Kur'an ve Sünnet
   
 
  Sıfatçı Kıyas Kelamcıları

 

بســـم الله الرحمن الرحيم

 

Sıfatçı Kıyas Kelamcıları    

 

Sonra sıfatları kabul eden başka bir kelamcı zümre türedi.

Bunlar Allah'ın ilim, kudret, işitme, görme hayat ve kelam sıfatlarını nebevi naslara uygun akli kıyaslarla savundular. Cevher ile kaim olan sıfatı araz olması nedeniyle Rab ile kaim olan sıfatlardan ayırdılar. Rab ile kaim olan sıfatları araz olarak isimlendirmezler. Çünkü araz daim olmaz ve baki kalmaz. Veya mütehayyiz veya cisim ile kaim olur. Rabbin sıfatları ise daim ve lazımdır. Ecsam ile kaim olan araz cinsinden değildir.

Bu zümreye "sıfatçı kıyas kelamcıları" denilir. Birçok hususta sıfatları inkar eden "Sabii kalıntısı kelamcılardan" farklıdırlar. Akli kıyas yoluyla birçok sıfatı kabul ve ispat ettiler. Yedi sıfat da buna dahildir ki, o da şunlardır:

Hayat, ilim, kudret, irade, semi (işitme), Basar (görme) ve kelam (konuşma).

Fakat işitme ve görme sıfatlarının akli sıfatlardan mı yoksa haber ve işitmeye dayanan nebevi sıfatlardan mı olduğu hususunda kendi aralarında ihtilaf ettiler.

Ayrıca beka, kadem ve koklanan, tatlanan, dokunulan şeylerin idraki konusunda da ihtilaf etmişlerdir.

Ayrıca Kur'an'ın haber verdiği vech (yüz), yed (el) gibi semi sıfatlar konusunda da ihtilaf halindedirler. Öncekiler bu sıfatları kabul ederlerken, sonradan gelenler kabul etmemişlerdir.

Sadece hadis yoluyla gelen sıfatlarıysa çoğu kabul etmemiştir. Sonra içlerinden bazıları akli kıyas ile çıkardığı sonuca ters düşen nasları asli delaletinden saptırma ve tevil yoluna gitmişlerdir. Bazıları ise bu konuda sukutu tercih etmiştir.

Bizim buradaki maksadımız insanların sıfatlar konusundaki görüşlerini sayıp dökmek değildir. Maksadımız Allah'ın risaleti ve peygamberlerinin tebliğ ettiği kelamı konusunda söz söylemektir.

Sıfatçı kelamcılar ile, Nübüvvetin mirasçıları olan alimler arasında birçok ortak nokta olduğu gibi onlarla Sabiiler arasında da bazı müşterek noktalar vardır.

Dolayısıyla Risalet konusunda hem sünnet varisçilerinden hem de Sabiilerin varisçilerinden olarak hak ile batılı birbirine karıştırmışlardır. Aynen bidatçi Mutezile'nin "sünnet" ve "Sabiilikten" bazı hususları alıp, bunlardan bir sentez yapmaları gibi.

Fakat "sıfatçı kelamcılar" "Mutezileye" göre sünnete ve ehli sünnet mezhebine çok daha yakındırlar. Fakat bazı hususlarda da Mutezile'den etkilenmişlerdir.

Şu nedenlerden dolayı birçok fıkıh, hadis ve tasavvuf ehli, bu sıfatçı kelamcılara katılmışlardır.

1 - Söyledikleri hususların çoğunun hak olması ve birçok konuda sünnete tabi olmaları.

2 - Görüşlerini bazılarını Sabiilerin metodlarından aldıkları, bazılarını ise kendilerinin çıkardıkları akli kıyaslarla savunuyor olmaları. Bu durum insanların onlardan daha çok etkilenmesine neden olmuştur.

3 - İnsanların sünnet konusundaki yetersiz bilgileri ve bu bilgilerin, söz konusu şüpheleri izale etmedeki yetersizliği.

4 - Sünnet ve hadis ehlinin gevşeklik ve acizliği. Şöyle ki: bazen sıhhatini bilmedikleri hadisleri rivayet etmeleri ve bazen de okuma-yazma bilmez cahiller gibi kitap ve sünnetin nurunu olaylara yansıtmaktan acze düşmeleri.

Minhecleri bu olunca şöyle dediler:

"Naslar ve selefin icmasının gösterdiği gibi Kur'an yaratılmış değildir."

Bunlar Nebevi semi naslar ile akli kıyas arasını bulmanın yolunun Kur'an'ı diğer sıfatlar gibi Allah'ın nefsinde kaim bir sıfat olarak görmekten geçtiğini gördüler.

Ve Kur'an'ın ya mahluk veya kadim olması gerektiğini gördüler. Allah ile kaim üçüncü bir şıkkın ispatı, havadisin bizatihi hululünü gerektirdiğini anladılar ki bu da hudusul mevsuf delil teşkil eder ve alemin hudusu delilini iptal eder.

Bunun üzerine kelamın hakikatinin şu olduğu görüşüne sarıldılar. Kelam, nefs ile kaim bir manadır. Harf ve sesler ise, kelamın hakikatından değildir. Fakat kelama delalet ederler.

Fakat bazıları bu görüşe itiraz ederek şöyle dediler:

"Kelamın harf ve ses dışında bir hakikati yoktur. Böylece iki grup arasında kelamın sadece mana itibariyle mi yoksa sadece lafız itibariyle mi hakikat olduğu hususunda ihtilaf çıktı.

Yine bunlar emir, nehiy ve haberin, ayrı neviler ve kısımlar değil kelamın sıfatları olduğunu söylediler. Ve yine Allah'ın kelamını tek bir mana olduğunu söylediler ve bunun arapça okunduğunda Kur'an, İbranice okunduğunda Tevrat ve Süryanice okunduğunda İncil olduğunu iddia ettiler.

İnsanlar onlara şöyle itiraz ettiler:

Bu görüşün fasid olduğu zorunlu bir gerçektir. Aynen öncekilerin kelam havada yaratıldı ve onunla konuşmaya dönüştü ve mütekellim kendi zatı dışında bir zatta da olsa kelamı ihdas edendir demeleri ve insanların bu sözleri söyleyenler: "Bu söylediklerimizin zorunlu olarak fasit olduğu malumdur" dedikleri gibi.

Her taifeden insanların cumhuru şöyle dedi:

"Kelam lafız ve mananın ismidir. Aynen mütekellim insanın, cisim ve ruhun ismi olması gibi. Kelamın manaları ilim ve iradeye münhasır değil, lafızları gibi çeşitlidir. Her ne kadar manalar birlik ve topluluğu, lafızlar ise çeşitlik ve ayrılığa daha yakın olsa da."

Ve yine bunlara göre:

Allah'ın kelamı olan Kur'an'ın manası yaratılmış olmasa da, harfleri yaratılmıştır. Allah'ın kitabı ile kelamını birbirinden ayırdılar ve şöyle dediler:

"Allah'ın kitabı harflerdir ve bu da yaratılmıştır. Allah'ın kelamı ise, anlamıdır ve yaratılmamıştır."

Bazıları şöyle dediler:

"Kur'an'dan harfler kastedilirse, o mahluktur."

Ve yine bazıları şöyle dediler:

"Kur'an genel örfte harflerdir ki o da mahluktur."

Onlar ve öncekiler, öncekilerin mahluk dedikleri halkul Kur'an'da müttefiktirler. Fakat Kur'an'ın mahluk olmayan başka bir anlamını da kabul ederler.

Yine her iki taife de Allah'ın Kur'an'ın harfleriyle konuşmasını veya konuşmacının sözü gibi bilinen anlamda Allah'ın sözü olmasını reddettiler. Fakat ümmetin genel kabulünden dolayı, bu lafzı onlarda kullandılar. Fakat ümmetin kastettiği anlamda değil. Bu konudaki delilleri şuna dayanır:

Kadim veya kadim olmayıp Allah'ın nefsinde kaim harfin mümkün olmaması üzerine üçüncü bir seçenek olan kadim ve Allah'ın nefsinde kaim olmayan harf seçeneğini benimsemesi gereği.

Fakat bunlar bu harflerin nerede yaratıldığı?

Havada mı yoksa Cibril'in nefsinde mi yaratıldığı?

Yoksa Cibril veya Muhammed tarafından mı ihdas edildiği hususlarında çelişkili sözlere bölündüler.

Ancak ümmetin cumhuru, ehli hadis, ehli fıkıh ve ehli tasavvuf, peygamberlerin, kitapların ve ilmin gösterdiklerine tabi oldular. Sabiilerin sözlerine değer vermediler ve Kur'an'ın tamamının Allah'ın kelamı olduğu gerçeğine sımsıkı sarıldılar. Kelamcılar gibi Kur'an'ın bir kısmına Allah'ın kelamı, bir kısmını ise Allah'ın kelamı değil, demediler.

Kur'an harfleri, manaları, emir ve yasakları ile Müslümanların bilip kabul ettikleri Kur'an'dır ve o, lafız ve manadan müteşekkildir.

Bu nedenledir ki Hanefi, Maliki, Şafii veya Hanbeli olsun usülu fıkıh konusunda eser yazan fakihler, emir ve yasak konusuna değindikleri zaman bu hususa işaret eder ve "meri mücerred manadır" diyenlerin sözlerini reddederler.

Nebevi çizgiyi takip eden Ehli Sünnet ve hadis ve kıble ehli tüm Müslümanlar:

"Elif, lam, mim. Bu, kendisinde şüphe olmayan, müttakiler için yol gösterici bir kitaptır." (Bakara: 2/1-2)

İlahi kavlin ve Kur'an'daki diğer kavillerin, Allah'ın kelamı olduğunu, başkası üzerinde yaratıp konuşmadığı değil konuştuğu kelamı olduğunu bilirler.

Allah daha iyi bilir.


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol