMİSEKİZİNCİ BÖLÜM devamı

Peygamberimizin Bir Özelliği De, Namazlarının Rüku İle Ve Cemaatle Kılınmasıdır

 

Müfessirlerden bir topluluk, yüce Allah'ın kerîm kitabındaki: "...Allah'ın huzuruna durup rükû edenlerle beraber siz de rükû ediniz!" (Bakara, 43.) mealindeki âyeti tefsir ederken şöyle demişlerdir: "Na­mazda rükû etmenin meşruiyeti, bu ümmete mahsûs birşeydir. Isrâîl Oğullarının kıldığı namazlarda rükû bulunmamakta idi. Bu sebepledir ki, Ümmet-i Muhammedle beraber rükû etmeleri, yüce Allah tarafından kendilerine emredilmiştir."[154]

Ben derim ki: Müfessirlerin bu söylediklerine, Bezzâr ve Taberânfnin Ali'den naklettiği rivayet ile de delîl getirilmiştir. Zira bu rivayete göre Ali demiştir ki: "Bizim edâ ederken kendisine rükû yaptı­ğımız ilk namaz, ikindi namazıdır. Ben, böyle rükû ederek kıldığımız bu ikindi namazından sonra efendimize: "Ey Allah'ın Resulü, bu nedir?" diyerek sormuştum. O da cevaben: "Ben böyle rükû etmekle emrolun-dum" buyurmuştu... [155]

Bununla delîl getirmenin sebebi ve vechi şudur: Peygamberimiz, bu ikindi namazından önce öğle namazını kılmıştı... Ve beş vakit namaz farz kılınmazdan önceleri de, gece namazını ve diğer namazları kılmış­tır. Hz. Ali'nin bahsettiği ikindi namazından önce kılman namazların rükû etmeksizin kılınmış olması, daha önceki ümmetlerin namazlarında da rükû olmadığını göstermektedir. îbni Ferişteh de Şerhu'l-Mec'ma' a-dındaki eserinde, Peygamber Efendimiz'in: "Her kim bizim kıldığımız namazı kılar, bizim kıblemize dönerse, o kişi bizdendir!" mealine gelen hadîslerinden bahsettiği yerde, şu açıklamayı yapmıştır: "Sevgili pey­gamberimiz, burada; "Bizim kıldığımız namazı kılarsa" derken, cemâatle kılman namazı kasdetmiştir. Zira münferiden namaz kılmak, bizden önceki ümmetlerde de vardır."

Onun bu sözünden de anlaşılıyor ki, cemâatle namaz kılmak da Peygamberimiz'in (ve dolayısıyla bu ümmetin) bir özelliğidir." [156]

 

Peygamberimizin Bir Özelliği De, Namazdaki "Rabbena Lekelhamd" Duasıdır

 

Beykakî'nin Sünen'inde Aişe'den rivayeti şöyledir: Peygamber (s.a.v.) bir hadîslerinde buyurdu ki: "Yahudiler bizim hakkımızda şu üç şeyi kıskandıkları gibi, başka bir şeyi kıskanmış değillerdir: Selamlaş­mak, amîn demek, bir de namazımızdaki "Allahümme Rabbena lekel-hamd!" duamızdır!"[157]

 

Peygamberimizin Bir Özelliği De, Ayaklarında Naleyni İle Namaz Kılmasıdır

 

Bu hususta da Said bin Mansûr'un Şeddâd bin Evs'ten rivayeti var. O demiştir ki: "Peygamber (s.a.v.) bir hadîslerinde aynen şöyle buyur­muşlardır: "Yâni ayaklarınızda nâleyniniz (ayakkabılarınız) bulunduğu halde namaz kılınız ve bu suretle yahûdîlere muhalefet ediniz!"

Ebû Dâvud ile Beyhakl, bu hadîsi şu lafızla rivayet etmişlerdir: "Yahûdîlere muhalefet ediniz! Zira onlar, mestleri veya ayakkabıları a-yaklarında iken namaz kılmazlar." [158]

 

Peygamberimizin Özelliklerinden Biri De, O'nun Mihrabda Namaz Kılmayı Kerih Görmesidir.

 

Peygamber'in (s.a.v.) bir özelliği de, O'nun mihrabda namaz kıl­mayı kerîh görmüş olmasıdır. Halbuki daha önceleri mihrabda namaz kılmakta idi. Nitekim ilgili bir âyet-i celîlede şöyle buyurulmaktadır: "Zekeriyâ mihrabda durmuş namaz kılarken, melekler kendisine nida ettiler..." [159]

 

Peygamberimizin Bir Özelliği De, La Havleyı Okumak, Musibet Anında İstirca'da Bulunmak, Namaza Tekbir İle Başlamaktır

 

Evet, Peygamberimiz'in özelliklerinden bâzıları da bunlardır: İnşân kendisini daha da güçsüz hissedince veya sırf Allah'ı zikir için "lâ havîe"yi okumak, bir musibet zamanında istirca'da bulunmak ve nama­za iftitâh tekbîri ile başlamaktadır. "Lâ Havle..."yi okumak ki, buna kı­saca Havkala da denilir, gerçekten bu ümmetin bir özelliği olmuş ve Resûlüllah tarafından: "Bana bu, cennet hazînelerinden bir hâzine ola­rak verildi" buyurulmuştur. Çok büyük bir zikirdir ve ilâhî bir hazînedir ve tamâmı şöyledir:

"Lâ havle velâ kuvvete illâ billahi'l-aliyyi'l azîm"

"Ben kendisinin vereceği güç ve kuvvet dışında hiçbir güç ve kuv­vet bulunmayan, sonsuz güç ve büyüklük sahibi ve çok yüce bulunan Allah'a sığınırım!" demektir. (Ve bu "Lâ Havle..."yi okumaktan maksat da budur. Yoksa, güç ve kuvvetin insana verilmiş bulunanının tamâmım inkâr etmek değildir.) [160]

"Bir cennet hazînesi" bulunan "Lâ Havle..." yi okumakla ilgili bâzı hadîsler, "Peygamberimiz'in Göğsünün Açılması" bölümünde ve duyu­lacak bir sesle Allah'ı zikretmek kısmında geçmişti... Şimdi isti â ile ilgili hadîsi verelim!

Taberânı'nin Îbni Abbas'tan rivayet ettiği bu hadîs ise aynen şöy­ledir: "Ümmetime, daha önceki ümmetlerden hiç birine verilmemiş olan bir şey verilmiştir! Bu da, bir musibet zamanında: "Bizler; mülk, mahlûk ve kullar olarak Allah'a âit bulunuyoruz! O, üzerimizde dilediği gibi ta­sarruf eder! Dilerse tatlı, dilerse acı verir... isterse verir, isterse alır... Biz sonunda O'na dönüp yaptıklarımızdan ve yapmadıklarımızdan mutlaka hesab vereceğiz! O ise, acılara karşı sabredip dayanmayı ve sabırlı olmayı çok sever! Ayrıca bunun da büyük mükâfatını elbette ve­rir!..." diyerek O'na sığınmaktır." [161]

Abdurrezzâk ve Îbni Cerîr Tefsîr'lerinde Saîd bin Cübeyr'in şöyle dediğini rivayet ederler: "Bu ümmetten başkasına, musibet zamanında: "Innâ lillah..." demek verilmemiştir. Baksanıza Yâkûb (a.s.), oğlu Yu-sufu kaybetme musibeti üzerine: "...Yâ esefâ alâ Yûsufa..." diyerek kendini teselliye çalışmıştır." [162]

Yine Abdurrezzâk, Muammer tarikiyle, Ebân'ın şöyle dediği habe­rini nakletmiştir: "Namaza tekbîrle başlama, sâdece bu ümmete verilmiş bir özelliktir."

îbni Ebû Şeybe de şu haberi nakleder: Ebu'l-Aliye'ye sormuşlar: "Daha önceleri peygamberler, namaza ne ile başlıyorlardı?" O da şu karşılığı vermiştir: "Onlar namaza, tevhîd, tesbîh ve tehlîl ile başlıyorlardı."[163]

 

Peygamberimizin Ümmetiyle İlgili Bazı Özellikleri

 

Peygamber Efendimiz'm hususiyetlerinden bâzıları da şunlardır: Ümmetinin istiğfar ile günahlarının bağışlanması, pişman olmalarının tevbe sayılması, kendilerine ve çoluk-çocuklarma harcadıklarının da sadaka sayılması, sevaplarının âhirete saklanmakla beraber dünyada verilmesi, dualarının müstecâb (makbul) olması...

Bu konuyla ilgili pek çok hadîs daha önce ilgili bölümlerde geçmiş olmakla beraber, burada da bâzılarım zikredelim. Bu cümleden olmak üzere, Feryâbî Kaş'tan şu haberi nakleder: O demiştir ki: "Bu ümmete, şu üç haslet verilmiştir ki, bunlar daha önce herhangi bir ümmete ve­rilmiş olmayıp, sâdece peygamberlere verilmiş idi. Bir peygambere: "Sen, açıkça tebliğ et! Üzerine herhangi bir güçlük yoktur. Sen, dua et, duan kabul edilsin. Sen kendi kavminin üzerine şahid de olacaksın!" denilirdi. Bu ümmete ise: "Ve Allah, dinde üzerinize herhangi bir güçlük kılmamıştır!" buyurulmuştur. [164]

Yine buyurulmuştur ki: "Siz, insanlar üzerine şâhidler olasınız diye..." [165]

Bir âyet-i celîlede de şöyle buyurulmuştur: "Siz bana dua ediniz, Ben de sizin duanızı kabul edeyim!" [166]

Nesâî, Hâkim, Beyhakî ve Ebû Nuaym, Ebû Hüreyre'nin, Kur'ân-ı Kerlm'deki: "Musa'ya nida ettiğimiz zaman, Sen Tûr'un yanında değil­din..." anlamına gelen âyetiyle [167] ilgili olarak şöyle dediğini nakle­derler: "Kendilerine nida olunarak denilmiştir ki: "Ey Ümmet-i Muhammed siz Bana dua etmezden Önce duanızı kabul etmişimdir! Siz Benden istemezden önce Ben sizlere vermişimdir!..." [168]

Ebu Nuaym da Amr bin Abese'den nakleder. O der ki: "Ben, yuka­rıda geçen âyetle ilgili olarak Hz. Peygamber'e sordum ve: "Bu âyette geçen nida ve rahmet nedir?" dedim. O da bana cevaben buyurdu ki: 'Yüce Allah, mahlûkatını yaratmazdan iki bin sene önce bir kitaba yazmış, sonra şöyle nida etmiştir: "Ey Ümmet-i Muhammed, rahmetim ga-dabımı geçmiştir! Ve Ben sizlere istemenizden önce vermişimdir. Bana istiğfar etmenizden Önce, günahlarınızı bağışlamış imdir, içinizden her kim bana, "Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed (a.s.) da Allah'ın kulu ve resulüdür" demiş ve buna kalbten inanarak şehâdet getirmiş o-larak gelecek olursa, ben onu mutlaka cennete korum!" [169]

Ahmed ve Hâkim, îbni Mes'ûd'tan rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Nedamet etmek, tevbedir!"

Bâzı âlimlerimiz, bu hadîsle ilgili açıklama yaparken; "nadim ol­manın, tevbe etmek demek oluşu" bu ümmete mahsûs bir şeydir. Daha önceki ümmetlerde böyle değildi" demişlerdir.[170]

 

Peygameberîmizin Özelliklerinden Bazıları Da Şunlardır

 

icabet saati, Kadir gecesi, Ramazan ayı, Ramazan ayındaki beş haslet (ki bunlar, günahların affına vesiledir), kurban bayramı, kurban kesmek, kabirde cenaze için sapma açılması, oruca imsak vakti sahur yemeği yiyerek başlamak, orucu akşam olur-olmaz açmak, şafak vaktine kadar oruç bozan şeylerin serbest olması, arefe günü, arefe gününün o-rucunun iki senelik günâha keffâret oluşu...

Allâme Konavî Şerhu'l-Mühezzeb adlı eserinde şöyle der: "Kadir gecesi, bu ümmete mahsûs bulunan bir fazilettir! Allah Teâlâ, onun şe­refini artırsın, çok da şerefli bir gecedir. Bu, bizden önceki ümmetlerde yoktu..."

îmâm Mâlik Muvatta' adlı kitabında şöyle der: Bana ulaşan habere göre, Peygamber'e (s.a.v.) kendinden Önceki ümmetlerin ömürleri göste­rilmiş, onların ömürlerinin çok uzun olduğunu görünce kendi ümmetinin kısa olduğuna, ümmetinin önceki ümmetlerin ameline ulaşamıyacakla-rına üzülmüş... Yüce Allah da, O'na ve ümmetine Kadir Gecesini ver­miştir ve lütfettiği bu Kadir Gecesinin, "bin aydan hayırlı olduğunu" bildirmiştir."[171]

Bu haberi destekleyen diğer bazı haberlerde bulunmaktadır. Ben bunları, el-Tefsirü'1-Müsned adlı kitabımda açıklamış bulunuyorum.

Deylemî Enes'ten şöyle rivayet eder: Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Allah, ümmetime Leyle-i Kadr'i lütfetti. Bunu daha önceki ümmetlere vermiş değildir." [172]

Îbni Cerîr de Atâ'nın, "Oruç üzerinize yazıldı, sizden Öncekilerin üzerine yazıldığı gibi..." [173] mealindeki âyetle ilgili olarak şöyle dedi­ğini kaydeder: "Yâni üzerinize her ayın üç gününde olmak üzere oruç farz kılınmıştır." Ramazan ayı'nın orucu farz kılınmazdan önce insan­ların tuttuğu oruç bu idi. Sonra Allah, Ramazan orucunu farz kıldı." [174]

Yine îbni Cerîr el-Süddî'nin, yukarıdaki âyetle ilgili olarak şöyle dediğini nakletmiştir: "Bizden öncekiler, nasrânüerdir. Onların üzerine de Ramazan Orucu farz kılınmıştı. Fakat onların, uyuduktan sonra ye­meleri ve içmeleri yasaktı. Sonra Ramazan boyunca hammlarıyla yat­maları da yasaklanmıştı. Bu kendilerine zor geldiği için, toplanıp bir karara vardılar. Bu karara göre, her sene Ramazan Oruçlarını, yılın ilk baharında tutacaklardı ve bu yaptıklarına karşı bir keffâret olmak üzere de, oruca yirmi gün daha ilâve ettiler... Müslümanlar da ilk yıllarında Ramazan oruçlarını, bu şekilde tutuyorlardı. Nihayet Ebû Kays bin Sarma ile Ömer bin el-Hattâb'm olayları meydana geldi. Bundan sonra Yüce Allah, işi kolaylaştırıp hafifletti. Yâni oruç gecelerinde müslü-manlarm, imsak vaktine kadar yeme-içmelerini ve hanımlarına yaklaş­malarını helâl kıldı."

Bizim Ramazan orucumuzun keyfiyeti ve bâzı özellikleri bulun­maktadır. Bunlar da bir rivayete göre beş tanedir. El-Esbahânfnin el-Terğîb adınd ki kitabında bu hususla ilgili Ebû Hüreyre'den rivayeti şöyledir: "Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Ümmetime Ramazan'da beş haslet verilmiştir. Bunlar, daha önceki ümmetlere verilmemiştir. Şöyle ki:

1- Oruç tutanın ağız kokusu, Allah indinde misk kokusundan daha hoştur!

2- Orucun iftar vaktine kadar  melekler kendileri için istiğfar e-derler.

3-  Şeytanların azgınları hapsedilir de diğer günlerde verdikleri zararı veremez olurlar.

4- Her gün cennetin süslenmesine ve kendisine layık olanlar için hazırlanmasını yüce Allah emreder...

5-  Ramazanın son gününde Ümmet-i Muhammed'in günahları bağışlanır."

Peygamberimiz bu müjdeyi verdikleri zaman, ashâb: "Ya Resulal-lah, bu son gün, Kadir Gecesi midir?" diye sordular. Peygamberimiz de: "Hayır. Fakat bilirsiniz ki, bir işi yapan, işi bitirdiği gün onun ecrine nail olur" buyurdular.

Hâkim sahihtir kaydiyle îbni Ömer'den şöyle rivayet eder: "Pey­gamber (s.a.v.) buyurdu: "Ben, Kurban Bayramı ile emrolundum ve Al­lah bunu, bu ümmete lütfetmiştir." [175]

Müslim'in Amr bin el-As'tan rivayeti de şöyledir: Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu: "Bizim orucumuz ile ehl-î kitabın orucu arasındaki fark, sahur yemeğidir!" [176]

Ebû Dâvûd ve îbni Mâce, Ebu Hüreyre'den rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.) buyurdu:

"Müslümanlar, iftarlarını te'hîr etmedikleri müddetçe, bu dîn zahir (açık ve sâf) olarak devam eder! Biliniz ki yahûdîler ve nasranîler oruçlarım te'hîr ederler..." [177]

Kütübü Sitte'nin (Buharî ile Müslim dışında kalan) dördü, îbni Abbas tarikiyle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Kabirlerdeki lahd bize, şakk da bizden başkalarına emredilmiştir!" [178]

Ahmed, Cerîr bin Abdullah el-Becelî'den şöyle rivayet etmiştir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Lahd bizim içindir, şakk da ehl-i kitâb i-çindir."

Müslim de Ebu Katâde'den şöyle rivayet eder: "Bir gün Peygam-ber'e (s.a.v.) Aşûrâ Orucunu sordular. Peygamberimiz de cevâbında: "Geçmiş senenin günahlarına keffârettir" buyurdu. Arefe Gününün o-rucunu da sordular... O da: "Arefe Günü Orucu, hem geçmiş senenin, hem de gelecek senenin günahlarına keffârettir" buyurdu. Alimler derler ki:   "Bunun böyle olması, Arefe Gününün (ki Kur­ban Bayramından bir gün öncesidir), Peygamberimize ait bir gün olma­sındandır. Aşûra Günü   ise, Mûsâ (a.s.)'ın günüdür... Böyle olunca, Peygamberimizin sünneti, Mûsâ (a.s.)'ın sünnetinden afdal olmuştur. (Hattâ bu Arefe Günü, senenin bütün günlerinden daha faziletli bir gün olmuştur.) [179]

Hâkim'in Selmân'dan olan rivayeti de buna yakın durumdadır. Buna göre Selmân şöyle demiştir: Ben Peygamber'e (s.a.v.) dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben Tevrat'ta, yemeğin bereketinin yemekten evvel el­leri yıkamak olduğuna dâir bir şey okumuştum?" O da buyurdu ki: "Ye­meğin bereketi, yemekten evvel ve sonra elleri güzelce yıkamaktır."

Yine Hâkim, Aişe'den merfûan şöyle rivayet eder: “Yemekten evvel elleri yıkamak, bir hasenedir! Yemekten sonra yıkamak ise,  [180]

 

Peygamberimizin Özelliklerinden Biri De, Namazda Konuşmasının Yasak, Oruçta Serbest Olmasıdır

 

Peygamberuniz'in bir özelliği olarak bu ümmette, namazda ko­nuşmak haram, oruç iken konuşmak ise serbest kılınmıştır. Önceki ümmetlerde ise bunun tersine idi.

Saîd bin Mansûr Sünen adlı kitabında Muhammed bin Ka'b el-Kurazî'den şöyle rivayet eder: "Peygamber (s.a.v.) Medine'ye hicret ettiği zaman, insanlar namaz kılarken bâzı ihtiyaçları hakkında konuşabili­yorlardı. Nitekim dana Önceki ümmetlerden yahûdîlerde de durum böyle idi. Nihayet, "...Tam bir bağlılık ve saygı ile Allah'ın huzuruna durunuz!" [181] mealindeki âyet indi de namazda konuşmak haram oldu."

îbni Cerîr de Îbni Abbas'ın yine bu âyetle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet eder: "Yani ehl-i dînden olan herkes Allah'ın huzuruna durur... Fakat sizler, tam bir huzur ve saygı ile Allah'ın huzuruna durunuz! Onlar gibi namazdayken konuşmayınız!..."

îbni Arabî, Tirmizî'nin Sünen'i üzerine yazdığı şerhde der ki: "Bizden önceki ümmetler; oruç tutarken yemekten ve içmekten sakın­dıkları gibi, konuşmaktan da sakınırlardı. Bu suretle büyük bir zorluk içinde kalırlardı. Yüce Allah, bu ümmete lütfedip kolaylık ihsanında bulundu. Oruç ibâdetini günün gündüz vaktine tahsis buyurdu, oruçlu iken konuşmayı da serbest kıldı." [182]

 

Peygamberimizin Bir Özelliği De; Ümmetinin En Son Ve En Hayırlı Ümmet Oluşu, Kitablarını Kolaylıkla Ezberlemeye Muvaffak Kılınışı; İsimlerinin Allah'ın İki İsminden Verilerek Müslim Ve Mü'min Oluşu, Dinlerinin Adının Da İslam Oluşudur

 

Evet, Peygamberimiz (s.a.v.), ümmetinin bu muvaffakiyet ve mahzariyetleriyle de büyük bir özellik kazanmıştır. O'nun ümmetinden başka ümmetlerde bu mahzariyetler bulunmamaktadır. Bu mahzari-yetler, daha önceki ümmetlerin sâdece peygamberine verilmiştir. Bu hususla ilgili bir âyet-i celîlede şöyle buyurulmaktadır: "Siz, insanlar i-çinden çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz..." [183]

Yine bu hususla ilgili bir âyet-i celîlesinde Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Andolsun biz Kur'ân'ı hatırlamak ve öğüt almak için kolay­laştırdık!... [184]

Yüce Allah'ın bir âyet-i celîlesi de şu mealdedir: "Allah; bu Kur'ân'dan önceki kitaplarda da, bu Kur'ân'da da size "müslümanlar" adını vermiştir." [185]

Bu konuda Ahmed'in, hasendir kaydiyle TirmizVnin, İbni Mâce'nin ve Hâkim'in, Muâviye bin Hayda'dan naklettikleri rivayet de şöyledir: Ben, Peygamber'in (s.a.v.), Kur'ân-ı Kerîm'deki: "Siz, insanların hayrı için çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz" mealindeki âyet-i celîle ile ilgili olarak şöyle dediğini duydum: "Ey benim ümmetim! Sizler, geçmiş üm­metlerin sayısını yetmişe tamamlayan bir ümmetsiniz! Ve bütün bu üm­metlerin Allah yanında en hayırlı ve en sevgili olanı da sizsiniz!" [186]

îbni Ebû Hâtim'in rivayetine göre, Ubeyy bin Ka'b şöyle demiştir: "Allah'ın gönderdiği peygamberi ve o peygamberi ile ulaştırdığı dîni kabul etmekte, en iyi ve en musbet davranan; bizim ümmetimiz olmuş­tur ve bu ümmet, bu sebeble bütün ümmetlerin en hayırlısı olma şerefi­ne ermiştir."

îbni Râhûye'nin Müsned'inde, îbni Ebû Şeybe'nin de el-Musannefinde Mekhûl'dan naklettikleri bir haber var. Buna göre Mekhûl şöyle demiştir:

"Ömer (r.a.)'in bir yahûdîde alacağı vardı. Birgün bu alacağını is­temeye gitti... Adam Ömer'i oyalamak istedi ve ağır davrandı. Ömer: "Muhammed'i bütün kullarından şerefli kılan Allah'a yemîn ederim ki, alacağımı almadan buradan ayrılmam!" diye yemin etti. Yahûdî de şu karşılığı verdi: "Ben de Allah'a yemin ederim ki, Allah Muhammed'i bü­tün kullarından daha şerefli kılmamıştır!" Buna sinirlenin Ömer yahûdîye bir tokat attı... Yahûdî de, Hz. Peygamberce giderek durumu anlattı ve Ömer'i şikayet etti. Peygamberimiz de Ömer'e hitaben: "Sen bu adamın gönlünü alıp kendini ona bağışlatın alısın, yâ Ömer" buyurdu. Yahûdîye hitaben de:

"Bilesin ki, Adem Safiyyullah'tır, îbrâhîm Halîlüllah'tır, Mûsâ Neciyyullah'tır, Isâ da Rûhullah'tır!... Ben ise, Habıbullah'ım! Ey Yahûdî, unutma ki, Allah; kendi isimlerinden iki isimle de benim üm­metimi isimlendirmiş ve onlara "müslümanlar" ve "mü'minler" demiştir. Ey Yahûdî, hatırla ki, siz çok faziletli bir günü çok aradınız, fakat bula­madınız! O, bizim Cûmâmızdır! Sonra sizin gününüz, sonra nasaranın günü gelmektedir. Evet siz, ümmet olarak bizden Önce gelmişsiniz. Fa­kat biz sonra gelip öne geçen bir ümmetiz! Bil ki, ben cennete girmeden diğer peygamberler; benim ümmetim cennete girmeden de diğer üm­metler cennete giremeyeceklerdir!" [187]

 

Peygamberimizin Bir Özelliği De, Sarığına Püskül Yapması Ve Belden Aşağı İzar Giyinmesidir... Ve Bunların Her İkisi De Meleklerin Simasıdır

 

Peygamber Efendimiz'in Özelliklerinden biri de, sarığına püskül yaparak sarkıtması ve belden aşağı izâr giyinmesidir. Bu husustaki ha­ber ve rivayetler, Peygamberimiz'in Tevrat ve İncil'de zikredildiğine dâir haberler meyâmnda geçmiştir ve orada, O'nun ümmetiyle ilgili haberde: "...Ve onlar, bellerinden aşağı izâr giyinirler..." diye zikredilmişti.

Bu şekilde giyinmenin, meleklerin sîmâsı ve kıyafeti olduğuna dâir de bir haber bulunmaktadır. Bu haberi Deylemî Amr bin Şuayb tarikiyle onun babasından, o da onun dedesinden nakleder. O şöyle demiştir: "Resûlüllah (s.a.v.) bir hadîslerinde şöyle buyurdular: "Sizler, belden a-şağıya izâr giyininiz! Ben meleklerin, Rab'lerinin huzurunda bu şekilde giyinmiş olarak saf tuttuklarını gördüm... Ve bu izârı, bacaklarınızın diz kapağı ile topuk kısmının ortasına kadar da uzatınız. Bundan fazla uzun da yapmayınız..."[188]

tbni Asâkîr'in rivayeti de Aişe'den. O şöyle diyor; "Peygamber (s.a.v.), Abdurrahman bin Avf m başına sarığını sarıverdi ve sarığından bir miktarını püskül gibi sarkıttı. Sonra: "Ben melekleri böyle sarıklı gördüm" buyurdu.

Meşkûr îbni Teymiye'nin bu hususta bir tevcihi var... O şöyle der; "Sarığın ucunu püskül yapıp omzundan arkaya doğru sarkıtmanın hik­meti; Peygamber (s.a.v.) (rü'yâsında), yüce Allah'ın tecellîsine mazhar olduğu zaman; "Bu sırada Rabbim, elini iki omzumun arasına koydu" diye ifâde buyurduğu hususu kendince bu şekilde şereflendirmek, ke-remlendirmek istemesidir."

Hafız Irâkî ise, onun bu tevcîhini, "ben, bu hususta bir nass ve nakil görmedim" diyerek red etmek istemiştir." [189]

 

Peygamberimizin Özelliklerinden Bazıları Da Şunlardır

 

Peygamberimiz'in Özelliklerinden bâzıları da şunlardır: O'nun ümmetinden, daha önceki ümmetlerin üzerindeki ağır yük kaldırılmış, önceki ümmetlerin pek çok meşakkatli işleri hafifletilmiş, kendilerine dînde herhangi bir güçlük kılınmamıştır. Hatâ, unutkanlık veya zorla­ma ile yapılan şeylerin mes'ûliyeti üzerinden kaldırılmış, sırf içinden düşünmek sebebiyle günaha girmiş olmak da üzerinden kaldırılmıştır. O'nun ümmetinden her kim, içinden bir günâhı işlemeyi geçirmiş olsa da işlemese, bu kendisine günah olarak yazılmaz, üstelik Allah için vazgeçmiş olursa bir sevap yazılır. Fakat bir iyiliği yapmayı niyet ettiği halde yapmamış olursa, yine kendisine bir sevab yazılır, eğer yapacak olursa en azından on sevap yazılır.

Yine O'nun ümmetinden tevbe etmiş olmak için kendisini Öldür­mesi veya pislik bulaşan bir yerini yıkamayıp kesmesi gibi şeyler de kaldırılmıştır. Zekât mükellefiyeti dörtte birden, kırkta bire indirilmiş, duaları müstecâb kılınmıştır. Haksız yere öldürülen kişinin velîlerine, kısas ile diyet arasında seçim yapma hakkı tanınmıştır. Evlenmede dörde kadar izin verilmiş, câriye nikahlamaya da müsâde edilmiştir.

Önceki ümmetlerde, kişi hanımı ay hâlinde olduğu günlerde hanı­mını tamamen kendisinden tecrid eder, onunla bir sofrada yemek bile yemezdi. Bu ümmette ise, cinsî yakınlık dışındaki yakınlık ve arkadaş­lıklara izin verilmiştir... Birlikte aynı odada kalırlar, aynı sofrada ye­mek yerler... Yine önceki ümmetlerde kişi yatakta, hanımı ile yüzyüze gelmek şartıyla cinsî muamele yapabiliyordu ve buna çok önem verili­yordu. Bu ümmette ise, kişi isterse, hanımı yüzüstü yatar vaziyette iken de cinsî muamele yeri aynı olmak şartıyla, hanımına yaklaşabilmekte­dir.

Yine O'nun ve ümmetinin bir özelliği olarak, avret yerlerinin açıl­ması, suret ve heykeller yapılması ve sarhoşluk veren şeylerin içilmesi ise haram kılınmıştır. îşte bütün bunlar da, O'nun özellikleri arasında yer almış bulunmaktadır.

Bu hususla ilgili Kur'ân-ı Kerîm'de âyetler de bulunmaktadır. Bunlardan bazılarını burada (meâlen) zikredelim: Yüce Allah, bir âyetinde şöyle buyurmuştur: "Allah, sizin üzerinize dînde bir zorluk kıl­mamışlar!"[190]

Bir âyetinde de şöyle buyurulmuştur: "Allah sizin için kolaylık murâd eder, güçlük murâd etmez!..." [191]

Yine Yüce Allah bir âyetinde şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz, eğer unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Rabbimiz, bize bizden ön­cekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme!..."[192]

Yine Yüce Rabbimiz bir âyetinde de şöyle buyurmaktadır: "...0 peygamber ki, onların üzerindeki ağırlıkları, sırtındaki zincirleri kaldı­rıp atar..." [193]

Yüce Allah, bu ümmetin dualarının müstecâb oluşuyla ilgili bir âyetinde ise şöyle buyurmaktadır: "...Kullarım, sana Benden sorarlarsa, şöyle söyle: Ben onlara yakınım! Bana dua ettikleri zaman, dua edenin duasını kabul eder, karşılıksız bırakmam..." [194]

Konumuzla ilgili olarak Feryâbt'nin Tefsîr'inde Muhammed bin Ka'b'tan naklettiği bir haber var... O demiştir ki: "Yüce Allah, beşeriyete gönderdiği nebi ve rasûllerden her birine: "İçlerinde olanı ister gizlesin­ler, ister açığa çıkarsınlar, mutlaka onları bundan dolayı hesaba çeke­ceğim!" mealinde bir emrî, muhakkak göndermiştir. Önceki ümmetler nebî veya resullerine gelirler; "Bizler, yapmadığımız bir şeyi sırf içimiz­den geçirmekle mes'ûl mü olacağız?" diyerek mürâcâtta bulunurlar ve bu yüzden küfür ve dalâletlere düşerlerdi. Bu mealdeki âyet Peygam-ber'e (s.a.v.) indiği zaman, bu müslümanlara da güç gelmişti... Onlar da Peygamber Efendimiz'e mürâcât ederek: "Ey Allah'ın Resulü, bizler yapmadığımız bir şeyi, sırf içimizden geçirmek sebebiyle sorumlu mu o-luyoruz?" demişlerdi. Peygamber Efendimiz de kendilerine: "Sizler, söz dinleyiniz, itaat ediniz ve Rabbiniz'e yönelip Û'ndan isteyiniz" buyurdu. Bundan sonra da "Amener Resulü..." [195]âyetleri indi. Böylece Yüce Allah, sırf içinden konuşmak veya geçirmek suretiyle sorumlu olmayı bu ümmetten kaldırdı. Ancak düşündükleri şeyi bilfiil yaparlarsa baş­ka... Bunda sorumluluk olduğu ise kafidir.

Nitekim ilgili âyette gaye açık olarak: "Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, işlediği kötülük de kendi zararmdadır" buyurulmuştur. [196]

(Bu konuda Müslim ve Tirmizî'nin Ibni Abbas'tan rivayetleri de, aşağı yukarı bu merkezdedir.)

Buharî ile Müslim'in Ebû Hüreyre kanalıyla Peygamber'den (s.a.v.) rivayet ettikleri hadîs-i şerîfise şöyledir:

"Gerçekten Allah, benim için ümmetimin içlerinden geçirdiklerini, ağızlarıyla söylemedikçe veya bilfiil onu yapmadıkça onlardan bağışla­mıştır!" [197]

Yine bu konuda, Ahmed, Ibni Hibbân, Hâkim ve îbni Mâce'nin de îbni Abbas'dan bir rivayetleri bulunmakta ve şu mealdedir: "Gerçekten Allah; yanılma, unutkanlık veya zorlama neticesi yapılan işlerden so­rumlu olmayı benim ümmetimden kaldırmıştır!"

(Keza îbni Mâce'nin Ebû Zerr kanalıyla yaptığı bir rivayet de, a-şağı yukarı bu merkezdedir.)

Ahmed, Ebû Bekir el-Şâfiî, Ebû Nuaym ve îbni Asâkîr Huzeyfe'den şöyle rivayet ederler: "Bir gün Peygamber (s.a.v.) secdeye vardı. Secdede o kadar çok kaldı ki, bizler gerçekten O'nun secdedeyken ruhunu teslim ettiğini zannettik... Sonra başım secdeden kaldırdı ve şunları söyleyip müjde etti:

"Rabbim bana tecellî buyurup sordu ve: "Habîbim, senin ümmeti­ne nasıl bir muamele etmemi istersin?" dedi. Ben de: "Nasıl dilersen Rabbim! Çünkü onlar senin kullanndandır" dedim. Rabbim bunu bana, tam üç defa sordu. Ben de her defasında aynı cevâbı verdim... En so­nunda Rabbim bana buyurdu ki: "Bil ki, Ben seni, ümmetinin hakkında asla utandırmayacağım!" îşte Rabbim bana böyle buyurdu ve ayrıca da, ben cennete girerken benimle beraber ümmetimden yetmiş bin kişinin cennete gireceğini ve bunlardan her bin kişilik grubun arkasında bir yetmiş bin kişilik cemâatin bulunacağını ve böylece hiç hesaba çekilme­den cennete gireceğimizi de müjdeledi!... Sonra bana şefaat verildi: "Habîbîm, sen dua edip iste, duan kabul edilecektir! Şefaatte bulunup iste, şefaatin kabul olunacaktır" Duyurulduğunu haber verdi. Sonra bana, gelmişimin ve geçmişimin bağışlanmış bulunduğunu müjdeledi."

"Ashabım, bilirsiniz ki, benim sadrım da şerh edilmiştir! Bana Kevser verilmiştir. Bu Kevser, cennette bir nehir olup oradaki Havzıma akar... Bana Rabbim, aynı zamanda bir aylık mesafedeki düşmanları­mın kalblerine korku salmak, kuvvetli ve başarılı (muzaffer) olmak gibi özellikler de vermiştir. Cennete ilk girme hususiyeti de bana verilmiştir. Ganimetler ümmetime helal kılınmıştır. Önceki ümmetlere zor gelen pek çok şey, bize helâl kılınıp kolaylaştırılmıştır. Üzerimize dînde bir güçlük kılınmamıştır, işte ben, bütün bunları hatırladım da, böyle uzun bir secdeden başka şükrümü ifâde edecek bir şey bulamadım..." [198]

îbn Münzir Tefsîr'inde ve Beyhakl Şuabiı'l-îmân adlı kitabında îbni Mes'ûd'dan rivayet ederler, O şöyle demiştir: "îsrâîl Oğullarından biri bir günâh işlediği zaman, işlediği bu günâhı için ne gibi keffârette bulunacağı, ertesi günün sabahında kapısının eşiğine yazılmış olurdu. O da ona göre hareket ederdi. Sizin günâhlarınızın keffâreti ise, istiğfar ederek afimizi yüce Allah'tan istemenizdir. Böylece günahlarınız bağış­lanmış olur. Ben Allah'a yemîn ederek söylüyorum ki, Allah bize Kur'ân'mda bir âyet indirmiştir, işte bu âyet bana, yeryüzünden ve bü­tün y'eryüzündekilerden daha sevimlidir! Bu âyet, Al-i Imrân Süresindeki şu âyet-i cehledir:

"Ve onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarına tevbe ederek bağışlan­malarını isterler. Zaten Allah'tan başka günahları da kim bağışlayabi­lir? Ve onlar, bile bile, yaptıklarında ısrar da etmezler!" [199]

îbni Cerir'in Ebu'l-Aliye den rivayetine göre, adamın biri Peygam-ber'e (s.a.v.) gelip: "Ey Allah'ın Resulü, bizim keffaretlerimiz de israil o-ğullarının keffaretleri gibi olsa nasıl olur?" dedi. Efendimiz de cevaben: "Allah'ın size verdiği, şüphesiz daha hayırlıdır. îsrail oğulları bir hata işledikleri zaman bunu, ertesi günün sabahında kapısının üzerinde ya­zılı olarak bulurdu. Keffaretini de... Eğer, günahının bildirilen bu keffa-retini yeri e getirirse, dünyada başkalarına rezil olurdu. Eğer yerine getirmezse, âhirette kendisi için bir rezillik olmak üzere te'hir edilmiş olurdu. Elbette Yüce Allah'ın size verdiği, bundan daha hayırlı bir şey­dir!" Sevgili peygamberimiz bunu söyledikten sonra şu âyet-i celileyi o-kudular:

"Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse, şüphesiz Allah'ı bağışlayıcı ve esirgeyici bulur." [200]

Sevgili Peygamberimiz bu âyeti okuduktan sonra da şöyle buyur­dular: "Beş vakit namazlardan her biri diğer namazla kendi arasında işlenilen günahlara keffâret olduğu gibi, bir Cum'a namazı da diğer Cum'â namazı ile kendisi arasında işlenilen günahlara keffârettir."

îbni Ebû Hâtim'in Ali tbn' bû Tâlib'den rivayeti de şöyledir: Ali (r,a.)} İsrail Oğullarından buzağıya tapanlar hakkında demiştir ki: "Onlar Musa'ya gelip: "Bizim tevbemiz nedir?" dediler. Mûsâ da: "Birbi­rinizi öldürmenizdir" buyurdu. Bunun üzerine birbirlerini öldürmeye başladılar. Öyle ki, kişi kime raslarsa öldürüyordu. Kardeşini, babasını, anasını öldürenler oluyordu. Böylece birbirlerini kırmışlardı."

îbni Mâce Abdurahman bin Hasene'den rivayet eder. Onun nakline göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "İsrail oğulları idrar bulaşan yeri, makasla kesmeğe mecbur idiler. İçlerinden biri bunu onlara ya­saklamıştı. O da bu yasaklamanın cezası olarak kabirde azaba mâruz kalmıştır."

Yine bu hususta Hâkim, sahihtir kaydiyle Ebû Musa'dan rivayet eder: "Peygamber (s.a.v.), bir hadislerinde buyurdular ki: "Gerçekten İsrail oğulları, üzerlerine bir bevil (insan idrarı) bulaştığı zaman, o bu­laşan yeri makasla kesmekle mükellef idiler."

îbni Ebû Şeybe el-Musannefinde Aişe'den şöyle nakleder: Birgün ben, yahudi kadı. arından birinin yanına gitmiştim. O kadın bana, ka­bir azabının sebebinin, bevil bulaşması (pislik) olduğunu söyledi. Ben de kendisine: "Öyle şey mi olur?" diyerek itiraz etmiştim. Kadın tekrar bana: "Evet, benim dediğim gibidir! İstersen Peygamber'e sor!" dedi. Ben de bunu Hz. Peygamber'e sordum. O da bana: "Evet, yâ Aişe, öyledir" buyurdu.

Ahmed, Müslim, Tirmizi, Nesai ve îbni Mâce'nin Enes'ten rivayet­leri de şöyledir: Yahudiler, kadınları ay halini gördükleri zaman, onları esaslı bir şekilde tecrit ederlerdi. Hanımları ile aynı odada kalmazlar, onlarla aynı sofrada yemek bile yemezlerdi. Ashab-ı kiram bunu Pey-gamber'den (s.a.v.) sordular. Bunun üzerine aşağıdaki âyet nazil oldu:

"Habibim sana, kadınların âdet görme meselesini soruyorlar. De  ki: "O, eziyettir." Adet halindeki kadınlardan çekilin! Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman, Allah'ın emrettiği yerden onlara varın. Allah, tevbe edenleri sever, temizlenenleri sever." [201]

İşte bu âyet nazil olduktan sonra, Peygamberimiz: "Allah, bu ayet-leriyle, âdet gören kadınla cinsi münasebette bulunmayı yasaklıyor! Bundan maada şeyleri yapabilirsiniz! (Onlarla aynı odada kalıp, onlarla birlikte aynı sofrada yemek yiyebilirsiniz!)" buyurdu.

Yahudiler de bunu duydukları zaman rahatsız olmuşlar ve: "Bu adam, acaba ne istiyor. Neredeyse bize ait olan işlerin tamamında bize aykırı gidecek!" diye söylenmeye koyuldular. Çünkü yahudiler, âdet ha­lini gören kadınları büsbütün kendilerinden uzaklaştırırlardı. Yüce Al­lah ise, inzal buyurduğu âyetiyle iki haîin ortasını emretti.

îbni Ebû Şeybe el-Musannefinde Kurratul-Hemedâni'den nakle­der: O şöyleidemiştir: 'Yahudiler, cinsi münasebet esnasında ailelerini ibrâk etmekten (yani yüzaşağı yatırmaktan) sakınırlar ve bunu çok çir­kin bir şey sayarlardı, işte onların bu zihniyetini kaldırmak üzere, Kur'an'ın: "Aileleriniz, sizin harsımzdır tarlanızdır" [202] mealindeki âyeti inmiştir. Bu âyetiyle yüce Allah, müslümanlara, cinsi münasebet esnasında ailelerine diledikleri taraftan yaklaşmalarına izin vermiştir. Tabii Allah'ın emrettiği hars yerine, (aynı cinsi organa) varmak şartıy­la..."

Ebû Nuaym de el-Mârife adlı eserinde Enes'ten şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.), Osman bin Maz'ûn'a hitaben buyurdu ki: "Bizim di­nimizde üzerimize ruhbaniyet yazılmamıştır! Benim ümmetim (yani bütün müslümanlann) ruhbaniyeti, beş vakit namazların vakitlerini beklemek üzere mescidlere erken gidip beklemek, hacc ve umre ibadet­lerini yapmaktır!"

Ahmed ve Ebû Yalanın yine Enes'ten olan rivayetleri ise aynen şöyledir:

"Her peygamber için bir ruhbaniyet vardır. Benim ümmetimin ruhbaniyeti ise, Allah yolunda cihâd etmektir!"[203]

Ebâ Davud Ebû Ümâme'den nakleder. O şöyle der: Adamın biri Peygamber'e (s.a.v.) gelip: "Ey Allah'ın Resulü, Allah rızası için en se-vablı bir ibadet olmak üzere seyahate çıkmak istiyorum. Bana izin veri­niz!" dedi. Peygamber Efendimiz de bu adama verdiği cevabta: "Benim ümmetimin seyahati, Allah yolunda cihâddır" buyurdu.

îbni Mübarek de Umâre bin Gazye'den şöyle nakleder: Peygamber Efendimizin yanında seyahatten bahsedilmişti. Bu sebebîe Peygamber Efendimiz: "Allah bunu, bu ümmette, "Allah yolunda cihad" olarak em­retmiştir! Ve cihada gidenlerin, her tepeden aşarken getirecekleri tekbir olarak münasib görmüştür!" buyurdu.

(îbni Cerir'in Aişe'den naklettiği bir rivayette ise: "Bu ümmetin seyahati, Allah rızâsı için nafile oruç tutmaktır" Duyurulmuştur.) [204]

Buhari'nin rivayetine göre îbni Abbas demiştir ki: "İsrail oğulla­rında, haksız yere öldürülen bir kişinin davacıları için ancak kısas taleb etmek vardı. Diyet (kan bedeli) taleb etmek hakkı tanınmamıştı. Yüce Allah bu ümmet için ise şöyle buyurmaktadır:

"Ey mü'minler! Öldürmede kısas size farz kılındı. Hür olana kar­şılık hür, köleye köle, kadına kadın. Fakat kim (herhangi bir katil), kardeşi tarafından affedilirse, o zaman affedene diyeti ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Kim, bundan sonra da saldırıya kalkarsa, onun için acı bir azab vardır."[205]

işte, bu ayette görüldüğü gibi, bu ümmette (islâm şeriatinde), hem kısas, hem de diyet vardır. Ayette geçen aftan maksat, kısas taleb et­mekten vazgeçip, diyet talebinde bulunmaktır. Elbette bu, ilgili ayette açıklandığı veçhile, Allah'tan bir hafifletme ve bir rahmettir. îslâm şeriâtindeki kolaylık ve genişliğe bir örnektir. [206]

(îbni Cerir'in de bu hususta îbni Abbas'tan bir rivayeti bulun­maktadır. Fakat o da aşağı yukarı bu merkezdedir.)

Yine îbni Cer ir, Katade'den şöyle rivayet etmektedir: Tevrat  ehline yazılıp farz kılınan, sâdece kısas idi. Onların şeriatinde diyet yoktu. încil ehlinde ise, sâdece affetmek olup, kısas yoktu. îşte onlar bu şekilde em-rolunmuşlardı. Yüce Allah, bu ümmet için ise; hem kısası, hem diyeti, hem de tamamen affetmeyi meşru kılmıştır ki bizim şeriatimizin daha büyük ve daha geniş olduğu, burada da açığa çıkmaktadır. Evet, öldü­rülenin velileri, isterlerse, aralarında halâ din kardeşliği sona ermemiş bulunan katili, tamamen affedip diyet almaktan da vazgeçebilirler. Böyle bir prensib, daha önceki ümmetlerin ve şeriatlerin hangisinde gö­rülmüştür? Hiç birinde görülmemiştir.

Îbni Ebû Şeybe el-Musannefinde şöyle der: "Bize Veki' rivayet etti. Ona Süfyân söylemiş, ona Leys nakletmiş... Ona da Mücâhid haber vermiş ve şöyle demiştir: "Yüce Allah'ın bu ümmete (müslümanlara) olan kolaylıklarından biri de, ehl-i kitaptan olan bir nasrâniyenin veya bir cariyenin nikâhını helâl kılmış olmasıdır."

(Burada Beyhakî, Vehb bin Münebbih'ten bir rivayette bulunu­yorsa da, Ümmet-i Muhammed'in bâzı vasıflarıyla ilgili bölümde bunlar geçmiş olduğundan, burada tekrarına lüzum görülmedi. Nitekim bir kısmı da, içinden geçenlerin günah olup olmadığıyla ilgili hadîsler mey ânına geçmiştir.)[207]

 

Peygamberimizin Özelliklerinden Bazıları Da Şunlardır

 

O'nun ümmeti açıktan helak olmaz, gark olmaz; önceki ümmetle­rin uğradığı azâblara uğratılmaz. Kendilerinden başka köklerini kazı­yacak bir düşmanın tasallutu altında bırakılmaz. Sapıklık üzerine toplanıp ittifak etmez... îşte bundan dolayıdır ki, Ümmet-i Muham­med'in ittifakı kesin bir hüccet ve delîl olmuştur! ittifak edemeyip ih­tilâflara düşmeleri de yine onlar için bir kolaylık ve ruhsat olmuştur. Halbuki önceki ümmetlerin ihtilâfı, onların azâb ve helak sebebi idi.

Müslim Sevbân'dan şöyle rivayet etmektedir: Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Yeryüzü benim için dürüldü de ben onun doğusunu ve batısını gördüm. Ümmetimin mülkü de, bana dürülen yerlere kadar uzanacak­tır!... Yeryüzünün hazînelerine (altınına ve gümüşüne) vâris olacaktır. Aynı zamanda ben Rabbime dua edip ümmetimi umûmî bir kıtlıkla helak etmemesini istedim! Rabbim de benim bu istek ve duamı kabul buyurdu. Kendilerinden başka kendilerim ezecek düşmanları olmama­sını da istedim, bu duam da Rabbim tarafından kabul edildi."

îbni Ebû Şeybe'nin Sa'd'dan olan rivayeti de şöyledir: "Ben Rab-bim'e dua edip ümmetimi umûmî bir kıtlıkla helak etmemesini ve onları gark etmemesini istedim. Rabbim de benim bu isteğimi kabul etti... Yine Rabbim'e dua edip ümmetimin birbirlerine zulmetmemesini, birbirle­rinden azâb görmemelerini istedimse de, Rabbim bu duamı kabul etme-di.[208].

Dârimî, îbni Asâkîr, Amr bin Kays'tan şöyle rivayet eder: Peygam­ber (s.a.v.) buyurdu: "...Yüce Allah bana, ümmetimi şu üç şeyden koru­yacağını va'd buyurdu: Onlara umûmî bir kıtlık vermeyeğine, düşmanlarının kendilerini yok etmesine fırsat vermeyeceğine, delâlet üzerine birleşmelerine imkân vermeyeceğine..." [209]

Hâkim'in îbni Ömer'den rivayet ettiği hadîs de aynen şöyledir: "Allah, bu ümmeti ebediyen sapıklık üzerinde toplamayacaktır!"

Yine Hâkim'in îbni Abbas'tan bu mealde de bir rivayeti bulun­maktadır. Bir de Şeyh Nasr el-Makdist'nin Kitâbü'l-Hucce adlı eserinde birisinden naklettiği bir rivayet bulunmaktadır. O da şu mealdedir: Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Ümmetimin ihtilâfı rahmettir." [210]

Hafib de Ruvâtü Mâlık'te İsmail bin Ebu'l-Mücâlid'den şöyle nak­letmektedir: "Birgün Hârûn el-Râşid, İmâm-ı Mâlik'e hitaben dedi ki: "Yâ imam, senin bu kitaplarını yazdırıp bütün islâm beldelerine dağıttırmak istiyorum! Herkesin senin yazdığın kitaplarla amel etmesini istiyece-ğim!" Imâm'ın ona cevâbı ise şöyle olmuştur: "Yâ emîra'l-mü'minîn, sakın böyle yapmayınız! Zira şu ümmetin âlimlerinin (teferruata âit mesele­lerde) ihtilâf etmeleri, haddi zâtmda bu ümmet için Allah'ın bir rahme­tidir. Herkes kendince sahih ve sabît olana uymaktadır. Hepsi hidâyet üzeredirler. Hepsi de Allah'ın rızâsını aramaktadırlar."[211]

Buhârî, Tirmizî ve Nesâi Ömer bin el-Hattâb'dan şöyle rivayet e-derler: Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Müslümanlardan herhangi bir kimse için dört müslümün hayırla şahitlikte bulunursa, o müslümanı Allah cennete kor!" Bunun üzerine denilmiştir ki: "Ey Allah'ın Resulü, eğer bir kimsenin hayır ve iyiliği için üç kişi şahitlikte bulunursa, o kimse de cennetlik midir?" Peygamberimiz: "Evet" buyurdu. Yine sor­dular: "Peki iki kişi şahitlikte bulunursa, yine böyle midir?" Peygambe­rimiz yine "evet" buyurdular. Bunun üzerine biz, "bir kişi şahitlikte bulunsa dahi böyle midir?" diye sormadık." [212].

 

Taun Hastalığının Öncekilere Bir Azab Oluşuna Karşılık Bu Ümmet İçin Bir Rahmet Ve Şehitlik Vesilesi Oluşu Da Peygamberimizin Bir Özelliğidir

 

Buhârî ve Müslim Üsâme bin Zeyd kanalıyla rivayet edilen şu hadîsi nakletmiştir: "Tâûn hastalığı, îsrâîl Oğullarına gönderilmiş bir azaptır! Bu sizden öncekilerin hepsine de bir azâb olarak gönderilmiş­tir."

Buhârî'nin Aişe'den rivayet ettiği hadîs ise şu mealdedir: "Ben, Peygambere (s.a.v.) tâûn hastalığı hakkında sordum. O da bana dedi ki: "Allah'ın dilediği kullarına gönderdiği bir azaptır! Fakat Yüce Allah bunu, bu ümmet için bir râhmat kılmıştır. Kendi beldesinde taun has­talığı çıkan bir kimse, eğer sabreder ve sevabını da Allah'tan umduğu halde beldesinde kalır, sonra bu hastalığa yakalanarak ölürse; muhak­kak kendisine, bir şehide verilen sevâb kadar sevab verilir!" [213]

 

Bu Ümmetten Bir Taifenin Daima Hak Üzere Bulunması, Ümmet İçinde Birtakım Kutublar, Evtad, Nüceba Ve Abdal Denilen Zatların Bu­lunması, İsa (A.S.)  Ve Namaz Kıldıracak Zatın Bu Ümmetten Çıkacak Olması

Bu Ümmette Melekler Gibi Yemek Ve İçmek, Teşbih İle Müstağni Kalan Zatların Bulunması [214]Deccalle Savaşacakların Da Bu Ümmetten Bazı Kimseler Olması

 

Buhârî ve Müslim (ittifak hâlinde) Muğîre bin Şûbe'den şu hadisi rivayet ederler: "Ümmetimden bir taife, tâ kıyamete kadar hep hak üzere bulunacaktır!"

Ebû Nuaym'in İbni Ömer tarikiyle naklettiği hadîs ise, şu mealdedir: "Her asırda, ümmetimin içinde öne geçen ve mertebeleri çok yüksek olan bâzı zâtlar bulunur."

Ebû Yâlâ'nın Câbir'den rivayetine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Benim ümmetim, tâ İsa ininceye kadar hak üzere bulu­nur. Isâ indiği zaman, ümmetimin tamâmı ona der ki: "Buyurun, öne geçip namazı kıldırın!" Isâ ise öne geçmek istemez ve: "Sen buna daha layıksın. Sizin bazılarınız bazılarınıza âmir bulunmaktadır" der. îşte bu, Allah'ınım ümmete büyük keramet olarak verdiği bir özelliktir!"

Bu hadîsi, Müstim de rivayet etmiştir. Yalnız onun ifâdesi biraz farklı olup şöyledir: "Mü'minlerin emîri o zaman İsa'ya: "Haydi buyur, öne geçip namazı kıldır!" der. îsâ da: "Hayır, sizin bâzınız bâzınıza emîr ve imamdır. Bu da size Allah'ın büyük bir ikramıdır!" diyerek karşılık verir."

Buharı Ebû Hüreyre'den rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle dedi­ğini bildirir: "Ey ümmetim siz nasıl olacaksınız o zaman ki, Isâ inmiş olacak ve imamınız da sizden bulunacaktır!'

Ahmed de sahih bir senedle Aişe'den şu rivayeti nakletmektedir: "Bir gün Peygamber (s.a.v.), deccâl ile mücâdele zamanında müslüman-ların uğrayacakları büyük bir sıkıntıdan bahsetti. Ashâb: "O zaman, en hayırlı mal hangisi olacak?" diye sordu. Peygamberimiz de: "Ailesine su getirebilecek bir cğlan çocuğu, her şeyden kıymetli olacaktır! Yiyecek bir şey ise, zâten bulunamayacaktır" buyurdu. Ashab tekrar sordu: "Peki o zamanki müslümanlar ne yiyecekler?" Peygamberimiz de şu karşılığı verdi: "Onların yiyeceği, tesbîh, tekbir ve tehlîl olacaktır!" [215]

Ahmed, bu hadîsin benzerini de, Esma binti Yezid'den rivayet et­miştir. (Yine bu mealdeki bâzı hadîsleri, Taberânî ile Hâkim dahî rivayet etmişlerdir.)[216]

 

Peygamberimizin Bir Hususiyeti De, Ümmetinin Kur’an’da "Ey İman Edenler"

Diye Çağrılmasıdır. Halbuki Diğer  Ümmetler "Ey Miskinler" Diye Çağrılırdı

 

Yine O'nun bir hususiyeti olarak ümmetinin okuduğu ezanları ve getirdiği telbiyeleri gökte melekler dinler. O'nun ümmeti her hâl ü kârda Allah'a hamdeder. Her tepeyi aşışta "Allahü Ekber" her inişte de "Süb-hanellah" diyerek Allah'ı tekbir ve teşbihte bulunurlar. Bir iş yapacak­ları zaman "inşâallah" diyerek Allah'ın izin ve iradesine olan bağlılıklarını ifade ederler. Gadablandıkları zaman "lâ ilahe illallah" derler, birbiriyle çekiştiklerinde de "fesübhanâllah!" derler. Mushafları göğüsle- rinede (ezberlerinde) dir. Öne geçenleri, gerçekten de öne geç­miştir! Orta halli olanları kurtulmuş, kendisine yazık edenleri de ba­ğışlanmış bir ümmettir. Bir istisnası olmaksızın, hepsine merhamet edilmiştir. Onlar, aynı zamanda cennet ehlinin elbisesi olan beyaz renkli elbiseleri tercih ederler. Namaz vakti gelmiş midir, diye güneş'e dikkat ederler.

Peygamberleri sayesinde bu ümmet, gerçekten bir "ümmet-i vasat" ve bir "ümmet-i adTdir! Yâni tam merkezde bulunan bir orta ümmettir! Adaleti temsil eden bir ümmettir! Allah'ın tezkiyesi ile, bunun böyle ol­duğu sabittir. Bu ümmet, düşmanları ile bir savaşa girdikleri zaman, onların bu savaşına melekler de gelip hazır olurlar. (Onlara yardım e-derler.) Kendilerine, peygamberlere farz kılman şeyler farz kılınmıştır. Yâni: Abdest, gusül, hacc ve cihad. Aynı zamanda kendilerine, peygam­berlerin nafile ibadetleri de verilmiştir. Bu nafilelere de ehil ve layık kılınmışlardır. (Bunların pek çoğu, Peygamberimiz'in adının Tevrat ve İncil'de geçtiğine dair olan Önceki bölümlerde, bâzı eserlerin zikredil-mesiyle geçmiş bulunmaktadır. O bölümlerde; peygamberimiz'in ve ümmetinin bu özelliklerinden pek çoğu anlatılmış idi.)

Bu bölümde zikri geçen özelliklerden bazılarıyla ilgili rivayetlerden birinde ki, bunu îbni Ebu Hatim, Hayseme'den nakletmiştir, şöyle de­nilmiştir: "Siz Kur'an'da, kendinize: "Ey mü'minler!" diye hitab edil­mekte olduğunu görüyorsunuz! Halbuki Önceki ümmetlere olan hitâblarda: "Ey miskinler!" deniliyordu."

Yine îbni Ebû Hatim, îbni Abbas'tan şöyle nakleder: "Yüce Allah, Kitabında: "Sonra Kitabı kullarımız arasından seçtiklerimize miras verdik" buyuruyor. [217] Bu âyetle bu ümmetin Özelliğini bildiriyor. Allah bu ümmeti, indirdiği her kitaba vâris kılmış, kendilerine yazık e-denleri bağışlamış, orta halli gidenlerin hesablarmı kolay kılmış, öne geçenlere hesaba çekilmeksizin cennetini lütfetmiştir." [218]

Saîd bin Mansûr Ömer Îbnü'l-Hattab'tan naklederek şöyle der: "Ömer, herhangi bir hususta nizâa düşüp de delil getirmek durumunda kaldığı zaman, yukarıda geçen Fatır Sûresinin 32. ayetini okur ve delil getirirdi. Sonra derdi ki: "işte bu âyet gereği, bu ümmetin öne geçenleri doğrudan cennete girecekler, orta halli olanları da yakayı kurtaracaklar, iyi amelle kötü ameli birbirine karıştırıp nefislerine yazık edenler de bağışlanacaklardır! Bizim ümmetimizin üç sınıfının akıbetleri böyle o-lacaktır."

duydum

(Bunu bu şekilde Ömer'den, "ben bunu Peygamber Efendimizden um" diyerek merfuân, îbni Lâl da rivayet etmiştir.)[219]

 

Peygamberimizin: "Önceki Ümmetlere Nazaran Sizin Nöbet Devreniz, İkindi

Vaktiyle Akşam Arası Gibidir" Hadisiyle İlgili Bir Bölüm

 

Şeyh Izzüddin bin Abdüsselâm der ki: Peygamber'in (s.a.v.) özel­liklerinden biri de, O'nun ümmetinin amelinin (ve ömrünün) az olması­na karşılık, sevâb ve mükâfatın çok olmasıdır."

Buharî ve Müslim îbni Ömer'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Önceki ümmetlere nazaran sizin nöbet devreniz (ve zamanınız), tıpkı ikindi vaktiyle akşam arası gibidir. Tevrat ehli, günün ilk saatlerinde (sabahleyin) devreye girdi, öğle vaktine kadar amel etti... Öğle olunca, yorulup işi bıraktılar. Birer kıratlık ücretini alıp devre dışı kaldılar. Sonra încil ehli nöbete girdi. Onlar da ikindi vaktine kadar ça­lışıp yoruldular ve işi bıraktılar. Birer kıratlık ücretlerini alıp devreden çıktılar. İkindi vakti olunca biz nöbete girdik... Güneş batıncaya kadar amel edip çalıştık... Çalışma süremiz böylesine kısa olduğu halde, bize ikişer kîrât ücret verilmiştir. Hiç bir işinde haksızlık bulunmayan, her hükmü hikmetli ve güzel olan Rabbimiz, böyle hükmedince; diğer kitâb ehli olanlar buna diyeceklerdir ki: "Ey Rabbimiz, Ümmet-i Muham-med'e hep ikişer kıratlık ücret ve sevâb verdin, bizlere ise, çalışma za­manımızın çok olmasına rağmen, birer kîrât verdin. Bunun sebebi ve hikmeti nedir?" Rabbimiz de onlara diyecektir ki: "Ben, sizlerin de Rabbi olarak, sizlere verdiğim ücrette bir haksızlık ve eksiklik yapmış mıyım?" Onlar: "Hayır, bize herhangi bir haksızlık yapmadın" diyecekler. Rabbi­miz de: "Bu benim bir lütuf ve fadlımdırl Dilediğim kullarımı, lütuf ve fadlımla mazhar kılarım!" buyurur.[220]

 

Bu Ümmetin Sevabının Diğer Ümmetlerin Sevabından Çok Oluşu

 

îmam Fahrüddîn el-Râzî demiştir ki: "Peygamberlerden hangisi­nin mucizesi daha zahir ise, onun ümmetinin sevabı daha azdır." [221]

Allâme îbni Seken de bu konuda şöyle demiştir: 'Yâni, O peygam­berin ümmetinin; peygamberini tasdik bakımından alacağı sevâb daha az olur. Zira inşam tasdîke götüren delil ve mucizenin daha aşikâr ol­duğu bir sırada tahakkuk eden tasdîk-i kalbî, daha kolay olmuştur. Bu tasdikte, daha az zahmet çekilmiş, daha az fikir sarfedilmiş demektir. Fakat bu söylenen, Önceki ümmetlerin birbirine olan münâsebeti ve kıyâsı itibariyledir. Yoksa bu ümmete, hem mucizeler daha zahir bu­lunmuş, hem de sevâb ve mükâfatlar daha çok kazanılmıştır. Bu ümmet, Önceki ümmetlere kıyâs edilemez..."[222]

 

Peygamberimizin Bir Özelliği De, Ümmetine Evvelkilerin Ve Sonrakilerin İlimlerinin Verilmiş, İlim Hazinelerinin Kendilerine Açılmasıdır.

 

Evet, Peygamberimiz'in bir özelliği de, O'nun ümmetine evvelkile­rin ve sonrakilerin ilimlerinin verilmiş ve ilim hazînelerinin kendilerine açılmış olmasıdır. Keza bu ümmete İsnâd ilmi, Ensâb İlmi, îrâb ilmi gibi ilimler de verilmiş ve hiç bir ümmette görülmemiş bir şekilde çeşitli ko­nularda ve çok sayıda kitaplar vücûde getirilmiştir. Bu ümmetin âlimleri, "îsrâîl Oğullarının Peygamberleri Gibi" olmuştur. [223]

Peygamber Efendimiz'in Tevrat ve İncil'de adının geçtiğine dâir olan bölümde: "...Öyle bir peygamber ki, O'nun ümmetine, evvelkilerin ve sonrakilerin ilimleri verilmiştir" anlamındaki hadîs zikredilmiştir.

Burada da Ebâ Zür'a'nın Târih'inde Şefi bin Mâti' el-Esbahî'den naklettiği haberi kaydedelim. Şefi demiştir ki: "Bu ümmette her şey keşfedilecektir. Hatta yerin dibindeki hazîneler bile bu ümmete açıla­caktır."

îbni Hazm da, bu ümmetin özellikleri beyanında şöyle demektedir: "Aklı, adaleti ve mürüveti yerinde olan sika râvîlerin, yine bu vasıfta olan diğer râvîlerden naklederek Peygamber'in hadislerini koruyup sonraki nesillere aktarması ve bu suretle sünnete hizmet etmeleri; Yüce Allah'ın sırf bu ümmete nasîb buyurduğu büyük bir özelliktir. Geçmiş ümmetlerden hiç birinin, böyle hafızları yoktu..." [224]

îmâm-ı Nevevî de el-Takrîb adlı kitabında şöyle demektedir: "îsnâd, yâni Peygamberimiz'in hadîslerini naklederken senede itibâr ve îtinâ göstermek, bu ümmete mahsûs bir keyfiyettir! Önceki ümmetlerde böyle bir şey yoktu."

Ebâ Ali el-Cübbâi de bu konuda şöyle der: Yüce Allah, bu ümmete üç büyük hususiyet (özellik) vermiştir. Bunlardan biri, Isnâd, biri Ensâb, bir diğeri de Irâb ilmidir."

Mâliki îbni Arabi de Tirmizl'nin Sünen'i üzerine yazdığı şerhde şöyle demektedir: "Bizden önceki ümmetlerin hiç birinde, bu ümmetin âlimlerinde görülen kitâb tasnif etme, yazılan kitapların ve çeşitli ilmî konuların esaslı bir şekilde araştırılıp tahkik ve tedkik edilmesinde a-labildiğine derinleşme ve bu hususlar, asla ve asla mevcûd değildi. Bu, sâdece bu ümmetin âlimlerine verilmiş çok büyük bir özelliktir."[225]

 

Peygamberimizin Bu Ümmetin İmanı Hakkındaki Hadisleriyle İlgili Bir Bölüm

 

Abdullah bin Ahmed, Zevâidü'z-Zühd adlı kitabında Mâlik bin Dinar'ın şöyle dediğini nakleder: "Bize ulaşan bir habere göre, bu üm­mete verilmiş bulunan îmân, üç defadan fazla yük taşımaz... Yâni onun üzerine üç defadan fazla yük yükletilmez... Sonunda mutlaka bir çıkış yolu ve kurtuluş verilir." [226]

 

Peygamberimizin Bir Özelliği De, İlk Kendine Gelip Dirilen Ve Kabrinden İlk Kalkacak Kişi Olmasıdır

 

Evet, Peygamber'in (s.a.v.) özelliklerinden biri de, ilk kendine ge­lip dirilecek ve ilk olarak kabrinden kalkacak kişi olmasıdır. Mahşere giderken yetmiş melek refakatinde gitmesi, O'nun adına Mevkıf ta ezan okunması, Mevkıf ta cennet hüllelerinden iki büyük hülle giydirilmesi ve makamının Arş'in sağ tarafında olması da O'nun bâzı özellikleridir. Bu hususlarla ilgili hadisler vardır. Bunlardan bâzılarını da burada zikredelim:

Müslim, Ebâ Hüreyre'den şöyle rivayet eder:Peygamber (s.a.v.) bir hadîslerinde buyurdu: "Kıyamet günü Adem oğullarının efendisi, kabri ilk yarılacak olan, ilk şefaat edici, şüphesiz benim!"

Buharı ve Müslim (ittifakla) Ebû Hüreyre'den, Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu nakleder: "Bütün insanlar, sûr üfürüldükten sonra ölmüş ve kendinden geçmiş olurlar, tik kendine gelip dirilecek olan, şüphesiz ben olacağım!" [227]

Tirmizî hasendir kaydiyle Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Kıyamet günü bana cennet hüllelerinden bir hülle verilir, bunu giyerim ve sonra Arş'ın sağındaki yerimi alırım! Bu makama benden başka hiçbir kimseye durmak yoktur! Bu, ancak bana hâs olan bir makamdır!"

Ebû Nuaym'in îbni Mes'ûd'dan rivayeti de şöyledir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "ilk elbisesi giydirilecek olan, îbrâhîm (a.s.)'dır. Sonra o, Arş'a doğru dönerek yerini alır. Sonra benim elbisem getirilir, Ben de onu giyer ve onun sağındaki yerimi alırım. Buraya benden başkası du­ramaz! Çünkü burası, bana mahsûs, bir makamdır. Beni bu makamda gören bütün insanlar, bana gıpta ederler." [228]

Yine Ebû Nuaym'in Ümmü Kürz'den bir rivayeti var. O da şöyle demiştir: Ben, Peygamberin (s.a.v.) şöyle dediğini işittim: "Ehl-i îmânın kabirlerinden dirildikleri günde, onların efendisi benim! Sırattan ilk geçecek olanları da benim. Onlar ümîdsizliğe düştükleri zaman, müjde-leyicileri benim. Secdeye vardıklarında önlerinde yine ben olacağım... Rab Teâlâ hazretlerine en yakın olanları da şüphesiz benim! Bu itibârla  o gün konuşan, şefaat eden, şefaati kabul edilen, Rabbim'den dilekte bulunan ve dileği yerine getirilen de ben olacağım!"

Dârimî, Tirmizî, Ebû Yâlâ, Beyhakî ve Ebû Nuaym, Enes'ten riva­yetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu naklederler: "Öldükten sonra dirilme gününde kabrinden ilk kalkan, mahşer yerinde toplanır­ken önde giden, herkesin sustuğu sırada konuşan, Mevkıf ta bekletil­dikleri zaman cümle mahşer halkına şefaatçi, ümidsizliğe düştükleri sırada kendilerine müjdeci olan, kerem ve şeref sancağım elinde tutan, cennetin anahtarları kendisinde bulunan hep ben olacağım! Adem oğul­larının Allah indinde en keremli ve şerefli olanı benim! Ben bunu asla övünmek için söylemiyorum! (Sâdece Rabbim'in bana olan lütuf ve nimetlerini duyurmak için söylüyorum!) Ben, cennete girdikten sonra da etrafımda bin hizmetçi dolaşır."[229]

 

Peygamberimizin Bir Özelliği De, Makam-ı Mahmud'un Kendisine Verilmiş Olması, Livaü'l-Hamd'in O'nun Elinde Olması Ve Adem'den İtibaren Herkesin O Sancağınaltında Bulunacak Olmasıdır

 

Sevgili Peygamberimiz'in bu özellikleri yanı sıra, şu özellikleri de vardır: O gün, peygamberlerin imâmı dahi O'dur, hatipleri, önderleri, şefaatçileri, ilk şefaat edenleri, Allah'a ilk nazar edenleri, secde etmeye ilk izin verilenleri, secdeden ilk başını kaldıranları da hep O'dur. Keza O'nun bir büyük özelliği de, diğer peygamberlere, peygamberlik vazifelerini nasıl tebliğ ettikleri sorulacağı ve buna dâir şâhid isteneceği halde, O'nun peygamberliğini tebliğ ettiğine daîr şahit istenmeyecektir.

Şüphesiz O'nun bir büyük özelliği de, Şefâat-i Uzmâ'nm kendisine ^verilmiş olmasıdır ki, kıyamet günü, mahşer yerinde bekletilen halk, bütün peygamberlerden, haklarında hüküm verilmesinin başlaması için şefaat taleb edecekler, onlar ise hep bundan kaçınacaklardır. Sıra Pey-gamberimiz'e gelecek ve bu hususta ancak O şefaat edecektir, işte O'nun bu şefaati, şefaat-i uzma'sı olacaktır ve O'nun bu şefaati bütün mahşer halkına (kâfirine, mü'minine...) şâmil bulunacaktır." [230]

O'nun orada diğer şefaatleri de olacaktır. Burada sırasiyle bunları da zikredelim. Şöyle ki:

Peygamberimiz (s.a.v.), Şefaat-i Uzmâ'sından sonra, ikinci olarak, bâzı mü'minlerin hiç hesaba çekilmeden doğruca cennete gitmeleri hak­kında şefaat edecektir. Onlar da doğruca cennete gideceklerdir. Sonra; kendileri ehl-i tevhîd ve ehl-i îmândan oldukları halde bâzı günahlarla geldikleri için cehennem azabını hakedenlerin, cehenneme girmeden cennete gönderilmeleri hakkında şefaat edecek, O'nun bu şefaati de kabul edilecektir. Sonra, cennet ehlinin derecelerinin yükseltilmesi hakkında şefaat edecektir ve onların dereceleri, bu şefaat sayesinde yükseltilecektir." [231]

Yine Efendimiz'in bir özelliği olarak, ebediyen cehennemde kala­cak olan kâfirlerin azabının hafiflemesi şeklinde de O'nun şefaati ola­caktır. Keza müşriklerin sabî iken ölmüş bulunan çocukları hakkında da şefaat edeceğine daîr rivayet bulunmaktadır.

Yüce Allah, Kerîm Kitabında buyurur ki: "...Habibîm, böylece Rabbin seni, övülmüş bir makama ulaştırır." [232]

îmâm-ı Ahmed, Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.), bir hadislerinde de şöyle buyurmuştur: "Ben, şüphesiz kıyamet günü insanların efendisiyim! Fakat bunun hikmetini sizler biliyor mu­sunuz?" Bunun tecellîsi şöyle olacaktır:

"Yüce Allah, bütün insanları (evvelkileri ve sonrakileri), kıyamet günü bir sahrada (mahşer yerinde) toplayacaktır. O gün Güneş, son de­rece yaklaşıp insanları hararet ve ter içinde bırakacaktır. Bu sebeple insanlar, tahammüllerinin üstünde bir sıkıntı ve şiddete mâruz kala­caktır, insanlardan bâzıları diyeceklerdir ki: "Şu içinde bulunduğunuz hâli görüp dururken, buna bir çâre aramıyacak mısınız? Bizlere kim şe­faat edecek acaba? Bunu arayıp sormayacak mısınız?" İşte bâzılarının bu sözü üzerine, bâzıları da: "O halde atamız Adem'e gidip, ondan şefa­atçi olmasını rica edelim!" diyecekler. Bu suretle Adem'e gidecekler ve diyecekler ki:

"Ey Adem, sen bütün beşerin babasının! Allah, seni eliyle yaratmış ve ruhundan sana üflemiş, meleklerini de sana secde ettirmiştir. Sen Allah'ın bunca lütfuna mazhar olmuş bir büyüğümüz olarak, bizim hakkımızda Allah'a şefaatçi oluver! îçinde bulunduğumuz hâli ve ne duruma geldiğimizi görüyorsun..."

Adem'in onlara vereceği cevap ise şöyle olacaktır: "Bugün Rabbi-miz, şimdiye kadar gadaplanmadığı derecede gadaplı bulunuyor! Halbuki benim O'na karşı bâzı kusurlarım olmuştur. O beni, cennetteki o ağaçtan yememem hakkında uyarmışken, ben yiyip hata işledim. Bu sebeple bugün, kendimden başkasını düşünecek halde değilim... En iyisi sizler, bir başkasına, meselâ beşerin ikinci atası durumunda bulunan Nuh'a gidiniz!"

Bunun üzerine onlar da Nuh'a gidecekler ve ona:

"Ey Nûh, sen, resullerin ilkisin! Allah sana: "Çokça şükreden ku­lum!" demiştir. Sen, bizim hakkımızda Rabbimiz'e şefaatçi oluver! içinde bulunduğumuz sıkıntıyı görüyor, biliyorsun!" diyecekler. Nuh'un onlara vereceği cevâb ise şöyle olacakür: "Rabbim bugün son derece gadaphdır. Ben vaktiyle kavmim için beddua etmiştim... Bu küsurumu hatırlayıp, burada sâdece kendimi düşünebilmekteyim... Sizler en iyisi bir başka­sına, ibrahim'e gidiniz... Belki o size şefaatçi oluverir."

Nuh'tan bu cevâbı alınca, doğruca ibrahim'e gidecekler ve diye­cekler ki: "Ey îbrâhîm, sen, hem Allah'ın nebisi, hem de halîli bulunu­yorsun. .. içinde bulunduğumuz durumu ve ne hâle geldiğimizi görmüyor musun? Bizim hakkımızda Rabbimiz'e şefaatçi oluver." îbrâhîm de onlara şu cevabı verecektir: "Rabbim bu gün son derece gadablıdırî Benim de Rabbim indinde bâzı kusurlarım olmuştur. [233] Bugün ben dahî, kendimden başkasını düşünebilecek, mahşer halkına şefaat edebilecek durumda değilim... Siz, en iyisi bir başkasına, Musa'ya gidiniz! Belki o sizin için şefaatçi oluverir."

Onlar bunun üzerine Musa'ya gidecek ve ona diyecekler ki: "Ey Mûsâ şüphesiz sen Allah'ın resulüsün! Allah seni risâleti ve kelâmı ile seçip şereflendirmiş tir. Sen olsun bizim hakkımızda Rabbimiz'e şefaatçi ol; içinde bulunduğumuz hâli görmüyor musun?" O da kendilerine şu karşılığı verecektir: "Bugün Rabbim, misli görülmemiş ve görülmeyecek derecede gadablı bulunuyor. Ben vaktiyle, emrolunmadığım halde bir nefsi öldürmek durumunda kalmıştım. Bu yüzden bugün kendimden başkasını düşünecek ve başkalarına şefaat edecek durumda değilim... En iyisi siz bir başkasına, İsa'ya gidiniz. Belki o size şefaatçi olabilir. [234]

Mahşer halkını temsîlen bir şefaatçi bulmak için çabalayan bu in­sanlar, Musa'dan da bu cevâbı alınca doğruca îsâ'ya giderler ve ona derler ki: "Ey îsâ, bildiğimiz kadarıyla sen Allah'ın Resulü ve Meryem'e ilkâ buyurduğu kelimesi ve ruhusun! Daha beşikte iken insanlarla ko­nuştun... Bizim hakkımızda Rabbimiz'e şefaatçi ol! îçinde bulunduğu­muz hâli ve bize ulaşan sıkıntı ve şiddeti görmüyor musun?"

İsa'nın onlara vereceği cevâb da şu olacaktır: "Bugün Rabbim, öy­lesine gadab etmiş bulunuyor ki, bu derece şimdiye kadar hiç gadab et­memişti, şimdiden sonra da etmez! Ben, Rabbim'in bu derece gadablı olduğu bir günde, kalkıp O'na kulları hakkında şefaatçi olamam! Siz, en iyisi bir başkasına, Muhammed'e gidiniz! Umarım ki sizin hakkınızda O şefaatçi olur."

işte onlar, bunun üzerine bana gelirler ve derler ki: "Ey Muham-med, şüphesiz sen Allah'ın resulü, peygamberlerin en sonuncususun! Allah senin gelmişini ve geçmişini affetmiştir. Bugün bizler için Rabbi-miz indinde şefaatçi olmanı istiyoruz! Bize ulaşan şiddeti ve içinde bu­lunduğumuz hâli görmüyor musun?" Ben de onların bu mürâcatları üzerine yerimden kalkar, Arş'ın altına varır, derhal secdeye kapanırım! Secdedeyken, Rabbim'in bana olan ilhamına ve feyzine göre O'na hamd ü senalarda bulunurum.... Öylesine güzel ve müstesna bir şekilde hamd ü sena ederim ki, böylesi bundan önce hiçbir kimseye nasîb olmamıştır. Ben, bu şekilde hamd ü senaya devam ederken Rabbim bana seslenir ve derki:

"Ey Muhammed! Başını secdeden kaldır ve iste! Bugün senin iste-' diklerin verilecek; şefaatte bulun, şefaatin kabul edilecek." Ben de başı­mı secdeden kaldırıp Rabbim'den ümmetimi ister, "Rabbim, ümmetim, ümmetim! Ey Rabbim, ümmetim, ümmetim! Ey Rabbim, ümmetim, ümmetim" diyerek inlerim. Bunun üzerine bana: "Ey Muhammed, üm­metinden hesaba çekilmeyecek olanları al cennete götür!" diye nida olu­nur. Ben de onları alıp cennete götürürüm. Onların, istedikleri cennet kapısından cennete girme hakları bulunduğu halde, sağdaki cennet ka­pısından girmeleri emredilir. Onlar da oradan cennete girerler."

"Ben, varlığım kendi elinde bulunan Rabbim'e yemin ederim ki, cennet kapılarından birinde bulunan iki kanadın büyüklüğü, Mekke'den Hecer arası kadar vardır."

(Buhâri ile Müslim'in rivayet ettikleri uzun şefaat hadîsi de, bu­raya kadar olan kısmın sonrasına âit şu bilgiyi içermektedir.)

"...Şefaatimin kabul edildiği bildirildikten sonra, başımı secdeden kaldırırım. Bana, ümmetimden muayyen bir kısmını cennete götürmem emredilir. Ben de onları cennete sevkederim... Sonra ikinci defa, secde ettiğim makama gelip Rabbim'e dua ve niyazda bulunurum. Rabbim, benim secdede kalmama izin verdiği kadar secdede kalırım. Sonra bana buyurur ki: "Muhammed, başını secdeden kaldır! Söyle, dediğin yerine getirilecek, iste, istediğin verilecek; şefaat et, şefaatin kabul olunacak­tır." Ben derhal başımı secdeden kaldırıp O'nun bana öğrettiği şekilde O'na hamd ü senada bulunur, sonra şefaat ederim. Bana yine, ümme­timden muayyen sayıda bir topluluğu cennete sevketmem için izin veri­lir. Ben de onları cennete sevkederim. Sonra o makamıma üçüncü defa gelir secdeye kapanırım. Rabbimin izin verdiği kadar secdede kalır, O'na hamd ü senada bulunurum. Sonra bana denilir ki: "Muhammed, başını kaldır ve söyle! Söylediğin yerine getirilecek, iste, estediğin verilecek, şefaat et, şefaatin kabul olunacaktır. Ben de derhal başımı kaldırıp şefaat ederim. Bana yine ümmetimden belli sayıda bir topluluk gösteri­lip onları cennete sevkeder, tekrar makamıma gelir, dördüncü defa şefaatte bulunurum. Sonra da derim ki: "Ey Rabbim, geride artık sâdece Kur'ân'm hapsedip alakoydukları kalmıştır."

Peygamber (s.a.v.), bu hususta ayrıca buyurmuşlardır ki: "Lâ ilahe illallah!" deyip de kalbinde arpa dânesi kadar bir iyilik bulunan kimse, mutlaka cehennemden çıkarılır! Bundan sonra da, "lâ ilahe illallah!" deyip de kalbinde buğday danesi kadar hayır bulunan kimse, cehen­nemden çıkarılır. Bundan sonra da, "la ilahe illallah" demiş ve kalbinde zerre kadar bir iyilik bulundurmuş bulunan kimseler cehennemden çı­karılır." [235]

îmâm-ı Ahmed, Enes'ten sahih senedle rivayet eder. îşte onun rivayet ettiği bu şefaat hadisinin sonunda da şöyle denilmektedir:

"...Bu sırada Yüce Allah Cebrail'e vahyeder ve der ki: "Muham-med'e git ve O'na de ki: "Başını secdeden kaldır, iste, istediğin verilecek! Şefaat et, şefaatin kabul edilecek." Ben de bunun üzerine şefaatte bulu­nacağım, her doksan dokuz kişiden biri hakkında şefaat edeceğim... Tekrar tekrar şefaatte bulunacağım... O kadar ümmetim hakkında şefaatte bulunacağım ki, nihayet sonunda bana, Rabbim tarafından şöyle denilecektir:

"Ey Muhammed, ümmetinden her kim, günün birinde "lâ ilahe il­lallah!" demiş ve bu itikad üzere ölmüşse, onları cennete götür."

Yine Ahmed veEbû YâlâîbniAbbas'tan rivayet ederler. Onların bu rivayetinde de, yukarıda gördüğümüz uzun şefaat hadîsi anlatılmakla beraber, farklı olarak bunun baş tarafında şöyle denilmektedir: "Her bir peygamberin, mutlaka kabul edilecek bir duası vardır. Benden önceki peygamberler, bu dualarını dünyâda iken yapıp geçmişlerdir. Ben ise duamı âhirette ümmetime şefaat etmek üzere saklamış bulunuyorum." [236]

Buhârî'nin de tek başına îbni Abbas'tan şöyle bir rivayeti var: "Kı­yamet günü insanlar diz çöküp otururlar. Her ümmet, kendi peygambe­rine tabî olur. Buna rağmen her bir nebiden şefaat umarak: "Bize şefaat et, bize şefaat et!" diyerek yalvarırlar. Nihayet onların mürâcatları Peygamber'de (s.a.v.) son bulur. Peygamber Efendimiz de hepsine şâmil olmak üzere şefaat eder. îşte bu, İlgili âyette belirtilen Makâm-ı Mahmûd'a Peygamber Efendimiz'in gönderilmesidir."

Bezzâr ve Beyhakî Huzeyfe'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: 'Yüce Allah, insanları mahşer yerinde toplar. Orada hiçbir kimse konu­şamaz, îlk çağrılan da peygamberimiz olur. Peygamberimiz de derhal: "Buyur Rabbim! Emrin başım-gözüm üzerine! Bütün iyilik senin elin­dedir, şer ise sana değildir. Hidâyete eren senin hidayette kıldığındır, tşte kulun, senin huzûrundadır! Ancak sana sığınmış, sana dayanmıştır. Kulun biliyor ve inanıyor ki, senin azabından kurtulmak için, sana sı­ğınmaktan başka hiçbir çâre de yoktur! Ey Rabbim, ne büyük, ne yüce­sin! Ben seni her nevî kusur ve eksikliklerden tehzîh ederim! Beyt'in sahibi de ancak Sensin!"

Peygamberimiz, işte bu şekilde (ve yüce Allah'ın kendisine ilham ettiği veçhile) Allah'a hamd ü senalarda bulunur. Bu sırada da şefaat etmesi için kendisine izin verilir. Bu da, ilgili âyetin haber verdiği veç­hile, Rabbinin O'na va'dettiği Makâm-ı Mahmûd'dur.

îbni Ebû Asım'ın Enes'ten rivayet ettiği bir hadiste de şöyle buyu-rulmuştur: "Ben, ümmetim hakkında tekrar tekrar şefaat ederim. Rab­bim de her defasında şefaatimi kabul buyurur. En sonunda ben derim ki: "Ey Rabbim, beni "lâ îlâhe illallah!" diyenler hakkında da şefaatçi kıl!" Rabbim bana der ki:

"Bu ne sana, ne de başkalarına ait değil! İzzetim, celâlim ve rah­metim hakkı için, inanarak: "Lâ ilahe illallah!" demiş hiç bir kulumu, cehennemde bırakmayacağım!" [237]

Ahmed, Taberani, Bezzar, Mûaz bin Cebel ile Ebû Musa'dan şöyle rivayet ederler: "Rabbim beni, ümmetimin yarısını cennete koymak ile, onlar hakkında şefaatte bulunmam arasında muhayyer bıraktı. Ben de ümmetim için şefaatçi olmayı seçtim. Bildim ki, benim onlar için şefaatçi olmam, onlar için daha geniş ve daha hayırlı olacaktır. Benim bu şefaatim, ümmetimden hiç bir şeyi Allah'a şirk koşmaksızın ölmüş bu­lunanların hepsini içine alacaktır."

(Taberâni'nin Ebû Hüreyre'den, Ebû Yâlâ'nm Avf bin Mâük'ten, Ahmed ile îbni Ebû Şeybe ve Taberâni'nin Ebû Musa el-Eşari'den nak­lettikleri rivayetler de, aşağı yukarı bu mealdedir.)

Müslim îbni Ömer'den şöyle rivayet eder:Peygamber (s.a.u.), İbra­him (a.s.)'ın sözünü okudu: O diyordu ki: "Kim bana uyarsa bendendir. Kim bana karşı gelirse, o da senin rahmetine kalmıştır. Şüphesiz sen, bağışlayan ve esirgeyensin!" [238] Sonra Peygamberimiz Isâ (a.s.)'m ümmeti hakkındaki kavlini okudu: O da diyordu ki: "Eğer onlara azab edersen, onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen daima üstünsün! Hikmet sahibisin!" [239] Sonra mübarek ellerini semâya kaldırıp: "Ümmetim, ümmetim!" diyerek inledi ve ağlamaya başladı. Bu sırada Cenâb-ı Hakk, Cebrail'i gönderip: "Muhammed'e git, ümmeti hakkında kendisini razı edeceğimi kendisine bildir" buyurdu. Cebrail de gelip bunu Peygamberimiz'e tebliğ etti."[240]

Bezzar ve Taberâni de Ali 'den şöyle rivayet etmişlerdir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Ben, ümmetim hakkında şefaat edeceğim, o kadar şefaat edeceğim ki, Rabbim bana: "Yâ Muhammed, artık razı oldun mu?" diye seslenecektir. Ben de diyeceğim ki: "Evet Rabbim, artık razı oldum!" [241]

îbni Ebû Şeybe, ve Ebâ Yâlâ sahih bir senedle Enes'ten rivayet e-derler: Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Ben, Rabbim'e niyaz edip in­sanların oyun yaşında iken vefat etmiş bulunan sabilerini bana bağışlamasını diledim. Rabbim de bunları bana bağışladı."

Allâme îbni Abdül-Berr der ki: Bu hadiste işaret edilenler, akıl ve buluğ çağına ermeden vefat eden çocuklardır. Bunların gerçekten işleri, oyun ve eğlence gibi olur. Çünkü henüz onların akılları ermemektedir.

Ahmed, îbni Ebû Şeybe, Hâkim ve Beyhaki Übeyy bin Ka'b'dan şöyle rivayet ederler: "Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Kıyamet günü, pey­gamberlerin imamı ve hatibi ben olacağım! Şefaat sahibi de ben olaca­ğım! Ben bunu, asla Övünmek için söylemiyorum!" [242]

Darimi, Tirmizi veEbû Nuaym îbniAbbas'tan şöyle rivayet ederler: "Peygamber Efendimiz'in ashabı oturdular, O'nu bekliyorlardı. Bu bek­leme sırasında kendi aralarında konuşmaya başladılar. Bazıları: "Hay­ret edilecek bir iş! Allah, yarattığı kullan arasında Halil (hâs dost) seçmiştir. İbrahim, Allah'ın Halilidir!" dedi. Bazıları da: "Bu senin de­diğin, Allah'ın Mûsâ ile konuşmasından daha mı hayret edilecek bir şeydir?" dedi. Bir diğeri de: "Allah, isa'yı da Rûhullah olarak seçmiştir" dedi. Bir başkası da: "Adem de Safiyyullah'tır" diyerek konuştu, işte bu sırada Peygamber (s.a.v.) geldi ve ashabına hitaben buyurdu ki: "Ben, sizlerin konuştuklarınızı duydum. Evet, adını andığınız peygamberler dediğiniz gibidirler. Haberiniz olsun ki, ben de Allah'ın Habibi bulunu­yorum -ve bunu övünmek için söylemiyorum. Kıyamet günü, Livâül-Hamd'i ben taşıyacağım. Adem ve diğerleri onun altında olacaklar, ilk şefaat edip şefaati kabul edilen de ben olacağım. Cennet kapısının kili­dini ilk açacak olan da benim. Allah onu bana açacak, ben de fakir mü'minler yanımda oldukları halde cennete gireceğim. Allah indinde, evvelkilerin ve sonrakilerin en şereflisi benim! Övünmek yok!"

Ebû Nuaym îbni Abbas'tan rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu bildirir: "Ben, bütün ins ve cinne, beyaza siyaha peygam­ber olarak gönderildim! Diğer peygamberlere yasak olan ganimetler, bana helal kılındı. Bütün yeryüzü bana mescid ve tâhur kılındı. Bir aylık mesafedeki düşmanlarımın kalblerine korku salındı. Bakara Sûresinin sonundaki âyetler bana, Arş'm hazinelerinden verildi ve yalnız bana verildi. Aynı zamanda bana, Tevrat yerine yedi uzun sûre, incil yerine âyet sayıları yüz civarında bulunan sûreler, Zebur yerine de Hâmîm Sûreleri verildi. Ayrıca Mufassal Sûrelerle de seçkin kılındım."

"Dünyada ve âhirette Adem oğullarının efendisi benim, övünmek yok! Kabrinden ilk kalkan peygamber ben olacağım, ilk kalkan ümmet de benim ümmetim olacaktır. Övünmek yok! Livâü'1-Hamd benim elim­de bulunacak ve bütün peygamberler de onun altında olacaktır, övün­mek yok! Cennetin anahtarları da benim elimde olacaktır! Şefaat de benimle başlıyacaktır, övünmek yok! Cennete ilk giren ben olacağım, ö-vünmek yok! Ben, en önde olacağım, ümmetim de arkamda bulunacak­tır."[243]

 

Peygamberimizin Bazı Özellikleri De Şunlardır

 

Peygamber'in (s.a.v.) bazı özellikleri de şunlardır: O, sırattan ilk geçendir, cennetin kapısını ilk çalacak olan ve ona ilk girecek olandır. Kendisinden sonra cennete girecek olan ise, kızı Fatıma'dır. Fâtıma validemiz, her tarafını kuşatan nurlar içinde cennete giderken, mahşer halkına gözlerini yummaları söylenecek, o da böylece sırattan geçip cennete girecektir.

Buhari ve Müslim Ebû Hüreyre'den naklederek, Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu bildirirler: "Cehennem üzerine köprü kuru­lur, bu köprüden (sırattan) ilk geçen ben olurum!"

Müslim Enes'ten rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.), bir hadislerinde: "Cennetin kapısını ilk olarak ben çalacağım" buyurdu.

Yine Müslim Enes'ten rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle dediğini bildirmiştir: "Kıyamet günü ben, cennetin kapısına varıp açılmasını is­teyeceğim. Kapıdaki vazifeli melek: "Sen kimsin?" diyecek. Ben de:

"Muhammed'im" diyeceğim. Melek de: "Ben de zaten Senden başkasına kapıyı açmamakla emrolunmuştum" diyecektir." [244]

Beyhaki ve Ebû Nuaym'ın Enes'ten olan rivayetleri de şöyledir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Kıyamet günü, kabrinden ilk kalkan ben olacağım! Bana Livâü'1-Hamd adlı sancak verilecek, övünmek yok! O günün efendisi ben olacağım! Övünmek yok! Cennete ilk giren de ben o-lacağım, övünmek yok! Şükretmek var."

Taberâni'nin güzel bir senedle Ömer bin el-Hattab'dan rivayetine göre de Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Ben cennete girinceye kadar diğer peygamberlere, benim ümmetim girinceye kadar da diğer ümmetlere cennete girmek yasaktır!"

(Yine Taberâni, îbni Abbas'tan da bunun bir benzerini rivayet et­miştir.)

Ebû Nuaym'ın Ebû Hüreyre'den rivayetine göre, Resûlüllah (s.a.v.) bir hadislerinde de şöyle buyurmuştur: "ilk cennete girecek olan benim, Övünmek yok! Cennette benim yanıma ilk gelecek olan da kızım Fatıma olacaktır. Onun bu ümmetteki yeri, Meryem'in İsrail oğulları ümmetin-deki yeri gibidir."[245]

 

Peygamberimizin Bir Özelliği De, Kevser'ınve Vesile'nin Kendisine Verilmesidir. Keza Minberi Cennet Bahçelerinden Yüksek Bir Bahçede Olup, Ayakları Da Ona Basamak Olacaktır. Kabriyle Minberi Arasında Bulunan Yer De Cennet Bahçelerinden Bir Bahçedir. [246]

 

Yüce Allah, Kerim kitabında şöyle buyurur: "Biz sana Kevser'i verdik." [247]

Ebû Nuaym îbni Abbas'tan rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Bana bazı Özellikler verilmiştir. Ben bunları övünerek söylemiyorum! Benim gelmişim ve geçmişim bağışlanmıştır. Ümmetim, en hayırlı ümmet kılınmıştır. Bana Cevâmiü'l-Kelim veril­miştir. Düşmanlarıma korku salınarak bana yardım edilmiştir. Yeryüzünün tamamı benim için mescid ve tahûr kılınmıştır ve bana Kevser verilmiştir. Onun kâseleri, yıldızlar kadardır," [248]

Müslim İbni Ömer'den rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Müezzin ezan okurken, siz de onun dediklerini aynen deyiniz! Ezan bittikten sonra bana salât ü selâm getiriniz. Sonra benim için Al­lah'tan Vesileyi isteyiniz. Vesile, cennette bir mertebedir ve Allah'ın kullarından sadece birine layıktır. O kulun ben olacağımı umuyorum. Benim için Vesileyi dua edip isteyene cennet helâl olur."

Darimi, "Sapık Cehmiye Mezhebini Red" diye isimlendirdiği kita­bında, Ubâde bin Sâmit'ten rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyur­duğunu rivayet eder: "Yüce Allah, kiyamet günü beni, Naim cennetinin en yüksek makamına yükseltecektir. Benim yukarımda, Arşı taşıyan meleklerden başka kimse olmayacaktır."

Beyhaki de Ümmü Belemeden rivayetle şu hadisi bildirir: "Minbe­rimin ayakları, yarın cennette makamımın merdiveni olacaktır."

(Hâkim de bunun bir benzerini Ebû Vâkıd el-Leysi'den rivayet et­miştir.)

îbni Sa'd da şu hadisi Ebû Hüreyre'den rivayet eder. Onun bu nakline göre Peygamber (s.a. v.) şöyle buyurmuştur: "Benim şu minberim, yarın cennette yüksek bahçelerden bir bahçe olacaktır."

Buhari ile Müslim de ittifak halinde Ebû Hüreyre'den rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu bildirirler: "Evimle minberim arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir!"

 

Peygamberimizin Özelliklerinden Bazılarıda Şunlardır:

 

Evet, Peygamber'in (s.a.v.) özelliklerinden bazıları da şunlardır: O'nun ümmeti dünyada sonra gelip ahirette öne geçmiştir. Önce O'nun ümmetinin hükmü verilecektir. Ümmet-i Muhammed, Mevkıfta iken, yüksek bir yerde bekleyecektir. Oraya abdest azaları nur gibi parlar bir vaziyette gelecektir. Ummet-i Muhammed'in azabı dünyada iken verilip âhirete tertemiz geleceklerdir. Kalan azabları olmuşsa, onu da kabirde çekip âhirete öylece geleceklerdir. Onlar, kabirlerine günahla girerler, kabirlerinden günahsız olarak çıkarlar. Günahlarının böylece bağışlan­masına, mümin kardeşlerinin istiğfarı da çok hayırlı bir vesile olmakta­dır. Onların kitapları sağından verilir, onlar mahşer yerine gelirken ve sırattan   geçerken,   sabi   çocukları   ve   nurları   önlerinde   giderler.

Simalarında yaptıkları secdelerin eseri görülür. Nurları, peygamberle­rin nurları gibi çift olur. Sevabları mizanda çok ağır gelir. Onlar öyle bir ümmettir ki, hem kendi yaptıklarının, hem de kendileri adına yapılan­ların sevabına nail olurlar. Diğer ümmetler ise böyle değildir."

Bu ümmetin nurlarının önlerinde gideceği ve çift olacağı ve abdest azalarının nur gibi parlayacağı hakkındaki hadis, Peygamber Efendi-miz'in adının Tevrat ve İncil'de geçtiğine dair olan bölümde anlatılmış­tır. Şimdi burada diğer hadisleri görelim:

îbni Mâce (daha doğrusu Buhari ve Müslim), Ebû Hüreyre ve Hu-zeyfe'den şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.) buyurdu:

"Biz, dünya ehli olarak sonra gelmişiz, fakat ahiret ehli olarak öne geçmişizdir! Bütün mahşer halkından önce, benim ümmetimin işi görü­lüp hükmü verilecektir."

Hâkim sahihtir kaydiyle Abdullah bin Selâm'dan nakleder. O şöyle der: "Kıyamet günü olduğu zaman, Yüce Allah kullarını ümmet ümmet ve peygamber peygamber sevkeder. Peygamberimiz ve onun ümmeti de tam merkezde yerlerini alırlar. Derken cehennem üzerine sırat kurulur. Biri nida eder ve: "Ahmed-i Muhammed e O'nun ümmeti nerededir?" der. Peygamberimiz ve O'nun peşi sıra ümmeti kalkar, iyisi ve kötüsü hep O'nu takib ederler. Derken sırat üzerine gelirler, tşte bu sırada O'nun düşmanlarının gözleri Allah tarafından görmez olur. Sıratın sa­ğından ve solundan aşağıya, yani cehenneme düşerler. Peygamber (s.a.v.) ve O'nun ümmetinden iyiler kurtulurlar. Melekler de O'nunla beraber giderler ve adım adım O'nu ve ümmetini cennetteki yerlerine götürürler. Sonra nida eden: "îsâ ve O'nun ümmeti nerededir?" diye on­ları çağırır." [249]

îbni Cerir ve îbni Merdûye Câbir bin Abdullah'tan rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Ben ve ümmetim kıyamet günü, yüksek bir tepenin üzerinde bulunacağız. Diğer mahşer halkı bizden aşağıda bulunacaklar ve bizden olmayı çok arzu edecekler. Kavmi tarafından yalanlanmış bulunan her bir peygambere de biz mahşerde şahidlik yapacağız. "Evet, Rabbimiz, o senin risaletini kavmine tebliğ etti" diyeceğiz."

Ahmed Ka'b bin Malik'ten nakleder. O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "însanlar mahşer yerine toplandıkları zaman, ben ve ümmetim yüksek bir yerde bulunuruz. Sonra Rabbimin emriyle ben, yeşil bir hülle giyerim. Sonra bana izin verilir. Ben de Allanın bana ilham ettiği ve hakkımda dilediği şekilde O'na hamd ü senada bulunu­rum ve şefaat ederim, işte bu, bana verilen Makâm-ı Mahmûd'tur."

Buhari ve Müslim Ebû Hüreyre'den rivayet ederler. O şöyle demiş­tin: Peygamber (s.a.v.) bir hadisinde şöyle buyurdular: "Kıyamet günü benim ümmetim, bütün abdest azaları nur gibi parlar bir vaziyette davet olunacaktır."

Ayrıca Müslim Kuzeyfe'den rivayetle şu hadisi bildirir: "Benim havzım, Aden ile Eyle arasından daha uzundur. Ümmetimden olma­yanları orada rahatlıkla ayırırım." Ashab sordu: "Ey Allah'ın Resulü, sen bizi orada nasıl tanıyacaksın?" Resûlüllah cavap verdi: "Havzmın ba­şında durup develerini sulayan bir adam, yabancı develeri nasıl tanıyıp ayırırsa, öylece tanır ve ayırırım. Hem orada sizlerin abdest azaları nur gibi parlayacağı için, bu gayet kolay olacaktır."

Ahmed ve Bezzâr Ebud-Derdâ'dan rivayet ederler. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Kıyamet günü, şefaatte bulunması için secde etmesine ilk izin verilecek olan, şefaati kabul edilip başını secde­den ilk kaldıracak olan şüphesiz benim! Baktığımda, ümmetimi de diğer ümmetler arasında tanırım. Kimi ön tarafımda, kimi arkamda, kimi sağımda, kimileri de solumda yer almış olarak onları görürüm." Bu sı­rada biri: "Ümmetini nasıl tanırsın, ey Allah'ın Resulü?" diye sordu. Resûlüllah da şu cevabı verdi: "Onların abdest azaları nur gibi parlak olacaktır! Bu alamet diğer ümmetlerde bulunmayacaktır. Aynı zamanda kitapları (amel defterleri) de sağ ellerinde olacak, sabi iken ölmüş ço­cukları ve nurları da önlerinde bulunacaktır."

(Yine Ahmed, sahih bir senedle Ebû Zerr'den de bu mealde bir ha­dis rivayet eder. Onun bu rivayetinin sonunda ise, sâdece, "nurları da önlerinde bulunacaktır" buyurulmuştur.)

Taberâni'nin el-Evsat'ında Enes'ten rivayeti ise şöyledir: Peygam­ber (s.a.v.) buyurdu: "Benim ümmetim, ümmet-i merhumedir! Hepsine merhamet olunmuştur. Bunun için, ümmetim kabrine günahıyla girer, fakat günahlarından temizlenmiş olarak kabrinden çıkar! Mü'min kar­deşlerinin kendileri hakkındaki istiğfarları sebebiyle, bu günahlarından temizlenmiş olurlar." [250]

Ahmed'in Aişe tarikiyle rivayet ettiği hadisde ise şöyle buyurul-maktadır: "Kıyamet günü hesaba çekilen müslüman, bağışlanmış olur. Zira müslümanlardan her biri, amelinin karşılığını (cezasını) kabrinde görmüş olur."

Hâkimi Tirmizi de bu konuda şu açıklamayı yapar: "Mü'min'in kabrinde hesaba çekilmesi, yarın ahiretteki mevkıfta fazla sıkıntı çek­memesi içindir. Kabrinde azâb görmesi de, günahlarından temizlenmiş olarak kabrinden çıkması içindir."

Taberâni, sahihtir kaydıyla Hakim, Abdullah bin Yezid'den şu ri­vayeti naklederler: O şöyle demiştir: Ben Resûlüllah'ın (s.a.v.): "Bu üm­metin azabı, dünyadadır" buyurduğunu işittim."

îbni Mâce ve Bey haki Enes'ten rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Şu ümmet, merhamet olunmuş bir üm­mettir. Onun azabı, kendi dindendir. Kıyamet günü olunca, müslü-manlardan her bir adamın yerine müşriklerden biri cehenneme gönderilir ve o müslümana: "işte senin yerine cehenneme giren adam budur!" denilir."

El-Esbehani'nin Leys'ten rivayeti de şöyledir: "Isâ bin Meryem, bir konuşması sırasında demiştir ki: "Ümmet-i Muhammed, Mizanda sevabı en ağır gelecek olan ümmettir! Zira onların dilleri, müslümanlığın en büyük alâmeti ve esası bulunan lâ ilahe illallah kelime-i tevhidini çokça söylemeye, çok müsait bulunmuştur. Bu sayede, kendinden önceki üm­metlerden daha fazla sevap kazanmışlardır."

îbni Ebû Hatim, îkrime'den nakleder. O şöyle der: "Yüce Allah'ın kitabındaki: "insan için ancak çalışıp kazandığı vardır!" [251] anlamına gelen âyeti; ibrahim'in suhufunda ve Musa'nın suhufunda böyle oldu­ğunu bildirir. Bu ümmette ise, kişi hem çalışıp kendisinin kazandığının mükafatını, hem de kendisi için başkaları tarafıdan yapılanların müka­fatını görecektir." [252]

 

Peygamberimizin Bir Özelliği De, Ümmetinin; Herkesten Önce Cennete Girecek, Günahlarının Bağışlanacak Ve Kabirlerinden İlk Kalkacak Ümmet Olmasıdır

 

Birinci ve üçüncü hususlarla ilgili hadisler, az Önce geçmiş bulun­maktadır, ikinci hususla ilgili hadis ise, Isrâ ve Mirâc bölümünde îbni Mes'ud hadisi olarak geçmiştir.[253]

 

Peygamberimizin Bir Özelliği De, Ümmetinden Yetmiş Bin Kişinin Hesaba Çekilmeksizin Cennete Gidecek Olmasıdır

 

Şeyh îzzüddîn bin Abdüsselâm der ki: "Peygamber (s.a.v.) Efendi-mîz'in kendisine verilmiş bulunan büyük özelliklerden biri de, O'nun ümmetinden yetmiş bin kişilik bir cemâatin, hiç hesaba çekilmeksizin doğruca cennete girecek olmasıdır. Bu, başka peygamberlerden herhan­gi birisi için sabit değildir."

Buharî ve Müslim, îbni Abbas'tan rivayet eder. O şöyle der: Pey­gamber (s.a.v.) birgün bizim yanımıza geldi ve bize şunu haber verdi: "Bana, ümmetler arz olundu. Bir peygamber arz edildi (gösterildi) ya-' nmda ümmeti olarak bir kişi vardı. Diğer bir peygamberin de ümmeti iki kişiydi. Öyle peygamber gördüm ki, hiç ümmeti yoktu... (Zira peygam­berliğini tebliğ ettiği kavimden hiç kimse ona inanmamıştı...) Yine bir peygamber gösterildi, yanında on kadar ümmeti vardı.... Derken, üm­meti çok kalabalık olan bir peygamber, yanımdan geçirildi. Baktım, çok sayıda bir ümmet ve ben onlann, benim ümmetim olmasını arzu ettim... Bana denildi ki: "Bu, Musa ve onun ümmetidir." Sonra bana, "bak" diye emredildi. Baktım, o kadar kalabalık bir ümmet gördüm ki, bütün ufku kaplamıştı... Bana yine: "Şu tarafa, bu tarafa da bak" diye emredildi. Baktığımda, gerçekten her tarafı kaplamış bir kalabalık gördüm. Sonra bana yine denildi ki: "Bu gördüğün büyük topluluk, senin ümmetindir! Onlara ilâveten yetmiş bin kişilik bir topluluk daha vardır. Hiç hesaba çekilmeden cennete gireceklerdir." [254]

Tirmizî'nin hasendir kaydiyle Ebû Ümâme'den rivayet ettiği hadîs ise, şu anlamdadır: "Rabbim bana, ümmetimden yetmiş bin kişilik bir cemâati hiç hesaba çekmeksizin cennete göndereceğini va'd buyurdu. Onlara, bir azâb dahî yoktur. Onlardan her birinin arkasında da, yetmiş bin kişilik bir topluluk daha bulunacak ve bunlar da, hesâbsız ve azâbsız cennete gideceklerdir. Ayrıca Rabbim, üç büyük cemâati daha, kendisi cennete gönderecektir."

Taberânî ve Bey haki Ömer bin Hazm'dan rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Rabbim bana, ümmetimden yetmiş bin kişilik bir cemâati, hesâbsız ve azâbsız cennete koyacağım va'd buyurdu. Ben bunun artırılmasını istedim. Rabbim de bu isteğimi kabul etti ve yetmiş binden her birinin arkasında bir yetmiş bin daha olmak üzere cennete gördermeyi kabul etti. Ben bunun üzerine: "Rabbim, benim ümmetimin sayısı bu kadar olacak mı?" dedim. Rabbim de: "Ben, senin için onları bu sayaya ikmal edeceğim" buyurdu.[255]

 

Peygamberimizin Bir Özelliği De, O’nun Ümmetini Yüce Allah'ın Adaletli Hakimler Makamında Kılmasıdır

 

Şeyh îzzüddtn bin Abdüsselâm der ki: "Peygamber'in (s.a.v.) özel­liklerinden biri de, yüce Allah'ın O'nun ümmetini adaletli hâkimler ma­kamında kılması ve ümmetinin hesâb gününde, insanlar üzerinde şahitlik yaparak onlara gönderilen peygamberlerin, teblîğ vazifelerini tastamam yaptıklarına dâir hüküm vermeleridir. Halbuki böyle bir ö-zellik, diğer peygamberler de bile bulunmamaktadır."

Bilindiği gibi, Yüce Allah bir âyetinde şöyle buyurmaktadır: "Böy­lece sizi orta (adaletli) bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun..." [256]

Buharı, Tirmizİ ve Nesâî Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Nûh (a.s.) kıyamet günü çağrılır ve: "Tebliğ ettin mi?" denilir, O da: "Evet" der. Ümmeti çağırılıp: "Nûh size tebliğ etti mi?" diye sorulur. Onlar da: "Bize kimse gelmedi, kimse birşey tebliğ etmedi!" derler. Bunun üzerine Nuh'a denilir ki: "Sana şahitlik yapacak var mı?" O da: "Bana, Muhammed ve O'nun ümmeti şahitlik yapacaktır!" der. işte bu, yukarıda mealini gördüğümüz âyetin, haber verdiği şeydir. Siz de bunun üzerine çağırılır ve Nûh (a.s.)'ın, Allah'ın risâletini kavmine tebliğ ettiğine dâir şahitlik edersi­niz..."

Ahmed, Nesâî ve Beyhakî'nin Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayetleri ise şöyledir: Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu: "Kıyamet günü bir pey­gamber getirilir, yanında bir kişi bulunur. Peygamber gelir; yanında iki kişi bulunur. Bâzılarının ise daha çok... O peygamberlere: "Tebliğ ettin mi?" diye sorulur. Onlar da cevaplarında: "Evet" derler. Kavimleri çağ­rılıp sorulur: "Bu size tebliğ etti mi?" diye. Onlar: "Hayır tebliğ etmedi" derler. Peygamberlere: "Peki size şahitlik yapacak kimdir?" denilir. Onlar da: "Ümmet-i Muhammed" derler.   Bunun   üzerine Ümmet-i Muhammed çağırılır, onların tebliğ ettiklerine şahitlik ederler. Sonra onlara hitaben: "Siz, bu peygamberin tebliğ ettiğini nereden bili­yorsunuz?" diye sorulur. Onlar da derler ki: "Bizim Peygamberimiz bize bir kitab getirdi. Bu kitab da sizlere, çeşitli âyetleriyle bu peygam­berlerin tebliğ ettiklerini haber verdi. Biz de hiç tereddüt etmeden bu kitâb'm (Kur'ân'm) bu haberini dahî aynen inanıp tasdik ettik." On­ların bu cevâbı üzerine de kendilerine denilir ki: "Evet, sizler ger­çekten doğru söylüyorsunuz!" îşte bu: "Böylece biz sizi bir orta ümmet kıldık" mealindeki âyet-i celîlenin haber verdiği hakikattir. Bu âyetin söylediği Ümmet-i Vasat'ın mânâsı da, adaletli, faziletli ümmet de­mektir."[257]

 

Peygamberimizin Bir Özelliği De, Ümmeti İçin Cehennem Ateşinin Ancak Hamam

Harareti Kadar Olacağıdır

 

Evet, Peygamberimiz'in bir özelliği de, ümmeti için cehennem ate­şinin, ancak hamam harareti kadar olacağını bildirmiş olmasıdır. Ta-berânî, el-Evsat'mda Ebû Bekir'den rivayette Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu bildirmektedir: "Cehennemin ümmetim üzerine olan harareti, ancak hamam harareti kadar olacaktır."[258]

 

 



[1] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/353.

[2] Bunun manası: Allah'ın ilminde ve her şeye sebkat eden Kader-i İlâhisinde böylece yazılı ve sabit oluşudur. Yoksa bedenen ve frtraten, hepsinden önce yaratılmış ol­ması manasında değildir. Rivayetlerin delâlet ettiği mânâ da budur.

[3] Bunu sağlam bir delile dayanmadan söylemek zor olsa gerekir. Böyle bir delil ise yoktur. İlgili âyet-i kerimeden anlaşıldığına göre; "Evet, Rabbimiz'sin" ikrarı; aynı anda ve bütün ruhlar tarafından verilmiştir. Herhangi birinde bir gecikme ve te'hir olmamıştır. Bir im­tihan evi olan şu dünyamızda bu ikrarını bozanlar ise, hüsrana düşmüştür.

[4] İmam-ı Sağâni'ye göre, bu rivayet mevzudur.

[5] Ezan, Peygamberimiz'in ve O'nun ümmetinin büyük bir özelliğidir. Bu, Adem zamanında yoktu. Allah'ın bazı melekleri ise, O'na salat ü selâm ederler. (İlgili âyetin bildirdiği de budur.)

[6] Bu dahi, âyetle sabittir ve O'nun büyük özelliklerinden biridir.

[7] Bu O'nun peygamber olarak gönderilişi (biseti) sebebiyle olmuştur

[8] Melekler değil, bulutlar O'nu gölgelendirmiştir

[9] Hiç şüphesiz o, bütün insanların akılca en ileri ve kuvvetli olanı idi

[10] Necm Sûresinin âyetleri buna delâlet etmektedir. Bunlar, ittifakla sabit olan hu­suslardır.

[11] O gece, peygamberin ruhları, kendilerinin cesedlerine benzer birer cesede bü­rünerek gelmişlerdir. Yoksa dirilip de kabirlerinden kalkmış değiler.

[12] .  Ebû Zerr hadisinde olduğu gibi, Mirac'ta Nuru Hicâb'ı görmüştür. Rabbini gör­mesi, gözleriyle değil, kalbiyle olmuştur. Nitekim İbni Abbas hadisi de buna delâlet etmekte­dir.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/353-355.

[13] İsra suresi, 88

[14] Hıcr suresi, 9

[15] Fussılet suresi, 41

[16] Fussılet suresi, 42

[17] Nahl suresi, 89

[18] Neml suresi, 76

[19] Kamer suresi, 17

[20] İsra suresi, 106

[21] Furkan suresi, 32

[22] Furkan suresi, 33

[23] Yahya bin Eksem, fakih, edib bir zat olup Basra kadılığı yapmıştır. Sonra Bağdat baş kadısı olmuş, halife Me'mûn'la birlikte çalışmıştır. Mütevekkil onu azletmiş, hac dönüşü Rabze'de vefat etmiştir.

[24] Maide suresi, 44

[25] Hicr suresi, 9

[26] Müslümanlar olarak bunda hiç şüpheniz olmasın! Zira bunca sinsi ve menfi ça­lışmalara rağmen Yüce Allah Kitabı'nı korumaktadır ve de koruyacaktır!   Gerek Siyonizm, gerek emperyalizm, bütün gücüyle Kur'ân'a karşı çalışmakta, takat bir netice elde edeme­mektedir. İşte bütün bu düşmanlıklara rağmen, Kitabımız, hiç birtahrîfe uğramadan, dimdik ayakta ve nazil olduğu günkü tazelik ve asliyetiyle ortadadır! Gün gelip Allah'ın onu mus-haflardan  ve  kalblerden  çıkarıp  kaldıracağı   zamana  kadar  da  böylece  kalacaktır, inşallah!...

[27] Elbette Kur'ân; ulûm ve meârifin, ahkâm ve mevâizın, âdâb ve kanunların, hüc­cet ve burhanların cümlesini câmî olan bir kitaptır! Allah O'nu, çeşitli dertlerimizin dermanı, gönüllerimizin bahân kılsın! (Amîn!)

[28] Bâzıları bunu, bir isim zikretmeksizin ve ilaveli olarak: "Kur'ân'ın mânasını da Fâtiha'da; Fatiha'nın mânâsını Besmele'de, Besmele'nin mânâsını onun "B" harfinde topla­mıştır" demiştir. Bâzıları ise, bununla da yetinmeyip: "Bu B harfinin mânâsını da, bu harfin altındaki noktada toplamıştır" demiştir ki, bu asla doğru olmaz! (M.) Mecâlisüs-Seniyye, 3, İmâm-ı Füşenî, Mısır. 1315)

[29] Hâkim bunu, Îbni Mes'ûd'tan merfû plarak rivayet etmiştir. Fakat aslında mevkuf (yânî bir sahâbî sözü) de olabilir.

[30] Kur'ân'ın "yedi harf üzerine nazil olmasının" meşhur kavle göre mânâsı; çeşitli kabilelerin muhtelif lehçeleri olması ve her kabîlenin kendi lehçesine göre okumasıdır. Bu, gerek Resûlüllah'ın, gerekse ilk İki halîfesinin zamanında bilinen ve devam eden bir husus­tu... Osman zamanında ise, Huzeyfe gelip insanların bir lehçe üzerinde birleştirilmesini, böylece bâzı kıraat ihtilâflarının bertaraf edilmesini teklîf etti. Osman (r.a.) de, bir heyet top­layarak böyle bir çalışmanın yapılmasını emretti. Ashabın kurrâsı da çalışıp Kur'ân'ı bir kıraat vechi üzere yazdılar. Diğer kıraat vechlerini ihtiva eden sahîfeler imha edildi. Mus-haf-ı Şerîf çoğaltılarak, diğer islâm merkezlerine de birer nüsha gönderildi. Böylece kıraat (okuyuş) farkından doğan ve büyümesinden korkulan fitne de Önlenmiş oldu.

(Nitekim Efendimizin sağlığında Übeyy bin Ka'b gibi bir sahâbî bile bu hususta fitneye düşeyazmıştı. İslâm'ın ilk günlerinde sırf Ümmet-i Muhammed'e bir kolaylık olsun diye iste­nilen ve izin verilen bu hususu, Übeyy bin Ka'b; kendi tabiriyle o kadar yadırgamış ve böyle bir şeyi İlk defa gördüğünde öylesine sarsılmış, öylesine bir şek ve tereddüde mâruz kaim ıştır ki; kıraat ihtilâfına düşen iki sahâbiden her ikisine de Resûl-i Ekrem'in: "Evet güzel okudunuz" buyurmasıyla câhiliye zamanından daha beter bir hâle düşmüştü... Fakat Peygamberim iz'in mübarek eliyle göğsünü sıvaması ve onun hakkındaki duası üzerine; kalbine hücum eden bütün şek ve tereddüdler, zail olup gitmişti... İşte Hz. Osman'ın (r.a.) emriyle yapılan çalış­malar sonunda, bâzı müslümanları fitneye düşürmesinden korkulan bâzı okuyuş farkları kaldırılıp bire indirilmiş, mushaflar da bu şekilde yazıya alınmıştır...) (El-Hasâsiu'l-Kübrâ, 2/285-Beyrut, 1405)

[31] Bu kelime (çok asırlarca Önceleri Rumca'dan gelip Arapça'ya karışmış bir kelime olsa bile...) Kur'ândaki hâli ve şekliyle, şüphesiz hâlis Arapça olan bir kelimedir. Artık onun Rumca veya Farsça olduğunu söylemek mümkün değildir. Sonra bu gibi hususlarda Vehb bin Münebbih'e ve benzerlerine itimâd etmek de, doğru olmaz. Nitekim bunu, bu şekilde kabul etmiş ve tefsîrinde nakletmiş herhangi büyük bir müfessir de olmasa gerek... Kur'ân'ın; kendisinin de açıkça beyân ettiği gibi, açık bir Arapça ile nazil olduğunda, herhangi bir mü'minin asla şüphesi yoktur.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/356-360.

[32] Evet Peygamber (s.a.v.) Efendimiz; sâhib bulunduğu faziletleri ve mekârim-i ahlâkı bakımından, diğer peygamberlere verilmiş bulunanların tamâmını kendisinde topla­mış durumdadır. Bunda hiç şüphe yoktur. Fakat mucizelere gelince: Allah'ın bu husustaki âdeti ve kânunu öyledir ki, her bir peygamberin mucizesini o peygamberin kavmi içinde mevcûd ve meşhur bulunan şey cinsinden kılmıştır. Mûsâ (a.s.)'ın  asası gibi ki, kavminin sihirbazlarını mağlûb etmiştir. Isâ (a.s.)'ın mucizeleri ki, kavminin meşhur tabiblerinİ âciz bı­rakmıştır. Peygamberimiz'e verilen Kur'an mucizesi ki, bu da kavmi içinde meşhur ve çok yaygın bulunan fesahat ve belagat cinsinden olmuştur ve kavminin bütün fasîh ve beliğlerini âciz bırakıp şaşkına çevirmiştir. Yoksa, bütün peygamberlerin mucizelerinin Peygamberimi­ze verilmiş olduğunu iddia etmek; doğru ve makbul bir söz değildir.

[33] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/360-361.

[34] Ahzab suresi, 40

[35] Maide suresi, 48

[36] Tevbe suresi, 33

[37] İmâm-ı Ahmed'in rivayetine göre de Abdullah bin Sabit şöyle anlatmıştır: "Ömer, Peygamberimiz'e gelip, Kurayza'lı bir yahûdî dostundan yazdığı bâzı notları okumak istedi. Peygamberimiz'in derhal rengi attı. Ben Ömer'e: "Görmüyor musun, Peygamberimiz'in rengi değişti?" dedim. Ömer de bunun üzerine derhal: "Ben, rab olarak Allah'a, dîn olarak İslama, peygamber olarak da Muhammed'e inanıp razı oldum!" dedi. Bunun üzerine de Peygambe­rimiz'in rengi düzeldi ve mesrur oldu ve şöyle buyurdu: "Varlığım elinde olana yemin ederim ki, eğer Mûsâ aranızda olsa, siz de beni bırakıp ona uysanız, muhakkak sapıtmış olurdunuz! Siz benim ümmetim, ben de sizin peygam berin izim!"

Câbir'den olan rivayete göre, Peygamberimiz bu sözünü şöyle tamamlamışlardır: "Siz, ehl-i kitaba bir şay sormayınız! Onlar hidâyette değildir ki sizi hidâyete sevketsİnler! Onlara inanırsanız, ya hakkı inkâr, ya da bâtılı tasdîk etmiş olursunuz. Vallahi Mûsâ hayatta olsa, ona helal olan sâdece bana uymak olurdu!" Diğer bir rivayette ise: "Mûsâ ve Isâ hayatta olsa ar. onlara düsen bana uvmak olurdu" buvurulmustur.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/362.

[38] Bakara suresi, 106

[39] Yahûdîlere veya diğer ümmetlere gelen nesihler ise, bir diğer peygamber gön­dermek suretiyle olurdu. Nitekim bu durumu Isâ (a.s.)'ın dilinden haber veren ayette şöyle buyurulmuştur: "Ben, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak, size haram kılınan bâzı şeyleri helal yapayım diye gönderildim..." (Al-i İmrân, 50)

Buna rağmen bâzılarının Kur"an'da nâsih ve mensûh bulunduğunu kabul etmemele­rine aldırmamak gerekir. Nitekim Ebû Müslim el-!sfehânî gibiler böyledir. Zira Kur'ân'da, nâsih ve mensûh bulunduğuna dâir sarîh âyetler vardır: İşte Bakara Sûresi âyet 187 ki meâlen: "Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Artık onlara yaklaşabilirsi­niz." Keza: Enfâl Sûresinin 66. âyeti ki: "Şimdi Allah sizden yükü hafifletti. Sizde za'f bulun­duğunu bildi" meâlindedir. Keza: Mücâdele Sûresi 13. âyeti ile, Müzzemil Sûresi 20. âyeti de bu hususta açık delillerdir. Bundan dolayı, neshi inkâr edenlerin mezhebi yanlıştır, bâtıldır.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/363.

[40] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/363.

[41] Sebe’ suresi, 28

[42] Furkan suresi, 1

[43] Burada zikri geçen ve Peygamberİmiz'e verilmiş bulunan Kevser, cennette bir nehirdir ve onun suyu; sütten beyaz, baldan da tatlıdır, iki büyük oluğu vardır ve buradan Havz'a akmaktadır. Peygamberimiz'in bu havzından bir deîâ İçenler ise, ebediyen bir daha susuzluk nedir bilmeyeceklerdir.

Makâm-ı Mahmûd hakkındaki sahîh tefsîr ise, bunun, Peygamber Efendimizin cümle mahşer halkı İçin yapacağı Şefâat-i Uzmâsı olduğudur. Ancak bu şefaatten sonradır ki, halk Mahşer yerindeki bekleme yerinden kurtulup hesab yerine gidebileceklerdir.

Yine sahih hadîsde bildirildiği gibi, kabrinden ilk kalkacak olan kişi de Peygamberimiz olacaktır. Ancak bu sırada Peygamberimiz, Mûsâ (a.s.)'ı Arş'ın direğine tutmuş vaziyette görecektir. Bu hususta kendileri: "Bilmiyorum, kabrinden benden evvel mi kalkmış, yoksa Tûr'daki bayılıp kendinden geçmesine bir mükâfat olarak mı buradadır" buyurmuştur.

Hesaba çekilmeden cennete sevkedilen bu yetmiş bin kişiden her bin kişinin arka­sında da bir yetmiş bin kişinin daha bulunacağı da sahih hadîsle bildirilmiş bulunmaktadır

[44] Enbiya suresi, 29

[45] Fetih suresi, 1-2

[46] İbrahim suresi, 4

[47] Sebe' suresi, 28

[48] Cennet ehlinin yüz yirmi saf olacağı ve bunun sekseninin ise bu ümmetten ola­cağı vârid olmuştur. (Yâni Cennet ehlinin üçte ikisi...)

[49] Hattâ yanında ümmeti olarak bir tek kişinin bulunmadığı bir peygamberin de, mahşer yerine böylece yapayalnız geleceği de bildirilmiştir.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/364-367.

[50] Evet, Sübkî bu kavli tercîh etmiştir. Fakat onun bu tercîhini te'yîd eden sağlam bir delîl yoktur. Abdürrezzâk'ın rivayet ettiği bu hadîste dahî bu kavli tercîhe destek olacak herhangi bir husus bulunmamaktadır. (Gökyüzündeki meleklerin amîn'ferinin, yeryüzündeki mü'minlerin âmîn'lerine rast gelmesinden neş'et eden böyle bir fazilet ve sevâb, müccerred Sübkî'nin tercîh ettiği hususa, bir delil teşkil etmemektedir.)

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/367.

[51] Enbiya suresi, 107

[52] Enfa! suresi, 33

[53] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/367-368.

[54] Hicr suresi, 72

 

[55] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/368.

[56] İlgili hadîsin tefsirinde bâzı ihtilaflar olmuş, bâzıları: "Bunun mânası: "Teslim oldu da ben onun zararından vesvesesinden kurtuldum" demektir" demişlerdir. Bâzıları ise: "Müslüman oldu" demişlerdir ki, hadîsin zahiri de bu tevcîhı te'yîd eder mâhiyettedir

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/369.

[57] Bakara suresi, 104

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/369-370.

[58] Evet, Kur'an'da böyledir. Fakat Kur'an'ın dışında Allah'ın, Habîbini ismiyle ça­ğırdığına dair, bir hadîs vardır ki bu, Hadîs-i Sevbân'dır ve şu mealdedir: "Azîz ve Celil olan Allah bana dedi ki: "Ey Muhammed; ben bir şey için hükmettim mi hükmüm red olunmaz..." Şüphesiz Kur'ân'dakİ hitâb şekliyle Yüce Allah, Resulünün izzet ve keremini artırmıştır.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/370.

[59] A'raf suresi, 138

[60] Maide suresi, 112

[61] Nur suresi, 63

[62] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/370-371.

[63] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/371-372.

[64] Aişe validemizin hadisinde: "Ne ben onun avret yerini, ne de o benim avret yerimi görmüş değildir" denilmektedir.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/372.

[65] Bu İddianın sağlam bir delili olmasa gerektir...

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/372.

[66] Müelitimiz'in bu İstidlal tarzı, son derece zayıftır. Zira İbrahim (a.s.) Sâriye'yi e-linden almalarından korktuğu için: "Bu benim kardeşimdir" demişti. Eğer "karımdır" deseydi, Sâriye'yi temelli almak maksadıyla İbrahim'i öldüreceklerdi. Zâlim hükümdar, Sâriye'yi zorla alıp  nikahlamış olsaydı bile, hiç zâlimin yaptığı ile delîl göstermek doğru olur mu? Sonra İbrahim; Sâriye'yi boşamak istemiş de değildi! Müellifimizin bu iddiası yerinde değildir

[67] Ebud-Derdâ'nm da bu şekilde hanımına bir vasiyeti olmuştur

[68] Bunu, iddete manî bir dirilik mânâsında almak doğru değildir. Zira Efendimiz'in hanımları, O'ndan sonra iddetlsrini çekmişlerdir

[69] Ayetin zahirinin mânâsı, "O'nun ölümünden sonra" mânâsıdır

[70] Bu müsteîze; Ümeyme bınîı Nûmân adındaki kadındır. Bâzıları bunun, Leys'li prenses, bâzıları da Fâtıma binti Dahhâk olduğunu söylemiştir.

[71] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/373-374.

[72] A'raf suresi, 61

[73] A'raf suresi, 67

[74] Kalem suresi, 1-2

[75] Necm suresi, 1-4

[76] Yasin suresi, 69

[77] Önceki peygamberlerin Allah tarafından müdâfâ edilmeyip, kendilerini kendileri­nin savunduğunu söylemek, doğru bir hüküm değil; Peygamberimizin özelliklerini çoğaltmak gayretiyle acele verilmiş bir hükümdür. Bu hükmü veren Ebû Nuaym ve onu olduğu gibi nakleden müellifimiz, acaba Kitâbımız'ın şu mealdeki âyetleri karşısında ne diyeceklerdir?

"Allah, mü'minleri müdâfaa eder..." (Hacc Sûresi, 38.) Şüphe yok ki,- peygamberler, mü'minlerin efendileridirler... İbrahim (a.s.) hakkında: "Ona bir tuzak kurmak İstediler, biz de onları esfelînden kıldık!" (Sâffât, 98) Keza, Ahzâb 69, Al-i İmrân 55. âyetleri de bu mâhiyettedir

[78] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/374-375.

[79] Peygamber efendimizin iki kıbleyi cemetmiş olduğu malûm... Fakat iki hicreti cemetmiş olmasını, doğrusu anlayamadık. (M.

[80] Şeyh izzüddin burada, vahyin çeşitlerinden dördüncüsünü saymayı unutmuştur. Bu ise, kalbe koymak, söylemektir.

[81] Cevâmiu'l-Kelim'in mânâsı: Yüce Allah'ın kendisine az kelime ile pek çok mânâyı ifâde etme hasletini vermiş olmasıdır. Bu kelâmın O'na son derece vecîz ve muhtasar kı­lındığını ifâde eder...

[82] Sahih hadîste: "Her peygamber duasını yaptı. Ben ise duamı, ümmetime şefaat olmak üzere saklamış bulunuyorum, inşallah, Allah'a hiç şirk koşmaksızın ölenlere nasîb o-lacaktır" buyurulmuştur.

[83] Isra suresi, 80

 

[84] Lokman suresi, 34

[85] Deccâlle ilgili hadîsler sahih ve pek çoktur. Bunlar, mânevi tevatür ifâde eder

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/376-379.

[86] Kabdaki suya elini sokar, bu su fazlasıyla bereketlenirdi.

[87] Otuz kişi kuvvetinde" olduğunu konuşurlardı. Rükane ile güreştiği zaman, ra­hatlıkla onu tepelemişti. Kimse O'nu yenemezdi

[88] İnşirah suresi, 1-4

[89] Fetih suresi, 1-2

[90] Şefaat Hadîsi'ndeki Hz. isa'ya âit ifâde de, bunun peygamberimize hâs olduğunu göstermektedir

[91] Bunu, Îbni Ebû Hatim de rivayet etmiştir.

[92] Müslümanların Hudeybiye Musâlehasından üzgün dönmeleri üzerine, onları sevinç ve sürûrâ gark eden Fetih Sûresi inmiş, Resûlüüah da bunu onlara ve bilhassa Ömer'e hitaben okumuştur

[93] Ben, bu hadîsin şahinlik veya zayıflık bakımından derecesinin ne olduğu hak­kında, bir bilgiye rastlayamadım. Kendiliğimden, derecesi ve hikmeti şudur, diye birşey söy­lemek de istemiyorum.

[94] Besmele'nin fazîlesi hakkındaki bu mevkuf hadîsin sahih ofaması mümkündür

[95] Sahih hadîste, Bakara Sûresi'nin sonundaki âyetlerin Peygamberimiz'e Arş'ın altındaki hazîneden verildiği ve daha önce hiçbir peygambere verilmediğini bildirmiştir. Aye-tel-kürsî ile ilgili olarak da: 'Onun bir dili olup Arş'ın direği yanında Allah'ı takdîs ettiği" vârid olmuştur.

[96] Sahîh hadîste: "Bakara Sûresi'nin sonundaki iki âyeti, geceleyin okumanın kâfi olduğu" bildirilmiştir.

[97] Hicr suresi, 87

[98] el-Mesânî, Uzun Yedi Sûre'dir ki bunlar: Bakara, Af-İ imrân, Nisa, Mâide, En'âm, Araf, Enfâl Sûreleridir. (Enfâl Sûresi denilince, Berâe yâni Tevbe Sûresi de buna dâhildir.) el-Mufassal'in hakkında ihtilâf vardır. En meşhur olanı: Kâf Sûresinden itibaren Mufassal sayıldığıdır.

[99] Bunun ve bundan sonraki iki eserin doğruluğunda hiç şüphe yoktur. Elbette Peygamber Efendimiz'den daha keremli ve daha şerefli; Allah İndinde daha sevgili ve daha kıymetli bir kul yaratılmış değildir! Elbette yaratılmışların sultânı ve en üstünü, Peygamberi­miz Muhammed (s.a.v.)'dir.

[100] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/379-384.

[101] Sâd suresi, 26

[102] Necm suresi, 3

[103] Şuara suresi, 21

[104] Enfal suresi, 3

[105] Rabbimiz'irı peygambere olan ilâhî hitabı, bir ve müsâvîdir. Bu hususta gösterilen bu tekellüf, doğru değildir. Nitekim Yüce Aliah, bizim Peygamberimiz'e dahî: "...Sana gelen ilimden sonra, eğer onların nevalarına uyacak olursan, andolsun ki Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı bulunmaz!" buyurulmuştur. (Bakara, 120).

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/384.

[106] Mücadele suresi, 12

[107] Mücadele suresi, 13

[108] Ve önceki âyetin sadaka hükmü bu âyetle neshedilmiştir

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/384-385.

[109] Haşr suresi, 7

[110] Nisa suresi, 80

[111] Ahzab suresi, 21

[112] Mümtehine suresi, 4

[113] Zâten İbrâhîm (a.s.)'ın örnek alınması, özel bir emirle ilgili idi. O da, Allah'ın düşmanlarını dost edinmemekten ibaret idi. O, bu ümmetin peygamberi olmadığı için, onun her hususta örnek alınması mümkün değildi.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/385-386.

[114] Maide suresi, 92

[115] Enfal suresi, 1

[116] Tevbe suresi, 71

[117] Hucurat suresi, 15

[118] Tevbe suresi, 1

[119] Tevbe suresi, 90

[120] Ahzab süresi,36

[121] Enfal suresi, 13

[122] Tevbe suresi, 63

[123] Bundan sâdece ibâdet ve ibâdet mâhiyetinde olanlar müstesnadır. Zira bu gibi hususlarda Yüce Allah; ortaklık kabul etmez ve de etmemiştir! Meselâ Kitâbı'nın hiç bir ye­rinde: "Allah'a ve Rasulüne ibadet ediniz" buyurmamıştır ve bu manâya alınabilecek husus­larda Resûlü'nün adını zirketmemiştir. Zira ibâdet ve o mânâya alınabilecek hususlar, Allah'a hâs olan haklardır. Başka hiçbir kulun bunlarda hakkı ve salâhiyeti bulunmamaktadır. Bunlar da: Tevekkül, rahmet, rağbet, haşyet, ibâdet ve "hasbiyallah = Allah bana yeter" derken an­laşılan yeterlilik gibi hususlardır. İşte bunlarda, Resulünün ismi, Allah'ın yanında anılma-mıştır.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/386-387.

[124] Bunu, farklı bir lafızla Tirmizîde rivayet etmiştir. Buna göre, her peygamberin böyle dört vezîri bulunduğu bildirilmiştir

[125] Tirmizinin bildirdiği rivayette,isimler biraz farklıdır,

[126] Buhârî, Cafer bin Muhammed'in rivayetini hüccet saymamıştır.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/387-388.

[127] Tırmızî'nın rivayeti de aşağı-yukarı bu mealdedir

[128] Imâm-ı Mâlik'in bu sözü ve tevcîhi, kuvvetli ve müraccahtır. Biz de bunu kabul ediyoruz. Zira Efendimiz'den sonra herhangi bir iltibas ve ezâ (karışıklık ve O'nu üzme) söz konusu değildir.

[129] Muhakkik, bu rivayet üzerine hiçbir not bırakmamıştır. Fakat müellifimiz bizzat kendisi, eİ-Camiu's-Sağîr'da: "Bu rivayet zayıftır" notunu koymuştur. Bakınız adı geçen eser, 2/156, Meymene, 1321. (M.)

[130] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/388-389.

[131] Sahih olan Peygamberimizle dahî Allah'a karşı iksâmda bulunmamaktır. Imâm-ı Azam Ebû Hanîfe (r.a.), Ebû Yusuf'un kendisinden rivayetine göre şöyle demiştir: "Allah'tan ancak, Allah ile istenilir!" Yâni, Allah'ın izin verdiği şer'î dualar; "Allah'ın Esmâ-i Hüsnâsı vardır, O'na onlar ile dua ediniz!" (Araf, 180) âyetinin hududu içinde kalınarak yapılan dua­lardır. Pek çok Hanefî mezhebi âliminin naklettikleri gibi, Ebû Hanîfe, aynı zamanda: "Dua eden bir müslümanın duası esnasında: "Ey Allah'ım, ben senden îalan kulun hakkîçün isti­yorum!" demesi caiz değildir! Zira Allah üzerinde hiç bir kulun hakkı olamaz" demiştir, işte Onun bu sözleri, ihtilaflı ve nâzik olan bu mes'eleyi halleder mâhiyettedir. Şer'an izin verilmiş duanın ne olduğunu, çok güzel ifâde etmektedir.

 

[132] Ibni Tâhir, Tezkiratü'l-Mevzûât adlı kitabında bu rivayetle ilgili olarak der ki: "Bu haberin râvîleri arasında, Avn bin Arnâra bulunmaktadır ve bu râvi hüccet olacak durumda değildir."

Faziletli şeyh Zührî en-Neccâr, Sıddık Hasan Han'ın Eddînü'l-Hâlis adındaki kitabı üzerine yazdığı notunda der ki: "Bâzılarının eldeki bir silah gibi kullandığı bir "Âmâ Hadîsi" var. Bu rivayetin aslında iki senedi bulunmaktadır. Bunlardan biri, Tirmizrnin de dediği gibi garîb olan seneddir. Bilindiği gibi garîb rivayetler, aslında zayıf rivayetlerin kısımları arasın­dadır. İkinci sened ise kavîdir. Bunun hulasası ise: Hem âmânın dua etmiş olması, hem de Peygamberimiz'in onun hakkında dua edivermiş bulunmasıdır. Dua etmek veya bir başka­sından kendisi hakkında dua edivermesini istemek ise; her zaman meşru olan bir şeydir ve her kim, bir başkası İçin dua ediverirse, onun hakkında şefaatçi olmuş demektir. Cenaze için olan dua da böyledir. Nitekim ilgili rivayette aynen: "...Ve biz bu kulun için şefaatçiler olarak geldik" denilmiştir, ilgili rivayette geçen âmâ zât da; Efendimiz'e gelmiş ve O'ndan dua rica etmiştir. Peygamberimiz de onun için dua buyurmuştur. İşte bu dua da onun hakkında bir şefaat olmuştur. Nitekim âma dahî dua etmiş ve: "O'nu benim hakkımda bir şefaatçi kıl!" di­yerek niyazda bulunmuştur. Fakat şimdi biri kalkıp da; "Peygamberimiz benim hakkımda da dua etti ve bana şefaatçi oldu" diyerek iddiada bulunamaz. Binâenaleyh, duası sırasında: "Yâ Rabbi, ben sana peygamberin İle yöneliyorum, O'nun benim hakkımdaki duasını kabul buyur ve O'nu bana şefaatçi kıl!" da diyemez."

[133] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/389-391.

[134] Ahzab suresi, 32

[135] Ahzab suresi, 30

[136] Ahzab suresi, 31

[137] Meryem'in bütün kadınlardan alelitlak üstün olduğuna dair âyetler vardır. Bu sebeble Meryem'in peygamber olduğunu söyleyen alimlerimiz de olmuştur.

[138] Buhari, Müslim, Ebû Dâvûd ve Tırmizi'nın rivayetinde: "Fâtıma, benden bir par­çadır. Kim onu gadablandırırsa beni gadabiandırmış olur" buyurulmuştur.

[139] Zümer suresi, 65

[140] Isra suresi, 74

[141] Isra suresi, 75

[142] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/391-393.

[143] İbni Tâhir Tezkire's inde şöyle der: "Gerçekten Allah, ashabımı peygamberler hariç, diğer insanlardan üstün kıldı" mealindeki hadisin ravileri arasında, Abdullah Kâtibü'l-Leys vardır ve bu ravi çok yalancıdır.

[144] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/393-394.

[145] Bu hadisi; Buhari, Müslim, Nesaİ, Tırmizi ve el-Muvatta'ında Mâlik rivayet et­mişlerdir

[146] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/394.

[147] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/394-395.

[148] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/395-396.

[149] Tirmizi'nin rivayetinde: "Ey Mekke, ne hoş, ne sevgili bir beldesin! Eğer ben çı-karılmasa İdim, senden çıkmazdım" buyurulmuştur.

[150] Bu haber, imam-ı Ahmed tarafından merfu olarak (Peygamberimiz'in bir sözü olarak da) rivayet edilmiştir. Ayrıca bu mahiyetteki bir hadisi, Tirmizi, Nesai, ibni Huzeyme ve ibni Hıbbân da rivayet etmişler ve Tirmizi: "Bu hadis, hasen ve sahihtir" demiştir.

[151] Bunu İbrahim (a.s.)'ın Kabe'nin temellerini yükselttiği zaman yaptığı duasına, "Amin!" diyerek katılan oğlu İsmail (a.s.) için söylemek de mümkündür. Çünkü İsmail (a.s.) da babası İbrahim (a.s.)'ın duasına, "Amin!" diyerek katılmıştır

[152] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/396-398.

[153] Bu da gösteriyor ki Peygamber Efendimiz, daima yahudilere ve nasranilere mu­halefet etmeyi severlerdi. Rivayet edilen hadis açıkça, ezanın bu ümmetin büyük bir özelliği olduğuna delalet etmekte ve bu, bizden önceki ümmetlerin hiç birinde, asla bilinmemekte idi.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/398.

[154] Bu müfessırler, Yüce Allah'ın: "...Ey Meryem, sen de Rabbi'nin huzuruna durup rüku edenlerle beraber rüku et!" (Al-İ Imran, 43) âyetine ne diyecekler acaba? Sonra Efen-dimiz'in: Kendisinde rüku olmayan bir dinde hayır yoktur" hadisini ne yapacaklar? Evet, bu rüku'dan maksat namazdır, denilebilir. Fakat, rüku'suz namaz nasıl olur?

 

[155] Bu taktirde Efendimiz ve müslümanlar, daha önceleri nasıl namaz kılıyorlardı? sorusu variddir. Fakat bu rivayet, sahihlerde mevcud olmadığına göre, doğrudan doğruya red de edilebilir.

[156] Aynı zamanda bizim namazımız, onların namazından keyfiyet bakımından da farklıdır. Fark, yalnız cemaatle kılma noktasında değildir.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/398-399.

[157] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/399.

[158] Hadis'in zahirine göre, ayakkabı ile namaz kılmak, yâ vacib, ya da müekked sünnet olması lazımdır. Fakat şaşılacak şeydir ki, bazı kimseler, hem ehl-i sünnet olduklarını iddia ederler, hem de bunu şiddetle inkarda bulunurlar. Hatta böyle yapanı kâfir sayanları bile vardır. Bunlar derler ki: "O zaman Medine sokakları kuru idi, ayakkabılar necaset emmiyordu. Şimdi ise böyle değildir." Sanki Peygamberimiz bunu sadece Medine halkına emretmiş gibi! Sanki Medine sokaklarında çamurlar, hayvan dışkıları ve beviller yokmuş gibi! Sanki Pey­gamber Efendimiz müslümanlara ayakkabılarını nasıl temizleyeceklerini emretmemi?, öğ­retmemiş gibi! Halbuki o, müslümanlara: "Ayakkabıların yere sürtülmesi veya birbirine sürtülmesi ile temizleneceğini" öğretmiş bulunmaktadır. Bu hususta bu derece şiddet göste­rip harbetmenin sebebini anlayamıyoruz. Allah cümlemize insaf versin.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/400.

[159] Al-i İmran suresi, 39

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/400.

 

[160] Bakınız, Merâkıl-Felâh Haşiyesi Tahtâvi, 152-Mısır, Bulak, 1318.

[161] İlgili sahih bir hadiste: "Kim musibet zamanında istircada bulunur ve: "Allah'ım bana, bu musibetimden dolayı ecir ve sevab ver ve bana ondan daha hayırlısını ihsan eyle!" diye dua ederse, muhakkak dua ettiği kendisine verilir" buyurulmuştur.

[162] Evet, Yâkûb (a.s.) böyle diyerek esefini İlân etmiş, "gel Yusuf'um gel gel..." de­miştir. Fakat O, bu musibete karşı sabrını yitirmiş de değildi. Böyle söylemesi, kendisine vahyedilmiş de değildi.

[163] Bunlar, bazı tabiinden nakledilen eserlerdir. Kendi başına delil olmaya yeterli değillerdir. Ve önceki ümmetlerin, en faziletli bir ibadet olan Allah’ı zikirden hali olduğu da düşünülemez.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/400-401.

[164] Hacc suresi, 78

[165] Bakara suresi, 143

[166] Ğâfir suresi, 60. Dinde güçlük olmaması, İnsanlar üzerine şahitlik; şüphesiz bu ümmetin özelliklerindendir. Fakat dünyanın makbul olması, bir özellik olarak ileri sürülemez. Bu, Allah'ın geniş rahmetine uygun düşmez.

[167] Kasas suresi, 46

[168] Bunu, ibni Cerîr ve tbni Ebû Hatim de rivayet etmiştir. Fakat Ebû Zür'a, bunun Ebû Hüreyre'nin kendi sözü olduğuna dikkati çekmiştir. Aslında bu, bu âyetle ilgili olarak garîb bir tefsirdir. Zira âyet, Peygamber Efendimİz'e eğer vahy-i ilâhî olmasaydı, bundan haberdar olamayacağını bildirmektedir. Emsali âyetlerde olduğu gibi ve Peygamberimizin peygamberliğinin bir delîli olmaktadır

[169] Sahih bir hadîsde de: "Gerçekten rahmetim, gadabıma galiptir" duyurulmuştur

[170] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/402-403.

[171] İbni Kesîr demiştir ki: "Mâlik'in bu sözü, Kadir gecesinin bu ümmete mahsûs olma­sını iktizâ eder. Cumhuru ulemânın kavlinin böyle olduğunu, Şafiî alimlerden el-Udde sahibi nakletmiştir. Hattâbî ise, bunda icmâ bulunduğunu, Kâdîde mezhebin bu olduğunu söylerler.

[172] Eğer bu hadîs sahih ise, bu husustaki ihtilâfı keser atar

[173] Bakara suresi, 183

[174] Biz öncekilerin oruçlarının ne ve nasıl olduğunu bilemiyoruz. Bir habere göre de, onlara Ramazan farz kılınmış, fakat onlar Ramazan'ı zâyî etmişler. Cûmâ'yı kayb ttikleri gibi...

İlgili âyetin zahirinden anlaşılan mânâ İse; onların oruçlarının bizim orucumuza key­fiyet bakımından değil de, farziyet bakımından benzediğidir. Yâni oruç; bize olduğu gibi, onlara da farz kılınmıştır

[175] Rivayet olunduğuna göre, Peygamber Efendimiz Medine'ye geldikleri zaman,' ensârın oynayıp eğlendikleri iki günleri vardı. Onlar bu iki günü bayram kabul etmişlerdi. Peygamberimiz onlara hitaben: "Yüce Allah, sizlere bu iki gününüze bedel, çok hayırlı iki bayram vermiştir! Kurbân ve Ramazan Bayramları" buyurmuştur. (Ebû Dâvud, Nesâî.)

[176] Zira onlar, uyuduktan veya yatsıyı kıldıktan sonra yeyip-içmeleri yasaktı... Ni­tekim bidayette müslümanlar için de bu yasaktı. Fakat bu ümmete bir özellik olarak, sonra sahura kadar yemek-içmek helâl kılındı.

[177] Zira müslümanların böyle yapmaları, Sünnet-i Resûlüllah'a sımsıkı bağlı olduk­larını, başkalarının te'sîri altında bulunmadıklarını ifâde ve temsil eder. Sonraları bu üm­mete arız olan zayıflık ise; hiç şüphesiz başkalarının te'sîri altında kalmaları sebebiyle olmuştur. Maalesef bu te'sîr, İslâm dînini ve medeniyetini çökertecek kadar fazla olmuş ve bugünkü duruma gelinmiştir. Gayr-i müslimlerin âdetleri ve merasimleri, alabildiğine taklîd edilerek onlardan müslümanlara nakledilmiştir.

[178] Tirmîzi bu rivayete garîb demiştir. Nevevî de, kabirde lahd ve şakk'ın caiz oldu­ğunda icmâ bulunduğunu bildirmiştir

[179] Senenin en faziletli günü olan Arefe'ye, "Hacet Ekber" günüdür, denilmiştir. (Yâhud da, bayramın birinci gününden sonra, fazilette ikinci gelir.)

[180] Bunu Tirrnîzî ve Ebû Dâvud da rivayet etmiştir. Firuzâbâdî, zayıf olduğunu söy­lemiş... Sağânîise mevzu olduğuna hükmetmiştir.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/403-406.

[181] Bakara suresi, 238

[182] .Onların şerîatlerinde, sırf konuşmamak suretiyle de oruç adanır ve tutulurdu. Bizim şerîatimiz ise bunu yasaklamıştır. Nitekim adamın biri güneşte dikiliyormuş. Peygam­berimiz bunu görmüş ve sebebini sormuş. Verilen cevapta: "Bu adam, hiç konuşmadan ve güneş altında dikilerek oruç tutmayı adamış, şimdi bu adağını yerine getiriyor" demişler... Peygamberimiz de o adama; gölgede oturup konuşmasını, fakat orucuna devam etmesiçi emretmiştir

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/406-407.

[183] Al-i İmran suresi, 110

[184] Kamer suresi, 22

[185] Hacc suresi, 78

[186] Bu, Muaz bin Cebel ile Ebû Saîd el-Hudrîden de rivayet edilmiştir, ibni Kesîr bu hususta şu açıklamayı yapar: "Bu ümmetin en hayırlı ümmet oluşunun sebeb ve hikmeti; Peygamberi m iz'in en son ve en büyük peygamber oluşudur! Bütün peygamberlerin Allah in­dinde en şereflisi ve en keremlisi şüphesiz O'dur! En büyük, en kâmil ve en son şerîat de O'na verilmiştir. Bu sebeble işlenen amel az da olsa, en güzel ve en hayırlı amel; O'nun şerîatine uygun olarak işlenen amel olmaktadır. Bu şerîatle amel edenler de, ümmetlerin en hayırlısı makamına ulaşmaktadırlar.

[187] ibni Kesîr, bunun râvîsinın yalnız kaldığını bildirmiştir. Sahihlerin haberinde ise tokadı atanın Ensâr'dan biri olduğu ve olayın sonunda Efendimizin: "Beni, Musa'dan hayır­lıdır diyerek, anmayınız" buyurduğu kaydedilmiştir.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/407-408.

[188] Bu haber mevzudur. Müslim'in rivayetinde ise melekler kaydı yoktur. Ibni Ömer'e hitaben: "Izârını sâk'ının ortasına kadar uzat!" diye emredildiği bildirilmektedir

[189] lrâk?nin öyle demesinin bir mânâsı yoktur. Zira İbni Teymiye bunu birtevcîh ve yorum olarak vermiştir, yoksa bir nakilde bulunmamıştır. Kişi, elbette yorum ve içtihadında isabet ettiği gibi, yanılabilir de... Onun bu tevcîhi ise, son derece latîf ve nefîs bir yorumdur.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/408-409.

[190] Hacc suresi, 78

[191] Bakara suresi, 185

[192] Bakara suresi, 286

[193] A'raf suresi, 157

[194] Bakara suresi, 186

[195] Bakara suresi, 285

[196] Bakara suresi, 286. ayetinden

[197] Hadîs'ten açıkça anlaşıldığına göre, bu ümmete mahsûs bulunmaktadır, bu ümmetin özelliğidir.

[198] Evet, buna şükür secdesi denilir. Bir nîmete mazhariyette veya sevindirici bir haber geldiğinde şükür secdesi yapmak meşrudur. Hemedân'ın müslümanlığı kabul ettiği haberi geldiği zaman da Efendimiz bunu yapmıştır. Ebû Bekir de, Müseylime'nin Öldürüldüğü haberini alınca, şükür secdesine kapanmıştır.

[199] Al-i İmran suresi, 135

[200] Nisa suresi, 110

[201] Bakara suresi, 222

[202] Bakara suresi, 223

[203] İlgili hadîslerin temas ettiği "Ruhbaniyet" tamamen kendini ibâdete verip ailesinden ve dünyâdan çekilip kesilmek manasınadır. Bunu, Peygamberimizin açıkça ya­sakladığına dâir, Sa'd bin Ebû Vakkâs'ın rivayet ettiği sahih bir hadis de vardır. Diğer bir sahîh hadis de şöyledir: "Günahların bağışlanmasına ve derecelerin yükselmesine vesîle olan ibâdeti size haber vereyim mı?" Ashâb: "Evet" dedi. Peygamberimiz: "Bu, her zaman abdesti güzel almak, mescide gidip gelip cemâate devam etmek (ve işi yoksa) kılınan na­mazdan sonra diğer namaz vaktini mescidde beklemektir. İşte benim ümmetimin bekleyip nöbet tutması, Allah'ın rızâsına uygun rabıta yapması budur!" (Böyle buyurdu ve bunu üç defa tekrarladı.)

[204] Bu rivayetlerde geçen seyahat da bir nevî ruhbaniyettir... Ve önceki ümmetlerde: "Kendini Allah'a vererek yollara ve çöllere düşmek" demekti... Fakat bu ümmette, bu mânâda bir seyahat ve ruhbâniyet kabul edilmemiştir. Nitekim Tâvûs'un rivayet ettiği bir hadîsde de: "...İslâm'da ruhbâniyet ve seyahat yoktur" buyurulmuştur

[205] Bakara suresi,

[206] Buhârî bunu: "Haksız yere öldürülenin velîsi muhayyerdir, bunlardan birini tercih eder" adlı bölümde rivayet etmiştir

[207] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/409-416.

[208] Bu hadîs, sahîh pek çok tarîkten rivayet edilmiş bulunmaktadır ve pek çok sahâbî bunu rivayet etmiştir: Câbir bin Abdullah, Câbir bin Üteyk, Huzeyfe, Enes, Nâfi bin Hâlİd, Câbır bin Semura, Habbâb, îbni Abbas, Ebû Hûreyre ve Sa'd bin Ebû Vakkâs bunlardandır. Allah cümlesinden râzî olsun' (Amîn.)

[209] Tirmizî'nin rivayetinde: "Allah bu ümmeti dalâlet üzerinde toplamaz! Allah'ın eli, cemâat üzerindedir. Ayrılan, cehenneme ayrılmış olur" buyurulmuştur.

[210] Bu, peygamberimizin sözü değil, seleften bâzı zâtların sözüdür. O zatlar da bunu, bâzı teferruat itibariyle söylemişlerdir

[211] Aslında Imâm-ı Mâlik'in sözü: "Böyle yapma, zira onlardan her biri, kendilerine ashâbtan rivayet edilen şey üzeredir. Onları bulundukları hâl üzere bırak!" şeklindedir.

[212] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/416-417.

[213] Bir hadîsde de şöyle gelmiştir: "Şehîdler beştir: "Taundan, iç hastalığından, yı­kıntıdan ölenler. Suda boğulanlar. Bir de Allah yolunda savaşırken ölenler..." Bâzı hadîslerde de: "Malını, dînini, namusunu ve canını korumak için çabalarken ölenler şehîddir!" buyurulmuştur.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/418.

[214] Bu normal şart ve zamanda bir insanın bu hâle gelmesi değil, hârikaların hüküm sürdüğü kıyamet öncesi bir zamanda, içecek sudan gayri bir şey bulamayan insanların hârika ve kerametli hallerinin ifâdesi olsa gerektir. Nitekim az ilerideki hadîslerde görülecektir.

[215] Şüphesiz deccâl, kıyamet alâmetlerinin en büyüklerinden biridir. Onun zamanı da, bir takım hârikaların meydana geldiği bir zaman olacaktır. Binaenaleyh, bu hadiste söy­lenenler uzak görülmemelidir. Müslümanlar isâ ile birlikte, deccâl ile birlik olmuş bulunan yahudilerle de savaşmış olacaklar ve sonunda deccali öldüreceklerdir. Öldûrmeseler de zâten o isa'yı gördükten sonra, tuzun suda eridiği gibi eriyip yok olacaktır

[216] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/418-419.

[217] Fatır suresi, 32

[218] Ayetin tefsirinde iki vecıhten bin ve en kuvvetlisi budur. Nefsine yazık edenden maksat da, iyi amelle kötü ameli karıştırandır

[219] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/419-420.

[220] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/421.

[221] Râzî'nin bu sözünü isabetli bulmuyoruz. Tam tersine, mucizeler daha zahir o-lunca, sevâb ve mükâfatlar da daha çok olur. Zira mucizenin çok oluşunun bereketiyle varılan tasdîk ve elde edilen imân, daha kuvvetli ve daha nurlu olur. Keza yapılan salih ameller de buna göre daha temiz ve daha ihlaslı bulunur. Dolayısıyla sevablar da daha çok olarak ka­zanılmış olur. Zâten bütün mucizeler, aklın ve fikrin kendisini zorlama ve çalıştırma sınırla­rının üstünde bulunurlar. Hepsi de aynı gayeye delâlet ederler.

[222] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/421-422.

[223] Bu mealde söylenen ve ileri sürülen rivayetler sahih olmayıp mevzûdurlar

[224] Bu, çok yerinde ve doğru bir tesbîttir. Zira hâlen yahûdîlerin ve hristiyanlann el­lerindeki Tevrat ve İncil adındaki kitapları bile, bizim sahih hadîs kitaplarımızın sahib bulun­dukları ısnâd gibi bir isnâddan mahrumdur!... Nerde kaldı ki, peygamberlerinin sünnetine sâhib bulunsunlar. Târih de bildirir ki, Tevrat ve İncîl kitapları, Mûsâ ve İsâ peygamberlerden asırlarca sonra bulunup konulmuş kitaplardır. Bugün, hiç bir kimse, mevcut Tevrat ve İncîllerin, Hz. Mûsâ ve İsa'ya inen kitapların aynı olduğunu ıddiâ edemez... Bunlar, çeşitli zamanlarda tahrif ve tağyîre uğramış kitaplardır.

[225] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/422-423.

[226] Bu kelâm pek anlaşılmamakla birlikte, her halde; "Bir mü'minin imânı en fazla üç defa imtihan geçirir. Sonra Allah'ın yardımı kendisine ulaşır" denilmek istenilmiştir.

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/423.

[227] Hadîs'in sahihlerdeki metni, şu mealdedir: "Yahûdînin biri, malını satarken, az fiyat vermelerine kızar ve: "Musa'yı bütün beşer üzerine seçmiş bulunan Allah'a yemin ederim ki, bunu bu fiyata vermem!" der. Bunu duyan ensârdan biri, bu yahûdîye bir tokat atar. Yahudîde onu Hz. Peygamber'e şikâyet'eder. Peygamberimiz sorup durumu öğrenir ve kızar: "Sakın peygamberler arasında bir üstünlük sözü etmeyiniz! Zira sûra üflendiği zaman, bütün insanlar Ölür. Ancak Allah'ın dilediği bâzı kulları bundan müstesnadır. Sonra kabrinden ilk kalkan ben olurum. Bakarım ki Mûsâ.Arş'ın yanında...Bilemem, benden evvel mi dirilmiştir, yoksa Tûr'daki bayılması karşılığı, Sûr'da bayılmaktan müstesna kılınanlar arasında mı kalmıştır. Ben şah­sen, hiçbir kimsenin, Yunus bin Mettâ'dan daha hayırlı olduğunu söyleyemem!" buyurur.

[228] Bütün   mahşer   halkının   kendisine   gıpta   edecekleri   makam,   Makâm-ı Mahmûd'dur ki, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bu makamından cümle mahşer halkı için, onların orada beklemelerinin şiddet ve hararetinden kurtulmaları için şefâat-i uzmâsını ya­pacaktır. Bu, sahihlerin rivayet ettiği uzun Şefaat Hadîsinde aynen geçmektedir ve az ileride bu hadîsin tamamı gelecektir

[229] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/423-424.

[230] Bâzı duahanların âdet ettiği anlaşılan bir duacümlesi vardır. Derler ki: "Yâ Rabbi, bizleri yarın mahşer yerinde sevgili Peygamberimiz'in şefâat-i uzmâsı'ndan mahrum eyle­me..." Halbuki bu yanlıştır. Zira şefâat-i uzmâ, bütün mahşer halkına şâmil bulunan   bir şefaattir. O halde, yâ mutlak şefaatinden nasîb olması istenilmeli.yâhud da; "O'nun şefaatine lâyık olanlardan eyle!" şeklinde niyazda bulunulmalıdır. (M.)

[231] Mutezile Mezhebi mensûbları, şefaat nevilerinden sâdece bu kısmını kabul e-derler. Ehl-i Sünnet ise, her nev'ini kabul eder. (M.)

[232] İsra suresi, 79

[233] Ibrâhîm (a.s.)'ın burada "bâzı kusurlarım" dediği; üç şeydir: Kavmi kendisine putları niçin kırdığını sordukları zaman: "Belki o putları, şu büyük put kırmıştır!" demişti. I-kincisi: Kavmî kendisini, bayramlarına katılmaya davet ettiği zaman, gitmemek için: "Ben hastayım" demişti. Üçüncüsü ise: O zâlim hükümdarın yanında, Sâriye validemizin, kendisi­nin nesi olduğu sorulduğu zaman: "Bu benim kardeşimdir" demişti

[234] Mûsâ (a.s.) bununla, Mısır'lı kıbtîyİ kasd etmektedir. O, bir yahûdî ile kavgaya tutuşmuş, yâhudî de Musa'dan yardım istemişti. Mûsâ da bunun üzerine kıbtîye bir yumruk vurmuş, o da bu yüzden oluvermişti. Musa'nın ise öldürme kasdı yoktu... Tabiî buna çok ü-zülmüş, pişman olmuş ve: "Bu, insanları şaşırtan şeytanın bir işidir. Asıl düşman, şüphesiz şeytandır!" demiş, samîmî bir şekilde istiğfar ederek: "Rabbim, kendime kötülük ettim, beni bağışla!" diyerek yalvarmış, Rabbi de onu bağışlamıştı... (Kasas suresi, 15-16.)

[235] Bu, Katâde'nin Enes'ten olan rivayetidir. Buradaki "Kur'ân'm hapsettiği kimse­lerden murâd, ebediyen cehennemde kalmaları gereken kimselerdir. Şüphesiz onlara, ora­dan çıkmaları için şefaat olmayacaktır. Katâde, sonra şu mealdeki âyeti okumuştur: "Böylece Rabbin Seni, bir makâm-ı mahmûda ulaştıracaktır." (Isrâ, 79). Ayeti okuduktan sonra da: "İşte Allah'ın peygamberi m iz'e va'd buyurduğu makâm-ı mahmûd, budur" demiştir.

Buhâri ve Müslim'in Mabed bin Hilal'dan olan rivayetleri ise, yukarıdakinden daha kısa olup, sonunda şöyle denilmiştir: "...Biz Zahru'l-Cebân denilen yerde idik. Hasan-ı Basrî ise, bu sıralarda Ebû Halîfe'nin evinde saklanıyordu. Farkına vardırmadan onun yanına gidip Enes'in rivayet ettiği Şefaat Hadisi hakktnda ondan bilgi almak istedik ve gittik... Dedik ki: "Ebû Hamza, mislini hiç işitmediğimiz şekilde bir şefaat hadîsi rivayet ediyor." Onu bana naklediniz, dedi. Biz de naklettik. Daha söyleyin, dedi. Biz de hepsi bu kadar dedik... Dedi ki: "O bize, yirmi seneye yakın bir zamandır şefaat hadîsini, bundan daha uzun olarak naklet-mişti. O zaman müsiümanlar da birlik halinde idiler. Belki üstâd bir kısmını unutmuştur, belki de tamâmını haber vermekten çekindiği bir şey vardır." Biz kendisine: "Bize tamâmını söyle!" dedik. O da güldü ve: "Tamâmını söylemek istediğim için, böyle konuştum. Fakat insan a-çetecidir. İşte bize, onun söylemediği kısmını haber veriyorum" dedi ve hadisi okudu: "...Sonra ben, dördüncü defa olarak secdeye kapanır, rabbime hamdü senada bulunurum. Bana denilir ki: "Ey Muhammed, başını kaldır, iste, istediğin verilecek! Şefaat et, kabul edi­lecek." Derim ki: "Ey Rabbim: Lâ ilahe İllallah! diyenlere şefaat etmem için izin ver!" Rabbim der ki: "Onları sana havale etmeyeceğim! İzzetim, kibriyâm ve azametim hakkı için, onları cehennemden ben çıkaracağım."

Mâbed, böylece rivayet ettikten sonra der ki: "Şehâdet ederim ki Hasan bunu, böylece yirmi seneden beri Enes'ten dinler dururmuş... Ve o zaman müsiümanlar da birlik ve bera­berlik halinde İmişler..."

[236] Bunu, bu şekilde Buhârîve Müslim dahî rivayet etmişlerdir.

[237] Önceki notlarımızın birinde, Hasan-ı Basrî'nin: "Yirmi senedir Enes, bu hadîsi bize anlatır dururdu" dediği rivayette de, bu mealde cümleler var idi ve bunu, Bûhârî ve Müslim rivayet etmişlerdi.

[238] İbrahim suresi, 36

[239] Maide suresi, 118

[240] Bunu, ibni Ebû Hatim de rivayet etmiştir

[241] Bu, Kur'ân'daki: "Rabbin sana verecek, sen de râzî olacaksın." (Duhâ, 5) mealindeki âyetin delâlet ettiği şeydir.

[242] Zira Peygamberimiz bunu, sâdece Allah'ın nimetlerini anmak için söylemekte­dir

[243] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/425-432.

[244] Müslim'in metninde: "Ancak sana açmakla emrolundum" tabîri de vardır.

[245] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/432-433.

[246] Halk arasında kullanılan yanlış bir tâbir var. Hem de yaygın... Müellif burada o tâbiri aynen kullanıp: "Kabri İle minberi arası" demiş... Halbuki az ileride Buhârî ve Müslim hadîsi olarak görüleceği gibi, hadisdeki tâbiri aynen kullanıp: "Evi ile minberi arası" demesi gerekirdi.

[247] Kevser suresi, 1

[248] İbnı Abbas'tan meşhur kavle göre, Kevser; "çok hayır" demek olup cennetteki Kevser Irmağı da, bu çok hayrın bir kısmıdır

[249] Bunu müellif, Hâkim'den mevkuten rivayette bulunmuştur. Yâni bu, Peygamber Efendimiz'in değil, Abdullah bir Selâm'ın sözüdür. Doğrusu böyle olsa gerek..

[250] Ebû Davud'un Ebû Mûsâ el-Eş'arîden rivayeti de buna benzer ve şöyledir: "Ümmetim, -ümmet-i merhumedir! Ona âhirette azâb yoktur! Onun azabı dünyada mâruz kaldığı zelzeleler, fitneler ve kıtallerdir..."

[251] Necm suresi, 39

[252] Ayetten zahir olan, hükmünün umûmî olmasıdır. Yani bu ümmette de, kişinin ancak çalışıp kazandığının faydasını göreceğidir. Bunun için, dirilerin yaptığı amellerden sadece sadaka ve duaların, ölmüşlere faydası dokunmaktadır. Şafiî ve başkaları, bu âyeti delil getirerek, okunan Kur'ân'ın sevabını ölülere bağışlamanın, onlara faydası olmayacağını söylemişîerdir. (Evet Şafiî Mezhebinde meşhur olan budur. Fakat, bazı Şafiî âlimleriyle beraber nice ehl-i sünnet imamları; kişinin namaz, oruç, hac, zikir ve Kur'ân kıraati gibi sâlih bir amelini başkasına bağışlıyabileceğini ve bağışlanan kimsenin de bundan fayda görece­ğini kabul etmişlerdir. Bilhassa kulun sebeb olduğu amelin sevabını göreceğinde ittifak var­dır.) (Haşiye-i Tahtâvî, 341. Fıkhü's-Sünne, 1/385, Mektebetü'l-Hadise, Cidde).

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/434-437.

[253] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/437.

[254] Bu hadîsin devamı şöyledir: "Sonra Peygamberimiz yanımızdan ayrılıp evine girdi. İnsanlar, bu yetmiş bin kişinin kimler olabileceği hakkında konuşmaya başladılar. Ba­zıları: "Bunlar, belki islâm devrinde dünyâya gelmiş hiç Allah'a şirk koşmamış olanlardır." Bâzıları: "Bunlar, Peygamberimiz'e tam arkadaşlık etmiş olanlardır..." gibi çeşitli görüşler ileri sürdüler. Bu sırada evinden çıkıp yanımıza gelen Peygamber (s.a.v.); onların bu sözlerini kendilerinden dinledi ve sonra: "Bunlar; hastalanınca başkalarına okutmayanlar, dağ vur­mayanlar, uğursuzluk duygusuna yer vermeyenler, bir de sâdece Allah'a güvenenlerdir!" bu­yurdu. Ashâb arasından Ukkaşe bin Mıhsan ayağa kalkıp: "Dua buyurunuz da, Allah beni de onlardan kılsın!" dedi. Peygamberimiz de: "Sen onlardansın!" buyurdu. Sonra biri daha aya­ğa kalkıp aynı istekte bulundu. Peygamberimiz de: "Ukkaşe senden önce davrandı" karşılı­ğını verdi.

[255] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/438-439.

[256] Bakara suresi, 143

[257] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/439-440.

[258] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/440.


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol