Kur'an ve Sünnet
   
 
  2.1.16

بســـم الله الرحمن الرحيم

 

2.1.16

 

Ey Râfizî!

“Müşebbihe” lâfzına gelince, kimin hakkında kullanmak istersen kullan.

Şüphesiz ki Ehl-i Sünnet Allah (c.c.)'ı yaratıklara benzemekten tenzih ediyorlar.

Müşebbihe, Allah (c.c.)'ın sıfatlarını yarattıklarının sıfatlarına benzetirler.

Ehl-i Sünnet ise; Allah (c.c.)'ı kendisinin veya Rasûlu'nun tavsif ettiği gibi tavsif ederler. (vasıflandırırlar). Onlar bu tavsifi yaparken tahrif yapmadıkları gibi, te'vile giderek sıfatları ta'til etmezler. Keyfiyete ve benzetmeye yanaşmazlar. Belki temsilsiz ve ta'tilsiz isbat ederler.

Allah (c.c):

“Onun misli gibi (ona benzer) hiçbir şey yoktur, O Semî'dir. Basîr'dir” (Şûra: 26/11)

Ayetiyle Allah (c.c.)'ı yaratıklara benzetmeye ve sıfatlarını ta'til etmeye kakışanları reddetmiştir.

Ehl-i sünnet; Allah (c.c.)'ı mutlak olarak yatma, uyuklama, unutma, acizlik ve bilmemezlik gibi noksan sıfatlardan tenzih ederler. O'nu kitap ve sünnette sabit olan kemâl sıfatlarla tavsif ederler.

Ne var ki sıfatları inkâr edenler, sıfatları isbat edenleri “Müşebbihe” ye benzetmekle itham ediyorlar.

Hatta Bâtınîler daha aşırı giderek Allah (c.c.)'ı güzel isimleriyle temsiye eden herkesi Müşebbihe'den sayarak şöyle derler:

“Kim Allah (c.c.)'a Hayy, Alim derse O'nu canlı ve âlim varlıklara, kim Semi', Basir derse O'nu insana, kim Rauf, Rahim derse O'nu peygambere benzetmiştir.”

Daha ileri giden bâtınîler:

Biz Allah (c.c.)'a “El-Mevcud” demeyiz. Bunu dersek O'nu varolma açısından diğer varlıklara benzetmiş oluruz, diyorlar. Yine bunlar Allah (c.c.)'a ma'dum, Hayy ve Meyyit de demediklerini ayrıca ifade ediyorlar.

Batınîlere şu cevap verilir:

Siz Allah (c.c.)'ı varlığı mümkün olmayan bir şeye benzetiyorsunuz. Hatta yokluğunu iddia ediyorsunuz, iki zıddın bir araya gelmesi mümkün olmadığı gibi, ikisini de inkâr etmek mümkün değildir. Böylelikle “Vâcib'ul Vücud” u, “Mumteniu'l-Vücuda” dönüştürmüş oluyorsunuz.

“Biz ne şunu deriz ve ne de bunu” diyenlere deriz ki:

Sizin bu hakikat dışı iddialarınız gerçekleri iptal edemez. Belki sizin bu iddialarınız bir nevi safsatadır. “Ne mevcuddur” ne “Ma'dum” dur. diyenler safsatanın kendisini iddia etmişlerdir.

Safsata üç çeşittir.

- Birincisi hakikatleri inkâr,

- İkincisi onun hakkında fikir beyanında bulunmama,

- Üçüncüsü onları insanların zanlarına terketmektir.

Bazıları da dördüncü safsata çeşidinin, âlemin durmadan hakikatini değiştirdiğini iddia etmektir, demişlerdir.

Allah (c.c.)'ın sıfatlarını isbat edenleri “Müşebbihe” diye onanların sapıklığı şuradan gelir:

“Teşbih” lâfzı şümullü bir kelimedir. İki şey yoktur ki aralarında müşterek bir özellik olmasın. Bu müşterek özellik zihinde olduğu takdirde mutlaka görünüşte de olması şart değildir. Ekser itibariyle eşyada olan bu benzerliğin az çok farklı olmasıdır. Denilse ki yaratıklarda şöyle canlı, şöyle bilgili kimseler vardır. Bunların bu durumu:

Hayat ve ilimde birbirlerinin aynısı veya birinin hayat ve ilmi öbürünün hayat ve ilminin aynısı olmasını gerektirmez. Hayat ve ilme sahip olan bu iki varlığın gözler önünde aynı şekilde müşterek olmaları da şart değildir.

Cebriyeci olan Cehm b. Safvan Allah (c.c.)'ı kullarının sahip olduğu hiçbir sıfatla tavsif etmemiştir. Ancak Allah (c.c.)'a Kadir ve Halik ismini vermesi cebriyeci olmasındandır. Çünkü o kul için hiçbir kudret kabul etmiyordu.

Bu konunun tetkik edilebilmesi için “Teşbih” ve “Temsil” kelimelerinin mânası üzerinde durmak gerekir. Kur'an-ı Kerim birçok yerlerde teşbih ve temsili reddetmiştir.

Allah (c.c.) şöyle buyurur :

“O'nun misli gibi (benzeri) hiçbir şey yoktur.” (Şûra: 26/11),

“Allah'ın ismini taşıyan başka birini bilir misin?” (Meryem: 19/65)

“Hiçbir şey de, O'na denk olmamıştır” (İhlâs: 112/4),

“Artık siz de Allah'ın eş ve benzeri olmadığını bildiğiniz halde, Allah'a eşler koşmayınız.” (Bakara: 2/22),

“Artık Allah'a ortaklar koşmayın.” (Nahl: 74)

“Cisim”, “cevher”, “Tehayyuz = Bir yer tutma”, “cihet” kelimelerine gelince, Kitap, Sünnet, Sahabe ve Tabiîn; isbatı ve reddi hakkında konuşmamalarıdır. Bu kelimelerin mânâsını isbat ve red hususunda ilk konuşanlar Cehmiyye, Mu'tezile, Mücessime, Râfiziyye ve Mubtedi'e'dir.

Yukarıdaki kelimeleri reddedenler bu arada Allah ve Rasûlunun isbat ettikleri İlim, Kudret, İrade gibi sıfatları ile bir şeyi sevmesini, ona rıza göstermesini ve yaratıklara nazaran yüksekliğini de inkâr etmişlerdir. Bunlara göre Allah ne görülür, ne Kur'ân ve ne de başka bir şeyle konuşur.

Yukarıdaki kelimeleri isbat edenler ise; Allah ve Rasûlü'nün reddettikleri şeyleri de isbat etmeye kalkışarak, Allah (c.c.)'ın dünyada göz ile görülebileceğini, onunla musâfaha ve muânaka edilebileceğini, Arefe gecesi bir deveye binerek indiğini iddia ediyorlar. Bunlardan bazıları Allah (c.c.)'ın pişmanlık duyduğunu, ağlayıp üzüldüğünü de söylüyorlar. Bu nitelendirme ise Allah (c.c.)'ı kullara mahsus sıfatlarla nitelendirme demektir ki, kula has olan her sıfat noksandır.

Allah (c.c.) onlardan münezzehtir. O Ahaddır -Birdir. Sameddir - Eksiksizdir.

- Ahadiyetle benzerliği reddederken,

- Samediyyetle de kemal sıfatlarla muttasıf olduğunu gösteriyor.

“Cisim” kelimesine gelince, lügatte cisim; Asmaî, Ebu Zeyd ve başkalarının zikrettiği gibi “beden” mânâsına gelir.

Allah (c.c.) şöyle buyurur:

“Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider” (Münâfıkûn: 63/4),

“Allah ona bilgi ile vücud kuvveti bakımından bir üstünlük vermiştir” (Bakara: 2/247),

“Tûr'a çıkan Musa' nın arkasından, geride kalan kavmi süs eşyalarından bir buzağı heykeli yapıp onu ilah edindiler”. (A'raf: 7/148)

Bineanaleyh cisimle kesafet, cüsse anlaşılmış oluyor. Bu şundan daha cüsselidir denilir. Ancak zamanla kelâm âlimleri İstılahında cismin mânâsı umumîleşerek -Araplar cisim dememelerine rağmen- onlar havaya da cisim adını verdiler. Akabinde bunlar arasında neye cisim denilebileceği hususunda ihtilaflar meydana geldi.

Kimine göre cisim sonu olan cevherlerden mürekkep bir şeydir. Çoğunluk bunu söylüyor. Buna Cevher-i Ferd de denir.

Kimine göre madde ve şekilden meydana gelmiştir. Felsefecilerin bazısı buna kaildir.

Kimine göre ne bundan ne de ondan mürekkeptir. Hişâmiyye, Neccâriyye, Kerrâmiyye v.b. dedikleri gibi.

Bunların bu fikirlerinin bir çok kitaplarda yeri yoktur. Doğrusu cisim Cenab-ı Allah (c.c.)'ın yarattığı hayvanat, nebatat, maden gibi gözle görülen şeylere itlâk olunur ki cisme, cevher-i ferd diyenlerin görüşü bu istikamettedir.

İkinci görüşe göre cevher sabit olup ancak şekil ve sıfatları değişir. Bunlara göre bir hakikat başka bir hakikata dönüşmediği gibi bir cins başka bir cinse de dönüşmez. Belki cevher olduğu gibi kalır. Fakat Allah (c. c.) o cevherin şeklini değiştiriyor. Bir çokları da cisimlerin ayrı bir cisme veya bir cinsin başka bir cinse dönüşmesi mümkün değildir, derler. Bu da fakih ve tabiblerin görüşüdür.

Yukarıda beyan ettiğim görüşlere sahip olanların -bildiğim kadariyle- ittifak ettikleri bir nokta vardır. O da cismin kendisine işaret edilebilen bir şey olmasıdır.

Akılcılar da, kendi nefsiyle kaim, kendisine işaret edilemeyen ve görünmeyen bir mevcudun varlığı hususunda üç görüşe ayrılarak ihtilafa düştüler.

Birinci görüşe göre; böyle bir varlık mümkün değildir.

İkincisine göre varlığı ve yokluğu mümkün olan yaratıklar için bu mümkün değildir.

Üçüncü görüşte olanlar, bu durum mümkün ve vacip olan her iki varlık hakkında da söz konusudur derler. Bu görüş de bazı felsefecilerin görüşüdür. Bu görüşü iddia edenler, görüşlerine:

“El-Mucerredat Ve'l-Mufârakat” adını vermişlerdir. Akılcıların çoğunluğu şunu demektedir:

Bizatihi var olan kendisine işaret edilemeyen ve görünmesi mümkün olmayan varlığın mevcudiyeti gözler önünde açık değil de zihinlerde vardır. Bunun delili de insanın vücudundan ayrılan ruhudur.

Felsefecilere göre melekler mücerred akıl ve ruhlardır. Onlar aklî cevherlerdir.

Müslümanlar ve dinler tarihiyle ilgilenen bir çoklarına göre melekler nurdan yaratılmışlardır. Sahih Hadiste de bu şekilde sabittir. Allah (c.c.) melekler hakkında şöyle buyurur:

“Dediler ki: “Rahman olan Allah” çocuk edindi (melekler Allah (c.c.)'ın kızlarıdır), dendi” Allah bundan münezzehtir. Doğrusu melekler ikram olunmuş kullardır” (Enbiya: 21/26)

Allah (c.c.), daha birçok yerde meleklerden bahsederken bu felsefeciler; Cibril (a.s.)'in akl-ı faal veya peygamberin nefsinde hayâl ettiği bir şekildir, dedikten sonra, Allah (c.c.)'ın kelamı da uykuda iken insanın nefsinde doğan bir şey olduğunu sözlerine ilave ederler. Tabiî ki Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'ın getirdiğini (Kur'an-ı Kerim ve Hadisler) bilen kimse, bunların sapıklığını ve müşriklerden daha fazla imandan uzak olduklarını anlar.

Düşünürlerin “cism”in hakikati hakkındaki münakaşaları bilindikten sonra şüphesiz olarak Allah Teâlâ'nın mürekkep, madde veya şekil olmadığı, bölünüp parçalanmayı kabul etmediği, daha önce ayrı ayrı olup sonradan toplanmış olmadığı, aksine O Ahad = Bir, Samed = Noksansız, olduğu kesin olarak bilinmiş oldu. Mürekkeblikten anlaşılan bütün aklî manâlar Allah (c.c.)'ın varlığına münâfîdir. Fakat felsefeciler daha ileri giderek, madem ki Allah (c.c.)'ın sıfatları vardır şu halde mürekkebtir, eğer hakikati varsa o hakikat mücerred varlık değil belki mürekkebtir diyorlar.

Allah (c.c.)'ın sıfatlarını isbat eden müslümanlar, felsefecilere şu cevabı veriyorlar:

Münakaşa “Mürekkeb” lâfzında değildir. Bu “mürekkeb” lâfzı Allah (c.c.)'ın başkası tarafından terkib edildiğini gerektirir. Halbuki, hiçbir akıllı Allah (c.c.)'ın mürekkeb olduğunu söylemez.

Zatının ilim, kudret, hayat gibi kemal sıfatlarını iktiza etmesine gelince; bildiğimiz kadarıyla bundan dolayı ona mürekkeb denmez. Lügatta da böyle bir şey yoktur.

Mürekkeb; parçaları ayrı ayrı olup sonradan tamamen veya kısmen birbirine girercesine toplanarak meydana gelen bir şeydir. Yiyecek, içecek, ilâç, bina, elbise ve süs eşyaları gibi.

Ondan sonra bütün akılcılar Allah (c.c.) için çeşitli mânâlar isbat etmek mecburiyetinde kalıyorlar. Mu'tezile, Allah (c.c.)'ın Hayy ve Kadir olduğunu kabul ediyor. Halbuki O'nun Hayy olmasıyla Kadir olması ayrı ayrı şeylerdir. Filozoflar ise Allah (c.c.)'ın âkil = idrak eder, Makul - idrak edilir ve akil - idrak olduğunu söylüyorlar.

Mulhidlerden Nusayr et-Tûsî “Şerhul İşârât” adlı eserinde “İlim: ma'lum olandır” der.

Bu nazariyesinin bâtıl ve mücerret tasvirinden ibaret olduğu seraheten bilinmektedir. Onların kaçamak yolu yalnız terkib lâfzının manâsındadır.

Mürekkebin mutlaka onların dediği manâda olmasını gerektiren bir delilleri yoktur. Onların dayanağı, mürekkebin kendi parçalarına muhtaç olması ve parçalarının ondan başka bir şey olmasıdır. Buna göre başkasına muhtaç olan varlık da kendi zâtiyle var olamaz; aksine illetli bir varlık olur. Aslında ileriye sürdükleri bütün bu deliller illetlidir...

Çünkü “El-Vâcib” lafzıyla, bir varlığın başkası tarafından değil veya bir illetten dolayı olmayıp, bizzat kendisiyle var olması anlaşılır. Yine bu lafızla Allah (c.c.)'ın hiçbir şeye muhtaç olmadığı ve bizzat kendi nefsiyle kaim olduğu anlaşılmaktadır. Birinci ve ikinci görüşe göre sıfatlar Vâcibul Vücuddur.

Üçüncü görüşe göre ise, nitelenen zâtın kendisi Vâcibul Vücuddur. Sıfata Vâcibul Vücud denemez. Sıfat zâtın kendisinden de ayrılamaz.


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol