Kur'an ve Sünnet
   
 
  2.1.17

بســـم الله الرحمن الرحيم

 

2.1.17

 

Râfizîlerin:

“Allah (c.c.)'ın ayrı ayrı zât ve sıfatları varsa, mürekkeb olur... Mürekkeb de parçalara muhtaçtır. Parçaları da ondan başka şeylerdir.” demelerine gelince, şöyle diyoruz:

“Başkası” lâfzı mücmel olup açıklanması gerekir. “İki ayrı şey” denildiğinde iki mâna anlaşılır.

Birincisi, ayrı ayrı olan iki şeyin zaman ve mekanla birbirlerinden ayrılmaları veya birleşmeleri mümkün olmasıdır.

İkincisi, bu iki şeyden herbirisinin diğerinden ayrı başka bir şey olmaması veya birini bilmemenin yanında yalnız diğerinin bilinmesidir. Bu görüşler en çok mutezile ve benzerlerinin görüşleridir.

Selef ise -İmam Ahmed ve başkası gibiler- “Başkası” lafzıyla her ikisi de anlaşılır, dedikleri için, bu manâları mutlak olarak kabul etmiyerek, “Allah (c.c.)'ın ilmi Ondan başkasıdır veya Allah, ilminden ayrıdır”, fikrine kapılmazlar.

Binaenaleyh Selef; Allah ilimdir veya ilim Allah (c.c.)'tan başka bir şeydir, demezler. Çünkü, Cehmiye (fırkası) Allah (c.c.)'tan başka her şey mahlûktur. Kelamı da Ondan başkası olduğuna göre O da mahluktur, derler. Halbuki Hadiste, Allah (c.c.)'ın izzet ve azameti gibi sıfatlarıyla da yemin etmenin caiz olduğu sabit olmuştur.

Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“Allah'tan başkasıyla yemin eden, Allah'a ortak koşmuştur.” (Tirmizi Nüzur: 9,Nesai Eyman: 4,İbn Mace Keffaret: 2) buyurmuştur ki bundan da sıfatların Allah (c.c.)'tan başkasının ismi altına giremiyeceği kesinlikle anlaşılmaktadır.

“Başkası” lafzıyla O şeyin bizzat kendisi olmadığı isteniyorsa, şüphesiz ki ilim Âlimin, kelâm da, Mütekellimin kendisi değildir. Böylece mürekkebin kapsadığı çeşitli manâlar anlaşılmış olduktan sonra, “Âlim varsa, zât ve ilimden mürekkebtir” denilse, bu sözden zat ve ilm'in ayrı iki şey olup sonradan birleştikleri anlaşılmadığı gibi, birinin diğerinden ayrılmasının caiz olduğu da anlaşılmaz...

Belki bu sözden âlim varsa, orada birbirinden ayrılmayan zat ve ilim vardır, anlaşılır.

Yaratıcının kendi sıfatlarını gerektirmesi hiçbir müsbet delili ortadan kaldırmadığı gibi, bu gerektirme, muhtaçlık olarak da isimlendirilemez.

Aynı şekilde mevsufun sıfatları ondan “cüz” olarak isimlendirilmesi lügatlarda dahi yoktur. Bu isimlendirme iddiacıların istilahında vardır. Felsefecilerin ve onlara uyanların korkutmalarına hayret edilecek bir durum yoktur.

Çokluk olmasın diye Allah (c.c.)'ın eşyaya ve değişkenlik olmasın diye Allah (c.c.)'ın cüziyata taalluk eden ilmini inkâr edenler, “Teksir” (Çoğaltma) ve “Teğayyür” (Başkalaşma, değişme) lâfızlarıyla muhatabı korkutuyorlar. Evet bu iki lâfız mücmel ve nekra oldukları için ilâhın bir kaç tane olması ve insanın değişmesi ile güneşin sarararak renk değiştirmesi gibi, Rabb'in de değişebileceği şüphesini veriyorlar. Muhatab, felsefecilerin Allah (c.c.) bir şeyi yarattığında, kulunun duasına icabet ettiğinde, yarattığı bir şeyi gördüğünde ve Musa (a.s.) ile konuştuğunda O'nun değiştiğini iddia ettiklerini de bilemez. Allah (c.c.)'ın sıfatlarını inkâr eden bu fırkalar, başkalarının da itiraf ettiği gibi hiçbir delile dayanmadan inkâr ediyorlar. Halbuki şer'î ve aklî deliller bu sıfatların varlığını gerektirirler.

 Râfizînin

“Kendisine işaret edilen mürekkeb cisimdir” diye lügat mânâsına dayanması da doğru değildir.

Evet müslümanların cumhuru Allah (c.c.)'ın cisim olmadığı üzerinde ittifak etmişlerdir. Onlar şöyle diyorlar:

“Allah cisimdir” deyip onunla zâtıyla kaim olduğunu, veya “cevherdir” deyip yine onun zâtiyle kaim olduğunu kasteden kimse lâfızda hata etmiş ise de kastettiği manâdan dolayı hata etmemiştir.

Fakat Münferid cevherlerden mürekkebtir derse küfründe tereddüt vardır. Sonra cisim mürekkeb cevherlerden meydana gelmiştir diyenler O'nu isimlendirmede, ihtilafa düştüler. Bazıları bu cevher, başkasının inzimamı ile cisim olur. İbnu'l-Bakillânî ve Ebu Ya'lanın dediği de budur.

Kimine göre iki, kimine göre üç, dört, altı, sekiz, onaltı, kimine göre de otuzüç cevherin inzimamıyla cisim teşekkül eder. Binaenaleyh bu cevher lâfzında luğavî, istilahî, aklî ve şer'î münakaşanın bulunduğu açıkça ortaya çıkmış olunca vacip olanın kitap ve sünnete uymak olduğu kesinlikle anlaşılmış oldu.

Allah (c.c.) şöyle buyurur:

“Allah'ın ipine sımsıkı sarılınız, tefrikaya düşmeyiniz.” (Âl-i İmran: 3/103),

“Rabbinizden size indirilen Kur'ân'a uyun” (A'raf: 7/3),

“Onlara, Allah'ın indirdiği Kur'âna ve peygamberin hükmüne gelin denildiği zaman münafıkları görürsün ki senden düşmana bir dönüşle yüz çevirirler.” (Nisa: 4/61).

İbn-i Abbas (r.a.):

“Kur'ani okuyup onunla amel edenin dünyada dalâlete düşmeyeceği, ahirette de bedbaht olmayacağı hususunda Allah Ona kefil olmuştur.” buyurduktan sonra:

“Her kim de benim zikrimden (Kur'andan) yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır ve onu, kıyamet günü kör olarak haşrederiz” (Tâ-ha: 20/124) âyetini okudu.

Onun için biz, Allah ve Resulünün söz konusu ettikleri sıfatları kabul eder, yokluğundan bahsettiklerini de inkâr ederiz. İsbat ve inkâr hususunda da lâfzen ve manen naslara bağlıyız.

Münakaşa mevzuu olan lafızlara -Cisim, cevher, bir yer tutma, cihet, terkib ve ta'yin- gelince onları dile getirenin kasdettiği mâna anlaşılmadıkça isbat veya inkâr mânâsı verilmez.

Bu lâfızları kullanan kimse isbat ve inkârda nasslara uygun sahih bir mânâ kasdetmişse, lâfızda kasdettiği sahih manâdan dolayı sevaba nail, mücmel lâfız kullandığı için de bid'at işlemiş olur ki, azarlanmayı hakketmiş olur. Hasımla yapılan münakaşada kullanılan lâfızların durumu müstesnadır. Orada da lâfizların esas manâsına delâlet edecek karineler kullanılmalıdır. Eğer bu lafızlarla batıl mana kasdediliyorsa, hatta hak ve batıl mânâ kasdedilip bu iki mânâyı muhataba açıklamak gayesi ile söylemişse bu kullanış da bâtıldır. İki kişi bir lâfzın manâsı üzerine ittifak eder deliller üzerine münakaşa edecek olurlarsa bunlardan sevaba en yakın olanı ma'ruf olan lügate en yakın olanıdır.

“El - Muteheyyiz” lafzına gelince, bunun lügatteki manâsı:

Başkasının tarafına geçmektir. Allah (c.c.) şöyle buyurur:

“... Veya başka birliğe katılıp savaşmak...” (Enfal: 8/16)

Bu mânâda kullanıldığı takdirde “Mutehayyiz” in bir sınırla çevrilmiş olması şarttır. Allah (c.c.)'ı ise yaratıklarından hiçbir şey çevreleyemez. Binaenaleyh bu kelimenin lügat manasını Allah (c.c.) için kullanmak doğru değildir. Kelamcıların istilahındaki “Mutehayyiz” kelimesinin mânâsı ise daha kapsamlıdır. Onlar her cismi mutehayyiz kabul ederler. Cisim ise onlara göre kendisine işaret edilen her varlıktır.

Gökler, arz ve içindekiler istilahlarına göre lügatte “Mutehayyiz” sayılırlar. Onlar bazen “Mutehayyiz” ile ma'dum olan birşeyi kastediyorlar. Mekân ise mevcut bir şey olup ma'dum mutehayyiz'in dışında kalır. Bütün cisimler mevcut bir şeyde değildir. Allah (c.c), yukarıdaki manadan da anlaşıldığı gibi mutehayyiz bir yerde değildir.

Fahretidin er-Razi  “Hayyiz”i = (Bir yerde mekan tutan) bazan mevcud bazan da ma'dum kabul eder. Akıl ve nakille biliniyor ki, Allah (c.c.) yaratıklarından ayrıdır. Çünkü O göklerin ve yerin, yaratılışından önce de vardı. Onları yarattıktan sonra, onlara dahil olmuş veya onlar varlığına dahil olmuşlardır, denilemez. Her iki hal de de Allah için bu durum caiz değildir. Böylece Allah (c.c.)'ın yaratıklardan ayrı olduğu belirlenmiş oldu.

Sıfatları kabul etmeyenler, Allah (c.c.)'ın yaratıklarından ayrı olmayıp onların dahilinde de değildir diyorlar. Bu da aklen mümkün değildir. Öte yandan da bu hüküm aklî değil vehmî olduğunu iddia ediyorlar. Ondan sonra da tenakuza düşerek şöyle söylüyorlar:

Allah arşın üstüne olsaydı cisim olması gerekirdi. Çünkü Arştan ayrı olması şarttır. Onlara şöyle cevap verilir:

Aklın gereği olarak bilinir ki, mevcud âlemin dışında olan ve cisim olmayan bir varlığı isbat etmek, kendi zâtıyla kaim olan bir varlığın yarattığı alemin içinde veya dışında olmadığını isbat etmekten daha kolaydır.

“Cihet” lâfzından da yüce âlemler gibi mevcud bir şey kasdedilir. Felekler gibi Alemin ötesi gibi gayr-ı mevcud olan bir şey de kasdedilir. İkinci mânâ kasdedildiği zaman her cisim bir cihettedir denilebilir. Birinci mânâ kasdedildiğinde bir cismin bir başka cisimde olması mümteni' olur. Kim ki “Allah bir cihettedir” deyip bununla mevcud olanı kasdederse, Allah (c.c.)'tan başkası onun yarattığı olup ve bir cihette = yerde olduğu için, bu sözü söyleyen hata işlemiştir. Yok eğer bu sözüyle alemin ötesini kasdedip, “Allah, âlemin üstündedir” derse isabet etmiştir. Âlemin üstünde Allah (c.c.)'tan başka mevcud olmadığına göre Allah (c.c.) mevcudların hiç birisinde yer almamış demektir.

Kelamcılar Allah (c.c.)'a verilen isimlerle kulların isimlendirilmesi hususunda münakaşa ettiler. Mevcud, Hayy, Alîm, Kadîr, gibi. Kelamcıların bazısı bu isimlendirmenin lâfzî olduğunu, aralarında bulunan bir benzerlikten dolayı olmadığını söylüyorlar. Bu lafzı isimlendirme meselâ “Vücud” kelimesinde yapılacak olursa mümkün ve Vâcibül Vücud olan varlıkları başka sıfatlarla birbirinden ayırmak şarttır. Böylece Vücud ismi için kullanılışına göre “Vacibül Vücud” ve “Mümkînül Vücud” şeklinde mürekkeb bir ifade şekli ortaya çıkmış olur. Bu görüş Şehristanî, Razî ve Âmidi gibi müteahhir kelamcıların görüşüdür. Aynı görüşün Eş'arî ve Ebu'l-Hüseyin el-Basriye ait olduğu söylenmiş ise de bu iddia yanlıştır. Çünkü bunlar, bir şeyin vücudu o şeyin hakikatidir. Halleri değil demek suretiyle vücud kelimesi Allah hakkında kullanılınca Vacibül Vücud'a yaratıklar hakkında kullanılınca da Mümkinül Vücud'a işaret ettiğini ifade etmişlerdir.

Şiî Ebu Hâşim ve tabileri olan Mu'tezile ise Allah (c.c.)'ın “Vücud” u hakikatine ziyade edilmiş bir şey olduğunu söylüyorlar.

Batınîlerden bazısı ile Cehmiyyenin aşırı gidenleri Allah (c.c.)'a nisbet edilen isimlerin mecazi, kullarda ise hakiki olduklarını iddia ediyor ve “Hayy” sıfatının da bu kabilden olduğunu söylüyorlar. Ebu'l -Abbas Ennâşii ise bunun aksini ileri sürmüştür.

İbn-i Hazm ise isimlerin mânâ ifade etmediğini iddia ederek mesela “Alîm” ilme, “Kadîr” kudrete delâlet etmez dedikten sonra, bu kelimelerin mücerred alem olduklarını ileri sürüyor. Güya teşbihi ortadan kaldırmak için ileri sürülen bu aşırı fikirler, hadd-i zâtında Allah (c.c.)'ın sıfatları inkâr etmekten başka birşey değildir. Râzî de aynı şekilde yanılmıştır. Zira o şöyle diyor:

Allah (c.c.)'a mevcud, mahlûka da mevcud diyecek olursak aralarında müşterek olan ve hariçte bulunan bir vücud olması gerekir. Çünkü vücud kelimesi her ikisine de şâmildir. O zaman ikisini birbirinden ayıracak bir özellik bulunması şarttır. Bu özellik de hakikatin tâ kendisidir. Dolayısı ile müşterek bir vücud ve onları birbirinden ayıran ıbir hakikat vardır. Aslında bunlar çelişki içindedirler. Çünkü “Vücud”u vacib ve “mümkün” olmak üzere ikiye ayırıyorlar. Umumî, küllî isimlerin kısımlara ayrılması, müşterek lâfızların kısımlara ayrılmasına benzemez. “Süheyl” lâfzının bir yıldıza ve İbn-i Amr'a delalet ettiği gibi. Çünkü müşterek lâfızlara şu ve bu kısma ayrılır denmez. Ancak bu müşterek lâfız şu ve bu mânalara şamil olur denir. Bu durum lügatin gereği olup aklî bir taksim değildir. Aklî taksim ise, umumî lâfzın ifade ettiği mânânın kısımlara ayrılmasıdır.

Râfizî ve benzerleri “Müşebbihenin sözü” nden Allah (c.c.)'ın kullara verilen isimlerle isimlendirmek teşbih sayıldığını kasdediyorlarsa, kendisi -Yani Râfizî İbn'ul-Mutahhar- ve bütün insanlar Müşebbihedir. Yok eğer Râfizî ve tabileri Allah (c.c.)'ın sıfatlarını kulların sıfatlarına benzetiyorlarsa bununla hem sıfatları inkâr ediyorlar, hem de sapıtıyorlar. Bu sapıklık herkesten daha çok kendilerinde mevcuttur.


Facebook beğen
 
Kur.an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
 
Kur'an ve Sünnet
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol