Kur'an ve Sünnet
   
 
  2.2.1

بســـم الله الرحمن الرحيم

 

2.2.1

 

Râfizî şöyle diyor:

“Ehl-i sünnetin çoğu, Allah (c.c.)'ın kötüyü ve küfrü yarattığını, bütün bunların O'nun kaza ve kaderiyle meydana geldiklerini, kulun bu hususta tesiri olmadığını ve Allah (c.c.)'ın kâfirden taat değil ma'siyet istediğini söylüyorlar.”

Ey Râfizî!

Daha önce belirttiğimiz gibi kader, hidayet ve dalâlet meseleleri imameti ilgilendirmezler. Neden bunları tekrar ortaya atıyorsun?

Gerçek olan şu ki, râfizîlerden bir bölüm kaderin gereği olarak Ebu Bekir ve Ömer'in imametini kabul ederken, diğer bir kısım râfizîler de bunun aksini iddia etmişlerdir. Bu iki görüş sahipleri asla bir noktada birleşmemişlerdir. Üstelik ehl-i beytten kadere iman ve sıfatları kabul ettikleri hususunda sayılamayacak kadar rivayetler vardır. Lakin son râfizîler, cehmiyye görüşlerini ve kaderi inkarı râfizîliklerine eklediler. İbnul Mutahhar gibi.

Râfizî şöyle diyor:

“Ehl-i sünnet: Kulun küfür ve ma'siyetlerde rolü yoktur, diyorlar.”

Ey Râfizî!

Senin bu naklin de batıldır. Çünkü Kadere inanan bütün müslümanlar kulun kendi fiilini yine kendisinin yaptığını ve Onun bir güç ve kuvveti olduğunu kabul ederler. Bunun yanında sebeplerin tesirini de inkar etmezler. Onlar şöyle derler:

Allah (c.c), rüzgârlardan bulutu yaratmış, yağmuru bulutlardan indirmiş ve nebatatı da yağmurlarla bitirmiştir. Yani sebep ve müsebbibi de yaratan Allah'tır.

Ancak Eş'ari:

Kulun fiilini Allah (c.c) yaratır. Kulun yaptığı fiil kendisinin olmayıp onun ancak fiilinde kesbi vardır, diyor.

Râfizî şöyle diyor: 

“Ehl-i Sünnet; Allah (c.c) kafirden ma'siyet ister, diyorlar.”

Ey Râfizî!

Ehl-i Sünnetin çoğunluğu irade, mahabbet ve rıza'yı birbirinden ayırarak şöyle diyorlar:

Allah ma'siyetleri yaratırsa da onları sevmez ve onlara rıza göstermez. Aksine onlara buğzeder.

Tahkik ehli “irade” nin Kur'anda iki manaya geldiğini, birini kaderi (kevni), diğerinin de şer'î olduğunu söylerler.

Şer'î irade yalnız mahabbeti ve rıza'yı kapsar, Kaderi (kevni) irade ise bütün havadisi içine alır. Binaenaleyh Allah (c.c.)'ın dilediği olur, dilemediği de olmaz.

Allah (c.c), şöyle buyurur:

“Allah kimi doğru yola koymak isterse Onun kalbini İslâmiyet'e açar, kimi de saptırmak isterse, göğe yükseltiyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar...” (En'am: 6/125),

“...Allah sizi azdırmak isterse...” (Hud: 11/34)

Buradaki irade saptırma ve azdırmaya taalluk etmiştir. Şer'î iradeye misal olarak Allah (c.c.) şöyle buyurur:

“Allah size açıklamak ve sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tevbenizi kabul etmek ister...” (Nisa: 26);

“...Altları sizi zorlamak istemez...” (Maide: 6),

“...Ey Peygamberin ev halkı! Şüphesiz Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister.” (Ahzab: 33)

İşte bu irade diğerinden ayrı bir irade şeklidir.

Rafizi şöyle diyor:

“Yukardaki söz kabul edildiği taktirde çirkin şeyler ortaya çıkar. Mesela Allah (c.c.) bütün zâlimlerden daha zalim kabul edilmiş olur. Çünkü Allah kâfire küfrü mukadder etmesine ve iman etmesi için onda hiçbir kudret yaratmamasına rağmen onu küfründen dolayı cezalandırır.”

Ey Râfizî!

Daha önce belirttiğimiz gibi Cumhur “Zulüm” kelimesinin tefsirinde iki görüş ileriye sürerek ihtilaf etmişlerdir.

Birincisi: Allah (c.c.) için zulüm mümkün değildir, istikametindedir. Eş'ari, Kadı Ebubekr, Ebui Meali, Kadı Ebu Ya'le ve İbnu'z-Zâğûnî bu görüştedirler. Onlar şöyle diyorlar:

“Allah (c.c.) yalan söylemeye, zulmetmeye ve kötülük yapmaya muktedir değildir. Onu bunlardan biri ile tavsif etmek caiz değildir.”

Onların bu husustaki delilleri, Allah (c.c.)'ın yalan söyleyenin, zulmedenin ve kötülük işleyenin zemmedilmesiyle ilgili olarak hükümler koymasıdır. Bu zatların sözlerine gelince şöyle deriz:

Aslında zemme mucip olan sebep kişinin başkasının malıyla tasarruf etmesi veya emre itaatsizlikte bulunmasıdır. Halbuki bir başkasının Allah (c.c.)'a emretmesi veya Allah (c.c.)'ın bir başkasının malında tasarrufta bulunması diye bir şey yoktur. Çünkü her şey Allah (c.c.)'ındır.

 İyas b. Muaviye el-Muzeni (Bu zat 44-121 yılları arasında yaşamıştır. Fesahat ehlinin lideri sayılır. Kesicin zeka ve Kuvvetli aklından dolayı darb-ı mesellerle anılır. Ömer b. Abdülazizin emri ile Basra valiliğini yapmıştır.) şöyle diyor:

“Aklımı kullanarak yalnız kaderiyecilerle münakaşa ettim. Onlara:

“Zulüm nedir?” diye sorunca:

“İnsanın kendisine has olmayan şeylerde tasarruf etmesidir”dediler. Ben de onlara:

“Her şey Allah (c.c.)'ındır, dedim.”

İkinci görüş şöyledir: Allah zulüm yapabilecek güçtedir, fakat O, zulümden münezzehtir. Bir insanı başka bir insanın günahıyla cezalandırılması gibi.

Allah (c.c.) şöyle buyurur:

“İnanmış olarak yararlı işler işleyen kimse, haksızlıktan ve hakkının yeneceğinden korkmaz.” (Tâ-Hâ: 20/112)

Bir insanın kendi isteğiyle yaptığı günahları ile, isteğinin dışında yaptığı günahlardan dolayı cezalandırılması arasındaki fark, akl-i selîm ile bilinmektedir, diyen bu ikinci görüş sahipleri sözlerine şöyle devam ediyorlar:

Günahlara karşı kaderle çıkmak aklen batıldır. Zalim başkasına karşı “Kader böyleydi” deyip zulmünü müdafaa etmeye kalkışırsa, Ona zulmedecek bir başka zâlim de aynı sözle karşı çıkıp kendini savunacaktır.

Binaenaleyh günahlara karşı kaderle çıkmak bütün din âlimleri ve akıl sahiplerine göre bâtıldır.

Yapılan günahı kadere yükleyenler ancak nefsi arzularına tâbi olanlardır. Bu gibi kimselere şöyle demek gerekir:

Sen taatte kaderi, ma'siyette de Cebrîsin. Yani hangi mezheb nefsi arzularına uyarsa ona uyuyorsun!

Eğer günahlar kadere yüklenseydi, herhangi bir kimsenin diğerini kusurlu görmesi doğru bir şey olmazdı. Aynı şekilde hiç kimse suçluyu tecziye edemezdi. Böyle bir inanç bir takım câhil ve avam tabakasından olan kişilerde olur. Bunlar her şeyi kadere yükleyerek iyiliği emretmekten ve kötülüklerden sakındırmaktan yüz çevirirler. Emirleri terketmek ve mahzuru işlemek hususunda -kader böyledir deyip- hiç kimse mazur sayılamaz. Aslında bu gibi kimseler kaderi tamamen inkar edenlerden daha tehlikelidir. Hatta bunun içindir ki, yani ma'siyetlere karşı kaderin mazeret olarak gösterilmesini kabul etmeyen bir cemaat kaderci (kaderi inkar eden) likle itham edilmiştir.

Ahmed b. Hanbel'e; İbn-i Ebi Zı'b kaderi miydi? demeleri üzerine Ahmed b. Hanbel şöyle dedi:

“İnsanlar, masiyet işleyene karşı gelen herkese kaderiyeci diyorlar.”

İşte bundan dolayıdır ki, her şeyi kadere yükleyenler, kötülüğü menetmeye çalışanlar karşısına şiddetle çıkarak şöyle derler:

“Kötülüklere mübtela olan bu kimseler kaderlerinden dolayı bunu yaparlar.”

Bu sözü söyleyene de şöyle deriz:

Kötülüklere karşı gelmek de Allah (c.c.)'ın kaderi iledir. Böylece sen kendi iddianı yine kendi sözünle geçersiz kıldın. Kaderiyecilerin bazı cahil üstadları da şöyle derler:

Ben kendisine isyan edilen Allah (c.c.)'a inanmıyorum, yetmiş Peygamber öldürsem de günahkâr olmam.

Bazı insanlar Adem'in (a.s.) Musa'yı (a.s.)  ilzam etmesi, ma'siyetler karşısında kaderle mazeret beyan etmek babından olduğunu zannediyorlar. Bu cahilliktir. Çünkü peygamberler Allah (c.c.)'ın emirlerini yapan ve yasaklarından kaçınan en mümtaz kişilerdir. Onlardan birinin masiyet karşısında kendini kaderle savunması mümkün müdür? Ondan sonra Âdem hatasından dolayı tevbe etmiş ve tevbesi de kabul edilmiştir. Eğer kaderle mazeret beyan etmek caiz olsaydı İblis, Firavun v.s. kişiler için olurdu. Ancak Musa'nın Adem'e olan hitabı. Onun ağaçtan yemesiyle başlarına gelen musibete sebebiyet verdiği içindir. Onun için Musa (a.s.), Âdem'e (a.s.):

Neden bizi ve bütün insanları cennetten çıkardın? demiştir.

Hadd-i zâtında kul yalnız ayıpları ve günâhları işlerken kadere sığınmayacak. O musibetler ânında kadere sığınacak. Yalnız kadercilerin yaptığı gibi değil, aksine musibetler ânında sabredecek, ma'siyetleri işlediğinde de tevbe edecektir.

Allah (c.c), şöyle buyurur:

“Ey Muhammedi Sabret, Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. Suçunun bağışlanmasını dile...” (Ğafir: 40/55)

Bilindiği gibi insanın isteğine bağlı olarak gerçekleştirdiği hareketlere ona iyi veya kötü bir sıfat kazandırır. Ama insanın rengi veya boyu elinde olmadığı için ona zemmi veya medhi gerektirecek bir sıfat kazandırmaz. İbni- Abbas:

“İyilik kalb içinde nur, yüzde parlaklık, rızık için bolluk, bedene kuvvet, insanların kalbinde de sevgi doğurur” buyuruyor.

Allah (c.c.) insanın fiillerini şu veya buna sebep kılar. Zehir içenin hastalanması veya ölmesi gibi. Ancak zehirin tehlikesi panzehirle defedilir. Tevbe ve sâlih amellerin günahların affına vesile oldukları gibi.

Ey Râfizî!

“Kötülüğü işleyenin fiilini yaratıp sonra da o kişiye cezayı tatbik etmek zulümdür” diyecek olursan, bu sözün “Zehirin yaratılması ve onunla ölümün meydana gelmesi zulümdür” şeklindeki iddiana benzer.

Yakîn ifade eden bütün deliller, hadis olan her şeyin Allah tarafından yaratıldığına delâlet eder. Kulun bütün fiilleri de havadisten -sonradan olanlar- olduğuna göre Allah (c.c.)'ın dilediği olur, dilemediği olmaz.

“Fiilin meydana gelmesi kulun iradesine bağlıdır” denilecek olursa;

İrade de hadistir, onun gerçekleşebilmesi için bir sebep şarttır, deriz. İstersen, fiil mümkün olan bir şey olsun. Mutlaka varlığını yokluğuna tercih edecek birisine ihtiyaç vardır. Kulun fiil karşısındaki durumu da mümkün bir hadistir. Ona da mutlaka bir yaratıcı ve tercih edici gerekir, diyebilirsin. Her iki hal arasında da, yani kulun fiilinin hadis olması ile insanın bizzat kendisinin hadis olması arasında fark yoktur. Çünkü bazı mahlukat diğerleri için tehlike arzeder. Hastalıklar gibi. Bunda Allah (c.c.)'ın hikmeti vardır.

Kulun ihtiyarı ile işlediği kötülüklerden dolayı tecziye edilmesi zulüm olmadığına göre, meydana gelen şeyde Allah (c.c.)'a nisbeten bir hikmet vardır. İşte o hikmet de hadis olan -yapılan- şeyi güzel gösteriyor. Yapılan şey kula nisbet edildiğinde de adalet söz konusu olur. Çünkü kul o fiile göre muamele görür.

Hiç bir zaman Allah (c.c.), kula zulmetmez. Ancak kul kendi nefsine zulmeder. Hâkim hırsızın elini kesip, çalınan malı sahibine verirse adaletle hükmettiği kabul edilir. Bunun üzerine hırsız:

Hırsızlık benim kaderimde vardı, deyip kendini müdafaa ederse, şüphesiz ki, onun bu mazereti meşru olmadığı gibi, hâkimin onun elini kesmesine de mâni olamaz.

Aynı şekilde Allah (c.c.) kıyamet gününde zâlimi cezalandıracağında adaleti tatbik edecektir. Zalimin, sen zulmü bana takdir ettin, şeklindeki sözü hiçbir zaman o zâlim için mazeret olamaz. Buna rağmen Allah her şeyin yaratıcısı olduğuna göre bunda hikmet vardır. Onun içindir ki, bu hikmetten dolayı Allah (c.c.)'ın yarattığı şeyler güzeldir.

Allah (c.c.)'ın yaratması ve takdiri, Onun emir ve yasaklarına benzemez.

Emir ve yasaklarının gayesi; insanlara faydalı ve zararlı olanı açıklamaktır. Doktorun hastaya faydalı olanı tavsiye etmesi ve ona zararlı şeylerden koruması gibi.

Allah (c.c.) peygamberleri vasıtasıyla insanlara bahtiyar ve bedbahtların yolunu açıklamış ve saadete götürecek yolda yürümeyi, şakavete götürecek yoldan da uzak durmayı emretmiştir.

Allah (c.c.)'ın takdiri ve yaratması ise; hem kendisine hem de mahlûkatına bağlı bir konudur. Allah (c.c.)'ın yarattığı şeyde mutlaka bir hikmet vardır. Bu hikmetin zımnında bazıları için zarar bulunsa da hikmet, Allah (c.c.)'a ve bütün mahlûkatına mutaalliktir. Allah (c.c.)'ın yağmuru yağdırması gibi. Şüphesiz ki bu yağmurda rahmet ve hikmet vardır. Ancak bazıları için zararlı olabilir. Evlerin yıkılması, yolcuların seferden geri kalması veya bazılarının işlerine gidememesi gibi.

Aynı şekilde Allah (c.c), peygamberleri insanlara rahmet ve bir hikmete mebni olarak gönderiyor. Fakat bu peygamberlerin gönderilmesinde bazı kavimler için -inanmayan- ezâ vardır. Diktatörlüklerinin sona ermesi gibi.

Onun içindir ki; Allah (c.c.) küfrü kâfire takdir etmişse bunda bir hikmet vardır. Kâfir, Allah (c.c.)'ın ona bahşettiği ihtiyarı - cüzî irade- ile küfrü seçmiş, Allah (c.c.) da O'na hakkettiği ceza ile tecziye etmiş ve edecektir de. Bu tecziyede mutlaka bir hikmet ve avamın maslahatı vardır.

Allah (c.c.)'ın fiillerini kulların fiillerine kıyas etmek tamamen yanlıştır. Çünkü patron işçisine bir şeyi emrederse, patronun o şeye olan ihtiyacındandır. İşçi onu yapar, patronu da onu mükafaatlandırırsa bu durum karşılıklı menfaat babına girer. Hiçbir zaman patron o işin yaratıcısı değildir. Allah (c.c.) ise kullarından tamamen müstağnidir.

Allah (c.c.) kullarına faydalı olanı emretmiş, zararlı olanı da yasaklamıştır. Bu emir ve yasaklama öğretici ve irşad edicidir. Eğer faydalı olan işte onlara yardım ederse haliyle nimeti tamamlanmıştır. Yok eğer kuluna yardım etmez, kul da kötülük işlerse bunda da ayrı bir hikmet vardır. Kulun yaptığı iş günahı gerektiriyorsa, yine kulun o işi yapmasındandır. Çünkü kulun fiilleri ona ya günah veya sevab kazandıracak niteliktedir. İşte bu kazandırma Allah (c.c.)'ın kaza ve kaderi iledir. Burada hiçbir çelişki yoktur.

Şimdi sözü bu küllî hikmete çeviriyoruz. Külli hikmetin bilinmesi insanlara gerekli değildir. Allah (c.c.)'ın hikmetini, rahmetini ve kudretini bilen kimse için teslimiyet kâfidir. İnsanların çoğu bu hikmeti bildikleri takdirde zararlı çıkacakları malumdur. Çünkü Allah (c.c.)'ın hikmeti akıllardan çok çok daha büyüktür!

Allah (c.c.) şöyle buyurur:

“Ey inananlar! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın...” (Mâide: 5/101)

Aslında Allah (c.c.)'ın fiillerinin gayesi ve hikmeti meselesi, dini meselelerin en büyüğüdür.

Kaderiyye fırkasının sapıtması, onların Allah (c.c.)'ın fiillerini kulların fiillerine kıyas etmelerinden ileri gelmiştir.

Cebriyecilerin Allah (c.c.)'ın fiillerinde hikmeti olduğunu kabul etmeyip, Onu zulümden tenzih etmemelerinden dolayı sapıttıkları gibi.


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol