Kur'an ve Sünnet
   
 
  Sıddıklık (Bütün Kalbini, Sırrını, İçini ve Dışını Allah Rasulüne teslim etmek.)

بســـم الله الرحمن الرحيم

 
Sıddıklık (Bütün Kalbini, Sırrını, İçini ve Dışını Allah Rasulüne teslim etmek.) Mertebesi, Muhaddeslik (Kalbine ve derunune bir şey ilham edilmek.) Mertebesinden Çok Yukarıdadır.
 

Bir veli de, kalbine doğan her şeye itimad etmemelidir. Şeri ölçülerin mihenginden geçirmeden, kalbine doğanları gerçek kabul edip, piyasaya sürmemelidir. İçine doğan ilhamı, önüne çıkan olayları, Allah Resulünün getirdiği prensiplere arzetmelidir. Bu prensiplere uyanları kabul etmeli, uymayanları ise reddetmelidir. Eğer tereddüde düşerse Allah'a havale etmelidir. Yani, ne red ve ne de kabul etmelidir.

İnsanlar anlatmaya çalıştığımız konuda üçe ayrılır:

- Bir kısmı kabul, bir kısmı reddeder.

- Bir kısmı da, orta yolu tutar ve ne red ne de kabul eder.

- Bir kısım insanlar bir kişinin veli olduğuna inanıp iman etti mi, veli olduğuna inandığı kişinin her sözünü kabul eder. Her yaptığını makbul görür, teslim olur.

Bir kısım insanlar da vardır ki, bir velinin sözünü yahut işlerini şeriata aykırı gördüğü zaman, o velinin hataya düşüp düşmediğine bakmaz; olduğu gibi velilikten çıkarır onu.

Bu konuda en hayırlı yol orta yoldur. Yani, bir veliyi ne yanılmaz kabul etmeliyiz, ne de top yekûn hatalı…

Günahkar veya masum saymaz orta yolda olan bir Müslüman. Hata yapan kimse bir müçtehid ise, onun her dediğine uymazlar ama, böyle bir müctehdin fasık ve facir olduğu hükmüne de varmazlar hemen.

Herşeyin üstünde tutulması gereken, Allah Resulünün, Allah'dan getirdiği kanunlara uymak ve tam bir itikatla buna bağlanmaktır.

Bu arada, bir kısım fakihlerin içtihatları bir kısım fakihlere uymazsa, muhalif olanı tutmak, haklı bulmak, yahut reddetmek doğru bir hareket olmaz.

Allah'ın Resulü buyuruyor ki:

“Sizden evvel gelen ümmetler içinde muhaddesler (isabetli görüşleri olan, sağlam ilham sahibi kimseler) vardı. Şayet benim ümmetimde öyle bir kimse varsa, o kimse Ömer'dir.” (Buhari, Müslim)

“Eğer ben size Resul olarak gönderilmemiş olsaydım, hiç şüphesiz Ömer gönderilirdi.” (Tirmizi)

“Yüce Allah, hakkı ve hakikati, Ömer'in kalbi ve dili üzerine tecelli ettirip yerleştirmiştir.”

“Benden sonra bir peygamber gelecek olsaydı, şüphesiz o kişi Ömer olurdu.”

Şabi'nin bir rivayetine göre Hz. Ali diyor ki:

“Kalbin sükunet bulması, ruhun takviye alması halini kazanmak isteyen, Ömer'in dilinden akanları, dökülenleri dinlesin.”

Ömer'in oğlu diyor ki:

“Babam Ömer, herhangi bir şey hakkında “Ben bunu pek uygun görmüyorum” desin de, dediğinin aksi olsun. Dediği gibi çıkardı.”

Kays bin Tarık da diyor ki:

“Biz Ömer'den bahsederken: (onun dilinde bir melek var, muhakkak konuşurken o melek konuşur) derdik.” (Tirmizi)

Hazreti Ömer'in bazen şöyle dediği rivayet edilir:

İtaatkar kulların ağzına doğru yaklaşın ve neler söylediğini bir iyi dinleyin! Çünkü onların ağızlarından bir çok gerçekler dökülür.” (Tirmizi)

Hz. Ömer'in de dediği gibi, itaat edici kullarına, Yüce Allah doğruları keşfettirir. Demek ki, evliya da sadık ve itaatkar bir kul olduğuna göre, ona da mükaşefe ve tecelli yolları açıktır. Mükaşefe ve tecelli halinde, bu ümmetin en ileri geleni Hz. Ebu Bekir, sonra da Ömer'dir. Zira, Allah Resulünden sonra, bu ümmetin en hayırlısı Bekir ve Ömer'dir.

Biraz önce de belirttiğimiz gibi, Hz. Ömer'in tecelliye ve ilahi keşfe sahip olduğu apaçık ortadadır. Bir ümmet içinde, herhangi bir muhaddes ilahi keşfe muhatab sayılırsa, elbette ki, Hz. Ömer gibi bir büyük sahabi, en üstününe sahip olarak kabul edilmelidir. Çünkü, Hz. Ömer her tip veliden üstün bir makamdadır.

Buna rağmen, Hz. Ömer, kendisine Yüce Allah'ın vacip kıldığı bütün görevleri yerine getirir, yaptığı her işi, Allah'ın Resulü aracılığı ile gönderdiği kitaba havale ederdi. Çoğunlukla ileri sürdüğü fikirler kitaba uygun düşerdi ki, bu onun en büyük faziletlerinden biridir.

Kur'an'ın birkaç ayet-i, onun daha evvel beyan ettiği reye uygun olarak gelmiştir. Hz. Ömer'in bu hali, Onun Allah katındaki yerini bize göstermektedir. Demek Hz. Ömer, Allah ile tetabuk eden büyük bir insandır, ileri derecede bir mümindir ve aynı zamanda, elbette ki, evliyanın en üstünüdür.

Böyle olmasına karşılık, bazı reylerinde yanıldığını görmüş ve derhal reyini Allah'ın kitabına ve Resulün sünnetine uygun bir biçimde değiştirmiştir. Hudeybiye olayındaki tutumu çok meşhurdur. Olay, Buhari'de açık bir biçimde nakledilmiştir:

Allah'ın Yüce Resulü, hicretin altıncı yılında umre yapmak maksadıyla ve 1400 kişiyle yola çıkmıştı. Ki yolda çıktıkları ağacın altında kendisine biad etmiş olan bahtiyarlardı. Müşriklerin karşı çıkması üzerine, onlarla bir anlaşma yapılması zarureti doğmuştu. Yapılan anlaşmaya göre, o yıl değil, gelecek yıl umre yapmalarına izin verilecekti. Anlaşma görünürde Müslümanların aleyhine gözükmekteydi. Onun için anlaşmanın bir çok maddesi Müslümanların ağırına gitmekteydi. Halbuki, anlaşmada Müslümanların lehine neler olduğunu Allah'ın Resulü bilmekteydi. Anlaşmaya en şiddetli biçimde karşı olanlardan biri de Hz. Ömer idi. Bu konudaki ilahi hikmeti iyi anlayamadığı için muhalefeti de şiddetli oluyordu. Allah'ın Resulüne yaklaşarak şöyle dedi:

“ Ey Allah'ın Resulü! Yoksa biz hak yolda değil miyiz?”

“ Elbette hak yoldayız.”

“ Bizden öldürülenler cennette, müşriklerden öldürülenler de cehennemde değil mi?”

“ Evet, öyledir.”

“ O halde, dinimiz adına, neden bu noksanlığı kabul etmek zorunda kalıyoruz?”

“ Ben Allah'ın Resulüyüm. O benim yegane yardımcımdır. O'na isyan edecek değildim ya!…

“ Ama siz. Allah'ın evine gideceğimizi, Kabe'yi tavaf edeceğimizi söylemediniz mi?”

“ Evet, öyle söyledim. Fakat kati olarak bu sene gideceğimizi size söyledim mi?”

“ Hayır, söylemediniz!”

“ O halde, zamanı geldiğinde Kabe'ye gideceksiniz ve orada tavaf edeceksiniz!”

Bu konuşmadan sonra Hz. Ömer kalkıp Hz. Ebu Bekir'in yanına gitmiş, meseleyi bir de ona açmıştır. Hz. Ebu Bekir ona ne cevap vereceğini bilmemekle birlikte, aynen Resulün sözünü tekrarlamıştır.

Demek ki, Hz. Ebu Bekir, Allah ve Resulüne uygun düşmekte, Hz. Ömer'den daha ileri derecede idi.

Hz. Ömer, Ebu Bekir'den de, aynı Resul gibi sözler işitince, kendi düşüncelerinden vaz geçmiş ve yanlış düşündüğü için, kefaret olarak birçok ibadetlerde bulunmuştur. Bunu kendisi söylemektedir.

Hz. Ömer hakkında bir benzeri olay da, Allah Resulünün vefatı sırasında olmuştur. Allah'ın Resulü vefat ettiği halde, Hz. Ömer bu vefata inanamadı. Durum Hz. Ebu Bekir'e ulaştığında, Ebu Bekir bir kürsüye çıkarak, Allah Resulünün ebediyete intikal ettiğini kesin cümleler içinde açıkladı. Bu açıklamadan sonra Hz. Ömer hatalı iddiasından geri döndü.

Ve yine, Hz. Ebu Bekir halife seçilince. Arab kabilelerinden bir kısmı zekat vermeyeceğini söyleyince, halife olan Ebu Bekir İslamdan geri dönme demek olan böyle bir işi cezalandırmak için, ordu toplamaya başladı. Hz. Ömer de, Allah Resulünün “İnsanlar, lailaheillallah deyinceye kadar, onlarla savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikleri zaman, canlarını ve mallarını korumaya hak kazanmış olurlar” mealindeki hadisini hatırlatarak, Bu hareketten vazgeçilmesini istedi. Bu ikaz üzerine Hz. Ebu Bekir:

“Allah Resulü hadislerinde “İlla bi-Hakkiha” (yani haklı olarak öldürmek müstesna) buyurmamış mı idi?” dedi.

Sonra devamla:

“İşte zekat bir haktır. Allah'a yemin ederim ki, onlar Allah'ın Resulüne verdikleri bir oğlağı bana vermekten geri dururlarsa bile, ben onları yola getirinceye kadar savaşacağım!”

Bu izahi işiten Hz. Ömer:

“Andolsun ki. Yüce Allah, Ebu Bekir'in kalbini haklı bir savaşa açmıştır ve ben de artık böyle bir savaşın gerekli olduğunu anlamış bulunuyorum!” demekten kendisini alamadı.

Görülüyor ki, Hz. Ömer, en üstün muhaddeslerden biri olmakla birlikte, anlattığımız bu hadisler, Hz. Ebu Bekir'in ondan yukarda olduğunu göstermektedir. Zira, sıddıklık mertebesi, muhaddeslik mertebesinden çok yukardadır.

Sadık, ilhamını masum olan Allah Resulünden alır.

Muhaddes ise, kendi kalbinin sesini dinler.

Kalb ise, asla masum değildir. Onun için de, muhaddes, kalbinde doğan ilhamları, Allah ve Resulüne takdim etmek zorundadır.

Bu sebeple, Hz. Ömer, her meselede ashabla istişare eder, onlarla çeşitli konuları tartışır ve birçok hususda da onların reyine itibar ederdi. Anlaşamadıkları, bir karara varamadıkları konuları da Allah'ın kitabına, Resulün sünnetine götürürlerdi. Yani, herkes, iddiasına, kur'an ve sünnetten deliller getirmeye çalışırdı. Kimin tezi, Allah ve Resulünden destek kazanırsa, Ömer de, reyi esas olarak kabul eder ve tatbikata geçirirdi. Hz. Ömer, bu gibi hallerde:

“Ben muhaddesim, hakka muhatabım, ilham almaktayım. Onun için benimle tartışmayın, sözlerimi aynen kabul edin” gibi sözler söylememiştir.

Demek ki, bir kişi:

“Bir velinin kalbine ilham olunan şeylere olduğu gibi itibar etmek gerekir. Bunu, tereddütsüz kabul etmek bizim için bir görevdir. O ilhamları, Allah ve Resulüne götürmek gerekmez” gibi iddialarda bulunur, bu iddialara itibar ederse, büyük bir yanılgı içine düşer. Hatta böyle bir telakki apaçık bir sapıklık olur.

Hz. Ömer sadece veli değil. Ashabın en büyüklerindendir. Ashab'dan olmayan hiç veli onunla kıyaslanamaz. Böyle olmasına rağmen, Müslümanlar onunla rahat rahat tartışıyor ve ona karşı olan iddia sahipleri onu, kitap ve sünnete götürebiliyor ve bu yolla iddiasını kabul ettirebiliyordu Ömer'e.

Bu ümmetin büyükleri ile, selef-i salihin şu hususda ittifak halindedirler:


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol